Content feed Comments Feed




Democracy Now'dan* Amy Goodman, 7-18 Aralık 2009 tarihleri arasında Kopenhag'da gerçekleşecek iklim zirvesi öncesinde antikapitalist hareketin önemli isimlerinden olan Kanadalı gazeteci Naomi Klein ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Klein söyleşide 10 yıl önce Seattle'da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarını engellemek isteyenlerin Kopenhag'da ekolojik yıkımın durdurulması doğrultusundaki taleplerini "içeride" dillendireceklerini belirtti:


Amy Goodman: Çok satan "Shock Doctrine" kitabının yazarı Naomi Klein’e dönüyoruz. Evet, bağımsız gazeteci Naomi Klein son ekonomik sarsıntılar ve sadece iki hafta sonra Kopenhag’da toplanacak ve iklim adaleti için küresel hareketin bir araya gelmesi anlamında olan iklim zirvesi hakkında konuşmak üzere bize Toronto’dan (Kanada) katılıyor. Klein’in uluslararası düzeyde çok satan kitabı “No Logo”nun yayınlanmasının üzerinden 10 yıl geçti. Son makalelerinden Rolling Stone dergisindeki “Climate Rage” (İklim Öfkesi, ç.n.) ve The Nation’da yayınlananı ise “Copenhagen, Seattle Grows Up” başlıklarını taşıyor. Naomi Klein, Democracy Now!’a hoşgeldiniz. İklim değişimi sorunu ve sizin buna bakışınızla başlayalım. Ne olduğunu bize anlatır mısınız?

Naomi Klein: Rolling Stone kısmında iklim borcunun ödenmesine dair giderek yükselen talep üzerinde duruluyor. Bu, iklim krizine dair gerçekten yeni bir çerçeve ve talep ağırlıklı olarak Bolivya ve diğer Latin Amerika ülkelerinin öncülük ettiği gelişmekte olan ülkelerden geliyor, buna daha çok Afrika’da bulunan en az gelişmiş ülkeler koalisyonundan da katılım oluyor. Ve onların da aslında söylediği bizim bildiğimiz gibi iklim krizinin sanayileşmiş ülkeler tarafından yaratıldığı. Sanayileşme (bizim gelişme dediğimiz) ile karbon emisyonları arasında doğrudan bir bağıntı var. Aslında tarihten beri karbon emisyonlarının yüzde 75’i dünya nüfusunun yüzde 20’si tarafından üretilmiş durumda. Bu nedenle iklim değişiminin etkilerinin ağırlıklı olarak gelişmekte olan ülkelerde, yani krizin yaratılmasından en az sorumlu olan bölümlerde hissedilmesi gibi acımasız bir coğrafi ironi var önümüzde. Dünya Bankası’na göre iklim değişiminin yarattığı etkilerden 75-80’i gelişmekte olan ülkelerde hissediliyor. Sonuç olarak elde neden ile sonuç arasında ters bir ilişki var.

Bu bağlamda, iklim değişiminin ileri hatlarında yer aln gelişmekte olan ülkelerden, iklim krizini yaratan zengin dünyanın onlara borcu olduğunu, krizin yaratılmasından dolayı maddi tazminat yükümlülüğü altına girdiğini söyleyen yükselen bir hareket görüyoruz. Ve bu tazminatlar üç biçimde verilmeli. Birincisi gelişmiş ülkelerde, zengin dünyada şiddetli emisyon kesimi şeklinde. En azından 1990 düzeylerinin yüzde 40 altında –bu çokça duyduğumuz bir rakam. Buna ek olarak yoksul ülkelerin iklim değişimine uuym sağlamak için yaptıkları harcamaların, dev harcamaların zengin dünya, G-8 ülkeleri, sanayileşmiş ülkeler tarafından ödenmesi gerektiğini söylüyorlar. Yine ek olarak bu ülkelerin iklim krizini ateşleyen kirli enerjiden, fosil yakıtlardan vazgeçmesini istiyorlar. Ancak daha temiz yeşil enerjiye geçişin bizim zengin dünyada kullandığımız yöntem olan ucuz, kirli yakıtlarla gelişmekten çok daha pahalı olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu nedenle “değişeceğiz, fakat kendimizin yaratmadığı problemimiz nedeniyle ortaya çıkan bu ek bedeli ödememiz gerektiğini düşünmüyoruz” diyorlar. Aslında iklim borcu tezleri, ABD halkına tanıdık ve hukuk biliminin temel prensibi olan “kirleten öder” tezi. Bunu anlatmanın başka bir yolu “sen kırdın, sen satın al”.

A.G.: Bu meseleyi yükselten ve “bizim ödememiz gerekmiyor” diyen ülkeler özelinde konuşalım. Örneğin Afrika’daki ülkeler.

N.K.: Afrika ülkeleri koalisyonu olan Afrika Birliği, Kopenhag’daki birincil taleplerinin şiddetli emisyon azaltmaları ve iklim değişimine adaptasyon için ciddi finansman sağlanması olduğu konusunda net. Şu anda Doğu Afrika’da milyonlarca insanı etkileyen geniş çapta ve ciddi bir kuraklık var. Bu, halihazırdaki iklim değişiminden kaynaklanan bedellerin ödenmesinin sadece bir örneği. Sonuçta geleceğe, farazi bir geleceğe dair tasarımdan bahsetmiyoruz, tam da şu an hakkında konuşuyoruz.

Dediğim gibi ana baskı aslında Bolivya’dan geliyor. Ve Bolivya, benim ilk kez Cenevre’de tanıdığım ve Rolling Stone’daki makalede alıntı yaptığım Angelica Navarro isimli harikulade bir iklim pazarlıkçısına sahip. Navarro aslında Bolivya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ndeki (DTÖ) temsilcisi. Çok açık, güçlü ve çok dilli. Bu da Bolivya gibi küçük bir ülkenin hem DTÖ’de hem de iklim pazarlıklarında sağlam durması için büyük güç sağlıyor. Angelica Navarro görev için gerçekten yeterli ve Navarro zirvede Kopenhag’ın önünü açan gerçekten etkileyici olan konuşmalar yaptı. Bu, diğer gelişmekte olan ülkeler için heyecanlandırıcı bir güç oldu.

Ancak bunun yanında biliyorsunuz ki Navarro zirvenin dışındaki Üçüncü Dünya Ağı, Focus on the Global South, Jubilee South, sivil toplum örgütleri birliklerinden de rağbet görüyor. Fakat ilgi çekici olan bu taleplerin zirvenin içine girmesi, pazarlık masasında olması. Ve tabii ki ABD’den, Avrupa Birliği’nden, Kanada’dan ve Avustralya’dan yalnızca kalplerimizin fazileti, bağış bilinci haricinde değil, ama aslen yasal zorunluluk dışında da para vermeleri gerektiği fikrine karşı olağanüstü bir direnç var. Bu, sizin de tahayyül edebileceğinmiz gibi korkutucu bir düşünce.

“Başarısızlık, başarı diye satılmaya çalışılıyor”

A.G.: Geçen hafta Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Kopenhag’daki zirvenin bir başarısızlık olacağına dair yaygın öngörüleri reddetti. Dedi ki, “Son haberleri okuyoruz, bununla birlikte Kopenhag’ın alın yazısında başarısızlık olduğunu düşünebilirsiniz. Bu yanlış. Aksine, başarabiliriz, inanıyorum ki başarabiliriz ve en kısa zamanda bir bağlayıcı anlaşmaya zemin hazırlamak için Kopenhag’da bir anlaşma sağlayacağız.” Ban Ki-Moon’un söylediklerine yanıtınız nedir?

N.K.: Sorun, Kopenhag’daki başarı çıtasının çok alçaltılmış olması. Birkaç ay önce Kopenhag’daki başarı, ülkelerin iklim bilimcilerin talep ettiği düşük emisyon düzeylerinde anlaşmaları şeklinde tanımlanıyordu. Ve bilim emisyon düzeylerini 1990’ların yüzde 40 altına düşürmemiz gerektiği konusunda net. Bir diğer başarı tanımı ise zengin ülkelerin masaya bir kez daha gelişmekte olan ülkelerin asıl ihtiyacını karşılayacak finansman düzeyleri ile gelmesiydi. Bu türden rakamları biliyoruz. Mesela Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelerin artan su baskınları ve açlığın üstesinden gelmeleri için karşı karşıya oldukları bedelin yıllık 100 milyar dolar olduğunu tahmin ediyor. Daha önce bahsettiğim kirli enerjilerden vazgeçmenin bedeli ise yıllık 500-600 milyar dolar. Bu, bağımsız BM araştırmacılarının ortaya koyduğu bir rakam. Ancak BM’den şu anda duyduğumuz Kopenhag’dan umutlasrının gelişmiş, zengin ülkelerle yıllık 10 milyar dolar konusunda mutabık olabilecekleri şeklinde.

Bu nedenle neye başarı dendiği konusunda çok dikkatli olmalıyız, çünkü vazgeçerseniz ve “2005 düzeyinin yüzde 14 altına inileceği konusunda ABD’den söz almak başarıdır” derseniz, tarihsel sorumluluklarsını hâlâ kabul ederken gönül zenginlikleriyle yılda birkaç milyar dolar atmalarına başarı derseniz, bu krizle yüzleşmedeki can alıcı önceliklerinizin bazılarını kaybedersiniz. Bundan dolayı iklim adaleti hareketi için, politikacıların başarısızlığı başarı diye yutturmasına izin vermemenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

A.G.: Naomi Klein, bir diğer konu Başkan Obama’nın oraya gidişi. Obama bölgede olacak ve Oslo’da Nobel Barış Ödülü’nü alacak. Çok yakın zamanda Chicago’nun olimpiyatları alması için bastırmak üzere Kopenhag’daydı. 65 dünya lideri zirveye gideceğini söylemesine rağmen Obama henüz zirveye katılacağını söylemedi. İlk üç karbon kirleticisi ABD, Çin ve Hindistan buluşmaya katılacaklarını açıklamadılar. Sizin buna yanıtınız nedir?

N.K.: Biliyorsunuz ki John Kerry, Obama’ya açık biçimde oraya gitme çağrısı yaptı ve şimdi bunun olacağını, Obama’nın gideceğini düşünüyorum. Kerry’nin Obama’nın gideceği fikrinde olmasaydı bunu söyleyeceğini düşünmüyorum. Ve başarı tanımını düşürülmesine, başarısızlığın başarı diye yutturulmasına dair bütün sürecin çoğunluğu Obama’nın gitmesine ve başarısızlığı başarı diye iddia etmesine yönelik. Bundan dolayı içtenlike onun gideceğini düşünüyorum fakat bunun bir başarı olarak tanımlanmamamız gerektiğine inanıyorum.

A.G.: Şimdi tabii ki biz Democracy Now! olarak bütün gücümüzle, topyekün iki hafta boyunca ne olduğuna dair yayın yapmak üzere orada olacağız. Zirvede neler olduğunu yayımlayacağız, sokaklarda neler olduğunu yayımlayacağız. Naomi, “Seattle Çarpışması”nın, Seattle protestolarının 10. yıldönümündeyiz. Birkaç gün içinde olrada olacağım ve ne anlama geldiğine dair birçok söyleşide bulunacağım. Ama mola vermeden ve 10 yıl önceden konuşmadan önce Kopenhag’da sokaklar için ne planlandığından bahsedelim.

N.K.: The Nation için son yazdığım köşe yazısı, sizin Seattle’dan Kopenhag’a çizebileceğiniz hatta dair. Köşe yazısına “Seattle Grows Up” adını verdim, çünkü aynı zamanda dünyanın dikkatini Seattle sokaklarına çeken bir hareketin evrimini gördüğümüzü düşünüyorum. Yoksulluğa, gelişmeye ve borçlara odaklanmış gruplar ile geleneksel olarak çevre sorunlarına odaklann çevre grupları arasında adamakıllı derinleşen bir ittifak olduğu görüşündeyim. Bunu, bu ittifakın başlangıcını ünlü “Kamyoncular ve Kaplumbağalar” ittifakı ile Seattle’da gördük. Şimdi daha derin şeyler görüyoruz.

Bahsettiğim yoksulluk karşıtlığına ve gelişmeye odaklanmış Jubilee South, Action Aid gibi grupları bir araya getiren iklim borcu fikri ve şu anda iklim değişimini tüm dünyada insan gelişiminin önündeki tek engel olarak görüyorlar.


