Content feed Comments Feed

İspanya merkezli dijital dergi Contexto y Acción (Bağlam ve Eylem) muhabiri Antonio Pineda, İsveçli akademisyen-yazar Andreas Malm ile yeni kitabı “Korona, İklim ve Kronik Acil Durum” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Malm söyleşide, pandemilerin kaynağı olduğunu ifade ettiği iklim krizine karşı, oluşturduğu büyük tehdide rağmen mevcut üretim biçimleri ve piyasa ilişkilerinden ötürü gerekli tedbirlerin alınmadığını ve fosil yakıtlardan vazgeçilmeden iklim felaketinin önüne geçilemeyeceğini vurguluyor. 


 

 

Kitapta, tüm gezegenin pandemiyi kontrol altına almak için büyük çaba sarf ederken, iklim krizine karşı ise çok az çaba göstermesini eleştiriyorsunuz. Neden sağlıkla ilgili gerekçeler dünyanın durması için yeterli olurken iklim değişikliği olmuyor?

Devletlerin, bu salgının yayılmasını durdurmak için neden gündelik hayatla, özel mülkiyet özgürlüğüyle ve piyasalarla köprüleri atacak kadar ileri gitmeye hevesli olduğuna dair benim tam bir yanıtım olduğundan emin değilim. Hükümetlerin, şu anda ikinci dalgada da mağazaları kapanmaya zorlaması, özel işletmelere derinlemesine müdahale etmesi garip. Pandemi sürecini yönetmede becerikli olmayanların bunun bedelini seçimde ödeme riski var. Donald Trump’ın pandemiyle mücadeledeki beceriksizliği ona başkanlığa mal oldu. Hükümetler, salgını sınırlandırma konusunda becerili ve etkili olmazlarsa onları bir sonraki seçimde cezalandıracağımızın farkındalar.

Aralarında aşırı sağcı siyasetçilerin de olduğu Covid-19’a yakalanan siyasetçilerin oluşturduğu uzun bir liste var. Boris Johnson, Jair Bolsonaro, Donald Trump. Bu insanların hepsi Covid-19 ile hastalandı ama hiçbiri küresel ısınmanın sonuçlarından kişisel olarak olumsuz etkilenmedi. Muhtemelen bu pandemi, kuzey yarımküredeki hükümetlere daha önemli geliyor çünkü vatandaşlarını üst sınıf konumlarına rağmen doğrudan vuruyor. Yine de hükümetler, pandeminin tetikleyicilerini kontrol konusunda, küresel ısınmanın nedenleriyle mücadelede yaptığı kadar az şey yaptı.

Küresel ekonomi ve sağlık için böylesine talihsiz bir yılın ardından, bunun bir daha olmayacağının nasıl garanti edileceğini merak eden hükümetlerle bir toplantı yapmamız gerektiğini düşünebiliriz; bunun nasıl olacağını soruyor olsalardı başlangıç olarak ormansızlaştırmaya karşı bir şeyler yapmaları gerektiğini hızla fark ederlerdi, ama yapmadılar.  Bu yıl tropikal kuşağın kritik bölgelerinde ormansızlaştırma patlaması yaşandı. Örneğin yakın zamanda Endonezya hükümeti, ormanlarını esasen sınırsız sömürüye açmaya karar verdi. Aynısı Brezilya, Bolivya ve Arjantin’de de oldu ve pandeminin tetikleyicileri hakkında bir şeyler bilen biri, bu durumun tekrar yaşanmasını istemiyorsak ormansızlaştırmanın durdurulması ve tersine çevrilmesi gerektiğini de bilir.

Özel mülkiyetten bahsettiniz. Bu bağlamda nasıl etkilendi?

Çeşitli şekillerde etkilendi, ancak en önemli yanı, vahşi hayvanları özel mülkiyete dönüştürmeye devam etmemiz oldu. Danimarka’da, en zengin tüketicilere tedarikte bulunan devasa bir kürk endüstrisi var. Bunu yapmak için milyonlarca vizonu küçük kafeslere dolduruyorlar ve koronavirüs bu hayvanların vücuduna girdi, vizonlarla temas edince mutasyon geçirdi, böylece biz de aynı koronavirüsün yeni bir zorluğuyla karşı karşıya kaldık ve bunun, geliştirilen aşılara karşı dirençli olabileceği gibi büyük bir risk var.

Temel sorun, bu milyonlarca vizonu bir başka özel mülk haline getiren, onları katleden ve bu hayvanları üst sınıflara geçici heves olarak satılacak kürklere dönüştüren işletmelerin var olmasına izin vermemizdir. İsveç’te de Danimarka’dakine benzer bir vizon endüstrimiz var ve sol, bunun ortadan kaldırılması çağrısında bulunuyor. Hayvan bedeni biçimindeki özel mülkiyet hakkına son verilmelidir ki bu da, yaban hayatı ticaretinin durdurulması anlamına gelir. Koronavirüse tuhaf Çin kültürünün sebep olduğunu düşünme eğilimindeyiz, fakat aynı sorun her yerde, şirketlerin vahşi hayvanları yakalayıp minicik kafeslere kilitledikleri, hastalık yapıcıların evrim geçirmek ve hızla mutasyona uğramak için ihtiyaç duydukları eksiksiz koşulları yarattıkları Danimarka, İsveç ya da ABD gibi ülkelerde de var.

Aynısı, ormanları özel mülkiyete çevirip ağaçları kesen ve sonrasında bu arazileri tarlalara ya da otlaklara dönüştüren müteşebbislerin başlıca sebebi olduğu ormansızlaştırma için de geçerli. Bunların olmaya devam etmesini istemiyorsak, doğaya ekonomik amaçla her istediğini yapma özgürlüğü sınırlandırılmalı.

Eko-kapitalizm ya da yeşil kapitalizm diye bir şey olabilir mi?

Bu çok iyi bir soru. Şu sorulmalı: kapitalizm, fosil yakıtlar olmaksızın varlığını sürdürebilir mi? Tarihsel olarak sürdürdü. Kapitalizm tarihsel olarak, geniş çaplı fosil yakıt yakılmasından önce vardır, bu nedenle enerjinin başka biçimlerini kullanan kapitalizm olması mantıksal olarak imkânsız değil. Ancak buna iklim perspektifinden bakarsanız, fosil yakıtların yakılmasına son vermek istiyorsanız, kapitalist sistemin belirli bir kısmının ya da sermaye sınıfının bir kesiminin faaliyetini durdurmanız gerektiği açıktır. Exxon Mobil, Total, BP, Suudi Aramco gibi şirketlerin hepsinin petrol, gaz ve kömür üreten şirketler olarak varlıklarına son vermeleri gerek. Bu çok açık, iklim biliminin ABC’si. İklim sorununa çare bulma arayışındaki her çözüm, kapitalist modelin bu belirli bölümünü saf dışı bırakmalıdır. BU çok büyük bir zorluk ve kamulaştırma vasıtasıyla başarıya ulaşabilir; devlet bu şirketlerin kontrolünü almalı ve bunları, başka işlere adanmış işletmelere dönüşme doğrultusunda üretimlerini durdurmaya zorlamalıdır. Bunu yapmak, bugün bildiğimiz şekliyle kapitalizmde büyük bir yarık açmak anlamına gelecektir ve bu yarık sayesinde farklı bir politik-ekonomik sisteme doğru dönmeye başlayabilirsiniz.

Sonrasında ne olacağını elbette bilemeyiz, daha önce hiç zaman böyle bir geçişin parçası olmadık ve diğer tarafta ne olduğunu bilmiyoruz. Ne olacağını bilmiyoruz, fakat hiç değilse muhtemelen kapitalizmin geride bırakılacak ya da kapitalizmin yeni sınırları olan ekolojik bir versiyonunu getirecek veya hatta belki de daha otoriter bir versiyonunu. Ne olacağını kesin biçimde tahmin etmek çok zor ama bildiğimiz şey, iklim sorununa yönelik her türlü çözümün, fosil yakıt endüstrisini tamamen devre dışı bırakmayı içerdiğidir.

Kapitalist sistemin bu en kötü halini uzaklaştırmak için böyle bir kriz gerekli mi?

Kapitalizm iyi işliyor görünürken, örneğin 1990’lar ya da 1950’ler Avrupa’sında, onu sorgulamak için bir sebep yoktu. Ancak bunun gibi bir kriz olduğunda insanlar sistemin işlemediğinin ve bunu frenlememiz, hatta belki de ortadan kaldırmamız gerektiğinin farkına varır. Ancak sorun şu ki, bugün çoğu kişi virüs ile kapitalizm arasında bağlantı kurabiliyor gibi görünmüyor. Hastalık hâlâ tesadüfi bir olaymış gibi, yıldırım çakması veya meteor düşmesi gibi az önce olan bir şey olarak algılanıyor. Bunun böyle olduğuna dair dikkate değer bilimsel temeller mevcutken, kapitalizmin pandemileri nasıl ürettiğine ilişkin çok az tartışma var.

Kitabınızın İspanyolca baskının ismi “Koronavirüs, İklim Değişimi ve Toplumsal Savaş.” Neden bu savaş çığırtkanı terminolojiyi kullanmayı seçtiniz?

Nisan ayında kitabı yazdığımda siyasetçiler savaşta olunduğundan epeyce bahsediyorlardı. Örneğin Fransa’da Macron bu savaş terminolojisini kullandı ve kullanmaya devam ediyor: virüse karşı bir savaştayız ve kendimizi savaş gibi bir mücadelenin aktörü olarak düşünmeliyiz. Dünyanın çeşitli yerlerinden birçok başka siyasetçi de aynı söylemi kullandı. Ancak felaketten kurtulmak istiyorsak bu enerjiyi, küresel ısınmadan, gezegenin bozulmasından ve bulaşıcı hastalıklardan bizzat sorumlu olarak soruna neden olanlara yönlendirmeliyiz. Bu yüzden, eğer savaştan bahsedeceksek, bu tamamen metaforik bir savaş olsa bile, bu savaşı bizi felakete götüren toplumsal süreçlere karşı vermemiz daha iyi olur. Savaş, Amazon Ormanları’nı ve Güneydoğu Asya’daki başka tropikal ormanları kesen şirketlere karşı verilmeli.

Kitabınız, gelecekteki okurlara yönelik bir uyarı mı, yoksa tanıklık mı?

İşler şimdi yaptıkları gibi devam edecekse, gelecekteki insanların endişelenmeleri gereken kendi felaketleri olacak. 2020’de ne olduğunu okumaları gerekmeyecek. Bu kitap, benim insanları silkelemek ve onlara “bakın, kilitli yaşamanın berbat olduğunu düşünüyorsanız ya da covid-19 nedeniyle ölen bir sevdiğinizin kaybının yasını tutuyorsanız veya bizzat kendiniz hastalandıysanız muhtemelen buna neyin sebep olduğunu ve bunun nasıl önlenebileceğini öğrenmek istersiniz” demek için mütevazı bir girişimim.

Hadi Nostradamusçuluk oynayalım. Bir sonraki küresel felaket nerede ve ne olacak gibi görünüyor?

(Gülüyor) Bu bir varsayım ve çok nitelikli bir varsayım da değil. Ancak çeşitli şekillerde olağanüstü hava olayları yaşamaya devam edeceğiz. Bu, Karayiplerde bir kasırga, herhangi bir ülkede büyük bir sel, Çin’de kesintisiz bir kuraklık olabilir. Bunu öngörmek için Nostradamus olmanız gerekmez. Bununla birlikte, pandemiler gibi iklim sisteminden kaynaklanan daha büyük bir felaketten kaçınmak çok daha zor. Bu alanda çalışan bilim insanları uzun zamandan beri büyük bir pandeminin gelmekte olduğunu söylediler ancak bunun tam olarak Çin’den geleceğini ve tam olarak böyle bir şey olacağını söyleyemediler. Söylemeye devam ettikleri şey, piyasalar her zamanki gibi devam ederse, vahşi yaşama böyle davranmaya devam edersek yeni pandemilerimizin olacağı. Bu pandemi üç ya da beş yıl içinde mi gelecek veya Danimarka’daki vizonlarda tespit edilen salgın yeni bir pandemiye mi dönüşecek, kimse bilmiyor.

Koronavirüsle ilişkili birçok komplo teorisine şahit olduk. Bazıları artık bilime güvenmediğimizi söylüyor, ancak ben bilimin bizim için yorumlama aracı olarak hiçbir zaman yeterli olmadığına inanıyorum. Şimdiye kadar gerçekten bir şey değişti mi?

Bilimin bazı yönleri siyaseti etkiler. Bunun bir örneği, aktiviteyi nasıl azaltmaya zorlandığımızdır. Çoğu siyasetçi (hepsi değilse de), siyaset yaparken bu tür bilimsel tavsiyeleri dinlemeye hevesli görünür. Merkel, İspanya hükümeti, sonunda Boris Johnson bile, şu anda Joe Biden bu bilim insanlarını dinlemeye hazırdır. Ancak bu pandemilerin neden ortaya çıktığını izah eden bilim veya iklim değişikliğinin arkasındaki bilim, siyasetçiler üzerinde aynı etkiye sahip değil. Siyasetçiler bu bilimi kabullenmeye hazır değil çünkü ekonomilerimizin işleyiş biçiminin doğruluğunu ve güçlü maddi çıkarlarını sorguluyor. Sorgulayan veya tehdit eden bilim açık biçimde ıskartaya çıkarılır ya da reddedilir.

Eko-Leninizm’den bahsederken ne demek istiyorsunuz?

Egemenlerin sebep olduğu Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’yı ve ardından dünyanın geri kalanını milyonlarca insanın beyhude biçimde katledilmesine sürükledi. Lenin ve yoldaşları görevimizin bu felaketi, bu krizi bizi felakete mahkûm eden sınıflardan kurtulacağımız bir devrimci krize çevirmek olduğunu söylüyorlardı ve Lenin ile Bolşeviklerin gerçekten yaptıkları da buydu. Onlara karşı çok şeyiniz olabilir, fakat Rusya’daki burjuvazi hükümetini devirip Rusya’yı savaştan çekip çıkardılar ve bu felaketi söz verdikleri gibi sonlandırdılar. Bugün belirli açılardan benzer bir durumla karşı karşıyayız. Bir felaket, ama başka türlü bir felaket: bir ekolojik kriz ve daha belirgin biçimde bir iklim krizi. Ve bu kriz egemenler ve fosil yakın endüstrisi dediğimiz şey tarafından ateşleniyor. Görevimiz, Lenin ve yoldaşlarının karşı karşıya oldukları ile aynı, yani bu krizi, sorumluları için bir krize çevirmek.

Bir felaketten diğerine, bunların getireceği ölümler ve acısını çekenlerle geçip cefasını çekmek yerine, bu kısıtlayıcı momentleri o insanlara ve bu felaketin sürmesini sağlayacak olan o süreçlere karşı kullanmalıyız. Eko-Leninizm’in temel fikri bu. Ancak bu sadece bir analoji, aynen olması amaçlanmayan bir benzetme. Açıkçası, bu durum ile bahsi geçen arasında tam bir örtüşme yok, fakat bazı benzerlikler var ve son derece hızlı hareket etmemiz lazım. Lenin, sabırsız, tez canlı, huzursuz mizaçlı bir devrimciydi ve hem 1917 hem de 1918’de acilen iktidarı alarak Almanya ile bir barış anlaşması imzalamaları gerektiğini savunuyordu. Eylemi sürekli ertelemeye devam etmenin ölümcül olacağının farkına varmalıyız. Ve dahası Lenin, anarşistlerin aksine, bir acil durum anında devleti tamamen es geçemeyeceğimizin farkındaydı. Bu acil durumdan kurtulmak için devletin gücüne ihtiyacımız var. Bunların hiçbiri, Lenin’in yaptığı her şeyi desteklememiz gerektiği anlamına gelmiyor. Bu sadece, mevcut durumla nasıl baş edileceğine dair bir stratejik düşünme yöntemi.

Öyleyse, bu değişim sürecinde devletin rolü ne olmalı? Sadece bazılarının eylemlerini sınırlayarak devleti temel bir devrim mümkün müdür?

Devrimden bahsediyorsak, bu sadece bir devlet sorunu olamaz. Ve eğer fosil yakıtları kullanmayan ve doğadan geriye kalanları yok etmeyen, bunları onarmaya çalışan bir ekonomiye doğru geçişten bahsediyorsak bu tek bir devlet sorunu da olamaz. Öncelikle, açıktır ki devletler kendi kendilerine bu yönde hareket etmeye başlamayacaklar. Devlet dışındaki güçler tarafından, halk güçleri tarafından bu doğrultuda zorlanmalılar. İnisiyatifi alalım ve devletlerden harekete geçmelerini ve ne gerekiyorsa onu yapmalarını talep edelim. Her türden sivil toplum aktörü geçiş sürecine dâhil olmalı, ancak devletin merkezi rol oynamadığı bir geçişi tahayyül etmek zor. Örneğin, eğer İspanya, İsveç, Almanya, ABD ya da Çin gibi ülkelerde emisyonları yılda aşağı yukarı yüzde 7 ya da 10 oranında düşürmek istiyorsanız, bu süreci devletlerden başka denetleyecek birilerini akılda canlandırmak çok zor. Bu geçişte her şeyin devletin görevi olduğu anlamında söylemiyorum ancak başrol oynaması gerekir.

Bir sabah İspanya başbakanı olarak uyandığınızı farz edin. İlk göreviniz ne olurdu?

(Gülüyor) Hiçbir zaman kendimi bu konumda bulmayacağımı umuyorum. İkinci bir görüş istemek, diğer siyasi güçlere ve halka danışmak olurdu, ancak yapılacak ilk iş –İspanya’da ya da bir başka ülkede çok uzun zaman önce yapılmış olması gereken-, fosil yakıtlara dayalı tesislerin büyümesini durdurmak ve sonra da bunları sökmeye başlamaktır. İspanya hükümetini 10-15 yıl içinde fosil yakıtlardan kurtaracak bir ulusal plan öneririm. Yıldan yıla düşecek emisyon kotaları ve bunlara uymayan şirketler için cezalar planlardım. Uçakları fosil yakıtlar olmaksızın nasıl çalıştıracağımızı bilmediğimizden iç uçuşların yasaklanması ve bunun yerini yaygı demir yolu ağı alması gerekirdi. İspanya ya da İsveç gibi ülkelerde kolaylıkla yapılabilecek şeylerden bazıları bunlar. Ayrıca, bütün bir otomobil filosunu elektrikliye çevirmek değil, bunun yerine otomobil temelli ulaşımın büyük kısmını otobüs, banliyö, bisiklet, yürüme gibi başka ulaşım yöntemlerine dönüştürmek anlamına gelecek biçimde benzin ve özel araç kullanımını da yasaklardım.

Uygulanması gereken tedbirlerin listesi çok uzun ve adımlar iyi biliniyor. Bu pandemi –veya genel olarak pandemiler- söz konusu olduğunda bile, devletin yapması gereken ilk iş, tedarik zincirindeki doğrudan kontrolü sağlamak ve daha fazla ormansızlaşmaya neden olamayacağını, bunun yerine yeniden ağaçlandırmayı teşvik edeceğini garanti etmek için, ekonomisindeki hangi tedarik zincirlerinin tropikal bölgelerdeki ormansızlaşmayla bağlantılı olduğunu araştırmaya çalışmak olmalıdır. Ve tabii ki, tropikal bölgelerde ormansızlaşmaya neden olan ithal malların üzerinde devlet kontrolünün yanı sıra yaban hayvanı ticaretiyle radikal mücadele için tedbirler. En temel talepler bunlar.

Peki, bu tedbirlerin ekonomimizi tahrip edeceğini düşünenlere ne dersiniz?  

Yeşil Yeni Düzen destekçileri, bu tedbirlerin bir bütün olarak ekonomiye zarar verici olmaması gerektiğini gösterdiler. Bunlar sadece belirli ekonomi sektörlerine çok zarar verirler. Örneğin, tamamıyla ortadan kaldırılması gereken fosil yakıt endüstrisi. Açıkçası bu sektör zarar görür, fakat bu önlemler, yenilenebilir enerji, toplu taşıma ve hatta karbondioksitin atmosferden çıkarılmasını sağlayan yeni teknolojiler gibi ekonominin başka sektörlerinin genişlemesi ile tamamlanmalıdır. Fosil yakıtlardan kurtulmak için ekonomiyi yarıya bölmek gerekmiyor. En azından geçişin ilk aşamasında, ekonominin diğer sektörlerini büyütmek gerekiyor. Yeşil Yeni Düzen, fosil yakıt sektöründe çalışan işçiler için güvenli, iyi ve kalıcı şekilde ekonominin diğer sektörlerine yumuşak bir geçişi garanti etmekten bahsediyor. Ve böylesi garantilere sahip olmanın çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum.   

İklim değişikliği için ne daha tehlikeli: beslenme biçimimiz mi, milliyetçilik mi?

Farklı kefelerde çalışırlar. Aklınızdan et ya da sütçülüğü geçiriyorsanız, beslenme biçimimiz ya da genel olarak gıda üretimi metan, karbondioksit ve sera gazı salınımlarının doğrudan sebebi. Milliyetçilik doğrudan bir salınıma neden olmuyor ama dolaylı olarak statükoyu ve piyasayı şimdiye kadar olduğu haliyle devam ettiriyor. İkisini karşılaştırmak zor. Belki milliyetçiliğin daha kötü olduğunu söyleyebilirsiniz çünkü milliyetçi siyaset muhtemelen hiçbir zaman ekonomilerimizde değişimi teşvik etmeyecek ya da radikal salınım düşüşlerine ilham vermeyecek. Politik açıdan kendimi milliyetçilik karşıtı olarak görüyorum ve iklimdeki herhangi bir ilerlemenin onu iktidardan uzak tutan politik bir güç olarak milliyetçiliğin yenilgisinden önce gelmesi gerektiğine inanıyorum. Ben aynı zamanda etten ve süt ürünlerinden uzak durulması taraftarıyım fakat buna rağmen insanlar yumurta, tavuk ve etin başka biçimlerini yemeye devam etseler de iklim sorununda bir ilerleme kaydedilmesi mümkün. Dolayısı ile evet, milliyetçilik belki de yenilgiye uğratılması gereken en önemli şeydir.

 

https://ctxt.es/es/20201201/Politica/34364/Antonio-Pineda-entrevista-Andreas-Malm-capitalismo-crisis-climatica-coronavirus.htm  adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Uruguaylı gazeteci-yazar Raúl Zibechi, La Bottega del Barbieri isimli blog ile gerçekleştirdiği söyleşide pandemi koşulları vasıtasıyla dayatılan otoriterleşme ve özgürlük alanının kısıtlanmasının yanı sıra, sisteme alternatif yaratacak pratikler üzerine görüşlerini paylaştı.



Güney Amerika’da pandemi dönemini devletler demokratik erişilebilirlik alanlarını kısıtlamak için nasıl fırsat olarak kullandı?

Pandemi; sokaklardaki polis gücü sayısını arttırmak, en ufak kamusal tartışma olmaksızın kontrol ve kısıtlama tedbirleri uygulamak, otoriter tedbirler vasıtasıyla bir çeşit tekno-bilimsel diktatörlük tatbik etmek için kusursuz bir bahane.

Güney Amerika’da gördüğümüzün devletin ve baskı aygıtlarının tek taraflı bir büyümesi olmasının yanında devlet bağlantılı şiddetin de yoğunlaşmasıdır: paramiliter gruplar Kolombiya, Brezilya ve Meksika’da tamamen özgür faaliyet gösteriyor, uyuşturucu trafiğinde daha fazla hareket var ve bu, çoğu kez paramiliterlerle ittifak halinde yapılıyor. Bu şiddet dolayısıyla yerli ve siyah halk arasında, köylülerde ve kentlerin kenar mahallelerinde yaşayanlar arasında cinayetlerin artmasına neden oluyor.

Kolombiya’da devlet bağlantılı şiddet olayları geçtiğimiz Eylül ayında Bogotà’da gençlerin ayaklanmasını tetikledi ve ayaklanma sonucunda 20 civarında polis karakolu yakıldı. Meksika’da, Chiapas dağlarındaki Aldama alanlarında Zapatista topluluklarına yönelik aralıksız saldırganlık karşısında Lopez Obrador hükûmeti susuyor, paramiliter şiddetin suç ortağı olarak susuyor.  

Bununla paralel biçimde, daha az görünür olarak ancak daha az acı olmayan biçimde, çıkarmaya dayanan projeler, özellikle de madencilik sömürüsü ve büyük altyapı işleri arttı. Şili’de Mapuche halkı, pandemi Yerli Halklar ve Kabile Halkları Sözleşmesi (OIT) kapsamında düzenlenecek büyük toplantılara katılımı engellediğinden rızaları şöyle dursun, sorgulanmaksızın izin verilen onlarca projeye karşı koyuyor.

Özetle; pandemi, hareketlerin boynunda sıkılaştırılarak onları hareketsiz kılan ve direnişlerini engelleyen bir boyunduruk gibi militarizasyonu, baskıyı ve çıkarmaya/madenciliğe dayalı ekonomiyi kuvvetlendirdi.

Hareketlerin, daralan demokratik alanlara ve devletlerin otoriter tedbirlerine karşı en iyi yanıtı ne olur?

Halklar ve hareketler, farklı şekillerde tutuldukları boyunduruğu kırmak için harekete geçtiler: Şili ve Bolivya’da bu, bütün beklentilerin ötesinde kitlesel seçimler yolu ile oldu. Yerli Bolivya köylülerinin, etkileyici seferberlikler ve yol kapatmalarla darbe hükûmetini seçim tarihi belirlemeye zorladığını kabul etmek gerekir; Şili’de referandum zaferi, sokaklardaki geniş çaplı seferberlikle desteklendi.

Kolombiya’da, özellikle de Bogotà’da polis şiddetine karşı kendiliğinden ve öfkeli bir militanlığa şahit olduk ve ABD’de George Floyd’un katledilmesindeki tarzı hatırlatan şekilde bir avukatın katledilmesine karşı polis karakollarının yakılması ve çatışmalarla bu militanlık doruğa ulaştı.

Kolombiya’daki Nasa del Cauca yerlileri de bunun yerine, Santander di Quilichao’da başlayıp on günde 500 kilometre giderek Cali ve Bogotà’da sona eren yürüyüşle şiddet olaylarını kınamak üzere harekete geçtiler.  

Aynı şekilde; yerli, siyah ve köylü olan Minga halkı devletten şiddetin sona erdirilmesi değilse de ordu, paramiliterler ve uyuşturucu çeteleri tarafından işlenen cinayetlerin kınanması haricinde hiçbir şey istemedi –başka olaylarda yaptığı gibi-.

Yerli ve siyahlar ile halklarını ve hareketlerini koruyan toplum muhafızlarının (şimdiden 70 bin birim mevcut) rolünün altını çizmek önemli.

Ve son olarak Zapatistaların durumu: önümüzdeki baharın sonları için programlanan Avrupa ülkelerine yönelik çığır açıcı yolculuk girişimi, hareketlerin savunmada olduğu böylesi bir zamanda bir politik inisiyatif alma yöntemidir. Ana akım medya, polis, ekonomi, erkek egemen ve sömürgeci sistem tarafından üstümüzde uygulanan çok yönlü boyunduruktan kendimizi kurtarmak için onlarca Avrupalı kolektif ile geniş ittifak gerektiren bir inisiyatif.

Pandemi, sonu gelmeyen kriz ve olağanüstü hal ışığında kâr ekonomisi ile karşılaştırdığımızda, buna karşı başka bir dünya beklentisine doğru giden bir “birbirine özen toplumu”, karşılıklı yardımlaşma, otonom dayanışma yöntemleri çöküşe çözüm olabilir mi? 

Özen toplumu, yaşadığımız krize iyi bir çözümdür ve bu bir devlet politikası değil, hareketler tarafından, aşağıdan bir şekilde toplum tarafından, kapitalizm ve hükûmetlerce dayatılana karşıt olarak benimsenen bir yöntemdir.

Şöyle açıklayayım: tepede, iktidar ve kapitalizm kontrolü ve birikim sistemini kuvvetlendiriyor ve şu anda pandemi korkusuyla önemli bir toplumsal destek elde etmiş durumdalar. Bu onlar için büyük bir fırsat. Korku aracılığıyla bir grubu disipline etmek, en asi olanları yalnızlaştırmak ve büyük oranda pasif destek kazanmak istiyorlar. Bunun için, “özen toplumu”nun yukarıdan değil, yukarıdakilere karşı başlayacağından eminim. Bence, pandemiye, devletlerin boyunduruğuna ve kapitalizme en iyi yanıt, hareketlerin devreye soktuğu yanıttır.

Şili’de meclisler ve ortak inisiyatifler (500’den fazla) kolektif biçimde yemek yapmak ve yemek için süpermarketleri atlayıp doğrudan çiftçileri hedefledi. Kolombiya’da yerli halklar patates, mısır ve meyvelerini takas ettikleri takas pazarları kurdular. Zaten yapmışlardı, ancak şu anda bu pazarlar, her ailenin ihtiyaçlarına göre takas yaptığı ürünler bakımından çoğaldı. Topluluklar, şehirlere gıda ürünü gönderiyor ve bunun karşılığında sağlık malzemesi dönüyor. Brezilya’daki Topraksızlar hareketi, kent banliyölerine binlerce ton gıda bağışladı ve aynı zamanda bunların oradaki dağıtım organizasyonuna da destek oldu. Ayrıca, Batı tıbbı ile geleneksel yerli tıbbını harmanlayan halk klinikleri kıta genelinde çoğaldı. Bu “özen toplumu”nda kullanım değerleri, piyasanın değişim değerlerine baskındır. Birçok aile, halklar ve bireyler arasındaki karşılıklı yardım ve dayanışma pratikleri vasıtasıyla kendi kendini besler, kendi sağlık durumunu tespit eder ve gerçek ihtiyaçlarının üstesinden gelir.     


http://www.labottegadelbarbieri.org/intervista-a-raul-zibechi/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Michael Löwy, Crisis and Critique dergisi için mevcut pandemi krizi ve ekolojik kriz arasındaki bağları üretim ilişkileri ve tüketim alışkanlıkları üzerinden irdelediği 15 tezden oluşan bir makale kaleme aldı. Löwy tezlerinde, insanlığın kurtuluş ihtimalinin eko-sosyalizmde olduğunu savunurken, buna dair mücadelenin de, bu mücadelenin birincil öznelerinin geçmiş yüzyılın toplumsal mücadelelerinden farklı olduğunu belirtiyor.

 


I-                 COVID-19 pandemisi, en iyi uzmanlara göre, doğal çevrenin modern tarım tarafından istilasının ve yabani hayvan türlerinin pazarlanmasının bir sonucu. Pandemi, küresel düzeyde ekolojik krizin çeşitli yönlerinden biri. Bireylerin ve malların yeryüzü genelinde muazzam taşınımını beraberinde getiren küreselleşme, virüsün hızla yayılmasına da neden oldu.

 

II-                  Ekolojik kriz, şimdiden 21. yüzyılın en önemli toplumsal ve politik sorunu ve önümüzdeki aylar ve yıllarda daha da fazla olacak. Gezegenin ve dolayısıyla insanlığın geleceğine, önümüzdeki on yıllarda karar verilecek. Birtakım bilim insanlarının 2100 yılı senaryolarına dair hesaplamaları, iki sebeple çok da kullanışlı değil: 1) bilimsel: hesaplanması imkânsız olan bütün geribildirimler hesaba katıldığında, bir asrı kapsayan projeksiyon oluşturmak çok risklidir. 2) politik: yüzyılın sonunda hepimiz, çocuklarımız ve torunlarımız ölmüş olacak, öyleyse kimin umurunda?