DTÖ’ye “hayır” diyenler zirveye “evet” diyor

A.G.: Geri dönecek olursak Seattle Çarpışması üzerine konuşacağız, bu aynı zamanda sizin “No Logo” kitabınızın yayımlanmasının 10. yılı. “Dünyanın markalaştırılması” üzerine konuşmak istiyorum. Ancak Seattle’a dair detaylı konuşmadan önce iklim zirvesinde Kopenhag sokaklarında özel olarak planlanan eylemlere dair konuşmak istiyorum.

N.K.: Biliyorsunuz ki orada, Kopenhag’da bir labirent olacak. Bu dünyanın en büyük çevresel toplantısı, hatta 1992’deki Rio Dünya Zirvesi’nden bile büyük. Bu nedenle tüm şehirde olacak birçok şey var.

Ancak burada Seattle’dan gerçekten farklı düşünüyorum: Seattle’da DTÖ sokaklardaki eylemcilerin gerçekten düşmanıydı ve hedef toplantıyı hem dışarıdan hem içeriden durdurmaktı. Ve sokakta “DTÖ’ye hayır” mesajıyla bulunan ilgi çekici bir eylemci koalisyonu mevcuttu. İçeride, sokaklardaki protestolarla yüreklendirilen, AB ve ABD baskısına göğüs germek için yüreklendirilen gelişmekte olan ülkelerin ittifakı vardı.

Kopenhag’da farklı bir dinamik var, çünkü gerçek şu ki sokaktaki insanların büyük çoğunluğu Kopenhag’daki toplantının misyonunu destekliyor. Ve bu nedenle iklim zirvesi fikrine “hayır” demiyorlar. Aslında “evet” diyorlar, açığa çıkarıyorlar, vurguluyorlar, aslında reddedenler, tek söyledikleri “Hayır, biz aslında iklim krizini çözmeye çalışmak istemiyoruz, bilim tarafından istenen ve ihtiyaç duyulan emisyon azaltımlarını yapmak istemiyoruz” dünya liderleri, özellikle de ABD ve Kanada liderleri.

Bu nedenle bir bakıma, bu eylemcilerin, “Biz misyona inanıyoruz” dediği bir tersine dönüş. Politikaclıları “evet” dediklerini iddia ederken aslında “hayır” diyenler, başarısızlığın başarı olduğunu iddia edenler olarak ifşa etmemiz gerekiyor.

Bu nedenle böylesi bir zirvede kimlerle etkileştiklerini anlamak bakımından durum eylemciler için gerçekten aldatıcı. Örneğin bir gün, mesela 18 Aralık günü eylemcilerin konferans merkezine bir çeşit saldırısı olacak, şiddetsiz ancak sivil itaatsizliği kullanan bir saldırı. Ancak söylediklerine göre hedefleri toplantıyı engellemek değil, toplantıyı başlatmak ve yeryüzündeki fosil yakıtları, özellikle Alberta katranlı kumu türünden yakıtları terk etmek, tartışageldiğimiz iklim borçları gibi gerçek iklim çözümlerini konuşmak, pazarın iklim sorunlarını çözebileceği iddiaları gibi aldatmacaları teşhir etmek üzere içeride bir forum düzenlemek. Çünkü ve tabii ki bu Kopenhag’da birçoğunu duyacağımız şeylerden, pazar temelli çözümler: emisyon üst sınırı ve ticareti, emisyon alışverişi, karbon gömmeleri aslında dev bir kirlilik pazarı yaratıyor. Ve karbon üzerine spekülatif balon yaratabilmeye dair ağzı sulanan Goldman Sachs gibi küresel ekonomiyi çökerten aynı oyuncuların bazıları bu alanda da mevcut.

Dinamik bu. Dinamik “hayır” demiyor, “kesin” demiyor, ama “açın” diyor, “gerçek çözümler hakkında konuşalım” diyor. Aslında bunun bir başka örneği şu ki Kopenhag’da bazı şeyleri kesmeye yönelik bir deneme olabilir ancak bu Kopenhag Limanı’nı bir günlüğüne bloke etmeyi, denklemin şirket tarafına dikkat çekmeyi, gemicilik sanayiine ve bu sanayinin nasıl da emisyon yüklü olduğuna dikkat çekmeyi amaçlayacak. Buna benzer birçok eylem olacak. Bu hareketin amaçlarıyla tutarlı olacak nasıl sanatsal eylemler yapılacağına dair birçok düşünce ve tartışma mevcut.

A.G.: Ve sokaklardaki eylemcilerin aksine iklim görüşmelerine dahil olan insanlar, delegeler. Seattle Çarpışması’ndan farklı biçimde durumu ilginç kılan ve 10 yıl önce “Bizi dinlemiyorsunuz” derken işlerin tersine dönmesiyle içeride olanlar. Gelişmekkte olan ülkeleri kastediyorum, örneğin Afrika ülkelerini. Peki söz konusu ülkelerin buradaki, Kopenhag’daki iklim zirvesindeki rolleri ne?

N.K.: Biliyorsunuz, artık görüldüğü gibi. Dediğim üzere, en ilgi çekici çözümler Bolivya ve Ekvador gibi Latin Amerika ülkeleri hükümetleri tarafından masaya konuldu.

Ama Kopenhag öncesindeki başlıca toplantının yapıldığı Barcelona’da gördüğümüz şey Afrika devletleri ittifakının toplantıdan toplu halde çekilmesiydi. Aslında zirve dahilinde gelişmiş ülkelerden gelen çok düşük emisyon azaltımı taahhüdünü protesto etmek amacıyla yapılan ve Afrika ülkelerinin terki ile gerçekleştirilen sivil itaatsizlik çeşidi, kendilerine yeterince para verilmemesi nedeniyle, iklim değişimi ile mücadele için kendilerine yeterince yardım yapılmaması nedeniyle veya onların sadece yardım istemeleri nedeniyle değildi, onların biz zengin dünyadakilerden etkileri ile yüz yüze kalmalrı nedeniyle yaşam biçimimizi değiştirmemizi talep etmeleri nedeniyleydi. Onlar iklim değişiminin ön hatlarında.

Biliyorsunuz ki bundan daha fazlasını Kopenhag’da görebileceğimizi düşünüyorum, ancak Amy sana Afrikalı müzakerecilerin Barcelona’dan çekilmelerinde bir miktar politik döküntü olduğunu söyleyeceğim. Müzakerecilerin bazıları kendi hükümetleri tarafından geri çağrıldılar, çünkü bu ülkeler Washington ve Avrupa Birliği’nden “İklim müzakerecilerinizi kontrol altına alın” şeklinde gizli baskılar gördüler. Bu nedenle Barcelona’da gördüklerimiz konusunda biraz endişeliyim, Kopenhag’da Afrika delegasyonlarından bu düzeyde bir cesaret göremeyebiliriz. Ancak kuşkusuz kağıt üzerinde söyledikleri iyi bir alışveriş olduğuna inanmamları halinde terk edecekleri.

A.G.: Onuncu yılında yeniden yayımlann No Logo’dan bahsedelim. Kitabın altyazısında “Marka Magandalarına Nişan Almak” şeklinde. Seattle’da ne olduğuna dair konuşalım. Markalaştırma sorunu hakkında konuşalım.



Not: Söyleşinin orijinal başlığı olan “Zengin ülkeler iklim krizi nedeniyle niçin yoksul ülkelere tazminat ödemeli?” kısaltılarak kullanılmıştır.

Democracy Now: ABD’de yayın yapan ve basında alternatif bir bakışı amçlayan muhalif televizyon, radyo kanalı ve internet sitesi. ( http://www.democracynow.org/ )


Democracy Now’da gerçekleşen ve http://www.zmag.org/znet/viewArticle/23221 adresinde yayımlanan söyleşiden kısaltılarak çevrilmiştir.

Honduras’ta Devlet Başkanı Manuel Zelaya’ya yönelik gerçekleştirilen darbe ikinci ayını doldururken, halk güçlerinin barışçıl direnişi de Cuma günü 62. gününe erişti. Ülkedeki fiili hükümet ise siyasi gerginliğe bağlı olarak yabancı kredilerin askıya alınması ve çeşitli etkinliklerin durdurulmasından da anlaşılacağı üzere artan bir uluslararası tecrit ve tehlikeli bir ekonomik krizle karşı karşıya.


Sağlık Bakanlığı’nda örgütlü olan sendikanın lideri Carlos Rios, Perşembe günü söz konusu bakanlıktaki kritik manzarayı şu şekilde özetledi: rejimin güvenlik ve kişisel hijyen hizmetlerine verecek parası yok.


Fiili Devlet Başkanı Roberto Micheletti’nin, Kosta Rika Devlet Başkanı Oscar Arias tarafından önerilen San Jose Anlaşması’nı imzalamayı reddetmesinin ardından darbecilerin kınanması dünya çapında yaygınlık kazandı.


Zelaya ise kurucu meclis önerisinin ve darbe süresince insan haklarını ihlal edenlerin cezalandırılması taleplerinin reddini de içeren maruz kaldığı koşullara karşın ülkede barışı yeniden tesis etmek için önayak olmayı kabul etti.


Darbeye Karşı Ulusal Cephe Genel Koordinatörü Juan Barahona da mücadelenin gerektiği sürece ve halkın zafere ulaşmasına kadar devam edeceğini belirtti.



Uluslararası Köylü Hareketi – Via Campesina Haziran ayında Honduras’ta gerçekleşen darbenin ardından direnişini sürdüren ülke halkına destek verilmesi doğrultusunda uluslararası bir çağrı yaptı. Via Campesina açıklamasında, tüm dünya halklarına 11 Ağustos 2009 tarihinde “Honduras İçin Küresel Eylem Günü” kapsamında eylem çağrısı yapıldı:

Via Campesina’nın bütün bölgelerinden kız kardeşlere ve erkek kardeşlere

Bütün toplumsal hareketlerden kız kardeşlere ve erkek kardeşlere

Tüm dünya halklarına

Askeri darbeden bu yana darbe katılımcılarının baskısı, –binlerce çiftçinin, kadının, yerlinin, öğretmenler, öğrenciler, sendikacılar, şehirlerin ve kırsalın sıradan insanlarının darbeyi tersyüz etmek ve demokrasi ile onuru geri kazanmak için verdiği 38 günlük yorulmak bilmez çabalarının ardından- kahraman Honduras halkının savaşma ruhunda gedik açamadı.

Bu mücadele şimdi, çiftçi hareketi ve Darbeye Karşı Ulusal Direniş Cephesi, toplumsal hareketleri, sendikaları ve demokratik hareketleri 5 Ağustos’ta başlayan ve 11 Ağustos’ta Tegucigalpa ve San Pedro Sula’da zirveye erişecek olan ulusal yürüyüşe davet ederken kritik bir safhaya girdi.

Söz konusu ulusal yürüyüşe, kadın ve erkek çiftçi kardeşlerimize ve Honduras halkına destek olarak Via Campesina sizi 11 Ağustos günü gerçekleşecek olan “Honduras İçin Küresel Eylem Günü”ne katılmaya çağırıyor. Honduras halkının direnişinin askeri darbeyi yenilgiye uğratmasının avantajına mümkün olan bütün etkinliklerin yanı sıra politik ve kültürel seferberlik, somut eylemler, politik baskı ve lobi çalışması yürütmek için güçlü dayanışma çabalarını arttırmak için çabalıyoruz.

Sizden, “Honduras İçin Küresel Eylem Günü”ne dair eylem ve çalışma planlarınız hakkında en kısa zamanda bizi bilgilendirmenizi istiyoruz.

UMUDU KÜRESELLEŞTİR! MÜCADELEYİ KÜRESELLEŞTİR!

Via Campesina Honduras temsilciliğine yazmak için:

Wendy Cruz: wendycruzsanchez@yahoo.ca
Mabel Marquez: mabelmarquez07@gmail.com

Henry Saragih - Via Campesina Uluslararası Koordinatörü

http://mrzine.monthlyreview.org/honduras060809.html adresine yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Dünya solu ve İran seçimleri

6 Ağustos 2009 Perşembe

Yazan: Immanuel Wallerstein

Son İran seçimleri ve sonrasındaki meşruiyetine dair itirazlar devasa bir iç anlaşmazlık ve görünen o ki dünyanın geri kalanında sonsuz bir tartışma meselesi. Tartışmanın en ilginç sonuçlarından biri, dünya genelindeki bu tartışmada kendisini dünya solunun parçası olarak addeden kişiler arasındaki derin fikir ayrılığı. Görüşleri, Ahmedinejad /Hamaney ikilisinin adeta kayıtsız şartsız destekçilerinden muhaliflerin kayıtsız şartsız destekçilerine kadar sıralanıyor. Bu, İran özelinde olduğu kadar dünya solu özelinde de bir eleştiri olabilir.