 

III-                IPCC’nin (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) açıkladığı üzere, ortalama sıcaklık, sanayi öncesi dönemin 1,5 derece üstüne çıkarsa dönüşü olmayan bir iklim değişikliği sürecinin tetiklenmesi riski var. Ekolojik kriz, tehlikeli sonuçları olan çeşitli görünüşlere sahip, ancak iklim sorunu kuşkusuz en çarpıcı tehdit. Bunun sonuçları neler olur? Sadece birkaç örnek: Avustralya’dakinin benzeri mega yangınların çoğalması; nehirlerin yok olması ve arazilerin çölleşmesi, kutup buzullarının erimesi ve yer değiştirmesi, deniz seviyelerinin onlarca metreye ulaşabilecek düzeyde yükselmesi. İki metre yükselme ile Bangladeş, Hindistan ve Tayland’ın çok büyük bölümü ile birlikte Hong Kong, Kalküta, Venedik, Amsterdam, Şangay, Londra, New York, Rio gibi başlıca şehirler denizin altında yok olacak. Sıcaklık derecesi ne kadar yükselebilir? Hangi derecede, gezegendeki insan yaşamı tehdit altında olacak? Bu sorulara kimsenin bir yanıtı yok.

 

IV-               Bunlar, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş felaket riskleridir. İklim değişikliğine bağlı olarak gelecekte gerçeklik haline gelebilecek şeye benzer iklim koşullarını bulmak için milyonlarca yıl öncesine, Pliyosen dönemine geri gidilebilir. Çoğu jeolog, yeni bir jeolojik çağa, Antroposen’e girdiğimiz değerlendirmesinde bulunuyor; gezegenin koşulları insan davranışıyla ne zaman değişti? Hangi davranışla? İklim değişikliği, 18. yüzyıl Sanayi Devrimi ile birlikte başladı, ancak 1945 sonrasında neoliberal küreselleşmeyle beraber niteliksel bir sıçrayış yaptı. Bir başka deyişle, modern kapitalist sanayi medeniyeti, atmosferdeki karbondioksit birikiminden, dolayısıyla küresel ısınmadan sorumlu.

 

V-                 Yaklaşmakta olan felakette kapitalist sistemin sorumluluğu yaygın biçimde kabul edilmektedir. Papa Francis, Laudato Si’de ‘kapitalizm’ kelimesini telaffuz etmeden, yalnızca “kâr maksimizasyonu ilkesi”ni temel alan yapısal olarak bozuk bir ticari ilişkiler ve mülkiyet ilişkileri sisteminin hem sosyal adaletsizlikten hem de ortak evimizin, doğanın tahribinden sorumlu olduğunu açıkça söylüyordu. Ekoloji eylemlerinde tüm dünyada küresel olarak atılan slogan “İklimi değil, sistemi değiştirin” şeklindedir. Sistemin başlıca temsilcileri, her zamanki gibi ticaret savunucuları –milyarderler, bankacılar, ‘uzmanlar’, oligarklar, politikacılar- tarafından sergilenen yaklaşım, 15. Louise’ye atfedilen cümle ile özetlenebilir: “Benden sonrası tufan”.

 

VI-               Sorunun sistemik doğası, hükümetlerin davranışlarıyla gaddarca resmedilmektedir. Hepsi (çok nadir istisnalar hariç) sermaye birikiminin, çok uluslu şirketlerin, fosil yakıt oligarşisinin, genel metalaştırmanın ve serbest ticaretin hizmetinde hareket ediyor. Bazıları –Donald Trump, Jair Bolsonaro, Scott Morrison (Avustralya)- açık biçimde “ekosid”ci (Ekolojiye zarar verici eylem, ekolojik kırım anlamında; ç.n.) ve iklim inkârcısı. Diğerleri, ‘makul’ olanları, belirsiz ‘yeşil’ retoriği ve tam bir eylemsizliği ön plana çıkaran yıllık toplantılarda gidişatı belirliyor. En başarılısı, Paris’teki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı-COP 21, taraf olan tüm devletlerin emisyonları azaltmak için verdiği resmi sözlerle sonuçlanmıştı –birkaç Pasifik ada devleti haricinde tutmadılar-. Bilim insanları, sözlerini tutsalar bile sıcaklığın 3,3 derece daha yükseleceğini hesapladılar.

 

VII-             “Yeşillendirme” devam ederken ve emisyonlar hızla yükselip felaket gitgide yaklaşırken “yeşil kapitalizm, “karbon piyasaları”, “tazminat mekanizmaları” ve “sürdürülebilir piyasa ekonomisi” denilen şeyin diğer manipülasyonlarının tamamen faydasız oldukları ispat oldu. Kapitalizm yani verimlilik, tüketimcilik, ‘pazar payları’ üzerine vahşi mücadeleye, sermaye birikimine, kâr maksimizasyonuna adanmış bir sistem çerçevesinde ekolojik krize çözüm yok. Tabiatı gereği bozuk olan mantığı kaçınılmaz olarak, ekolojik dengenin bozulmasına ve ekosistemlerin yıkımına sebep oluyor.

 

VIII-           COVID-19 pandemisi süresince, malların üretim ve nakliyesinde kayda değer azalma meydana geldi. Bu da karbon emisyonlarını düşürdü, ancak çok sınırlı bir ölçüde. Salgın kontrol altına alınır alınmaz –bir aşının keşfi sayesinde-, “her zamanki işler”e hızlı bir dönüş olacak. COVID-19 krizi sonrasında “her şeyin değişeceğine” ve daha önceki duruma dönüş olmayacağına dair bir yanılsamaya düşülmemeli.

 

IX-                Felaketi önleyebilecek etkili yegâne alternatifler radikal olanlar. ‘Radikal’, kötülüğün kökenine saldırmak anlamına geliyor. Kökeninde kapitalist sistem varsa sistem karşıtı alternatiflere, yani 21. yüzyılın zorluklarına uygun ekolojik bir sosyalizme, eko-sosyalizm gibi anti-kapitalist alternatiflere ihtiyacımız var. Eko-feminizm, toplumsal ekoloji (Murray Bookchin), André Gorz’un politik ekolojisi ya da küçülme gibi diğer radikal alternatiflerin eko-sosyalizm ile pek çok ortak noktası var: karşılıklı etki ilişkileri son yıllarda gelişmiştir.

 

X-                  Sosyalizm nedir? Birçok Marksist’e göre, üretim ilişkilerinin –üretim araçlarının kolektif kullanımı yoluyla-, üretici güçlerin özgür gelişimine imkân verecek şekilde dönüşümüdür. Eko-sosyalizm, Marx’a sahip çıkar, ancak bu yaklaşımdan ve Stalinist ilhamlı verimliliğe dayalı ve anti-ekolojik örnekten açık bir şekilde ayrışır. Tabii ki kolektif mülkiyet vazgeçilmezdir, ancak üretici güçlerin kendileri de dönüşüme uğramalıdır: a) enerji kaynaklarını değiştirerek (fosil yakıtlar yerine yenilenebilir kaynaklar); b) küresel enerji tüketimini düşürerek; c) emtia üretimini düşürerek (küçülme), faydasız faaliyetleri (reklam) ve zarar vericileri (pestisitler, savaş silahları vb.) ortadan kaldırarak; d) planlı eskimeye bir son vererek. Eko-sosyalizm bir dönüşümü de kapsar; demokratik tartışma sürecinin ardından tüketim şekillerinin, nakliye biçimlerinin, şehirciliğin ve ‘yaşam biçiminin’ dönüşümünü. Kısacası, mülkiyet şekillerinin değişiminden çok daha fazlasıdır: dayanışma, demokrasi, eşit ve özgür olma, doğaya saygı değerlerine dayalı olarak medeniyet anlayışının değişimidir. Eko-sosyalizm, verimlilikçi ve tüketimcilik anlayışıyla ayrışır; bunu da daha kısa çalışma lehine yapar, böylece sosyal, politik, eğlencelik, sanatsal, erotik ve daha başka aktiviteler için daha fazla boş zaman ayrılabilir. Marx, bu hedefe “özgürlük âlemi” isimlendirmesiyle atıfta bulunmuştur.

 

XI-                Eko-sosyalizme geçişe erişebilmek için iki kıstasla yönlendirilen demokratik planlama gerekir: gerçek ihtiyaçların karşılanması ve gezegenin ekolojik dengesine saygı. İnsanların kendisi –reklam saldırısı ve kapitalist piyasanın yarattığı tüketim saplantısı ortadan kalkınca- gerçek ihtiyaçlarının neler olduğuna demokratik bir şekilde karar verecek. Eko-sosyalizm, halk sınıflarının demokratik rasyonalitesi üzerine girilen bir iddiadır.

 

XII-              Bu, gerçek bir toplumsal devrim gerektirir. Eko-sosyalist projeyi uygulamak için kısmi reformlar yeterli olmayacaktır. Böylesi bir devrim nasıl tanımlanabilir? Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” tezlerinden (1940)bir nota atıfta bulunabiliriz: Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir”. 21. yüzyıl ifadelerine çevirirsek: Hepimiz intihara doğru giden ve Modern Endüstriyel Kapitalist Medeniyet ismi verilen bir trende yolcuyuz. Bu tren, felaket getirecek bir uçuruma doğru gidiyor. Devrimci eylem, bunu –çok geç olmadan- durdurmayı hedefler.

 

XIII-            Eko-sosyalizm hem bir gelecek projesi hem de burada ve şimdi mücadele için bir stratejidir. “Koşulların olgunlaşmasını” beklemek söz konusu değildir. Toplumsal ve ekolojik mücadeleler arasında yakınsamayı teşvik etmek ve sermayenin hizmetindeki güçlerin en yıkıcı teşebbüsleriyle mücadele etmek gereklidir. Naomi Klein’ın Blockadia dediği şey budur. Bu tür bir seferberlik dâhilinde, mücadeleler sırasında bir anti-kapitalist bilinç ve eko-sosyalizme ilgi ortaya çıkabilir. Fosil enerjiden etkin bir şekilde vazgeçmeyi gerektiren radikal biçimlerinde Yeşil Yeni Mutabakat gibi teklifler bu mücadelenin parçasıdır –ancak ‘yeşil kapitalizm’i geri dönüştürmekle sınırlı olanları değil-.

 

XIV-           Bu mücadelede özne kim? Önceki yüzyılın işçici/endüstriyalist dogması artık geçerli değil. Şu anda meydan okumanın ön safında yer alan güçler gençler, kadınlar, yerli halklar ve köylülerdir. Greta Thunberg’in çağrısı –gelecek için en büyük umut kaynaklarından- ile başlatılan müthiş gençlik başkaldırısında kadınlar epey mevcut idiler. Eko-feministlerin bize izah ettikleri gibi, kadınların seferberliklere bu kitlesel katılımları, onların, sitemin çevreye verdiği zararın birincil kurbanları olmalarından kaynaklanıyor. Sendikalar da zaman zaman katılmaya başlıyor. Bu önemli, çünkü son tahlilde nüfusun çoğunluğunu oluşturan kent ve kır işçilerinin aktif katılımı olmaksızın sistemi alt edemeyiz. Her hareket için ilk koşul, ekolojik hedefleri (kömür madenlerini veya petrol kuyularını ya da kömür yakıtlı santralleri kapatmak vb.), harekete dâhil olan işçilerin güvence altına alınmış istihdamı ile birleştirmektir.  

 

XV-             Çok geç olmadan bu muharebeyi kazanma şansımız var mı? Felaketin kaçınılmaz ve her türlü direnişin anlamsız olduğunu ısrarla iddia eden “çöküş bilimciler” denilen kişilerin aksine, geleceğin açık olduğunu düşünüyoruz. Bu geleceğin eko-sosyalist olacağının bir garantisi yok: bu Pascalcı (bkz. Pascal Bahsi; ç.n) anlamda bir bahsin konusudur; bütün güçlerimizi bir “belirsizlik için emek”e adadığımız bir bahis. Ancak Bertolt Brecht’in muazzam ve yalın bir bilgelikle söylediği gibi: “Savaşan kaybedebilir. Savaşmayan ise çoktan kaybetmiştir”.


            https://crisiscritique.org/uploads/24-11-2020/michael-lowy.pdf?v=1 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

                Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

                  Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

ELN'den "Komutan Uriel" açıklaması

29 Ekim 2020 Perşembe

Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN), yazılı bir açıklama yaparak Komutan Uriel'in yaşamını yitirdiğini doğruladı ve egemenlerce hedef seçilmesinin nedeninin "devletin ideolojik ve politik hegemonyasına nasıl göğüs gerileceğini bilmesi" olduğunu vurguladı.



YOLDAŞ URIEL’E DAİR İKTİDARIN YALANLARI

Yaşamını büyük bir haysiyetle dönüşüm, sosyal adalet, bağımsızlık ve insanlığın geleceği idealleri uğruna veren yoldaş Uriel’in düştüğünü devrimcilerin acısı ile teyit ediyoruz.

Gerçek bir gerilla düştü ve ne o ne de başka gerçek savaşçılar, düşmanlarımızdan ödül ya da merhamet beklerler. İktidarın en üst kademelerinden, devrimci bir liderin asi ve başkaldıran karakterinin inkârı, yalanları en gözde politik silahı yapan düşmanımızın geleneksel davranışıdır.

Medyası ne kadar güçlü olursa olsun, Kolombiya oligarşisi başkaldırının, ülkenin ihtiyaç duyduğu derin değişim için sistem hukuk dâhilinde gerekli alanı bulamayan halk gençliğinin silahlı ayaklanmasının ve Uriel tarafından Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) saflarında bulunan başkaldırı ve haysiyet yolunun haklılığını gizleyemez.

Uriel öne çıktı ve ELN’nin sesini dünyaya taşımak için oldukça riskli ancak aynı zamanda gerekli de olan iletişim mücadelesi görevini üstlendi; egemen seçkinler için rahatsız edici olan da buydu, çünkü Uriel, onların ideolojik ve politik hegemonyalarına nasıl göğüs gerileceğini biliyordu, devletin onu kötüleme ve bir cani olarak gösterme, onu zor yoluyla susturma çabalarındaki kararlılığı da bundan kaynaklıydı.  

Gerilla komutanı ve rahip olan Camilo Torres bir cani ve haydut olarak adlandırıldığından beri, düşmanlarımızdan insaniyetli ve nesnel bir davranış beklemiyoruz.

Uriel’in düşüşü, bizi Kolombiya’da değişim gayesine ve insanlığın en soylu davalarına daha çok bağlıyor; ona ve halkların adaleti, sevgisi ve mutluluğu gibi arzuladıkları şeyler uğruna yaşamlarını feda edenlere sunacağımız en büyük onur ve şükran da budur.

Ulusal Başkanlık

Ulusal Kurtuluş Ordusu

Kolombiya dağları

28 Ekim 2020

https://eln-voces.net/la-mentiras-desde-el-poder-sobre-el-companero-uriel/ adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız


FARC-EP İkinci Marquetalia, Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (ELN) üç önemli isminden biri olan Komutan Uriel’in, Kolombiya ordusunun saldırısında yaşamını yitirmesinin ardından "Uriel yaşıyor" başlıklı bir başsağlığı mesajı yayımladı.



FARC-EP İkinci Marquetalia, ELN önderliğine ve savaşçılarına, Komutan Uriel’in Chocó ormanlarında asker ve polis tarafından gerçekleştirilen saldırıda yaşamını yitirmesi nedeniyle başsağlığı diler. Düşen savaşçının ailesine derin dayanışma duygularımızı sunuyoruz.

Muhteşem bir gerilla, Che’nin büyük hayranı olan Uriel, gerillanın mesajlarını özel bir sesle, yeni bir dille, vicdanlara hitap eden, her an barış, demokrasi ve herkes için onurlu bir yaşamın olduğu yeni Kolombiya’yı düşleyerek büyük bir güçle verdi.

Devletin barış anlaşmasına yönelik rezil ihaneti karşısında yeniden silahları almamız çağrısını duyduğumuzda Uriel’in, ELN’nin Batı Savaş Cephesi adına FARC-EP İkinci Marquetalia ile olan dayanışması gecikmedi.

Silah ve fikir arkadaşlarımız ELN’ye bu acı anında cesaret verici sesimizi gönderiyoruz. Bize güvenebilirler. Kolombiya’nın içinden geçtiği zorlu durum, bizi, Uribe adına çalışan Iván Duque’nin kötü hükümetine karşı mücadelenin nasıl olması gerektiğini birlikte düşünmeye davet ediyor. Yozlaşma ve mafyanın kötü kokusunu yayan, barışı tahrip eden, sosyal liderlerin ve eski savaşçıların katledilmesi karşısında tembelce duran, sadece sermaye seçkinlerinin kârlarını arttırmayı düşünen ve dışlananların acılarının üstesinden gelmeyi asla düşünmeyen bu gayrimeşru hükümet, acı üstüne acı çeken halk tarafından devrilmelidir.

Vicdanların seferberliği karşısında tiranlıklar hiçbir şey yapamaz. Uribizm* pandemisinin ardından yeni bir demokratik koalisyon hükümeti serpilmeli.

 

*Kolombiya’nın bir önceki Devlet Başkanı Álvaro Uribe Vélez’e gönderme yapılmakta.

 

http://farc-ep.net/?p=2853 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız


Midilli/Lesvos Adası’nda bulunan Moria mülteci kampında çıkan yangın sonrasında yaşam koşulları iyiden iyiye zorlaşan mültecilerin yeni kamp alanındaki durumlarına dair Sınırsız Mutfak Midilli / No Border Kitchen Lesvos tarafından bir açıklama yapıldı. Açıklamada, “Moria 2.0” olarak tanımlanan yeni alandaki koşulların eski kamptan çok daha kötü olduğu vurgulandı.


Yetkililer, yıl sonu itibariyle “adayı temizleme” şeklindeki programları ışığında, geçtiğimiz hafta boyunca anakaraya taşıma işi ile epey meşguldüler. Yılın ilk üç çeyreği, duruma dair hükme varılacak bir zaman dilimiyse, bütün bir durumla ilgili hiçbir şey iyiye işaret etmiyor. İşaret ettiği bir şey varsa, bu, Yunan hükümeti ve bir bütün olarak Avrupa, ırkçı ve beyaz üstünlükçü düşüncelerini ifade etmekte ve bunları yeni politikalarına, programlarına ve finansman koşullarına dâhil etmekte daha rahat hale geldikçe politikaların da giderek daha açık ırkçı hale geldiğidir. Fakat yine de, Avrupa bu sonu gelmez acıya bir çözüm sağlamayacaktı, çünkü Avrupa insanları kendi dışında tutmaktan fayda sağlıyor. Yakınlarda, yetkililer arasında yapılan görüşmelerde hem ada sakinlerinde hem de çevrede yaşayanlarda “güvenlik” duygusu oluşturmak, kapalı bir yapı oluşturmak bir kez daha onaylandı. Bir hapishane daha. Sadece emniyet ve güvenlik arayışıyla buraya gelen insanlar için bir hapishane daha. Kapalı bir kampla, kimseyi arkada bırakmamayı nasıl başarabiliriz? Maske, gerçek Avrupa değerlerinin çirkin lanet yüzünü meydana çıkarmak için düşüyor. Hâlihazırda Kos'ta, göçmenler avukatlara, tıbbi yardıma ve temel insani desteğe erişimleri olmaksızın bir hapishanede tutuluyor.  

“Amerika’daki 51. Bölge’yi bilir misiniz? Evet, burası 52. Bölge.” M., Kos’taki alıkoyma merkezini böyle tanımlıyor. Avukat yok. UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) yok. Alıkonulanlarda, girişlerini takiben kırılan telefon kameraları var. AB sıcak noktasında, içinde yüzlerce kişinin kaybolduğu bir kara delik.

Bu arada Midilli’de, yeni kampta durum geçtiğimiz ay hiçbir şekilde düzelmedi. Kampta hâlâ akan su yok ve günde bir kez yemek dağıtılıyor. Çoğu zaman yemekler yenebilir durumda değil ve bu yemekleri alabilmek için saatlerce sırada bekleyen insanlar bile bunları yemeyecektir. İnsanların sadece sabah 8-akşam 8 arasında buradan ayrılmalarına izin veriliyor, fakat kampa geri girmek için uzun bir sıra oluyor. Böyle olunca, aslında insanların kampa geri girmelerine izin verilmesi için çok daha erken dönmeleri gerekiyor, çünkü akşam 8’de içeride olmayan herkes dışarıda uyumak zorunda. Başkalarından, Moria 1.0’ın bile daha iyi olduğunu düşündüklerini duyduk. Dünyanın çoğu bölgesinde standart haline gelen Covid-19 düzenlemelerine uyulması da elbette imkânsız. Hükümet, yeni kampın iyileştirildiğini vurgulamaya devam ederken gerçek öyle değil. Koşullar gerçekten de, bazı insanların eski Moria için duygusallıklarını ifade ettiklerini duymamıza neden olacak kadar kötü. Anakaraya ne kadar insan nakledilirse nakledilsin, bu yaklaşmakta olan geleceği değiştirmeyecek. Üniformalı silahlı görevlileri, gözetleme ekipmanları ve hapishanelerle kaplı sınırları geçmesi neredeyse imkânsız bir gelecek. Sivillerin gözleri, yaygın kriminalizasyon nedeniyle artık Akdeniz’de ya da Ege Denizi’nde veya başka bir sınır bölgesinde hoş karşılamıyor. Dört yıl önceki en kötü kâbuslarımız olan düşünceleri pekiştiren yeni göçmenlik anlaşması; daha fazla kirli pazarlık, daha fazla ölüm ve acıyı kaçınılmaz kılıyor. Gösterilere, politikacılara ve diğer üst yapısal oluşumlara bel bağlayamayız. Hâlâ şüphe içinde olanlar için şu andan itibaren asgari yapabileceğimiz şey, “kabul merkezi” ismi verilen yerlerden hapishane olarak bahsetmektir.

 

MORIA 2.0 BİR HAPİSHANEDİR.

VIAL BİR HAPİSHANEDİR.

VATHY BİR HAPİSHANEDİR.

KOS BİR HAPİSHANEDİR.

Öfkelen. Örgütlen.

Sınırsız Mutfak Midilli, 7 Ekim 2020.

 

 

https://www.facebook.com/NBKLesvos/posts/1866396123500168 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Tarihçi-akademisyen Enzo Traverso, European Observatory on Memories dergisi ile gerçekleştirdiği söyleşide, geçmişin suçlarının faillerinin hatıralarına, aşırı sağın yükselişine ve Avrupa’nın hafıza politikalarının durumuna değindi. Son kitabı “Sol Melankoli. Marksizm, Tarih ve Bellek”e de göndermelerde bulunan Traverso, solun melankolisinin zarar verici olmadığını, aksine, bu melankoliye ihtiyaç olduğunu belirtiyor.   

 


-          Faillerin hatırasına dair neden çok az çalışma var?

 

Christopher Browning ve Harald Welzer’in çalışmalarını hesaba katarsak, faillere dair sayısız ve bazen çok önemli çalışmalar mevcut. Faillerin anısı, edebi kurmacanın konusu olmuştur; örneğin Jonathan Littell’in Les Bienveillantes (Şefkatliler) kitabı –ancak mevcut olan anı ve tanıklık külliyatı sınırlıdır. Failler, suçlarını sergilemek ve anımsatmaktan hoşlanmazlar; bunları gizlemeyi tercih ederler. “Toplum önüne çıkma” örnekleri sınırlıdır (örneğin, Generel Aussaresses’in, Cezayir savaşı sırasındaki işkencelere dair anıları). Bu şaşırtıcı değil. Faillerin anılarının kıtlığı (ve dolayısı ile bunlarla ilgilenen çalışmalardaki), kurbanların toplumlarımızda ve kolektif hafızamızda anılmasının edindiği artan rolün diyalektik olarak tersine çevrilmesidir.   


-          Faile değil, yalnızca kurbana odaklanmış bir anı politikasının, bugün işlenen suçlara yönelik mutlak bir körlüğü teşvik edebileceğine inanıyor musunuz?

 

Açıkçası, kendimizi bu ayna oyunundan ve kitlesel kurbanlara dayanan bir tarihsel bilinçten kurtarmamız gerektiğine inanıyorum. Failler ve kurbanlara arasındaki ikili bir çatışmaya indirgenmeyen geçmişin karmaşıklığını barındırmaya çalışmalıyız. Geçmişin özgürleşme gibi davalarına yönelik savaşlarıın ve politik adanmışlıkların hatırasının çok az bilinirliği vardır. 20. yüzyıl yalnızca savaşlardan, soykırımlardan ve totalitarizmden ibaret değil. Aynı zamanda devrimler, sömürgeciden bağımsızlaşmalar ve demokrasinin zaferi ve büyük kolektif mücadeleler yüzyılıydı. Bu hatıra bugünlerde gayrimeşru kılınmış, gizli ve örtülü hale gelmiş durumda. Engizisyon zamanında İspanyol krallığındaki Marranolarınki gibi gizlenmiş, yerin altında bir hatıra olduğu için ben buna “Marrano* hatıra” diyorum. Bana öyle geliyor ki, “bugüncülük” –ne ütopyası ne de ileriye bakacak kapasitesi olmaksızın bugüne hapsolmuş bir dünya- kafesini kırmak için bu hatıraları barındırmak gerekiyor. Kolektif hareketlerin belleği, bireyciliğin ve rekabetin egemen olduğu neoliberal çağa karşı anti-konformist, belki de yıkıcı bir açı benimsemeli.

 

-          Aşırı sağın yeni politik ve toplumsal hareketlerini tanımlamak ve bunların 1930’ların faşizmi ya da 20. yüzyıl sonlarının neofaşizmi ile ayrımını koymak için “post-faşizm”den bahsediyorsunuz. Post-faşizmin neyi gerektirdiğini bize anlatabilir misiniz?

 

“Post-faşizm”den bahsediyorum, çünkü yeni aşırı sağ, en azından siyasi yaşamdan önemli bir oyuncu haline geldiği ülkelerde faşizmle arasına mesafe koymuş durumda. İdeolojik düzeyde, post-faşizm dil, örgütlenme ve hareketlenme bakımlarından geleneksel faşizmden çok farklı. Artık faşist değil ama tamamen farklı ve yeni bir şey haline gelmiş de değil. Bu, post-faşizm fikrini meşrulaştıran bir geçiş biçimi. Baskın özellikleri milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı, özellikle de İslamofobi şeklinde. Bugünlerde artık temel amacını anti-komünizm ve antisemitizmde bulmuyor. Odak değişmiş durumda. Bununla birlikte, avronun ve Avrupa kurumlarının vb. dağılmasını da beraberinde getirecek büyük bir ekonomik kriz, yöneliminde bir değişime ve geleneksel faşizme dönüşe sebep olabilir. Bu tabii ki Avrupa dışında da gerçekleşebilir. ABD’de Donald Trump’ın seçilmesinin ardından, Brezilya’da faşist lider olmanın tüm gerekliliklerini yerine getiren Jair Bolsonaro seçildi. Bu, uluslararası bir eğilimi gösteriyor. 

 

-           Faşizmi, modası geçmiş karşılaştırmalarla önemsizleştirme yoluna başvurmadan, mevcut aşırı sağın tehlikelerine dair farkındalığa yol açacak birtakım bellek politikaları neler olabilir?

 

Tüm düzen siyasetçileri aşırı sağı damgalamakta ancak sıklıkla söylemini meşrulaştırmaktadır. Avupa’yı inşa etmenin, kemer sıkma politikasını benimsemeyi içerdiği, piyasalar tarafından evreye sokulan kısıtlamaların tartışmasız olduğu, çok fazla göçmen olduğu ve ülkelere yasa dışı girenlerin yasal hale getirilmek yerine sınır dışı edilmeleri gerektiği, İslam’ın Batı demokrasisiyle uyumsuz olduğu ve terörizme karşı kişisel özgürlükleri azaltan özel yasalarla mücadele edilmesi gerektiği –bütün hükümetlerin 10 yıldan beri söylediği üzere- fikrini kabul edersek, tek gelişen aşırı sağ olacaktır. İlerleyişini durdurmak için öncelikle gerçek bir tartışma yapmak ve gerçeği söylemek gerekir. Göçmenleri ve mültecileri kabul etmek ahlâki bir görevdir; son iki yüzyılda milyonlarca Avrupalı göç ettiği ve otoriter rejimlerden kaçtığı için ve toplumsal bir zorunluluk olarak; hem ekonomik hem de demografik nedenlerle onlara ihtiyaç duyduğumuz için. Küresel bir çağda toplumlarımız kapalı, etnik ve kültürel açıdan homojen oluşumlar olarak varlığını sürdüremez.

 

Bellek politikaları açısından, 21. yüzyıl faşizminin, 1930’lardakinden çok farklı olduğunu kabul etmeliyiz. Tarihten çıkarmamız gereken ders, demokrasilerin bozulabilir ve yıkılabilir olduğudur. Faşizmi deneyimleyen ülkelerde –İtalya, Almanya, İspanya ve başka birkaç ülkeyi aklımdan geçiriyorum- bu dersi özümsemeyen bir demokrasi kırılgan ve dayanıksız olacaktır. Bu bağlamda, antifaşist bellek bana güncel gelmektedir.

 

-          Diktatörlükler bir miras ve birtakım anma yerleri bıraktı. Demokrasiler tarafından bu yerlere yaklaşım, en hafif tabir ile tartışmalı bir konu. İspanya’daki Valle de los Caídos (Diktatör Franco’nun anıt mezarı; ç.n.) benzeri yerlere ne yapılabilir?

 

“Uzlaşma” ve “ortak hatıra” mitine inanmıyorum. Güçlü bir demokratik toplum düşmanlarından korkmamalı ve onlara yasalar çerçevesinde ifade özgürlüğü vermeli. İtalya’da faşizm ve İspanya’da Frankoculuk’un hatırasına gelirsek, bunları örtbas etmek yerine varlıklarını kabul etmek daha iyi olacaktır. Demokratik bir devlet, onları hiçbir şekilde benimsemeden ya da kendi kurumlarına entegre etmeden onlara tahammül edebilir. Demokratik bir devlet, geçmişe dair resmi bir bakış oluşturmamalıdır (diktatörlüklerde olduğu gibi), fakat kendi sorumluluklarını kabul etme görevi vardır. Örneğin, Chirac’ın, Yahudileri sınır dışı etmekteki sorumluluğu kabullenmesi veya Macron’un, Cezayir savaşı sırasında uygulanan işkenceyi kabul etmesi memnuniyet vericidir. İspanya’da, “Tarihsel Hafıza Yasası” sınırlarına rağmen bu doğrultuda işlemektedir.

 

Valle de los Caídos’un ne yapılacağı sorusu karmaşıktır. Benim görüşüm, kat'iyen sihirli çözümleri olduğunu iddia etmeyen bağımsız bir gözlemcinin görüşüdür. Bana göre, Pedro Sánchez'in, Franco'nun kalıntılarını mezardan çıkarma ve onları Valle de los Caídos'tan çıkarma kararı iyi bir tercih. Bununla birlikte, orayı “kutsallıktan arındırmak” için bu yerin tepesindeki devasa haçı da kaldırmak gerekiyor. Bunun ardından orası, ülke tarihinin eleştirel bir sunumunu yapan bir anıt ve müzeye dönüştürülebilir.  Alman Mahnmal/Holokost Anıtı gibi bir anıt olurdu (gelecek nesiller için bir uyarı). Cumhuriyetçilerin ve Frankoculuğa özlem duyanların ulusal uzlaşma adına “kardeşçe” bir araya gelebilecekleri ortak anma yeri yaratılma olasılığına inanmıyorum. İç savaşın bütün kurbanlarını aynı düzeye ve aynı yere koyarak hatırlatacak bir anıta da inanmıyorum. Bu, demokratik bir devletin bellek politikası değil, ikiyüzlü bir tercih olacaktır. Bu durumda, tüm kalıntıları (Frankocu askerler ve sınır dışı edilen Cumhuriyetçilerle aynı ölçüde) başka bir noktada, yanına ya da başka yerlere, gömmek için gömüldüğü yerden çıkarmaktan kaçınmak zor olacaktır. Bununla birlikte, yapılan tüm önerilerden haberdar değilim ve pozisyonum, konuya dair derinlemesine çalışma ve kapsamlı düşünmenin sonucu değil.