İran’da ne oldu? Bir seçim yapıldı. Görünürde seçmenlerin katılımı çok yüksekti. Devletten, başkan Mahmud Ahmedinejad’ın ezici zaferine dair açıklama yapıldı. Diğer üç adayın destekçileri rakamların düzmece olduğunu iddia ettiler. Bu iddiaların iki temel dayanağı oy sayım sürecinin hızı ve kapalı yapısı ile seçim sonuçlarının ülkenin farklı bölgelerine dair ayrıntılandırılmasıyla ortaya çıkan inandırıcılıktan yoksunluktu. İran’daki en büyük otorite olan Ayetullah Ali Hamaney, sert ve açık bir şekilde seçim sonuçlarının temel olarak doğru ve bu nedenle de seçimlerin tamamen meşru olduğunu ileri sürdü. Hamaney, herkesin seçim sonuçlarının geçerliliğini tanıması ve itirazı kesmesi konusunda ısrar etti.

Seçimlerden hemen sonra, çok sayıda insan açıklanan seçim sonuçlarını protesto etmek ve yeniden sayım veya seçimin yenilenmesini talep etmek için sokaklara indi. Bu protestolar güç kazanırken Ahmedinejad / Hamaney ikilisi buna giderek artan biçimde baskıcı yöntemlerle karşılık verdi. Devrim Muhafızları ve Besiçler, protestocuları sokaktan defetmek için büyük ölçüde güç kullandı, bazılarını öldürdü ve süreç içinde çok büyük miktarda insanı tutukladı.

O andan itibaren muhalefetin başlıca isimlerinden başkan adayı Mir Hüseyin Musavi ve onun iki önemli destekçisi, eski Devlet Başkanı Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi seçimlerin “meşru” bir sonuç doğurmadığını iddia etmeye devam ettiler, seçim yarışında daha az oy alan diğer iki aday tarafından da desteklendiler.

Bu önde gelen isimler ne istiyor? Hepsi 1978-79 devriminin sadık destekçileri ve mevcut İran Cumhuriyeti’nin korunmasının adanmış olarak sayılabilirler. Kısacası rejim değişikliği istemiyorlar. Aksine, şu anda iktidarda olanlara oranla İran Devrimi’nin esas ruhunun daha sadık yandaşları olduklarında ısrar ediyorlar.

Dünya solu tüm bunları nasıl yorumlamakta? İran’daki mevcut durum hiçbir şekilde emsalsiz değil. Neticede, dünya üzerindeki birçok ülkede vaktiyle kitlesel halk protestoları olmuştur veya uzun zamandır olmaktadır. Bu nedenle dünya solunun elinde İran’daki durulma karşılaştırmak için sonsuz benzeşimler var. En başta 1978-79 İran Devrimi var. Ayrıca 1989’da Çin’deki Tienanmen olayları, 1968’de çok sayıda ülkede gerçekleşen devrimler, eski komünist ülkelerde son zamanlarda gerçekleşen renkli devrim denilen şeyler, farklı Latin Amerika ülkelerinde gerçekleşen çok sayıda olay ve 1995’te Fransa’da gerçekleşen genel grevler var. Arzu eden daha geriye, Rus ve Fransız devrimlerine kadar gidebilir.

Şüphesiz “dünya solu” –bu her neyse- söz konusu halk protestolarının çoğu hakkında birleşik bir görüşe sahip değildi. Aslında, günümüz dünya solunun esas problemlerinden birinin bu halk protestolarının görkemli ve kayda değer somut çeşitliliğiyle yüz yüze geldiğindeki kolektif tutarsızlık olduğu söylenebilir.

Kolektif tutarsızlığın nedeni üç bölümden oluşuyor. Birincisi, böylesi yaygın protestolarının yarattığı hayal kırıklığının geçmişe dayanan uzun bir tarihi var, özellikle de son 50 yılda. İkincisi, bugün çoğu ülkedeki geleneksel sol politik hareketlerde gerçek örgütsel zayıflıklar var. Üçüncüsü, sol analiz denilen şeyler, birileri somut durumu analiz ettiğinde kişinin neyi gözden geçirmesi gerektiği konusunda ne düşünüldüğü hakkında kökten fikir ayrılığına düştüğü gerçeği mevcut.

Sol susmamalı ama temkinli olmalı

Bazıları her şeyden önce devletlerarası ilişkilere bakıyor. Jeopolitik olarak özel bir hükümetin akıbeti farklı bir liderler grubuyla yer değiştirmek mi olacak yoksa rejimin başka türlü bir rejimle değiştirilmesi mi? Şimdilik İran’ın durumunda herkes, ülkenin ABD ile (ve daha düşük bir düzeyde Batı Avrupa ile) esasen -ancak sırf bu değil- nükleer konusunda güçlü bir çekişme içinde olduğunu biliyor. Başkan Ahmedinejad, ABD ile karşılaştırıldığında güçlü bir İranlı konumunda tanımlanıyor. Hem o hem de Hamaney aralıksız olarak ABD ve İngiltere’nin, Ahmedinejad’ın yerine ABD’nin bakışına göre daha esnek olacak birini getirmeyi amaçlayan halk protestolarının arkasında olduğunu iddia ediyor. Hugo Chavez, Ahmedinejad’a tam desteğini esasen bu temeller üzerinde sundu. Ne de olsa birkaç solcu, Budist rahiplerin gösterilerini vahşi biçimde bastıran mevcut Myanmar rejimini, ABD Myanmar’da rejim değişikliğini çok istiyor diye destekleyecekti.

Ya da birileri İran içindeki sınıf uzlaşmazlıklarına bakmayı tercih edebilir. Kendisini dünya solunda olarak tanımlayanlardan bazıları, Ahmedinejad destekçilerinin halk tabakasından olduğunu söylerken Musavi’nin destekçilerinin çoğunlukla orta sınıftan ve varlıklı insanlardan olduğunu ileri sürüyor. Bu nedenle de diyorlar ki bir solcu Ahmedinejad’ı desteklemeli. Durumu farklı analiz eden diğer bazı solcular bunun adeta imtiyazlı grupların iki çeşidi arasında bir mücadele olduğunu ve Ahmedinejad’a Tahran’ın yoksul bölgelerinden gelen desteğin büyük oranda yukarıdan aşağıya bir popülizmin sonucu olduğunu iddia ediyor (ya da daha kötüsü, Berlusconi tarzı göstermelik eğlencenin sonucu). Bazıları ise hâlâ yoksul taban içindeki etnik gerçekliklere işaret ediyor, Farsça konuşmayan veya Şii olmayan kırsal bölgelerin popülist bölüşümün dışında bırakıldığını, ezildiğini ve salt hakim etnik grubu temsil ettiğini söyledikleri Ahmedinejad’a düşman olduğunu iddia ediyor.

Ayrıca, birçok solcu özünde ruhban sınıfa karşı. Ruhbanların merkezi rol alması üzerinde temellenmiş bir rejimin meşruluğunu tanımayı reddediyorlar. Aynı zamanda bize mevcut İran rejiminin İslamcı olmayan tüm sol partileri sistematik olarak tüm görevlerden tasfiye ettiğini hatırlatıyorlar. İran’ın komünist partisi Tudeh seçim sonuçlarını kınadı ve ona dair şüphelerine rağmen Musavi’nin taleplerini destekledi.

Her nerede ortaya çıkarlarsa çıksınlar halk ayaklanmaları hakkında söylenecek iki şey vardır. Birincisi, devlet politikalarının değiştirilmesi talebiyle sokağa çıkmak insanlar için hiçbir zaman kolay değildir. Tüm devletler böylesi taleplere karşı güç kullanmaya hazırdır, kimisi diğerlerinden daha hızlıdır. İnsanların sokağa çıkmalarının nedeni hiçbir zaman “dışarıdakiler”in onları çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri değildir. CIA 1953 yılında İran’da bir darbe hazırladığında bunu İranlıları sokağa çıkmaya teşvik ederek yapmadı. Darbeyi, askeri yetkililerin perdesi arkasında çalışarak yaptı. Sokağa çıkarak hakikaten tehlikeye atılan kişi grupların politik özerkliğine saygı göstermeli. Dış provokatörleri suçlamak çok kolaydır.

Diğer yandan, halk ayaklanmalarına dair söylenecek ikinci şey şudur ki, bu ayaklanmalar her zaman ve kaçınılmaz olarak birçok unsurun koalisyonudur. Göstericilerin bazılarının belirli acil şikayetleri var. Bazıları gerçekte rejimi değil iktidardaki bireyi değiştirmeyi amaçlıyor. Ve bazıları değişim istiyor, yani rejimi devirmeyi. Halk gösterileri nadiren bireylerin ideolojik özlü gruplarından oluşur. Ayaklanmalar genelde sadece böylesi ittifaklar olduğunda başarılı olurlar. Ancak bu her zaman ayaklanmanın ardından ortaya çıkan sonucun doğal olarak belirsiz olması anlamına gelir. Bu nedenle dünya solu, halk ayaklanmalarına manevi ve siyasi destek sunarken dikkatli olmalı.

Çok kaotik zamanlarda yaşıyoruz. Tutarlı bir dünya solu stratejisi imkânsız değil. Ancak bu kolay olmayacak. Ve henüz ulaşılmış değil. İran içindeki mücadelenin dünyadaki sonuçları tamamen açık değil. Dünya solu susmamalı ama açıkgöz olmalı.

http://mrzine.monthlyreview.org/wallerstein030809.html adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Güney Kore’nin Pyeongtaek şehrinde bulunan Ssangyong otomobil fabrikasında işten çıkarılma tehdidi altında olan işçilerin fabrikadaki direnişleri devam ederken polisin saldırıları da sürüyor. Fabrikayı işçilerin elinden almak için operasyon düzenleyen yüzlerce polis bu hedefini gerçekleştirmekte başarısız olurken Kore Metal İşçileri Sendikası (KMWU) tarafından yapılan açıklamada üyelerinin hayatlarının tehlikede olduğu belirtildi. Sendikadan yapılan açıklamada şirket yönetiminin pazarlıkları tek taraflı olarak sona erdirdiğine ve polise müdahale çağrısında bulunduğuna dikkat çekilerek polisin de işçilere özel kuvvetleri ile müdahale ettiği ifade edildi. Açıklamada ayrıca polisin yanı sıra şirket tarafından kiralanan kişilerin de kendilerini “yasalardan muaf” hissederek işçilere nunçakular, borular ve başka silahlarla saldırdığı belirtilerek şu ifadeler kullanıldı:

“Bu nedenle, gergin ve uzun bir grevde olan, uykusuz kalan, hassas durumda bulunan işçiler haydutlar tarafından kendilerini savunmalarım için tahrik edilmiş, hükümet bu haydutların anlaşmazlığa dahil olmalarına izin vererek şiddeti tetiklemiş, bir korku iklimi yaratarak gerginliği ve kendini savunma güdülerini yükseltmiş, durmaksızın tepede uçan helikopterlerle gözdağı vermiş, kimyasal maddeler atarak oturma eylemi yapan işçilerde kimyasal yanıklara neden olmuş, gıda, su ve medikal yardım gibi insani yardımların serbestçe geçmesine izin vermemiştir. Şirket yönetimi neredeyse başından beri polisi direnişi sonlandırmaya zorlamış, ancak pazarlık masasına da oturmuştur. Ancak polis, özel güvenlik kuvvetleri ve haydutlar tatbikat yapmış ve pazarlıkları beklemiş, su ve gıda ambargosunu sürdürmüştür. Bu nedenlerle şirket yönetimi kendisini sendikayla anlaşmayı denemek için gerçekten baskı altında hissetmemiştir, çünkü polis çağırma yöntemine de başvurabilecekti ve yönetim bizi basın toplantısı yoluyla bilgilendirerek pazarlığı terk etmeyi kararlaştırdı.

Bizi dayanışma eylemleriniz hakkında aşağıdaki adresten bilgilendirin.