 

-          Neoliberalizm, zaman algımızı nasıl bozdu? Geçmiş, bugün ve gelecek bakışımızı nasıl etkiliyor?

 

Neoliberalizmi, yaşamlarımızı sonsuz bir bugüne sıkıştırıyor; sosyal ve ekonoik temeller sabit kalsa da, hızlanmanın egemen olduğu ve bize kalıcı bir değişim izlenimi veren bir dünyaya. Serbest piyasa toplumu, bize yaşamlarımızı, kurumlarımızı ve toplumsal ilişkilerimizi şekillendiren toplumsal ve antropolojik model bağlamında bütün arzularımızın –ütopyalarımız bireysel ve “özelleştirilmiş” hale geliyor- tatminini vadediyor. Neoliberal bir toplumda geçmiş basite indirgenmiştir ve anı, kültür endüstrisi tarafından şekillendirilen ve yaygınlaştırılan bir tüketim ögesine dönüştürülmüştür. Bellek politikası –müzeler ve anma törenleri- bahsi geçenle aynı şeyleştirme kriterine –kârlılık, medyada yer alma, baskın zevklere uyum sağlama vb.- maruz bırakılmıştır. Farklı zaman dilimleri icat etmek ve özellikle bunları uygulamaya koymak kolay bir görev değildir. Geçmişin zamansallığıyla bağlantı kurmak (Walter Benjamin’in meşhur tasvirine göre, zamanı durdurmak için kilise kulelerindeki saatlere ateş etmek**) veya serbest piyasa toplumunun kurallarına tâbi olmayan zaman dilimleri icat etmek, bütün alternatif projeler için karşı karşıya olunan başlıca zorluktur. Son yıllardaki 15M, Wall Street’i İşgal Et, Nuit Debout vb. toplumsal hareketler bu bakımdan ilgi çekici deneyimler olmuştur.

 

-         “Solun melankolisi” nedir ve hatıra, nasıl toplumsal dönüşümün aracı haline gelebilir?

 

Solun melankolisi her zaman var olmuştur. Bu, kolektif hareketlerin başarısızlıklarının ve devrim umutlarının çöküşünün sonucunda oluştu. Ne pasiflik ne de vazgeçme amacındadır ve geçmişin, duygusal boyutunu koruyabilen bir eleştirel yeniden değerlendirmesini yapabilir. Bu, hem yitirilen yoldaşların yasını tutmak hem de kolektif eylem vasıtasıyla toplumsal dönüşümün neşeli ve kardeşçe anlarını hatırlamak anlamına gelir. Anı ile desteklenen ve solun yeniden etkinleşmesi önünde engel teşkil etmeyen bu melankoliye ihtiyacımız var.

 

-           Avrupa Birliği tarafından şu ana kadar uygulanan anı politikasını nasıl tanımlarsınız ve bunun başlıca zorlukları nelerdir?

 

Avrupa Birliği’nin anı politikasının asli amacı, öncelikli olarak araçsal ve dekoratif olmuştur: toplum karşıtı politikalar benimserken erdem göstermek. Bir yandan Yunanistan’ı yoksullaştırırken diğer yandan Holokost anmaları organize etmek; bir yandan troyka iktidarını, herhangi bir demokratik meşruiyetten yoksun ülkeler üstü bir iktidarı uygularken diğer taraftan insan haklarını yere göğe sığdıramamak; bir yandan totalitarizm ve soykırım kurbanlarına adanmış müzeleri ve anma törenlerini finanse etmek, diğer yandan özenle sınırları kapatmak ve mültecileri nezaketle karşılamak doğrultusunda ortak bir politika benimsemeyi reddetmek. Bu ikiyüzlülüğün sadece zararlı sonuçları olabilir. Aşırı sağın yükselişi de bunun kanıtı.

 

 * Marranolar, Orta Çağ’da, İber Yarımadası’nda yaşayan ve zorla Hıristiyanlığa döndürülmelerine rağmen gizli bir şekilde asıl inançlarını yaşamaya, bunun gereklerini yapmaya devam eden İspanyol ve Portekizli Yahudilerdir. Marrano kelimesi, o dönemin İspanyolcasında “domuz” anlamına gelmektedir.

** Walter Benjamin, Paris’te 1830 Temmuz Devrimi sırasında işçilerin, eski zamanın sona erdiğini ve yeni zamanın başladığını simgelemek üzere saat kulelerine birbirlerinden habersiz biçimde ateş ederek saatleri durdurduklarını anlatır.

 

 

https://europeanmemories.net/magazine/about-the-complexity-of-the-past/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız



Monthly Review editörü-sosyolog John Bellamy Foster, Monthly Review dergisi Eylül ayı sayısında kaleme aldığı yazısında sosyalizme yönelik ilginin, büyüyen küresel iklim krizi ve giderek yükselen eşitsizliğe paralel olarak yükseldiğine dikkat çekerek, neofaşist yükselişe de vurgu yapan, olasılıkları ve gereklilikleri irdeleyen bir makale kaleme aldı.



Bugün, sosyalizmin yenilenmesine dair her yaklaşım, kapitalizmin bütün toplumsal varoluş temellerine yönelik yaratıcı yıkıcılığıyla başlamalıdır. 1980’lerin sonlarından bu yana dünya, facia kapitalizmi girdabı devrinin içine çekildi ki bu, eli kulağındaki facianın, “sermayenin yıkıcı gücü”nün istenmeyen sonuçlarına bağlı olarak her tarafta birikimi olarak tanımlanmıştır. (1) Bu anlamda facia kapitalizmi günümüzde, gezegen genelinde ekolojik kriz (I), küresel epidemiyolojik kriz (II) ve sonu gelmeyen dünya ekonomik krizinin (III) çakışması ile tecelli etmektedir. (2) Buna, küresel ticari mal zincirleriyle salıverilen ölçüsüz emperyalist sömürü sistemini, neoliberalizm ve neofaşizmin yükselişiyle birlikte görece istikrarlı liberal-demokratik devletten feragatı ve sınırsız savaşların artan tehlikeleri ile beraber yeni bir küresel istikrarsızlık çağının ortaya çıkışını içeren günümüzün “kaos imparatorluğu”nun başlıca özellikleri de ekleniyor. (3)

İklim krizi, dünyadaki bilimsel fikir birliğinin “benzeri yok” dediği durumu temsil ediyor; öyle ki, fosil yakıt yanmasından kaynaklı karbon emisyonu önümüzdeki on yıllarda sıfıra inmezse, sanayi medeniyetinin ve nihayetinde insanlığın varlığını sürdürmesinin ta kendisini tehdit edecek. (4) Bununla birlikte, varoluşsal kriz sadece iklim değişimi ile sınırlı değil; bu aynı zamanda insanlık için güvenli bir yer olarak yeryüzü sisteminde küresel ekolojik çatlağı belirleyen başka gezegensel sınırların kesişmelerine dek yayılır. Bunlar şöyle sıralanabilir: (I) okyanus asitlenmesi; (II) türlerin yok olması (ve genetik çeşitliliğin kaybı); (III) orman ekosisteminin tahribi; (IV) tatlı su kaybı; (V) nitrojen ve fosfor döngülerinin bozulması; (VI) toksik maddelerin hızla yayılımı (radyonüklidi de içeren); (VII) genetiği değiştirilmiş organizmaların kontrolsüz biçimde üremesi. (5)

Gezegen sınırlarının bozulması; sınırsız, üssel niceliksel ilerlemesi önünde aşılmaz engel tanımayan sermaye birikimi sisteminin özünde vardır. Dolayısıyla, kapitalizmin kendisinden çıkmayı gerektirmeyen tüm toplumsal ve doğal varoluş koşullarının mevcut kapitalist tahribatından çıkış yoktur. Elzem olan, István Mészáros’un “Sermayenin Ötesinde” kitabında yeni bir “toplumsal metabolik yeniden üretim” sistemi olarak adlandırdığı şeyin yaratılmasıdır. (6) Bu, yirmi birinci yüzyılda kapitalizmin varisi olduğu aşikâr olan sosyalizme işaret eder, ancak bu, yirminci yüzyılda var olduğu haliyle sosyalizmin teori ve pratiğini eleştirel bir şekilde sorgulayacak biçimde düşünülmüştür.

Sınıf sisteminin kutuplaşması

ABD’de, tekelci finans-kapitalin en önemli kesimleri şu anda öncelikli olarak beyaz alt-orta sınıftan unsurları milliyetçi, ırkçı, kadın düşmanı bir ideoloji biçimiyle harekete geçirmek konusunda başarılı olmuş durumda. Sonuç, köleliğin, yerleşimci sömürgeciliğin ve küresel militarizm/emperyalizmin kalıntılarından ortaya çıkan yapısal ırkçılığın uzun tarihini kendisine sermaye yaparak gelişmeye başlayan neofaşist politik-sınıf oluşumu. Filizlenen bu neofaşizmin, hâlihazırda var olan neoliberal siyasi oluşum ile ilişkisi, işçi sınıfının yaygın baskısıyla birlikte iktidar için şiddetli gayretle tasvir edilen “düşman kardeşler” ilişkisidir. (7) Sağcı politikaların ve yeni bir otoriter kapitalist rejimin dayatılmasına neden olan radikal sağ denilen şeyin lideri olarak New York gayrimenkul patronu ve milyarder Donald Trump’ın yükselişinin temellerini oluşturan işte bu koşullardır. (8) Önümüzdeki seçimde, yönetici sınıfın neoliberal kliği galip çıkıp Trump’ı devirerek yerine Biden’ı koysa bile, sermaye sınıfının içsel zorunluluğunu yansıtan bir neoliberal-neofaşist ittifak, tekelci finans-kapitalin etkisi altında bir devlet iktidarının temelini oluşturmaya muhtemelen devam edecek.

ABD’de bu yeni gerici siyasal oluşumla eş zamanlı olarak ortaya çıkan, dayanağını işçi sınıfı çoğunluğundan ve muhalif entelektüellerden alan sosyalizm için yeniden diriliş hareketidir. Üretimin küreselleşmesiyle hız kazanan ABD ekonomisinin dünya ekonomisindeki hegemonyasının ölümü, daha önce var olan imparatorluk temelli işçi sınıfının belirli ayrıcalıklı kesimleri arasındaki işçi aristokrasisinin altını oyarak sosyalizmin yeniden dirilmesine öncülük etti. (9) Michael D. Yates’in “Büyük Eşitsizlik” olarak adlandırdığı şeyler karşı karşıya kalan ABD’deki nüfusun çoğunluğu, özellikle de gençler, hızla azalan ümitlerle yüz yüzeler, kendilerini “umutsuzluk ölümleri”ndeki çarpıcı artış ile dikkat çekici hale gelen belirsizlik ve çoğu zaman çaresizlik durumu içinde buluyorlar. (10) Kendilerine hiçbir umut sunmayan kapitalist sistemden giderek artan bir biçimde uzaklaşıyorlar ve tek gerçek alternatif olarak sosyalizme ilgi gösteriyorlar. (11) ABD’nin durumu özgün olsa da, sosyalist hareketlere yeniden dirilme itkisi veren benzer nesnel güçler, devamlı ekonomik durgunluk, finansallaşma ve evrensel ekolojik zayıflama çağında sistemdeki başka yerlerde de, öncelikli olarak da Küresel Güney’de ortaya çıkıyor.  

Fakat eğer, sermayenin yapısal krizi ve artan sınıfsal kutuplaşma bağlamında sosyalizm yeniden yükselişte görünüyorsa soru şu: Ne çeşit bir sosyalizm? Yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi, yirminci yüzyıl sosyalizminden hangi şekillerde farklılık gösteriyor? ABD’de ve başka yerlerde sosyalizm olarak bahsedilen şeylerin çoğu, beyhude bir çabayla kapitalizmi, neoliberalizme cepheden karşıt şekilde toplumsal düzenlemeler ve refah devletinin desteklenmesi vasıtasıyla daha iyi çalışır hale getirmeye çalışan, ancak bunu, neoliberalizmin kendisinin neofaşizmin yolunu açtığı bir zamanda yapan, sol-liberallerle ve dolayısıyla mevcut düzenle ittifak arayışında olan sosyal demokrasinin çeşitleridir. (12) Böylesi hareketler, sırf sandık demokrasisine odaklandıklarından, mevcut tarihsel bağlamda daha başlangıçta başarısız olmaya, doğurdukları umuda kaçınılmaz olarak ihanet etmeye mahkûmdurlar. Neyse ki, bugün seçim dışı mücadelelerde belirginleşen, kitle eylemini büyüten, gerçek bir sosyalizmin de büyümesine ve bir bütün olarak toplumu yeniden kurmak için mevcut sistemin parametrelerinin ötesine geçme çağrısına şahit oluyoruz.

ABD toplumunun temelindeki örtük huzursuzluk, bu yıl, ABD iç savaşından bu yana hakikaten ülke tarihinde benzeri duyulmamış olan ve sokaklardaki milyonlarca insanla, işçi sınıfından beyazlarla ve özellikle beyaz gençlerle birlikte, siyah olmaktan başka bir suçu olmayan George Floyd’un polis tarafından linç edilmesine yanıt olarak hep birlikte renk çizgisini aşarak muazzam dayanışma protestoları şeklini alan Mayıs sonu ve Haziran’daki isyanlarda açığa çıktı. (13) COVID-19 pandemisinin ve bununla bağlantılı ekonomik krizin ortasında gelen bu olay, ABD’de öfke dolu Haziran günlerine sebep oldu.

Ancak şu anda sistemin “barbar kalbi” ABD’de bile kök salmakta olan sosyalizme doğru hareket nesnel güçlerin sonucu olarak zemin kazanırken, yeterli bir öznel temelden yoksun. (14) Günümüz dünyasında sosyalizmin stratejik hedeflerini formüle etmekteki başlıca engellerden biri, yirminci yüzyıl sosyalizminin, orijinal olarak Karl Marx’ın komünizm tasavvurunda tane tane anlattığı haliyle kendi ideallerinden vazgeçmesidir. Bu sorunu anlamak için, komünizmin anlamını felsefik temelde ele almaya çalışan son dönem soldan girişimlerin ötesine geçmek gerekiyor; son on yılda Alain Badiou ve diğerlerinin Bir İdea Olarak Komünizm, Komünist Hipotez ve Komünist Ufuk’unun soyut değerlendirmelerine yol açan bir sorun. (15) Bunun yerine, Marx’ın “Gotha Programı’nın Eleştirisi” ve Lenin’in “Devlet ve Devrim” kitaplarından ortaya çıkan iki aşamalı sosyalist/komünist kalkınma teorisine doğrudan odaklanan daha somut tarihsel temelli bir başlangıç noktası gerekiyor. Paul M. Sweezy’nin yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce Ekim 1963’te Monthly Review’de yayımlanan “Bir İdeal Olarak Komünizm” makalesi bu bakımdan şu anda bir klasik metindir. (16)

Sosyalist ideal olarak Marx’ın komünizmi

Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde –Ferdinand Lassalle’den etkilenmiş Alman sosyal demokrasisinin ekonomist ve işçici görüşlerine karşı yazılmış olan- ortak üreticiler toplumunun yaratılması için mücadelede iki “aşama” tanımlamıştır. Birinci aşamaya “proletaryanın devrimci diktatörlüğü”nce ön ayak olunur; bu aşama Paris Komünü’nün sınıf savaşı deneyimini yansıtır ve bir işçi demokrasisi dönemini tarif eder, ancak yine de kapitalist sınıflı toplumun “kusurları” taşınabilir. Bu ilk aşamada, sadece kapitalist özel mülkiyetle bir kopuş meydana gelmeyecek, aynı zamanda kapitalizmin politik komuta yapısı olarak kapitalist devletle de kopuş gerçekleşecektir. (17) Bu evrede sosyalist geçişin sınırlı doğasının bir tedbiri olarak, üretim ve bölüşüm kaçınılmaz olarak kişinin emeğine bağlı olarak birbirinin şeklini alacak, bunların aşkınlıkları için koşulları yaratırken bile eşitsizlik koşullarını sürdürecektir. Tersine, son aşamada, toplumu yöneten ilke “herkesten yeteneğine göre”den, “herkese ihtiyacına göre”ye ve ücretli çalışma sisteminin tasfiyesine evrilecektir. (18) Aynı şekilde, sosyalizm/komünizmin ilk aşaması, devrimci dönemde yeni bir politik komuta yapısının oluşturulmasını gerektirirken, bir üst aşamadaki amaç, toplumun üstünde duran ve onunla antagonist bir ilişki içindeki ayrı bir aygıt olarak devletin sönümlenmesidir ve yerini, Friedrich Engels’in “toplum” olarak bahsettiği, üretimin komünal temelli şekli ile bağlantılı politik örgütlenme biçimi alacaktır. (19)   

Sosyalizm/komünizm geçişinin sonraki, daha üst aşamasında, sadece mülkiyet kolektif olarak sahiplenilip kontrol edilmeyecek, toplumun yapısal hücreleri de komünal bir temelde yeniden kurulacak ve üretim ortak üreticilerin ellerinde olacaktı. Bu koşullarda, Marx, “emeğin” sırf bir “yaşam aracı” olmayacağını, “kendisinin, yaşamın birincil zorunluluğu” haline geleceğini belirtmişti. (20) Üretim, “her bireyin özgür gelişimi”nin yerini “herkesin özgür gelişimi için koşul”un alacağı toplumla uyumlu bir şekilde değişim değerine değil, kullanım değerine yönlendirilecekti. Kapitalist sınıflı toplumun ilgası ve ortak üreticiler toplumunun inşası, fikri emek ile el emeği ve kasaba ile şehir arasındaki ayrımın yok edilmesinin yanı sıra sınıfsal sömürünün de son bulmasına neden olacaktı. Kadının ev içi esaretine dayanan tek eşli, ataerkil ailenin de üstesinden gelinecekti. (21) Ortak üreticiler toplumunun üst aşamasına dair Marx’ın tarifinde asli olan, insanlık ve yeryüzünün yeni bir toplumsal metabolizmasıdır. Yeni toplumu yönetmenin maddi koşullarına dair en genel açıklamasında şöyle yazmıştır: “Bu alandaki (doğal zorunluluk dünyası) özgürlük, yalnızca, toplumsallaşmış insanın, birleşmiş üreticilerin, kör bir güç olarak doğa tarafından hükmedilmek yerine, doğayla olan bu alışverişlerini akılcı bir şekilde düzenlemeleri, onu kendi ortak denetimleri altına sokmaları (ve bunu, en az çaba harcayarak ve kendi insan doğalarına en yaraşır ve en uygun koşullar altında yapmaları) olabilir.” (22)

Devlet ve Devrim’de ve başka yerlerde yazdıklarında Lenin, Marx’ın alt ve üst aşamalardaki argümanlarını ustaca almış, bunları komünizmin ilk ve ikinci aşamaları olarak tanımlamıştı. Lenin, “sosyalizm ve komünizm arasındaki bilimsel ayrım” dediği şeyi vurgulayarak devam etmiş, “eksiksiz komünizm” anlamına gelen komünizm terimi en uygun şekilde ileri aşama için kullanılırken, “genellikle sosyalizm olarak adlandırılan şey, Marx tarafından komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt aşaması olarak belirlenmiştir” demiştir. (23) Lenin, Marx’ın analizi ile yakından ilişkilendirse de, sonrasında gelen resmi Marksizm’de iki tamamen ayrı evre olarak katılaşmış hale geldi; komünist evre denilen evre, sosyalizm evresinden ütopikleşmiş hale gelecek kadar uzaklaştı ve artık sürekli ya da devam eden bir mücadelenin parçası olarak görülmedi. Joseph Stalin, ruhsuz bir sosyalist aşama kavrayışı ve herkese emeğine göre bölüştürme şeklindeki araçsal ilkeye dayanarak, ”Marksist hatlarda örgütlenmiş sosyalist bir toplum değil, ilkel bir münzevi tarikatına layık, gerici, küçük burjuva saçmalık” olarak nitelendirdiği maddi/gerçek eşitlik* idealine karşı ideolojik bir savaş yürütmüştür. Aynı tutum, Sovyetler Birliği’nde Mihail Gorbaçov’a kadar o ya da bu şekilde ayak diremeyi sürdürdü. (24)

Dolayısı ile, Michael Lebowitz tarafından “Socialist Imperative” kitabında açıkladığı şekliyle Marx’ın kapitalist toplumdan miras kalan ‘kusurlar’ olarak isimlendirdiği şeyin ötesine geçmek için sürekli bir mücadeleden ziyade, 1930’ların sonundan 1980’lerin sonuna dek yarım asır boyunca Marksizm’in standart yorumu, kapitalizm sonrası toplumun, üretici güçlerin gelişmişlik düzeylerine göre ekonomist bir bakışla saptanan iki ayrı ‘aşama’ şeklinde bölünmüşlüğünü öne sürdü. Marx tarafından, sosyalist izleğin asli niteliği olarak vurgulanan toplumsal ilişkilerde köklü değişimlerden, kapitalist toplumdan taşınmış kusurlarla yaşam ve bunlara uyum sağlama sürecinde vazgeçildi. Buna karşılık, Marx sürmekte olan sosyalist inşa sürecinin bir parçası olarak “başlangıçtan itibaren” ortak üreticiler topluluğunu inşa etmeyi hedefleyen bir projede ısrar etmişti. (25)

Marx’ın komünizmin daha üst aşaması ile ilişkili sosyalist idealden vazgeçilmesi, değişen maddi (ve sınıfsal) koşullarla ve nihayetinde, devrimci olmaktan çıktıklarında ve hatta sınıf biçimlerini dirilttiklerinde hiç gelişmeme eğiliminde olan, yeni sınıf ya da nomenklatura (Nomenklatura, Sovyetler Birliği’nde önemli bürokratik görevleri elinde tutan elitlere, ayrıcalıklı yönetici zümreye verilen isim; ç.n.) sistemi yüzüstü bıraktıkça nihai çöküşlerini müjdeleyen Sovyet tipi toplumların ölümü ile karmaşık bir şekilde sona erdi. Sweezy’nin 1971’de savunduğu şekliyle “devlet sahipliği ve planlama, uygulanabilir bir sosyalizmi; yozlaşma tehdidine karşı bağışıklığı olan ve komünizme doğru hareketin ikinci ayağında ilerleme yetisine sahip bir sosyalizmi tayin etmek için yeterli değildir.” Daha fazlası gerekiyordu: Eşitlerin toplumunu yaratmak için sürekli mücadele. (26)

Marx’a göre, ortak üreticiler toplumuna doğru hareket, “komünist bilinç”e içkin olan sosyalist izleğin asli niteliğiydi. (27) Yine de sosyalizm, özellikle de 1930’ların sonundan itibaren güçlü eşitsizliğin savunulduğu Sovyetler Birliği’nde daha sınırlayıcı, ekonomist terimlerle tanımlanır hale gelmeye başladığında, devrim sonrası toplum özgürlük ve zaruret şeklindeki ikili mücadele ile olan yaşamsal bağını kaybetti ve bunun sonucu olarak sosyalizmin daha önce anlamının ve tutarlılığının kaynağını aldığı uzun vadeli hedeflerinden koptu.

Bu deneyime dayanarak, yirmi birinci yüzyılda sosyalizmi inşa etmenin tek yolunun, sosyalist/komünist idealin, bir yandan geleceğin ihtiyaçlarını gözden kaçırmazken günümüzün acil sorunlarına hitap edecek yeterlilikte radikal teori ve pratiğe izin verecek suretlerini tam olarak benimsemek olduğu açıktır. Gezegensel ekolojik kriz bize bir şey öğrettiyse, o, gereken şeyin yeryüzü ile yeni bir toplumsal metabolizma, ekolojik sürdürülebilirlik ve maddi eşitlik toplumu olduğudur. Bu, Mauricio Betancourt’un Global Environmental Change dergisinde yayımlanan “Küba Agroekolojisinin Metabolik Yarılmanın Hafifletilmesindeki Etkisi” başlıklı yakın tarihli çalışmasında gösterdiği şekliyle Küba ekolojisinin olağanüstü kazanımlarında görülebilir. (28) Bu, Georg Lukács’ın, insanın toplumsal ilişkilerinin ve insanın doğayla ilişkilerinin gerekli “çifte dönüşümü” olarak isimlendirdiği şeye uyar. (29) Böyle özgürleştirici bir proje, zorunlu olarak, önceden tahmin edilemeyecek devrimci aşamalardan geçmelidir. Yine de, başarılı olabilmek için, bir devrim hakiki insan ihtiyaçlarına yönelik, maddi eşitliğe ve insan toplumsal metabolizmasının doğayla rasyonel uygunluğuna dayanan bir yapısal sistemin geliştirilmesi vasıtasıyla kendini “tersine çevrilemez” hale getirmeye çabalamalıdır. (30)

Zorunluluk olarak özgürlük

Hegel’in felsefesine dayanan Engels, Anti-Dühring’de gerçek özgürlüğün temelinin, zorunluluğun tanınmasında olduğunu savunmuştu. Devrimci değişim, özgürlük ve zorunluluğun somut uygulamada buluştuğu noktadır. İnsan bilincinin ötesinde, kör zorunluluk gibi bir şey vardıysa da, nesnel güçler bir kez kavrandığında zorunluluk artık kör değildir, onun yerine insan eylemi ve özgürlüğü için yeni yollar sunuyordu. Zorunluluk ve özgürlük, yeni toplumsal değişim ve tarihsel aşkınlık dönemleri gerektirerek birbirlerini besledi. (31) Lenin, bu diyalektik materyalist ilkeyi resmederken keskin bir şekilde şunu söylemiştir: “Biz, meteoroloji olaylarındaki zorunlu doğa yasalarını bilmiyoruz ve onun için de, kaçınılmaz olarak, hava koşullarının kölesiyiz. Ama bu zorunluluğu bilmediğimiz halde, onun var olduğunu biliyoruz.” (32) Genel olarak, hava durumu ve doğayla insan ilişkisinin, eylemlerimizi yöneten değişen üretken ilişkilerle kaçınılmaz şekilde değiştiğini biliyoruz.

Bugün, insan kökenli iklim krizi ve ekstrem hava olaylarına dair bilgi, insanları kör zorunluluk aleminden uzaklaştırıyor ve dünya ahalisinin facia kapitalizmine karşı özgürlük ve varlığını sürdürmek için nihai mücadeleye girişmesini gerektiriyor. Marx’ın, on dokuzuncu yüzyılda İngiliz sömürgeciliğinin sonucu olarak İrlanda’nın maruz kaldığı ciddi metabolik yarılma bağlamında belirttiği gibi, ekolojik kriz, kendisini bir “yıkım ya da devrim” meselesi olarak sunar. (33) Antroposen’de**, kapitalist ekonominin büyümesinden kaynaklanan ekolojik yarılma, şimdi gezegenin biyojeokimyasal döngüleri ile rekabet eden bir ölçekte mevcut.  Bununla birlikte, bu nesnel gelişmelerin bilgisi bize aynı zamanda, insanlığın ve dünyanın toplumsal metabolik yeniden üretiminde gerekli devrimi tasavvur etme imkânı da tanıyor. Bu bağlamda bakıldığında, Marx’ın çok önemli olan “ortak üreticiler topluluğu” fikri basitçe çok uzak ütopist bir düşünce ya da soyut bir ideal olarak görülmemeli, yeryüzü ile sürdürülebilir bir ilişki için ısrarlı talebi temsil eden şimdi ve gelecekteki gerekli insan savunmasının temeli olarak görülmelidir. (34)

Fakat devrimci değişimin öznesi nerede? Cevap şu ki, küresel ekolojik proletarya olarak adlandırabileceğimiz ortaya çıkışının maddi ön koşullarını görüyoruz. Engels’in, 1845’te yayımlanan İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabı, Plug Plot (Plug Plot tabiri, Çartizm döneminde işçi sınıfının işi durdurmak için fabrikalarda buhar kazanlarının vanalarını kapatmalarından yola çıkılarak üretilmiştir ve ‘fişi çekmek’ anlamını taşımakta, o dönem ‘genel grev’ yerine kullanılmaktadır; ç.n.) isyanlarından kısa süre sonra ve radikal Çartizm’in zirvesinde Manchester’daki işçi sınıfının koşullarına dair bir betimleme ve analizdi. Engels, işçi sınıfının içinde bulunduğu şartları sırf fabrika koşulları açısından tarif etmemişti; bunu daha çok kentsel gelişim, barınma, su temini, kanalizasyon, beslenme ve çocuk gelişimi açısından yapmıştı. Odak noktası, yaygın hastalık ve özellikle de bulaşıcı hastalığa bağlı olan ölüm oranıyla ilişkili, kapitalizm (Engels’in “toplumsal cinayet”, sonrasında ise Norman Bethune’un “ikinci hastalık” adını verdiği) tarafından dayatılan genel epidemiyolojik ortam idi. (35) Marx, Engels’in doğrudan etkisi altında ve kendi toplumsal epidemiyolojik çalışmalarının sonucu olarak yirmi yıl sonra Kapital’i yazarken, metabolik yarılmanın sadece toprağın bozulmasıyla ilişkili olarak değil, eşit düzeyde, belirttiği şekliyle toplumun kendisi tarafından neden olunan “periyodik salgınlar” bakımından da ortaya çıktığını görmüştü. (36)

Bunun bize anlattığı –ve Rus ve Çin devrimlerinden bugün Küresel Güney’deki mücadelelere dek başka birçok örnek bulabiliriz-, sınıf mücadelesi ile devrimci uğrakların, nesnel zorunluluktan ve sadece maddi olmayan, en geniş anlamıyla çevresel de olan maddi koşullardan doğan özgürlük talebinin birleşiminin ürünü olduğudur. Devrimci durumların, bu nedenle ekonomik ve ekolojik koşulların birleşiminin toplumsal dönüşümü gerekli hale getirdiği zamanlarda ve toplumsal güçler ve ilişkilerin böylesi değişimleri olası kılmaya yetecek düzeyde geliştiği yerlerde ortaya çıkması yüksek ihtimaldir. Bu bakımdan, bugün küresel bir bakış açısıyla bakıldığında, çevre proletaryası meselesi ile ekolojik köylülük ve yerli mücadeleleri sorunu birbiriyle örtüşmektedir ve birbirinden ayırt edilemezdir. Aynı şekilde, şu anda küresel çapta çevre hareketini canlandıran çevresel adalet mücadelesi, esas itibarıyla işçi sınıfı ve halkların mücadelesidir. (37)

Çevre proletaryası bu anlamda, günümüzde COVID-19 karşısında ekolojik-epidemiyolojik mücadele periyodunda belirginleştiği şekilde, bütün dünyada bir güç şeklinde ortaya çıkıyor olarak görülebilir. Yine de, yakın gelecekte devrimci ekolojik eylemin başlıca yörüngesi “Antroposen’de emperyalizm”in acı gerçekliğiyle karşı karşıya olan Küresel Güney olarak kalmaya devam ediyor. (38) Samir Amin’in “Modern Emperyalizm, Tekelci Finans Kapital ve Marx’ın Değer Yasası”nda belirttiği gibi ABD, Avrupa ve Japonya üçlüsü, hâlihazırda gezegen biyo-kapasitesini, dünya ortalamasının dört katı oranında kullanıyorlar ve bu da ekolojik kayıtsızlığa işaret ediyor. Küresel Kuzey’deki kaynakların bu sürdürülemez tüketim düzeyi ancak şöyle mümkün oluyor:

“Güney’deki toplumun biyo-kapasitesinin büyük kısmı, bu merkezler tarafından ve bu merkezlerin (üçlünün) yararına işgal ediliyor. Bir başka deyişle, kapitalizmin mevcut büyümesi gezegeni ve insanlığı tahrip ediyor. Bu büyümenin mantıksal sonucu ya Güney halklarının fiili soykırımı –“nüfus yoğunluğu” şeklinde- ya da asgari olarak, giderek artan yoksulluğa mahkûm edilmeleri oluyor. Soruna bu tür bir “nihai çözüm”üne meşruiyet kazandıran eko-faşist bir düşünme türü geliştirilmektedir.” (39)