Hyewon Chong
KMWU_inter@metal.nodong.org

Bu arada iki aylık işgale yönelik yapılan polis müdahalesinin ardından 500-540 kadar işçi fabrikanın boyahanesine çekilerek direnişlerini sürdürüyor. İşçilerin birçoğu geçen haftadan beri devam eden çatışmalar nedeniyle yaralı durumdayken polis ve şirket yetkilileri tıbbi yardıma izin vermiyor. Molotof kokteylleri, sapanlar ve anti-helikopter çivileri ile karadan ve havadan müdahalede bulunan polislere direnen işçiler yanlarında binlerce litre yanıcı sıvı bulunduğunu ve saldırı halinde bunu kullanacaklarını dile getiriyor. İşçiler boyahanenin dış cephesine de “Pazarlığa gelmezseniz bizi öldürün daha iyi” yazmış durumdalar. Fabrika dışında kurdukları çadırlarda haftalardır yakınlarına destek veren işçi aileleri ise dün sabah şirketin tuttuğu adamların ve grev kırıcı işçilerin saldırısına uğradı, çadırları yıkıldı.

Direnişten daha fazla fotoğraf için: http://links.org.au/node/1184

http://links.org.au/node/1184 ve http://links.org.au/node/1165 adreslerinde yayımlanan haberlerden derlenerek hazırlanmıştır.

Buna ilerleme mi diyoruz?

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Yazan: Arundhati Roy

Bir ekosistem yok edildi. Bir yaşam tarzının yerinde yeller esiyor. Özel çıkar ve toplumsal acı. Buna ilerleme mi diyoruz?

Boksit (alüminyum taşı, ç.n.) dağları, çok narin bir ekosistemin parçası. Boksit madenciliği ve alüminyuma dönüştürülmesi için işlenmesi süreci düşünülebilecek en zehirli, en büyük çevresel yıkıma yol açacak süreçlerden biri.

Eğer Vedanta şirketinin Hindistan’ın doğusunda Orissa’daki Niyamgiri Tepeleri’ndeki boksit madenciliği planlarına devam etmesine izin verilirse, bu durum bütün bir ekosistemin tahrip olmasına ve sadece Dongria Konth kabilesinin değil, geçimleri bu ekosisteme bağlı olan herkesin sonunda yok olmasına neden olacak.


Mücadele hattı çok net çizilmiş. Bir tarafta tüm kudretiyle, yargı gücüyle ve Vedanta tarafından cepheden yönlendirilen, kendisini çeşitli maden kartellerinin hizasına sokmuş polisiyle Hindistan devleti. Diğer tarafta yerlerinden edilmeye, geçim kaynaklarını ve yaşam tarzlarını yitirmeye karşı dikilen Hindistan’ın ormanı mesken edinmiş en fakir insanları.

Bir bakıma bu çok eski ve tanıdık, dünyanın her kıtasında asırlardır sahnelenmiş ve sonuçları az çok benzeyen, yani her zaman şirketlerin kazandığı bir muharebe öyküsü. Bu genellikle “ilerleme” olarak biliniyor.

Bununla birlikte bugün, iklim değişikliği çağında bu ormanların, akarsu sistemlerinin, sıradağların ve ekolojik olarak sürdürülebilir yaşam yollarını bilen insanların dünyadaki bütün boksitten daha değerli olduğunun kesinlikle farkına varma zamanı. Vedanta olduğu yerde durmalı. Şimdi. Hemen. Daha fazla zarar vermeden.

http://www.guardian.co.uk/environment/cif-green/2009/jul/27/arundhati-roy-orissa-mine adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Futbol-sol ilişkisine dair

26 Temmuz 2009 Pazar

Yazan: Seanachie

Ken Loach ve Eric Cantona’nın Looking for Eric filminin prömiyeri için Dublin’e yaptıkları son ziyaret, en azından Ken Loach’un nahoş biçimde şaşırtan bir konuğu da beraberinde getirdi. Eski Başbakan Bertie Ahern, kardeşi Maurice ile etkinliğe katıldı. Ahern kardeşler, Manchester United’ın eski yıldızına isminin yazılı olduğu bir Dublin forması hediye ettiler. Ken Loach ise beklendiği biçimde Ahern kardeşleri prömiyeri gasp etmekle suçladı ve onunla aynı fikirde olmamak güç, özellikle de Bertie Loach’ın büyük bir hayranı olduğuna ve Cantona’yla Old Trafford’da çeşitli defalar buluştuğuna dair boş laflarla ortaya çıkarken. Loach, filmin gösterilmesini beklemeyecek kadar filmi umursamayan bu “üçkağıtçı sağcı politikacıdan” etkilenmedi.

En solda duran yönetmenlerden futbola dair böylesi bir filmin piyasaya sürülmesi, solun bu oyunla ilişkisinin, uzun zamandır sıkıntılı olan bir ilişkinin sınanması için bir fırsat verdi. Laoch’un durumunda ilişki daima şuradadır: orta sınıf geçmişine rağmen on yıllardan beri futbol taraftarıdır ve ilk filmlerinden biri olan Kes’te, Brian Glover tarafından oynanan beden eğitimi öğretmeninin Manchester United adına attığı bir golü sunduğu komik bir sekans mevcuttur.

Spora soldan bakış: Ateş etmeksizin savaş

Ancak soldaki spor karşıtı sesler çoğu kez en yüksek çıkanlar olmuştur. George Orwell’ın spora dair yorumu olan “Ateş etmeksizin savaş”, solcu entelektüellerin daimi dogması olmuştur. Elbette Orwell’ın sözleri nadir olarak bağlamına yerleştirilir, yani Dinamo Moskova’nın 1945’teki çok başarılı Britanya turu bağlamına. Bu, Kızıl Ordu’yla en yakından işbirliği yapan takımın turuydu ve Stalin’in NKVD (Sovyet istihbarat örgütü, ç.n.) şefi Lavrenti Beria takıma başkanlık yapıyordu ve turun biricik amacı propagandaydı. İngiliz taraftarların çoğu daha çok Dinamo Moskova’nın oynadığı büyüleyici futbolla ilgiliydi fakat Stalin’i soldan eleştiren ilk kişilerden olan Orwell durumun farklı görüyordu. Onun tiksinmesi, daha sonra Güney Afrika’nın apartheid rejiminin ve Pekin Olimpiyatları’nın boykot edilmesinde olduğu gibi tamamen anlaşılabilir.

Ancak milliyetçiliği uluslararası spora vurmak için bir sopa olarak kullanmak yanlış yola saptırıcı ve büyük ölçüde yersizdir. Loach, Looking for Eric için Cannes’da gerçekleştirdiği basın toplantısında bunun aksine futbolun ulusal şovenizm için bir emniyet supabı sağladığını söyleyerek bunu iyi bir biçimde vurguladı. Bunlar, şovenizmin iğrenç hale geldiği durumlar ve buna geri döneceğim, ancak en azından bugünlerde tutkular uluslararası futbolla zincirlerinden kurtuluyor ve spor genellikle güler yüzlüler için.

Son 40-50 yıl içinde batıda kanaat oluşturan sol ya da en azından kozmopolit sol, futbola büyük oranda kuşkucu yaklaşıyor. Bu durumun kökleri klasik Marksizm’de. Karl Kautsky futbolu küçümsüyor, işçi sınıfını kontrol etmenin bir aracı olarak görüyordu. Alman ve İskandinav sosyal demokrat partileri aynı şekilde solda hâlâ varolan bir bakışla ideolojik nedenlerle profesyonelliğe karşı çıkıyordu. Bununla birlikte Batı Avrupa’da en kötü muameleye maruz kalan futbolcular olan Fransız futbolcular Mayıs 1968’de Fransa Futbol Federasyonu Merkezi’nde kendi işgallerini gerçekleştirdiler, 68’liler ise spora karşı kayıtsız ya da kibirli duruyorlardı. Bu durum temel olarak burjuva geçmişlerine ve Fransız futbol mirasının o zamanlar -1950’lerdeki birkaç görkemli yılı hariç tutarsak- yoksul olmasına bağlıydı. Albert Camus, herhangi bir devirde spora düşkünlüğü olan birkaç Fransız entelektüelinden biriydi, bunun nedeni temel olarak işçi sınıfından Cezayirliler arasında yoksul bir “pied noir” (geçmişte Fransız sömürgesi olan ülkelerin sahil şeritlerinde yaşayan Avrupalı nüfusa verilen isin, tr: kara ayaklılar, ç.n.) olarak büyümesidir. Sevgili Ken Loach’un futbol kadar bayağı bir konunun ilgisine değer olduğunu düşünmesi solcu Fransız entelektüelleri arasında birazcık şok etkisi bile yaratmıştı. Les Inrockuptibles’den (Fransa’da yayımlanan bir kültür-sanat dergisi, ç.n.) Serge Kaganski Loach’un neden filminde “futbolun daha şüpheli alanlarından sakındığını” merak ediyor. Kaganski açık biçimde filmle ilgilenmiyor veya takımın Glazer ailesi tarafından devralınmasını protesto eden Manchester taraftarlarınca kurulan FC United’ın tarihinden bihaber. Looking for Eric –bir Loach klasiği olarak- Amerikan kapitalizminin umursamaz hayvanlarınca ellerinden çalınan kulüplerinden vazgeçmelerini savunan yeni kulübün taraftarlarının bulunduğu uzun bir bar sahnesi içeriyor.

Liberal solda, sadist İskoç özel okullarındaki kötü deneyimleri daima spora bakışını boyayan Robert Fiske gibi futbola dair yalın bireysel nefret besleyen kişiler de var. Christopher Hitchens hayatındaki başka birçok şey gibi sporun da ‘aşağısında’ olduğunu düşünür. Chomsky’nin muhtemelen basketbola dair fikri yoktur ama sıra Amerikan sporuna geldiğine “uyutucu eğlence” düşünce okulundan. Futbolu basit biçimde sevmeyen biriyle tartışamazsınız, bu tartışma onların hayatında çok zor etki bırakır ve endişelenmek için daha önemli şeyler vardır. Ama neden onlarla İrlanda’nın Sünya Kupası eleme maçlarında veya bir Şampiyonlar Ligi maçında karşılaşamadığınızı anlatmak bazen zordur. Ben, Pazar akşamları sevgili Bologna’sını izlerken rahatsız edilmek istemeyen, ailesine kendisini ziyarete gelen entelektüellere ‘Brahms dinlediği için rahatsız edilmek istemediğini söylemeleri’ talimatını veren Umberto Eco gibi hissediyorum.

Solda aynı zamanda başka yerlerde de olduğu gibi futbola rugby lehine vurmayı sevenler de var (tabii ki bunun büyük çoğunluğunu rugby ‘taraftarları’ oluşturuyor). Bunu önceden uzun uzadıya yazdığımdan devam etmeyeceğim. Bize futbolun caniler tarafından oynanan bir beyefendi oyunu ve rugbynin beyefendilerce oynanan bir cani oyunu olduğunu söyleyen basmakalıp açıklamaların aksine, rugbynin kendini beğenmiş alçaklarca oynanan bir kendini beğenmiş alçak oyunu olduğunu söylemem yeterli olacaktır.

Politik bir araç olarak futbol

Futbol, Orwell ile gördüğümüz üzere, daha derine oturmuş zehirli faaliyetlerin aracı olmasına karşın doğruluğu kabul edilecek biçimde milliyetçi duyguları kamçılamakla suçlanmıştır. 1969’da Honduras ile El Salvador arasındaki ünlü futbol savaşı, çekişmeli Dünya Kupası elemesini 30 yıldan beri sakinleşmiş anlaşmazlığın bahanesi olarak kullanmıştı (maçı 3-1 kaybeden ve maç sonrasında iki taraftarı ölen Honduras, ertesi gün El Salvador’a saldırmış ve 4 bin civarında insan ölmüştü, ç.n.). Hem Sırp hem de Hırvat milliyetçileri, Yugoslavya Savaşı sırasında milislerini Kızılyıldız, Partizan ve Dinamo Zagreb’in holigan çevrelerinden oluşturmuştu. Hatta Zagreb oyuncusu Zvonimir Boban’ın 1992’de (doğru tarih 13 Mayıs 1990, ç.n.) bir Yugoslav polisine saldırması bazıları tarafından anlaşmazlığın Garvilo Princip (Franz Ferdinand ve eşini öldürerek Birinci Dünya Svaaşı’nın başlamasına neden olan Sırp milliyetçisi, ç.n.) anı olarak bile görülür. Kesinlikle masum olmayan The Old Firm (Britanya’da Glasgow Rangers-Celtic maçlarına verilen isim) bazıları tarafından oldukça histerik bir biçimde İskoçya ve Kuzey İrlanda’da mezhepçiğin yegâne kaynağı olmakla itham edilir. Politik gücü elinde bulunduranlar her zamankinden fazla biçimde futbol başarılarını kendi menfaatlerine kullanmaktan mutlular. Brezilya’da bu durumun, ülkenin takımı 1994’te Dünya Kupası’nı yeniden kazandığında bazı futbolcuların söz konusu başarının siyasetçiler tarafından kullanılmamasını umduklarını söylemelerini de kapsayan, hem seçilmiş liderler hem de askeri liderler arasında uzun bir geçmişi vardır. Arjantinli generaller, 1960’ların sonlarında Racing Club ve Estudiantes tarafından oynanan kısır ancak başarılı anti-futbolun ateşli taraftarıydılar. Albay Kaddafi, fark edilebiir bir futbolu olmamasına karşın oğlunu Juventus (Libya devletinin petrol şirketi Tamoil’in sponsorluk yaptığı) kadrosuna sokacak kadar ileri gitmeyi başardı. Ancak kişi, çok popüler bir spor olarak futbolun kitlesel politik ve toplumsal hareketlerin hizmetinde olmasından gerçekten hoşnut olabilir.