Yeni bir toplumsal metabolik yeniden üretim sistemi     

Zorunluluk ve özgürlük talepleriyle uyumlu biçimde yeni bir toplumsal yeniden üretim sistemi kurmayı amaçlayan sosyalist inşanın devrimci süreci, uzun erimli bir stratejinin parçası olarak kapsamlı bir “yönlendirici ilke” ve “başarı ölçüsü” olmaksızın gerçekleşemez. İşte bu noktada, Mészáros’u takiben, bugünün mücadelelerinde esaslı bir demokrasiyi de gerektiren maddi eşitlik ya da eşitler toplumu kavramı devreye girer. (40) Böylesi bir yaklaşım, sadece onun barbar kalbinde sermayeye karşı dikilmekle kalmaz, aynı zamanda sosyalizme geçişi yarıda kesecek ve nihayetinde nafile olacak her türlü çabaya da karşı durur. Immanuel Kant, Fransız İhtilali’nden kısa süre sonra hâkim liberal görüşü şu şekilde ayrıntılarıyla açıklamıştı: “…bir ülkede özneler olarak insanların genel eşitliği, sahip oldukları mülkiyet düzeyindeki büyük eşitsizlikle oldukça kolay bir şekilde aynı anda var olur. Dolayısıyla, insanların genel eşitsizliği, çok sayıda var olabilecek özel haklardaki büyük eşitsizlik ile aynı anda var olur.” (41) Marx’ın gösterdiği üzere böyle bir toplum “içeriğinde, diğer tüm haklar gibi bir eşitsizlik hakkı” da tesis eder. (43) Marx’ın komünizm tasarımı ile tutarlı olan maddi eşitlik fikri, bunların hepsine karşı çıkar. Bu tasarım, artık hiyerarşik bir devlet tarafından desteklenmiş mülkiyet sahibi bireyciler ya da kapitalist bireylerden oluşamayacak olan, ancak ortak üreticiler ve komünal devlete dayanması gereken toplumun yapısal hücrelerinde değişim gerektirir. Gerçek planlama ve gerçek demokrasi, iktidarın, toplumun aşağısında yapılandırılması vasıtasıyla yola koyulabilir. Devrimler, ancak bu şekilde tersine çevrilemez hale gelir.

Bu şartlarda, Hugo Chávez önderliğindeki Venezüella devrimi tarafından hâkim düzene karşı oluşturulan olağanüstü tehdidi temsil eden yirmi birinci yüzyıl sosyalizminin meydan okuma ve sıkıntı yaratmasının açık tasdikiydi. Bolivarcı Cumhuriyet, organik bir toplumun ya da yeni bir toplumsal metabolik düzenin yaratılması olarak bir devrim kavramı üreterek, komünal iktidar ve halk önderliğinin yaratımıyla kapitalizme içeriden meydan okudu. Chávez, Lebowitz’in aracılığıyla sağlanan Marx ve Mészáros’un analizlerine dayanarak, “sosyalizmin temel üçgeni” fikrini ortaya koydu: (I) toplumsal mülkiyet, (II) işçilerce organize edilen toplumsal üretim, (III) komünal ihtiyaçların tatmini. (44) Bunun temelinde yatan, eşitsizler toplumunu ortadan kaldırmanın asli dayanağı olarak maddi eşitlik için mücadele, ten rengine ve toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliğin, emperyal ve diğer türlerdeki baskının ortadan kaldırılmasıdır.

Sweezy, “Bir İdeal Olarak Komünizm”de verimli insan üretkenliğinin daha rasyonel biçimde kullanan bir toplumda ister istemez ortaya çıkacak yeni emek biçimlerini vurgulamıştı. Birçok iş türünün (örneğin kömür madenciliği, ev hizmetleri) tümüyle ortadan kalkacağını ve mümkün olduğu kadarıyla, günümüzde sadece birkaçının olduğu haliyle bütün işlerin ilgi çekici ve yaratıcı olması gerektiğini belirtir. Kapitalist üretim ve tüketimin özünde olan muazzam israf ve yıkımın azalması, sadece bir kez kullanılabilen zamanın daha yaratıcı şekillerde kullanılması için boşluk ortaya çıkaracaktı.

“bir eşitler toplumunda-herkesin üretim araçları ile aynı ilişki içinde olduğu ve müşterek refah için çalışma ve hizmet etme yükümlülüğüne sahip olduğu bir toplumda- küçük bir kesimin üstünlüğünü vurgulayan ve çoğunluğun hizmet etmesini gerektiren bütün “ihtiyaçlar” tamamen ortadan kalkacak ve karşılıklı saygı ve işbirliği içinde birlikte yaşayan özgürleştirilmiş insanların ihtiyaçları bunun yerini alacak. Toplum ve onu yaratan insanlar diyalektik bir bütün oluşturur: diğerini değiştirmeden hiçbiri değişemez. Ve bir ideal olarak komünizm, yeni bir toplum ve yeni bir insanı içerir.” (45)

Basitçe bir ideal olmaktan öte, sosyalizm/komünizm anlayışında maddi eşitlik ve esaslı demokrasinin her şeyden önce geldiği böylesi bir düzenleyici ilke, sadece iyi bir geleceğe doğru sosyalist bir izlek yaratmak için değil, aynı zamanda varlığını sürdürme sorunu ile karşı karşıya kalmış küresel ahalinin zorunlu bir savunması olarak da vazgeçilmezdir. Distopik kitaplar ve romanlara rağmen, eğer kapitalizmin insan metabolizmasına ve yeryüzüne yönelik yaratıcı yıkıcılığı yüzyılın ortasında durdurulmazsa durdurulmazsa dünya halklarının, özellikle de emperyalist hiyerarşinin alt kısmındakilerin karşı karşıya kalacağı çevresel felaketin düzeyini tahayyül etmek imkânsız.

2020 yılında Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayımlanan ve mevcut eğilimleri temel alan “The Future of the Human Climate Niche / İnsan İklimi Boşluğunun Geleceği” başlıklı makaleye göre, 2070 yılına kadar insan iklimi boşluğu dışında 3,5 milyar insanın yaşanamaz sıcaklıklarda, Sahra Çölü ile karşılaştırılabilecek koşullarda yaşayacağı tahmin ediliyor. (46) Böylesi tahminler bile, kapitalist faaliyet altında her zamanki gibi insanlığın çoğunluğunun payına düşen muazzam yıkım düzeyini yansıtmak konusunda başarısız oluyor. Buna tek yanıt, yanmakta olan evi terk etmek ve şimdi yeni bir ev inşa etmektir. (47)

İşçilerin ve halkların enternasyonali

Tüm dünya genelinde kendi özel muhitlerinde sayısız insan, kapitalist yıkıcı güce karşı sayısız mücadeleye katılıyorsa da, ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf mücadelelerini de içeren maddi eşitlik için mücadeleler, küresel düzeyde emperyalizme karşı mücadeleye bağlı. Dolayısıyla, Marx’ın Birinci Enternasyonal’ini model alan işçilerin yeni bir küresel örgütlenmesine ihtiyaç var. (48) Yirmi birinci yüzyıl için böyle bir Enternasyonal, sadece Dünya Sosyal Forumu benzeri tartışma aktiviteleriyle ya da Sosyalist ve İlerici Enternasyonaller denilen şeylerde sosyal demokrat düzenleyici reformların desteklenmesiyle ilgilenmiş Kuzey ülkelerinden elit entelektüeller grubundan oluşamaz. Bunun yerine, Chávez ve Amin gibi isimlerce tasarlandığı gibi, başlangıçtan itibaren kapitalizme karşı sosyalist başkaldırının merkezine emperyalizme karşı mücadeleyi koyabilmesi için kökünü Güney-Güney ittifakından alan işçi temelli ve halklar temelli bir örgütlenme olarak kurulması gerekir.

Chávez, 2011 yılında son rahatsızlığından hemen önce bir sonraki seçimi takiben, Güney-Güney ittifakına odaklanacak ve yirmi birinci yüzyıl sosyalizmine küresel bir anlam katacak olan Yeni Enternasyonal (önemle altını çizerek, Beşinci Enternasyonal değil) adı verilen şeyi başlatmaya hazırlanıyordu. Bu, Latin Amerika Halkları İçin Bolivarcı İttifak’ı küresel düzeye genişletecekti. (49) Fakat bu, Chávez’in hızlı çöküşü ve zamansız ölümü nedeniyle hiçbir zaman gün yüzüne çıkmadı.

Bu arada, Dünya Alternatifler Forumu’nu çekip çeviren Samir Amin’in çabalarından başka bir fikir doğdu. Amin, uzun zamandır Beşinci Enternasyonal’i tasarlamıştı, bu fikri 2018Mayıs’ının sonlarında bile ortaya koymaya devam ediyordu. Fakat Temmuz 2018’de, ölümünden sadece bir ay önce, bu, halkların durumunu göz önünde bulundurmayan sadece işçi temelli bir Enternasyonal’in emperyalizme karşı durmakta yetersiz kalacağı açıkça kabul edilerek İşçiler ve Halklar Enternasyonali adını verdiği şeye dönüştürüldü. (50) Bunun sadece bir hareket değil, örgütlenme olacağını söylemişti. Şunu amaçlayacaktı:

“dünyanın bütün emekçi halklarının ittifakı olacak; sadece proletaryanın temsilcileri olarak nitelenenlerin değil. Hizmet sektöründeki ücretlileri, köylüleri, çiftçileri ve modern kapitalizm tarafından ezilen bütün halkları içerecek. İnşası, partilerin, sendikaların ve halkın diğer mücadele örgütlerinin bağımsızlığını garanti eden çeşitliliğin kabulü ve buna saygı temelli olmalıdır. Böylesi devrimci bir gelişmenin yokluğunda dünya kaos ile, barbar uygulamalar ile ve yeryüzünün tahribatı ile yönetilmeye devam edecektir.” (51)

Bir Yeni Enternasyonal’in yaratılması tabii ki dünyadan kopuk gerçekleşemez; tüm dünyadaki devrimci hareketler ve kapitalist sistemden kopuşlarla bağlantılı olarak halk tabanı düzeyinde yayılan birleşik kitle örgütlerinin içinde ve bu örgütlerin inşasının bir ürünü olarak ifade bulması gerekir. Amin’e göre, 1955’te Bandung Konferansı’nda başlatılan Üçüncü Dünya hareketiyle bağlantılı ilk örgütlü mücadelelerde ve Yeni Uluslar arası Ekonomik Düzen için verilen mücadelede olduğu gibi, Küresel Güney’den geniş ittifaklar yaratacak yeni girişimler olmaksızın bu gerçekleşemezdi. (52) Şu üç unsurun hepsi –kopuş, halk tabanı hareketleri ve ülke-aşırı/kıta-aşırı ittifaklar- onun anti-emperyalist mücadele anlayışında çok önemliydi. Bugün, bunun, küresel ekolojik hareket ile birleştirilmesi gerekiyor.

Amin, kapitalizme ve emperyalizme karşı böylesi evrensel bir mücadelenin, cüret ve daha fazla cüret ile, her alanda sistemin koordinatlarıyla bağını koparmak ile ve insan topluluğunun tam tarifi olarak ideal yolunu “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi ile bulacak şekilde ayırt edici özelliğe sahip olması gerektiğinde ısrarcıydı. Bugün, özgürlük ve zorunluluk mücadelelerinin kusursuzca çakıştığı bir zamanda yaşıyoruz; bu da bizi, bir zorunluluk olarak yenilenmiş bir özgürlük mücadelesine götürüyor. Önümüzdeki tercih kaçınılmaz: yıkım ya da devrim.        
   

Çevirenin notları:

*: Metnin devamında "substantive equality" karşılığı olarak Türkçe "maddi eşitlik" kullanılmakla birlikte, bu kullanım, Marx'ın eserlerinin Türkçeye aktarımlarında ağırlıklı olarak tercih edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun yerine "gerçek" ya da "esaslı eşitlik" kullanımı da uygun olabilmektedir.    

**: İnsanların ileri düzeyde egemen olduğu, insanın doğa/dünya üzerindeki tahakküm ve etkisinin üst düzeye çıktığı, insanın özellikle iklim üzerindeki etkisinin büyüdüğü döneme verilen isim. Zaman zaman "yeni bir jeolojik çağ" olarak da adlandırılan Antroposen'in ne zaman başladığına ve gerçekten böyle bir belirlemenin uygun olup olmadığına dair bilim insanları arasındaki tartışmalar devam etmektedir. 

NOTLAR:

    1) Karl Marx, Kapital, Cilt-1 (Londra: Penguin, 1976), sf.799. Bu bağlamda facia kapitalizmi, Naomi Klein’ın “felaket kapitalizmi”nden ayrılır. Naomi Klein, Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi (New York: Henry Holt, 2007). Klein’ın görüşü, sermayenin siyasi-ekonomik projesi olarak neoliberalizmin, birçoğu sermayenin kendisi tarafından yaratılan ve sermayenin gücünü arttırmak doğrultusunda tasarımladığı bir “şok doktrini”ni çözüm olarak dayatacağı her türlü felaketi sistematik olarak nasıl istismar etme arayışında olduğuna odaklanır. Burada kullanılan felaket kapitalizmi kavramı, daha çok, felaket eğilimini evrenselleştirecek şekilde, sermaye birikimini diğer bütün sosyal (ve ekolojik) sonuçların önüne yerleştiren üretim tarzına içkin bir özellik olarak felaket potansiyelinin birikimsel büyümesiyle ilgilenir. Ayrıca bkz. John  Bellamy Foster, “Capitalism and the Accumulation of Catastrophe / Kapitalizm ve Felaket Birikimi”, Monthly Review, sayı 63, no. 7 (Aralık 2011), sf. 1-17

    2) Bu eli kulağında olan faciaların somut tarifleri için bkz. John Bellamy Foster ve Robert W. McChesney, The Endless Crisis / Sonsuz Kriz (New York: Monthly Review Press, 2012); John Bellamy Foster ve Brett Clark, The Robbery of Nature / Doğanın Yağması (New York: Monthly Review Press, 2020): 238–87; John Bellamy Foster ve Intan Suwandi, “COVID-19 and Catastrophe Capitalism / COVID-19 ve Facia Kapitalizmi”, Monthly Review 72, no. 2 (Haziran 2020), sf.  1–20; Mike Davis, The Monster Enters (New York: OR, 2020).

(   3) Samir Amin, Empire of Chaos / Kaos İmparatorluğu (New York: Monthly Review Press, 1992). 

(   4) bkz. Ian Angus, Facing the Anthropocene / Antroposen ile Yüzleşmek (New York: Monthly Review Press, 2016), sf. 25; James Hansen, Storms of My Grandchildren / Torunlarımın Fırtınaları (New York: Bloomsbury, 2009). 2050 yılında net sıfır emisyon için çabalamak bile, Paris Antlaşması’na dâhil edilmiş olsa da, yeterli değildir ve günümüzde en küçük ölçekte mevcut olmayan teknolojilere dayanan gerçekçi olmayan varsayımlara dayanmaktadır. Gerçek şu ki, kalan emisyonlar tarafından belirlenen karbon bütçesi (küresel sıcaklık ortalamasını 1,5 derecenin altında tutma şansı yüzde 67 iken) her zamanki gibi iş dünyası egemenliğinde 8 yıl içinde tükenecek. bkz. Greta Thunberg, Dünya Ekonomik Forumu konuşması, Davos, 21 Ocak 2020.

(   5) Johan Rockström ve diğerleri, “A Safe Operating Space for Humanity,” Nature 461, no. 24 (2009), sf. 472–75; William Steffen ve diğerleri, “Planetary Boundaries,” Science 347, no. 6223 (2015), sf. 745–46; Michael Friedman, “GMOs: Capitalism’s Distortion of Biological Processes,” Monthly Review 66, no. 10 (Mart 2015), sf. 19–34.