Siyasetçiye dönüşmüş futbolcular ve protestonun gücü

Sol, futboldan tamamen kopuk değildir; Celtic, Barcelona, Rayo Vallecano, Bologna, Livorno, Hammarby, St. Pauli gibi açık biçimde solcu taraftar kültürü ile tanımlanan takımlar da var. Bu takımlar da zaman zaman kendi rezil unsurlarından kopuk değil elbette. İtalya eski Savunma Bakan Yardımcısı ve şimdiki parlamento üyesi Gianni Rivera, eski Polonya Sosyal Demokrat senatörü Grzegorz Lato ve oynadığı süre boyunca sözünü sakınmayan bir komünist ve şimdi Fransa Futbol Federasyonu Etik Kurulu Başkanı olan Dominique Rocheteau gibi sol ve merkez sol siyasetle uğraşan bir dizi futbolcu var. 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın aslında başına getirilen Miguel Saldanha, komutanların takım seçimine müdahalesine direnen bir komünistti. Finallerin başlamasına kısa süre kala görevden alındı. Lilian Thuram partilerden bağımsız biri ancak önümüzdeki yıllarda siyasete girme olasılığı göz ardı edilemez. 2006 Dünya Kupası’nda Oleg Blokhin Komünist Parti delegeliği görevini milli takım yöneticiliği görevi ile birleştirirken, Macaristan Altın Karması’nın antrenörü Gusztáv Sebes sağlam bir komünist ve Paris’teki Renault fabrikasında sendika örgütleyicisiydi.

Futbol bazen de solcu kurtuluş hareketlerinin taşıyıcısı olmuştur. Afrika ülkelerindeki sömürge karşıtı hareketlerin örgütlenmelerinin çoğu, yerlilerin bir araya gelmelerine izin verilen tek vasıta olan futbol sonucunda ortaya çıkmıştır. Gana, Nijerya, Rodezya (Zimbabve) gibi ülkelerde Benjamin Borombo ve Sipambaniso Manyoba gibi yıldızlar aynı zamanda sendikal örgütleyicilerdir. Futbol, Apartheid dönemi Güney Afrika’sında Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) sportif siperini sağlamıştı ve ırklar arası, ırkların bir arada bulunduğu sayılı aktivitelerden biriydi. Afrika ülkeleri, uzun bir mücadelenin ardından nihayet FIFA’yı siyah ve beyazların karmasından oluşan bir takım kurmayı reddeden Güney Afrika’yı organizasyon dışında bırakmaya zorlamıştı. Bu arada Robben Island’daki (Güney Afrika’da bulunan bir ada hapishane, ç.n.) mahkumlar 20 yıldan beri adamakıllı örgütlenmiş bir ligi sürdürüyorlardı. Ve daha geçen ay 6 İranlı futbolcu kayda değer bir cesaret göstererek Güney Kore ile yaptıkları Dünya Kupası eleme grubu maçında muhalefet taraftarlarının simgesi olan yeşil bileklikleri taktılar.

Futbol genellikle apolitik

Ancak bu duygusal yakınlıklar bir yana, kuşkusuz ki futbol büyük oranda militan solun küçümsemesine maruz kalmıştır. Söz konusu sol, futbolun haftalık ayarıyla teslimiyetçiğe sevk edilmiş uysal bir kalabalık görür; kitleleri, devrimci enerjisini son yıllarda televizyon gelirleri, sarmal gelirler ve bilet ücretleri ile büyüyen bir ticari şirketin hizmetinde harcıyor olarak görür. Hepsi çok güzel, fakat futbol kültürünün büyük kısmının bu kitleler tarafından yaratıldığından bahsetmeyi ihmal ediyor, futbolu sloganlarıyla, pankartlarıyla, lakaplarıyla ve kolektif bellekleriyle donatan işçi sınıfından taraftarların yaratıcılığını ve zekâsını reddediyor. Televizyonların, devletlerin, büyük iş dünyasının ve pazarlamanın neyi deneyebileceğinin önemi yok, hep taraftarların kalacak ve futbol kültürünü kontrol edecek prefabrike acentelerin olmayacak. Militan sol, futbol izleyicisi olan insanların aynı zamanda çoğunlukla maddi getiri olmadan onu oynadığını veya organize ettiğini de görmezden geliyor. Bu eski bir klişedir ama bu çocukları sokaktan uzak tutuyor, sıklıkla da alt gelir grubundan gelen ve kendilerine açık başka çok az aktivite olan çocukları.

Bill Shankly ünlü “Futbol sadece bir ölüm kalım meselesi değildir, ondan çok daha önemlidir” sözü çok sık biçimde göründüğü gibi algılanır. Shank’ın bahsi geçen ünlü tatsız esprisinde tuhaf şeyler vardır (Bir keresinde eşini balayında Rochdale’ın maçına götürdüğünü reddetmiş, ‘Rochdale’in yedekleriydi’ demiştir) ve onun kendi sosyalist eğilimleri büyüdüğü yer olan, halkı madencilikle geçinen Ayrshire’da şekillenmiştir. Manchester United’dan Matt Busby ve Derby ve Nottingham Forest’tan Brian Clough gibi Shankly de karşılıklı saygıyı, dayanışmayı ve mütevazı gelirlerinin çoğunun kendilerini desteklemek için harcayan insanları eğlendirmeyi ve onlara saygıyı içeren bir kulüp kültürünü teşvik ediyordu. Tüm bunlar, geçen 30 yıl içinde endüstriyel ve toplumsal çürümeyle aşınmış geleneksel halk değerlerinden gelmişti; Clough’un 1984’te (doğru tarih 1972, ç.n.) maden grevcilerinin güçlü bir destekçisi olması da dikkate değer. Shankly, futbolun da diğer her şey kadar ciddiyetle değerlendirilmesi gerektiğini düşünürdü ve ancak bir budala onun, Busby’nin, Clough’un, Jock Stein’in veya bu çağın büyük menajerlerinin görüşlerinin futbolun dünyanın merkezi olduğu anlamına geldiğini düşünür.

Futbolcular ve kazançları

Tabii ki günümüzde bazı güzellikler ama bundan çok daha fazla kötülükler getiren futboldaki finansal büyümenin kökleri paradoksal biçimde işçi haklarında. Çok ünlü olmayan Belçikalı futbolcu Jean-Marc Bosman, 1993 yılında Avrupa Adalet Mahkemesi’nde kazandığı davayla kontratı biten bir futbolcunun bedelsiz transfer olma hakkını güvence altına almıştı. Avrupa Birliği’ndeki tüm çalışanlar için garanti altına alınan temel hak böylece futbolcular için de elverişli hale gelmişti. Bosman Kuralı aynı zamanda Avrupa Birliği ülkelerinde tüm çalışanların futbolcularla eşit biçimde serbest dolaşım hükmünü de getiriyordu ve böylece kulüplerin başka ülkelerden de futbolcularla kendilerini takviye etmelerinin önü açıldı. Söz konusu durum dengeyi büyük ülkeleri büyük kulüpleri lehine bozarken aynı zamanda çok daha fazla para kazanacakları kârlı yayın anlaşmaları yapmalarını sağladı. Büyük kulüpler Şampiyonlar Ligi’nin aslan payını aldı ve oyuncular da o andan itibaren hiç olmadığı kadar çok yer değiştirmeye ve para kazanmaya başladı.

Büyük çoğunluğu işçi sınıfından gelen profesyonel futbolcular, daha uzun süre geldikleri topluluklarla ilişkili olacak olsalar bile bir çeşit işçi aristokrasisi oluşturdular. En azından Britanya’da 1920 ve 1930’larda gerçekleşen birkaç küçük başkaldırıyı bir kenara bırakacak olursak, daha iyi ücretler veya çalışma koşulları için hiçbir zaman fazla baskı olmadı. Çoğu oyuncu, sınıflarının soluk alma standartları ile makul paralar kazandıkları bir hayat yaşadılar ancak Everton ve İskoçya oyuncusu Stewart Imlach’ın oğlu Gary Imlach’ın, babasına dair anılarında etkili biçimde anlattığı gibi işverenleriyle köle benzeri bir ilişki kurdular. Sadece 1960’ların sonunda Jimmy Hill Profesyonel Futbolcular Birliği’nin yönetimine geldiğinde eski zorbalık yönetimi buharlaştı ve maksimum ücret kaldırıldı. Ancak Hill’in niyeti futbolcuları işçi statüsünden uzaklaştırmak ve eğlence zeminine doğru götürmekti. Bu şekilde futbolcuların burjuvalaştırılması kariyerleri boyunca futbolculara daha çok para kazandırsa da emekliliklerinden sonra hayatlarının bu aşamasında sınırlı seçenekleri olan söz konusu kişiler yoksulluk çekmeye devam etti. Tüm bunlar 90’ların ortalarında değişti. Futbolcular bu günlerde sıklıkla aldıkları astronomik meblağlar nedeniyle küçümseniyor ve verilen ücretlerin çoğununu yakışıksız olmasındansa bu doğru.

Büyük kulüp egemenliği

Ancak futbol güç olarak pompalanan çılgın miktarlardaki paranın zararını gördükçe saha içindekiler de dışındakiler de giderek artan bir biçimde sınırlı sayıda merkezde dikkatini topluyor. İlerleyen günlerde İsveç, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Avusturya gibi ülkelerin takımları Avrupa kupalarına katılmayı ümit edecek. Aberdeen ve Dundee United gibi demode kulüpler daha 1980’lerde Avrupa’da en iyi olmak için mücadele ederken Rangers ve Celtic bugün hiç olmadığı kadar egemen. İki taraf da kuşkusuz ki daha yerli rekabeti tercih edecektir ancak Avrupa’daki kendi sınırlı potansiyelleri gider ve gelir sıkışması tehlikesinden kurtulmalarına da bağlı. Kendisi de önemli ir amatör futbolcu olan İskoçyalı sosyalist Tommy Sheridan on yıl önce yayımlanan Imagine isimli kitabında bu türden dengesizliklerin ancak sosyalist bir politika ile tersine çevrilebileceğini iddia ediyordu. Belki tamamen sosyalizm karşıtı olan Amerikan spor dünyasında draft sistemi ile böylesi bir durum mevcuttur. Tabii ki bu durum varoldukları günden beri futbol kulüplerinden daha bilinçli atırımcıları olak liglerin hizmetinde. Hiç kuşkusuz bu durum daha üst düzeyde rekabet sağlıyor ama Avrupa futbol sahnesinden de çekilen bir şey olan zayıf ama azimli takım mefhumunu ortadan kaldırıyor. Hull City, Hoffenheim, Wolfsburg, Shakhtar Donetsk veya Chievo gibi yükselen bu birkaç başarılı küçük takım varlıklı kişilerin veya şirketlerin bağışlarına minnettar.

Taraftarlar, kararlı taraftarlarının kulüpten koptuğu Manchester United ve Wimbledon örneğinde olduğu gibi birçok durumda, kulüplerini ellerinden alınmış olarak görürler. Böylesi bir durum bütün hayatları boyunca peşinden gittikleri kulüplerini desteklemeye devam ederken Silvio Berlusconi, Malcolm Glazer, Thaksin Shinawatra kadar tiksindirici kapitalistlerin kasalarına para akıtan soldaki taraftarları bir ikileme sürükler. Ünlü Marksist teoriysen Toni Negri, Berlusconi’nin hâmiliğine rağmen sevgili Milan’ını desteklemeye devam ederken, Fransa’nın sol eğilimli spor dergisi So Foot’a geçen sene verdiği bir mülakatta “Aşık olduğunuz kadının bir fahişeye dönüşmesi onu daha az seveceğiniz anlamına gelmez” demişti. Çoğunluk için kulüplerinin aşırı sağcı eşkıyalar tarafından gasp edilmesi çoğu durumda her şeye rağmen sabredenlerin desteklerine kafa tutmak için zaten yeterince güçlüdür.

Ne solun ne de sağın özel alanı olarak futbol

Futbolun sahip olduğu geniş işçi sınıfı kültürüne karşın yolu sol siyasetle sadece aralıklı olarak kesişmiştir. Ve herhangi bir zamanda neden kesişmesi gerektiğine dair tam bir gerekçe yoktur. Sadece bir budala futbolun apolitik olduğunu söyleyebilecekken, futbol hiçbir zaman solun ya da sağın özel alanı olmamıştır. 1955’te İrlandalı taraftarların Yugoslavya ile oynayan takımlarını izlemek için Katolik Kilisesi’ne direndiği veya Norveç’teki Nazi işgali sırasında Norveçlilerin kukla Quisling rejimi tarafından oluşturulan tüm futbol ve diğer spor fikstürlerini topluca boykot etmesi gibi futbol taraftarlarının siyasi egemenliğe direndiği zamanlar olmuştur. Bilmedikleri şeyler konusunda Panglossyan (Pangloss, Voltaire’in Candide isimli eserinde hemen her konu üzerine söyleyecek sözü olan optimist profesörün adıdır, ç.n.) ahlâkı konuşturmak konusunda hiçbir zaman başarısız olmayan Amerikalı “neo-con”lar ABD’nin futbola ilgisizliğinin, ülkenin rekabet ve bireyselliğe olan sevgisinin yansıması olduğunu iddia ederler. Sosyalist ve halkçı dünya görüşü geçmişlerinin üzerlerinde kaldığı varsayılan Latin Amerika ve Avrupa, sosyalizme benzer biçimde kolektivizmi ve sıradanlığı kutsal bir yere koyan futbolu sonuna kadar destekler. Futbolun ABD’deki tarihsel zayıflığının, tarihsel rastlantıdan çok kültürel beğeni ile ilgisi vardır, ancak böylesi bir gerçek American Enterprise Institute’ün (neo-con politikaları belirleyen think-thank kuruluşu, ç.n.) Hegelci akıl hocalarıyla zorla duruyor.

Hayır, futbol doğası itibari ile faşist ya da gerici olmasından daha fazla sosyalist ya da solda değildir. Ancak kültürlü solcular tarafından özellikle lanetlenmesini gerektiren bir şey de yok. Sonuçta, bu güzel oyunda soldaki şerefli yenilgiler tarihinin yansıması vardır: solun Luxemburg’ları, Liebknecht’leri, Connolly’leri (James Connolly, İrlanda özgürlük hareketinin sosyalist önderlerindendir, ç.n.), Noel Brown’ları (eski bir İrlandalı sosyalist parlamenter, ç.n.), Allende’leri, Halk Cepheleri vardır; diğer taraftan futbolun da 1954 Macaristan’ları, 1934 Avusturya’ları, 1974 Hollanda’ları, 1982 Brezilya’ları vardır. Tuhaf ihtiyar oyun…

http://www.irishleftreview.org/2009/07/20/important-football-left/#more-1624 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Açık Ocak Madenciliğine Karşı Küresel Eylem Günü’nde, Tayland’ın Bangkok ve Meksika’nın Mexico City kentleri ile birlikte Kanada’nın Toronto ve Montreal ve Avustralya’nın Melbourne, Canberra ve Newcastle şehirlerinde dayanışma eylemleri düzenlendi. Protestolar, Kanadalı madencilik şirketlerinin darbesini alan dünya halklarıyla dayanışma sergilemek amacıyla Toronto Borsası’nın yanı sıra belirli madencilik şirketleri ile Kanada Büyükelçilikleri’ni hedef aldı. Toronto Borsası önünde toplanan protestocular adına yapılan açıklamada, Kanadalı sermayesinin yaptıklarının her Kanadalının yüzkarası olduğu belirtilerek, “Toronto Borsası’nda liste edilmiş hiçbir insan hakları şartı yok. Kanada hükümeti, insan hakları aktivistleri öldürülürken ve halklar zehirlenirken bu şirketleri destekliyor. Söz konusu yaygın insani ve çevresel yıkımla Kanada’nın adı lekeleniyor” denildi.

Aynı gün dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirilen eylemlere dair bilgiler ise şunlar:

Filipinler:

Filipinler’de sol eğilimli eylemcilere, rahiplere ve gazetecilere yönelik siyasi cinayetler Gloria Macapagal-Arroyo’nun başkanlığı döneminde durmaksızın arttı ve bu cinayetler Filipinler’deki geniş ölçekli madenciliğin açıkça eleştirilmesiyle bağlantılandırıldı. Karapatan isimli insan hakları grubu, Macapagal-Arroyo’nun göreve geldiği 2001 senesinden bu yana 601 eylemcinin öldürüldüğünü tahmin ediyor. Neredeyse tüm vakalar hâlâ çözülmemiş, açıklığa kavuşturulmamış durumda.

Kongo Demokratik Cumhuriyeti:

6 tane Kanadalı madencilik şirketi, savaş mağduru ülkede çatışmaya katkıda bulunan ticari aktiviteleri nedeniyle hesap vermeye çağrılmakta. Son yıllarda Kongo’da savaş nedeniyle 3 ila 5 milyon insanın hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Dahası, Kanadalı şirketler Kongo Silahlı Kuvvetleri’ne lojistik destek sağlayarak savaşa bulaşmış durumda.

Burma:

Burma’daki en büyük özel madencilik yatırımcısı Ivanhoe Madencilik Limited Şirketi, yabancıların maden arama ve geliştirmelerine yönelik Kanada’daki cömert vergi muafiyetlerinden yararlanmak için Kanada’nın Yukon eyaletinde kayıtlı. Şu anda ne Kanada borsalarındaki madencilik şirketlerinin kendileri ne de ülkede şirketlere yol gösteren yasalar bugün sorumsuz madenciliğin halka etkilerine karşı ve Burma gibi çatışmadan zarar görmüş ülkelerdeki çevre için herhangi bir koruma sağlamıyor. Bölge halkından gelen haberler ciddi çevresel tahribatın ve maden alanlarına giden yolların inşasında zorla çalıştırılmanın sinyallerini veriyor.

Ekvador:

Kanadalı yeni madencilik şirketlerinden Copper Mesa, bugünlerde topraklarında maden aranmasına karşı çıkan bölge çiftçilerine ve yerli halka gözdağı vermek amacıyla paramiliter güçleri kiralayarak insan hakları ihlallerini devam ettirmek suçlamasına dair davayla yüz yüze. Davada Toronto Borsası’nın da adı geçiyor ve Copper Mesa’nın Ekvador’daki insan hakları ihlalleri önceden bilinmesine rağmen Coppor Mesa’nın kaynak toplamasına izin vermesi nedeniyle 3 milyar dolar tazminat talebiyle dava edilmiş durumda.

Honduras:

Honduras’taki darbeyi destekleyen tek devlet Kanada. Devrik Başkan Manuel Zelaya, ülkedeki Kanadalı madenci şirketlerini aşırı düzeyde rahatsız eden bir düşünce olarak ülkedeki yeraltı kaynaklarını kamulaştırmaya niyetlenmişti. Kanada şirketi Goldcrop, ülkedeki insan hakları ihlalleri ve ekolojik yıkım ile ilişkilendiriliyor. Goldcrop sübvansiyon olarak Kanada Emeklilik Planı’ndan yaklaşık bir milyar dolar aldı.

Papua Yeni Gine:

Porgera Birleşik Yatırımı’nın (PJV) güvenlik güçlerine dair halk tarafından yapılan tecavüz, dayak ve öldürmelere dair suçlamaları en az 10 yıldır mevcut. Güvenlik güçleri, Nisan 2009’da yerli halka ait arazilerinde bulunan 300 evi yaktı. Köylüler, söz konusu arazilerin “ata toprağı” olduğunu iddia ediyor ve madencilerle görüşmüyorlardı. Ayrıca PJV, maden arama faaliyeti sırasında çıkan milyonlarca ton cevher atığını 800 kilometrelik nehir sisteminin yakınlarına döküyor. Norveç Emekli Sandığı, Kanadalı şirket Barrick Gold’daki hisselerini şirketin Porgera’daki atık imha metotları nedeniyle azalttı.

Kanada:

Kanada’da madencilik, topraklarının ve kültürlerinin madencilik faaliyetleri nedeniyle tahrip edilmesine şahit olan “İlk İnsanlar’ın titizliğiyle ülke halkından yükselen bir direnç görüyor. Özellikle Kuzey Alberta’daki petrol aramaları (ing: tar sands, ç.n.) dünyadaki en büyük ekolojik çöküşü yaratıyor.

Meksika:

Mexico City’de eylemciler Açık Ocak Madenciliği’ne Karşı Küresel Eylem Günü’nün birincisinde şehirdeki Kanada Büyükelçiliği’nin önünde 36 saatlik bir oturma eylemi gerçekleştirdiler. Besin ve Tarım Örgütü (FAO) üyesi Juan Carlos Ruiz Guadalajara, söz konusu oturma eylemini ile Kanada hükümetinden New Gold Madencilik’in San Pedro madenindeki soruna müdahil olmasının talep edildiğini belirterek, “Maden, mahkeme kararıyla çevresel izinlerini kaybetmesine rağmen çalışmaya devam ediyor. Büyükelçiliğe, bu suistimal, insan hakları ihlalleri ve çevresel tahribat karşısında sesimizi yükseltmeye devam edeceğimizi hatırlatıyoruz” dedi.

http://allan.lissner.net/?p=1859 adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Başlangıçtan nasıl başlanır?

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Yazan: SLAVOJ ŽIŽEK

Lenin, “Bir Siyaset Yazarının Notları” isimli -Bolşeviklerin tüm ayrıksılara karşı verilen iç savaşı kazanmasının sonrasında pazar ekonomisine ve özel mülkiyete çok daha geniş alana izin verdikleri Yeni Ekonomik Plan’a / Siyaset’e (NEP) geri çekildikleri Şubat 1922’de yazdığı- mükemmel kısa metninde, devrim sürecindeki geri çekilmenin ne olduğunu ve davaya oportünistçe ihanet edilmeden nasıl yapılabileceğini açıklamak için yeni bir dağ zirvesine çıkmaya yönelik ilk denemesinde dönmesi gereken bir dağcıyla benzeşim kurar:

Kendimizi çok yüksek, dik ve şimdiye kadar keşfedilmemiş bir dağa tırmanan adam olarak resmedelim. Benzeri görülmemiş zorlukları ve tehlikeleri alt ettiğini ve hiçbir selefinin erişemediği kadar yüksek bir noktaya erişmekte başarılı olduğunu, ancak henüz zirveye erişemediğini varsayalım. Kendisini, sadece aynı doğrultuda devam etmek için sadece seçtiği yolda zorluk ve tehlike olan bir durumda bulmakla kalmaz, aynı zamanda kesinlikle imkansızdır. (1)

Bu durumda Lenin şöyle yazar:

Dönmeye, aşağı inmeye, başka, muhtemelen de uzun bir rota aramaya zorlanıyordur, ancak bunlardan biri zirveye ulaşmasını sağlayacaktır. Ulaştığı ve daha önce kimsenin bulunmadığı yükseklikten inmek belki hayali gezginimiz için yükselmekten daha tehlikeli ve zor olacaktır; kaymak daha kolaydır, ayağını basacağı yeri seçmek kolay değildir, bu noktada yukarıya, doğrudan hedefe giderken hissettiği canlılık vs. yoktur. Beline halat bağlaması gereken biri dağcı sopasıyla ayak basma yerleri açmak veya halatı sıkıca bağlanabileceği bir yere atmak için saatlerini harcar; o kişi ağır aksak gitmelidir ve aşağıya gitmelidir, alçağa, hedeften uzağa; ve o kişi bu aşırı tehlikeli ve eziyetli olan alçalmanın nerede biteceğini veya zirveye daha cesurca, daha hızlı ve daha doğrudan tırmanabileceği yeterince güvenli bir yol olup olmadığını bilmez.

Kendisini böylesi bir durumun ortasında bulan dağcının “moral bozukluğu anları” olması olağandır. Eğer aşağıdan “kendisinin inişini bir teleskop vasıtasıyla ve güvenli bir mesafeden izleyenlerin” seslerini duyabilirse, ne olursa olsun bu anlarda dayanmak daha zor olacaktır: Aşağıdaki sesler kötü niyetli bir memnuniyetle çınlar. Bunu gizlemezler; neşeli bir şekilde kıkırdarlar ve bağırırlar: “Bir dakika içinde düşecek! Hak ettiği cezayı bulacak, kuş beyinli!” Başkaları kötü niyetli sevinçlerini gizlemeyi dener, daha çok Judas Golovlyov gibi davranırlar, Saltykov-Shchedrin’in ‘Golovlyon Ailesi’ romanında herkesin bildiği ikiyüzlü mülk sahibi gibi:

İnlerler ve gözlerini acıyla gökyüzüne dikerler; şunları söylercesine: ‘Korkularımızın haklı çıkması bize feci biçimde keder veriyor. Ömrünü bu dağa tırmanmak için akıllıca bir plan tasarlayarak harcayan, planımız tamamlanana kadar tırmanmanın ertelenmesini isteyen biz değil miyiz? Ve eğer çok coşkulu bir biçimde şu kuş beyinlinin şimdi vazgeçtiği ( Bakın, bakın, geri döndü! İniyor, tek bir adıma hazırlanmak saatlerini alıyor! Ve şimdiye kadar, bizden itidal ve uyarma istediği zaman içinde istismar edildik) bu yolun seçilmesini protesto ettiysek, bu kuş beyinliyi büyük hevesle kınadıysak ve herkesi onu örnek almamaları ve yardım etmemeleri konusunda tembihlediysek, bunu tamamen bu dağı ölçmek için yapılan büyük plana bağlılığımızdan ve u planın genel olarak itibarsız hale gelmesini önlemek için yaptık.’

Bereket versin ki Lenin devam ediyor, hayali kahramanımız tırmanma fikrinin “gerçek dostları” olanların seslerini duyamaz; duyabilseydi ‘onu muhtemelen bulandıracaklardı- ‘Ve bulantı bilhassa yüksek irtifalarda kişinin kafasını temiz tutmasına ve sağlam bir adım atmasına yardımcı olmaz.’

Tabii ki bir metafor ispat anlamına gelmez: ‘her benzeşim kusurludur’. Lenin, henüz küçük bir çocuk olan Sovyet Cumhuriyeti’nin karşı karşıya olduğu güncel durumu hecelemeye devam ediyor:

Rusya proletaryası, devrim ile devasa bir yüksekliğe çıktı, sadece 1789 ve 1793 ile karşılaştırıldığında değil, 1871 ile karşılaştırıldığında da böyle. Ne yaptığımızı ve ne yapmadığımızı olabildiğince tarafsızca, açıkça ve aşikar biçimde hesaplamalıyız. Eğer bunu yaparsak kafamızı temiz tutacağız. Bulantının, aldanmaların ya da umutsuzluğun acısını çekmeyeceğiz.

Sovyet devletinin 1922’deki başarılarını sıraladıktan sonra Lenin, nelerin henüz yapılmadığını açıklıyor:

Ancak sosyalist ekonominin altyapısını dahi henüz kurmadık ve can çekişen kapitalizmin saldırgan gücü bizi hâlâ bundan mahrum edebilir. Bunu açıkça değerlendirmeli ve içtenlikle kabul etmeliyiz, aldanmalardan daha tehlikeli bir şey olmadığı için bunu yapmalıyız (ve baş dönmesi, özellikle bu irtifalarda). Ve bu acı gerçeği kabul etmekte kesinlikle korkunç bir şey, en ufak umutsuzluğa meşru zemin sağlayacak bir şey yok; Marksizm’in her zaman ısrarla tavsiye ettiğimiz ve yinelediğimiz basit gerçeği, çeşitli gelişmiş ülkelerin işçilerinin birleşme çabalarının sosyalizmin zaferine ihtiyacı olduğu gerçeği için.

Dahası Lenin şunları kaydeder: “Devrimci proletarya güçlerinin ordusunu bozulmadan koruduk, manevra kabiliyetini koruduk, kafamızı temiz tuttuk ve nerede, ne zaman ve nereye kadar geri çekileceğimizi, henüz bitirilmemiş olarak duranları değiştirmek için nerede, ne zaman ve nasıl işe koyulacağımızı aklı başında biçimde hesapladık.” Ve sonuçlandırıyor:

Komünistler, sosyalist ekonominin altyapısı tamamlanırken, hata yapmadan, geri çekilmeden, bitirilmemiş veya yanlış yapılmış çeşitli başkalaştırmalar olmadan böylesine çığır açan bir girişimi bitirmenin olanaklı olduğunu hayal edenlere mahkum edilmiş durumda. Aldanmaları olmayan, umutsuzluğa boyun eğmeyen, başlangıçtan başlangıca aşırı zor bir göreve yaklaşırken defalarca “başlangıçtan başlamak için” güçlerini ve esnekliklerini koruyan komünistler mahkum değillerdir. (ne olursa olsun helak olmazlar)

Daha iyi yenil!

Lenin burada Beckettyan olmaya uygun, Worstward Ho’dan bir dizeyi önceden ima ediyor: ‘Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.’(2) Onun kararı –başlangıçtan başlamak için- yalnızca yavaşlama ve halihazırda erişilmiş olan destekleme hakkında konuşmadığını, aynı zamanda başlangıç noktasına geri dönme hakkında konuştuğunu belli ediyor: kişi baştan başlamalı, önceki çabasında ulaşmayı başladığı yerden değil. Kierkegaard’ın ifadesiyle, devrimci bir süreç aşamalı bir süreç değildir ama tekrarlamalı bir devinimdir, defalarca başlangıcı tekrarlayan bir devinim.

Georg Lukács, Marksistliği öncesi şaheseri Roman Kuramı’nı şu ünlü cümleyle bitirir: ‘Seyahat bitiyor, yolculuk başlıyor.’ Yenilgi anında olan şey budur: diğerlerinden farklı devrimci deneyimin seyahati bitiyor, ama gerçek yolculuk, yeniden başlama işi henüz başlıyor. Bununla birlikte, geri çekilmeye olan bu isteklilik hiçbir surette diğerlerine doğru dogmatik olmayan bir açılıma işaret etmez, politik rakiplere bir izindir, ‘Biz hatalıydık, siz uyarılarınızda haklıydınız, bu nedenle şimdi güçlerimizi birleştirelim.’ Aksine, Lenin böylesi anların mümkün olan en büyük disipline ihtiyaç duyulan zamanlar olduğunda ısrar eder. Birkaç ay sonra Nisan 1922’de Bolşevik Parti 11. Kongresi’ne hitaben konuşan Lenin şu görüşleri ileri sürer:

Bütün ordu geri çekilmekte olduğu zaman (mecazi anlamda konuşuyorum), ilerlerken sahip olduğu moralle aynı morale sahip olamaz. Her adımda buhranın belli bir halini bulursunuz. Bu, ciddi tehlikenin yattığı yerdir; ilişkilerin büsbütün farklı olmasından dolayı büyük muzaffer bir ilerlemenin ardından geri çekilmek son derece zordur. Muzaffer bir ilerleme süresince disiplin gevşese bile herkes kendi arzusuyla ileriye yüklenir. Bununla birlikte bir geri çekilme süresince disiplin daha şuurlu olmalıdır ve yüzlerce kat fazla gereklidir, çünkü bütün bir ordu geri çekilmekte olduğu zaman nerede duracağını bilemez veya göremez. Sadece geri çekilmeyi görür; böylesi koşullar altında bazen paniğe kapılmış birkaç ses bile bozguna sebep olmaya yeterlidir. Buradaki tehlike muazzamdır. Gerçek bir ordu geri çekilmekte olduğu zaman makineli tüfekler hazır tutulur ve düzenli bir çekilme düzensiz bir çekilmeye dönüştüğü zaman ateş emri verilir, bu da tamamen doğrudur.

Bu durumun sonuçları Lenin için gayet açıktı. NEP üzerine Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler'in ‘nasihatlerine’ –‘Devrim haddini aşmıştır. Sizin şimdi söylediklerinizi biz her zaman söylüyoruz, bunu tekrar söylememiz için bize izin verin’- cevaben 11. Parti Kongresi’nde şöyle demişti:

Cevaben diyoruz ki: ‘İzin verin sizi bunu söylemeniz için bir atış mangasının önüne koyalım. Ya görüşlerinizi söylemekten kaçınacaksınız ya da durumumuzun beyaz muhafızların bize doğrudan saldırdığı zamandan çok daha zor olduğu mevcut şartlarda görüşlerinizi alenen açıklamakta ısrar ederseniz, bu durumda sizi en kötü ve öldürücü beyaz muhafız unsurları olarak gördüğümüzde ayıplamak için sadece kendinizi bulacaksınız.(3)

Bu ‘kızıl terör’ her şeye karşın Stalinist ‘totaliterlikten’ ayrı tutulmalı. Sándor Márai anılarında farkın belirgin tarifini sağlar.(4) Devrime muhalefet edenlerin şiddetli biçimde konuşma haklarından mahrum edildikleri Leninist diktatörlüğün en şiddetli aşamalarında bile bu kişiler susma hakkından mahrum edilmemiştir: bu kişilerin iç sürgünden dönmelerine izin verilmişti. Bolşeviklerin Lenin’in teşvikiyle kötü şöhretli ‘Filozoflar Vapuru’nu düzenlediği 1922 sonbaharından bir bölüm burada göstergedir. Lenin, bu kovulacak entelektüellerin olduğu listede ağır hastalığına bağlı olarak ölümü beklemek üzere özel hayatına çekilmiş yaşlı bir Menşevik tarihçinin olduğunu öğrendiğinde onu sadece listeden çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda ona fazladan yemek kuponları verilmesi talimatını da vermişti. Düşmanı politik mücadeleden çekildiğinde Lenin’in kini de biterdi.

Bununla birlikte Stalinizm için böylesi bir sessizlik bile çok fazla yankı yapar. Sadece kalk kitlelerinin desteklerini göstermek için büyük gösterilere katılması gerekmez, sanatçılar ve bilim insanlarının da resmi bildirileri imzalamak, Stalin’e veya resmi Marksizm’e riyakârlık yapmak gibi etkin önlemlere katılarak kendilerinden ödün vermeleri gerekirdi. Leninist diktatörlükte birisi söylediğinden dolayı vurulabiliyorduysa Stalinist diktatörlükte söylemediğinden dolayı vurulabiliyordu. Bu, en sonuna kadar gerçekleştirilmişti: suskunluğa çekilmenin en aşırı hali olan intihar, Stalin tarafından partiye en son ve en büyük ihanet eylemi olarak ayıplanmıştı. Leninizm ve Stalinizm arasındaki bu farklılık topluma yönelik genel tutumlarını yansıtır: birincisi için toplum, iktidar için amansız mücadelenin, açıkça kabul edilmiş mücadelenin bir alanıdır; diğeri için ise bazen neredeyse belli belirsiz olan çarpışma, kendisinin dışında tutulana -insandan daha aşağı olan haşarat, böcek, hainler- karşı sağlıklı toplumun tekrar tanımlanmasıdır.

Bir Sovyet kuvvetler ayrılığı mı?

Lenin’den Stalin’e geçiş gerekli miydi? Hegelci cevap geçmişe dönük ihtiyacı anımsatacaktır: bu geçiş bir kez olduğunda, Stalin kazandığında gerekliydi. Diyalektik tarihçinin görevi bunu ‘başlangıçta’ düşünmektir, Moshe Lewin’in Lenin’in Son Mücadelesi eserinde yapmayı denediği gibi farklı biçimde bitebilecek mücadelenin bütün olasılıklarının üzerinde durmaktır. Lewin ilk olarak Lenin’in Sovyet devletini oluşturan ulusal varlıklarsın tam bağımsızlığında ısrar etmesine işaret eder -22 Eylül 1922’de Politbüro’ya yazdığı bir mektupta Stalin’in Lenin’i açıkça ‘ulusal liberalizmle’ suçlamasına hiç şaşırmaz.- İkincisi Lenin’in hedeflerin gösterişsizliğine olan vurgusunun altını çizer: sosyalizm değil, ama kültür, yaygın okuryazarlık, verimlilik, teknokrasi; köylülerin NEP bağlamında ‘aydın tüccarlar’ haline gelmesine imkan sağlayan kooperatif ortaklıklar. Bu belli ki ‘tek ülkede sosyalizm’den çok farklı bir perspektifti. Bu gösterişsizlik bazen şaşırtıcı biçimde açıktır: Lenin tüm ‘sosyalizmi inşa’ denemeleriyle alay eder; partinin yetersizlik motifleriyle aralıksız olarak oynar ve Napoleon’un “Önce mücadeleye başlamalı, gerisine sonra bakarız” sözünü yineleyerek Sovyet siyasetinin doğaçlama doğasında ısrar eder.

Lenin’in devlet bürokrasisinin egemenliğine karşı son mücadelesi herkesçe malum; az bilinen ise, Lewin’in şeffaf biçimde işaret ettiği gibi, Lenin’in yeni bir yönetim kurulu, Merkez Denetleme Kurulu teklifiyle demokrasi yörüngesini ve parti-devlet diktatörlüğünü düzeltmeyi denediğidir. Lenin, Sovyet rejiminin diktatoryal doğasını tamamen kabul ederken, zirvesinde farklı unsurlar arasında denge kurmayı, demokratik rejimlerdeki kuvvetler ayrılığı ile –karşılaştırma benzemeden öte değil- ‘aynı amaca hizmet edebilecek bir karşılıklı kontrol sistemi’ denemişti. Genişletilmiş bir Merkez Komite siyasanın genel hatlarını koyacaktı ve tüm parti aygıtlarını denetleyecekti. Bunun kapsamında Merkez Denetleme Kurulu şöyle olacaktı:

Merkez Komite’nin ve çeşitli dallarının –Politik Büro, Sekretarya, Orgburo (örgütlenme bürosu, ç.n.)- kontrolü görevini yapacak. Kurulun bağımsızlığı, Politbüro’nun, yönetim organlarının veya Merkez Komite’nin aracılığı olmadan Parti Kongresi ile doğrudan bağlantısı ile garanti altına alınacak.(5)

Denetlemeler ve dengelemeler, kuvvetlerin dağıtımı, karşılıklı kontrol – bu, Lenin’in soruya umutsuz cevabıydı: denetleyicileri kim denetleyecek? Merkez Denetleme Kurulu fikrinde hayal gibi, bayağı fantazmatik olan bir şeyler var: en iyi öğretmenlerden ve teknokratlardan oluşan, ‘politikleşmiş’ Merkez Komite’yi ve onun organlarını kontrol altında tutacak, ‘apolitik’ bir ağza sahip bağımsız, eğitici bir denetleyici kurul –kısacası parti yöneticilerini hizada tutacak tarafsız uzmanlar-. Bununla birlikte tüm bunlar en üst parti aygıtlarının kongreyi denetlemesine ve partiyi eleştirenleri hizipçi olarak azletmesine izin veren Parti Kongresi’nin –hiziplerin yasaklanmasıyla halihazırda bilfiil altı oyulmuş olan- gerçek bağımsızlığına dayanır. Bunun, politik mücadelenin tüm her tarafa yayılma durumundan farklı bir şekilde iyice haberdar olan bir liderden geldiğini göz önünde bulundurduğumuzda Lenin’in uzmanlara güvenmesinin saflığı tümüyle çarpıcıdır.

Rüzgârın halihazırdaki yönü, Stalin’in 1922 yılında Rusya Sovyeti Federatif sosyalist Cumhuriyeti hükümetini aynı zamanda Ukrayna, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan hükümeti olarak açıkça beyan etme teklifinden bellidir:

Bu karar Rusya Komünist Partisi (RCP) Merkez Komitesi tarafından kabul edilirse, bu aleni yapılmayacak ama söz konusu teklifin bu cumhuriyetlerin talebi olarak açıklanacağı Sovyetlerin Tüm Rus Kongresi daveti öncesinde cumhuriyetlerin Merkez Komiteleri ile adı geçen cumhuriyetlerin Sovyet organları, Merkez Yönetim Komiteleri veya Sovyetler Kongreleri arasında dolaşım için iletişim kurulacak.(6)

Üst makamla taban arasındaki etkileşim böylelikle sadece kalkmadı –böylece üst makam açıkça arzusunu dayatır-, aynı zamanda yaraya tuz bastı, karşıtı olarak yeniden sahnelendi: Merkez Komite, tabanın ne dilediğine karar verir, üst makama onların kendi dileğiymiş gibi iletir.

Nezaket ve dehşet

Lewin’in, Lenin’in son mücadelelerine dair dikkatimizi çektiği bir başka özellik, incelik ve nezakete yönelik beklenmeyen odaklanma. Lenin, iki olaya derinden üzülmüştü: Moskova’nın Gürcistan temsilcisi Sergo Ordzhonikidze’nin politik bir tartışmada Gürcistan Merkez Komitesi’nini bir üyesine vurması ve Stalin’in Krupskaya’ya (Lenin’in eşi, ç.n.) sözlü olarak hakaret etmesi (Lenin’in Troçki’ye yazdığı ve Stalin’e karşı anlaşma önerdiği bir mektubunu Troçki’ye ulaştırdığını fark edince). Bu son olay Lenin’i ünlü yakarışını yazmaya teşvik etti:

Stalin çok kaba ve bu kusuru bizim aramızda ve biz komünistlerin ilişkilerinde tamamen hoş görülebilir olsa da bir Genel Sekreterlik’te hoş görülemez hale gelir. Yoldaşlara, Stalin’i bulunduğu görevden alarak yerine her bakımdan üstünlüğüyle, yoldaşlarına karşı daha hoşgörülü, daha vefalı, daha kibar, daha hürmetkâr ve daha az kaprisli olmasıyla Yoldaş Stalin’den ayrılan başka birini atamanın yollarını düşünmelerini önermemin nedeni bu.(7)

Lenin’in Merkez Denetleme Kurulu önerisi ve nezaketin korunmasına dair ilgisi hiçbir surette liberal yumuşama belirtisi değildir. Aynı dönemde Kamanev’e yazdığı bir mektupta açıkça şunu ifade eder: ‘NEP’in teröre son vereceğini düşünmek büyük bir hatadır, tekrar teröre ve ekonomik teröre başvuracağız.’ Bununla birlikte devlet aygıtlarının ve ÇEKA’nın (Sovyet haber alma teşkilatı, ç.n.)daraltılması planından sağ kurtulacak olan bu dehşet, mevcut gerçeklikten daha büyük bir tehdit olacaktır: Lewin’in anlattığı gibi, Lenin “devlet tarafından işadamlarına tahsis edilen limiti aşacak gibi olan (NEP altında) kimselere, vasıtasıyla bu üst düzey silahın mevcudiyetini ‘nezaketle ve kibarca’ hatırlatabilecek” bir araç arar.(8) Lenin, bu noktada doğrudur: diktatörlük (devlet) iktidarının belirleyici aşırılığına başvurur ve bu düzlemde tarafsızlık yoktur. Can alıcı soru ‘kimin aşırılığı’dır. Eğer bizim değilse, onlarındır.

Merkez Denetleme Kurulu’nun çalışma biçimi üzerine 1923’teki ‘ Daha az iyi, ama daha iyi’ isimli son metninde kendi cümleleriyle bu kurulun şuna başvurması gerektiği fikrini dile getirir:

Bazı yarı komik ayak oyunları, kurnaz hileler, düzenbazlık kırıntıları veya aynı türden şeyler. Batı Avrupa’nın temkinli ve ağırbaşlı devletlerinde böylesi bir fikrin insanları korkutacağını ve tek bir doğru dürüst yetkilinin bile bunu aklında bulundurmayacağını biliyorum. Buna rağmen şu ana kadar onlar kadar bürokratik hale gelmediğimizi ve bu fikrin bizim aramızda tartışılmasının eğlenceden başka hiçbir şeye neden olmayacağını umuyorum.

Sahiden, zevki neden faydayla birleştirmeyelim? Neden gülünç, zararlı, yarı gülünç, yarı yararlı ve benzeri şeyleri açığa çıkarmak için bazı komik veya yarı komik ayak oyunlarına başvurmayalım?(9)

Bu, Merkez Komite’de ve Politbüro’da yoğunlaşmış ‘ağır’ yönetici iktidarının neredeyse iki katı bir ayıp değil mi? Ayak oyunları, bir fikrin açıkgözlüğü –fevkalade bir rüya fakat her şeye karşın bir ütopya. Lewin’in iddiasına göre, Lenin’in zayıflığı bürokratikleşme problemini görmesi ancak ağırlığını ve esas boyutunu hafife alması: ‘Onun toplumsal analizleri, ekonomisinin ana sektörlerini kamulaştıran bir ülkenin devlet aygıtlarını bariz bir sosyal unsur olarak hesaba katmadan üç toplumsal sınıf - işçiler, köylüler ve burjuvalar- üzerine temellenmişti.’(10)

Bolşevikler hızla politik güçlerinin bariz toplumsal temelden yoksun olduğunun farkına vardılar: tarafından durdukları ve iktidarı için çaba gösterdikleri işçi sınıfının çoğunluğu iç savaşta ortadan kaybolmuştu, dolayısıyla bir bakıma toplumsal temsilden yoksun biçimde iktidardaydılar. Bununla birlikte, kendilerini arzularını topluma dayatan katışıksız bir politik iktidar olarak düşlerken, devlet bürokrasisinin nasıl da iktidarın gerçek toplumsal dayanağı haline geldiğini gözden kaçırdılar.

Toplumsal dayanaktan yoksun ‘katışıksız’ politik iktidar gibi bir şey daha yoktur. Bir rejim kendi kendini baskı altında tutan aygıtlardansa başka toplumsal dayanaklar bulmalıdır. Sovyet rejiminin askıya almış göründüğü boşluklar yakın zamanda doldurulmuştu, Bolşevikler görmemiş ya da görmek istememiş olsa bile. (11)

Muhtemelen, bu dayanak Lenin’in Merkez Denetleme Kurulu projesini engelleyecekti. Anti-ekonomist ve determinist yöntemlerin her ikisinde de şu doğrudur ki, Lenin politik olanın özerkliğinde ısrar etti, ama Alain Badiou’nun sözleriyle gözden kaçırdığı her politik gücün bazı toplumsal güçleri veya sınıfı nasıl temsil ettiği değil, bu temsilciliğin politik gücünün kendi toplumsal gücü olarak nasıl doğrudan kendi temsil ediliş düzlemine kazındığıdır. Bu nedenle Lenin’in Stalin’e karşı son politik mücadelesi adamakıllı bir facianın tüm alamet-i farikalarını taşır: bu, iyi adamın kötü adamla savaştığı bir melodram değildi, ama kahramanın kendi evlatlarına karşı savaştığının farkına vardığı ve geçmişte verdiği yanlış kararlardan sonra girdiği kaçınılmaz süreci durdurması için artık çok geç olan bir faciaydı.

Başka bir yol

Ve 1989’daki ‘karanlık felaket’ten sonra bugün neredeyiz? 1922’deki gibi, aşağıdan gelen sesler hepimizin etrafında kötü niyetli bir neşeyle yankılanıyor: ‘Sana müstahak, totaliter tasavvurlarını topluma dayatmak isteyen kuş beyinliler!’ Diğerleri kötü niyetli keyiflerini gizlemeye çalışıyor; inliyorlar ve gözlerini şunları söylercesine kederle gökyüzüne dikiyorlar: ‘Korkularımızın haklı çıktığını görmek bize feci ıstırap veriyor! Adil bir toplum kurma tasavvurunuz ne de asildi! Kalbimiz sizinle atıyordu, ancak bize söylenen gerekçe sizin planlarınızın ancak sefalet ve özgürlük mahrumiyeti ile sonuçlanacağı idi!’ Bu baştan çıkarıcı seslerle herhangi bir uzlaşmayı reddederken kesinlikle başlangıçtan başlamalıyız – 1917’de başlayıp 1989’da ya da açık olarak 1968’de biten 20. yüzyılın devrimci