(   6) István Mészáros, Beyond Capital / Sermayenin Ötesi (New York: Monthly Review Press, 1995), sf. 39–71.

(   7) Karl Marx, Kapital, cilt-3 (Londra: Penguin, 1981), sf. 362.

(   8) Bkz.  John Bellamy Foster, Trump in the White House / Trump, Beyaz Saray’da (New York: Monthly Review Press, 2017).

(   9) Sosyalist yönelimli bir işçi hareketinin Britanya’da ilk kez, Britanya’nın emperyal hegemonyasının zayıflamasıyla birlikte işçi aristokrasisinin (çoğunlukla yetişkin erkeklerden oluşan ve kadınları, çocukları, göçmen gruplarını dışlayan) gerilemesi sayesinde 1880’lerin ortalarında mümkün hale geldiğini ilk savunan, 1885 yılında Commonweal gazetesi için William Morris editörlüğünde yazdığı (sonradan, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabının İngilizce baskısına önsöz olan) makalede Engels idi. Karl Marx ve Friedrich Engels, Collected Works / Seçme Yapıtlar, cilt 26 (New York: International Publishers, 1975), sf. 295–301. Lenin’in, işçi aristokrasisine dair ünlü analizi, Engels’in bu yaklaşımı üzerine temellenmiştir. Ayrıca bkz. Martin Nicolaus, “The Theory of the Labor Aristocracy / İşçi Aristokrasisi Teorisi”,  Monthly Review 21, no. 11 (Nisan 1970), sf. 91–101; Eric Hobsbawm, “Lenin and the ‘Aristocracy of Labor,’ / Lenin ve İşçi Aristokrasisi” Monthly Review 21, no. 11 (Nisan 1970), sf. 47–56.
(
    10) Anne Case ve Angus Deaton, Deaths of Despair and the Future of Capitalism / Umutsuzluk Ölümleri ve Kapitalizmin Geleceği (Princeton: Princeton University Press, 2020).

(   11) Michael D. Yates, “The Great Inequality / Büyük Eşitsizlik”, Monthly Review 63, no. 10 (March 2012), sf. 1–18.

(   12) Bhaskar Sunkara, Sosyalist Manifesto’da, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nden ayrık bir Marx imgesi sunar; buna göre, Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da ve başka yerlerde “radikal şekilde dönüştürülmüş demokratik bir devletin, eskiden özel mülkiyeti barındırdığı ve bunu rasyonel bir biçimde halkın yönetiminde ve halkın yararına kullandığı” bir gelecek tasavvur etmişlerdi. Marx’ın görüşlerini doğru bir şekilde tarif etme çabasından ziyade, böyle bir analiz sadece Sunkara’nın kendi “sınıf mücadelesi sosyal demokrasisi” tasvirini destekleme anlamına gelir. Bhaskar Sunkara, The Socialist Manifesto / Sosyalist Manifesto (New York: Basic, 2019), sf. 48, 216–17.
(
1   13) Bkz. “Notes from the Editors / Editörlerden Notlar”, Monthly Review 72, no. 3 (Temmuz–Ağustos 2020).

(    14) Curtis White, The Barbaric Heart / Barbar Kalp (Sausalito: PoliPoint, 2009).
(
1   15) Alain Badiou, “The Communist Hypothesis / Komünist Hipotez”, New Left Review 49 (2008), sf. 29–42; Alain Badiou, “The Idea of Communism / Komünizm Fikri”, The Idea of Communism / Komünizm Fikri kitabında, editörler Costas Douzinas ve Slavoj Žižek (London: Verso, 2010), sf. 1–14; Alain Badiou, The Communist Hypothesis / Komünist Hipotez (London: Verso, 2015); Jodi Dean, The Communist Horizon / Komünist Ufuk (London: Verso, 2018).

(   16) Paul M. Sweezy, “Communism as an Ideal / Bir İdeal Olarak Komünizm” Monthly Review 15, no. 6 (Ekim 1963), sf. 329–40.

(   17) Karl Marx, Critique of the Gotha Programme / Gotha Programı’nın Eleştirisi (New York: International Publishers, 1938), sf. 9–10, 18. Marx burada “komünist toplumun ilk aşaması” ve “komünist toplumun daha üst aşaması” terminolojisini kullanır. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin bu baskısı yazışmaları, konuya dair Marx, Engels ve Lenin’in notlarını ve Lenin’in Devlet ve Devrim kitabından paragrafları da içerir. Paris Komünü’ne dair bkz. Karl Marx ve Friedrich Engels, Writings on the Paris Commune / Paris Komünü Üzerine Yazılar, ed. Hal Draper (New York: Monthly Review Press, 1971); Badiou, The Communist Hypothesis / Komünist Hipotez, sf. 127–71.

(   18) Marx, Critique of the Gotha Programme / Gotha Programı’nın Eleştirisi, sf. 6–10, 14; Karl Marx, Wage Labor and Capital/Value, Price and Profit / Ücretli Emek ve Sermaye” kitabında “Value, Price, and Profit / Değer, Fiyat ve Kâr” bölümü (New York: International Publishers, 1935), sf. 62.

(   19) Marx, Critique of the Gotha Programme / Gotha Programı’nın Eleştirisi, sf. 10, 17 (Marx), 31 (Engels), 47–56 (Lenin); Marx and Engels, Collected Works / Seçme Yapıtlar, cilt 25, sf. 247, 267–68. Devletin sönümlenmesi fikrinin kalıcı önemine dair bkz. Mészáros, Beyond Capital / Sermayenin Ötesinde, sf. 460–95; Henri Lefebvre, The Explosion / İnfilak (New York: Monthly Review Press, 1969), sf. 127–28.

(   20) Marx, Critique of the Gotha Programme / Gotha Programı’nın Eleştirisi, sf. 10; Sweezy, “Communism as an Ideal / Bir İdeal Olarak Komünizm”, sf. 337–38.

(   21) Karl Marx and Friedrich Engels, The Communist Manifesto / Komünist Manifesto (New York: Monthly Review Press, 1964), sf. 34–35, 41.

(   22) Marx, Kapital, Cilt 3 (Yordam Yayınları, İstanbul, 2015), sf. 807

(   23) V. I. Lenin, Selected Works: One-Volume Edition / Seçme Eserler: Tek Ciltlik Baskı (New York: International Publishers, 1976), sf. 334.

(    24) Isaac Deutscher, Stalin: A Political Biography / Stalin: Siyasi Bir Biyografi (Oxford: Oxford University Press, 1967), sf. 338; Sweezy, Paul M. Sweezy ve Charles Bettelheim’in kitabında, On the Transition to Socialism / Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Süreci (New York: Monthly Review Press, 1971), sf. 127.

(    25) Michael Lebowitz, The Socialist Imperative/ Sosyalist Zorunluluk (New York: Monthly Review Press, 2015), sf. 71; Karl Marx, Grundrisse (London: Penguin, 1973), sf. 171–72. Ayrıca bkz. Peter Hudis, Marx’s Concept of the Alternative to Capitalism / Marx’ın Kapitalizme Alternatif Düşüncesi (Boston: Brill, 2012), sf. 190.

(    26) Sweezy, Sweezy ve Bettelheim’in kitabında, On the Transition to Socialism / Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Süreci, sf. 131.

(    27) Marx ve Engels, Collected Works / Seçme Yapıtlar, cilt 5, sf. 52.

(   28) Mauricio Betancourt, “The Effect of Cuban Agroecology in Mitigating the Metabolic Rift: A Quantitative Approach to Latin American Food Production / “Küba Agroekolojisinin Metabolik Yarılmanın Hafifletilmesindeki Etkisi: Latin Amerika Gıda Üretimine Kantitatif Bir Yaklaşım”, Global Environmental Change 63 (2020); sf. 1–9.

(    29) Georg Lukács, The Ontology of Social Being / Toplumsal Varlığın Ontolojisi, cilt 2, Marx’s Basic Ontological Principles / Marx’ın Temel Ontolojik İlkeleri (London: Merlin, 1978), sf. 6.

(    30) Tersine çevrilemez devrim hususuna dair bkz. Mészáros, Beyond Capital / Sermayenin Ötesinde, 758–68; István Mészáros, The Challenge and Burden of Historical Time / Tarihsel Anın Zorluğu ve Sorumluluğu (New York: Monthly Review Press, 2020), sf. 251–53; John Bellamy Foster, “Chávez and the Communal State / Chávez ve Komünal Devlet”, Monthly Review 66, no. 11 (Nisan 2015), sf. 9, 11, 16.

(    31) Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, cilt 25, sf. 105, 460–62. G. W. F. Hegel, Hegel’s Logic / Hegel Mantığı (Oxford: Oxford University Press, 1975), sf. 207–20; John Bellamy Foster, The Return of Nature / Doğanın Geri Dönüşü (New York: Monthly Review Press, 2020), sf. 16, 20.

(    32) V.I. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm (Sol Yayınları, Ankara, 1993), sf. 206

(    33) Karl Marx and Friedrich Engels, Ireland and the Irish Question / İrlanda ve İrlanda Sorunu (Moscow: Progress Publishers, 1971), sf. 142; Foster ve Clark, The Robbery of Nature / Doğanın Yağması, sf. 76–77.

(    34) Tamás Krausz, Reconstructing Lenin / Lenin’i Yeniden Yapılandırmak (New York: Monthly Review Press, 2015), sf. 184.

(    35) Friedrich Engels, The Condition of the Working Class in England / İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Marx ve Engels’in kitabında, Collected Works / Seçme Yapıtlar, cilt 4, sf. 394. Engels’in çalışmasının analizi için bkz. Foster, The Return of Nature / Doğanın Geri Dönüşü, sf. 177–97; Howard Waitzkin, The Second Sickness / İkinci Hastalık (New York: Free Press, 1983), sf. 70; Ted Allan ve Sydney Gordon, The Scalpel, the Sword: The Story of Doctor Norman Bethune / Neşter, Kılıç: Doktor Norman Bethune’in Hikâyesi (New York: Monthly Review Press, 1952), sf. 250.

(    36) Marx, Capital / Kapital, cilt 1, 348–49. Marx’ın epidemiyolojik analizi için bkz. Foster, The Return of Nature / Doğanın Geri Dönüşü, sf. 197–204.

(    37) Çevre proletaryası Küresel Güney kavramları için bkz. John Bellamy Foster, Brett Clark ve Richard York, The Ecological Rift / Ekolojik Yarılma (New York: Monthly Review Press, 2010), sf. 439–41.

(    38) John Bellamy Foster, Hannah Holleman ve Brett Clark, “Imperialism in the Anthropocene / Antroposen’de Emperyalizm” Monthly Review 71, no. 3 (Temmuz-Ağustos 2019), sf. 70–88.

(    39) Samir Amin, Modern Imperialism, Monopoly Finance Capital, and Marx’s Law of Value / Modern Emperyalizm, Tekelci Finans Kapital ve Marx’ın Değer Yasası (New York: Monthly Review Press, 2018), sf. 100–101.

(    40) István Mészáros’un Leonardo Cazes ile söyleşisi, “The Critique of the State: A Twenty-First-Century Perspective / Devletin Eleştirisi: Bir Yirmi Birinci Yüzyıl Perspektifi” Monthly Review 67, no. 4 (Eylül 2015), sf. 32–37; Mészáros, Beyond Capital / Sermayenin Ötesinde, sf. 187–224. Biçimsel eşitliğe karşıt olarak maddi eşitlik kavramı, tabii ki Max Weber’in özsel ve formel rasyonalite arasındaki ünlü ayrımına paraleldir. Bkz. Max Weber, Economy and Society / Ekonomi ve Toplum, cilt 1 (Berkeley: University of California Press, 1978), sf. 85–86.

(    41) Immanuel Kant, The Philosophy of Kant: Moral and Political Writings / Kant Felsefesi: Ahlaki ve Politik Yazılar (New York: Random House, 1949), sf. 417–18; Mészáros, Beyond Capital / Sermayenin Ötesinde, sf. 193.

(    42) Friedrich Engels, The Origin of the Family, Private Property, and the State / Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Moscow: Progress Publishers, 1977), sf. 72–73.

(    43) Marx, Critique of Gotha Programme / Gotha Programı’nın Eleştirisi, sf. 9

(    44) bkz. Lebowitz, Socialist Imperative / Sosyalist Zorunluluk, sf. 111-33

(    45) Sweezy, “Communism as an Ideal / Bir İdeal Olarak Komünizm”, sf. 338–39.

(    46) Chi Xu ve diğerleri, “Future of the Human Climate Niche / İnsan İklimi Boşluğunun Geleceği” Proceedings of the National Academy of Sciences 177, no. 21 (2020), sf. 11350–55; Ian Angus, “5 Billion People May Face ‘Unlivable’ Heat in 50 Years / 5 Milyar İnsan 50 yıl İçinde ‘Yaşanamaz’ Sıcaklıkla Karşı Karşıya Kalabilir” Climate & Capitalism, 9 Mayıs, 2020.

(    47) Michael Lebowitz, Build It Now / Onu Şimdi İnşa Edin (New York: Monthly Review Press, 2006). Marx’ın bir sosyalist ideal olarak komünizm tasavvurunun, esasen sürdürülebilir bir insani gelişme modeli olduğu üzerine bkz. Paul Burkett, “Marx’s Vision of Sustainable Human Development / Marx’ın Sürdürülebilir İnsani Gelişme Tasavvuru” Monthly Review 57, no. 5 (Ekim 2005), sf. 34–62. İlk başlardaki değişimin ölçeğine dair bkz. Andreas Malm, “Socialism or Barbecue, War Communism or Geoengineering: Some Thoughts on Choices in a Time of Emergency / Ya Sosyalizm Ya Barbekü, Savaş Komünizmi ve Jeomühendislik: Acil Durum Halinde Seçeneklere Dair Bazı Düşünceler” The Politics of Ecosocialism, ed. Kajsa Borgnäs ve diğerleri (London: Routledge, 2015), sf. 180–94. Ekolojik bir medeniyetin ayratılmasına dair ayrıntılı bir görüş için bkz. Fred Magdoff ve Chris Williams, Creating an Ecological Society (New York: Monthly Review Press, 2017).

(    48) On the First International / Birinci Enternasyonal’e Dair, bkz. Karl Marx, On the First International / Birinci Enternasyonal’e Dair, ed. Saul Padover (New York: McGraw Hill, 1973); editörler George C. Comninel, Marcelo Musto ve Victor Wallis, The International After 150 Years / 150 Yıl Sonra Enternasyonal (New York: Routledge, 2015).

(    49) Chávez’in planlarına dair bu yorumlar, Mészáros ile 2011 yılında Caracas’ta hükümetle yaptığı ve ikimizin de katıldığı buluşmayı takiben yapılan söyleşilere dayanır. Ayrıca bkz. István Mészáros, The Necessity of Social Control / Toplumsal Kontrol Zorunluluğu (New York: Monthly Review Press, 2015), sf. 199–217.

(    50) Samir Amin, “Audacious Movements Have to Start / Gözüpek Hareketler Başlamalı” Frontline, 25 Mayıs 2018; Samir Amin, “It is Imperative to Reconstruct the Internationale of Workers and Peoples / İşçiler ve Halklar Enternasyonalini Yeniden İnşa Etmek Zorunludur” International Development Economics Associates, 3 Temmuz 2018.

(    51) Samir Amin ve Firoze Manji, “Toward the Formation of a Transnational Alliance of Working and Oppressed Peoples / Emekçi ve Ezilen Halkların Ulus Ötesi İttifakının Tertibine Doğru” Monthly Review 71, no. 3 (Temmuz-Ağustos 2019), sf. 120–26.

     52) bkz. Vijay Prashad, The Darker Nations: A People’s History of the Third World / Daha Koyu Uluslar: Bir Üçüncü Dünya Halkları Hikâyesi (New York: New Press, 2008); Samir Amin, The Long Revolution of the Global South / Küresel Güney’in Uzun Devrimi (New York: Monthly Review Press, 2019).


 https://monthlyreview.org/2020/09/01/the-renewal-of-the-socialist-ideal adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi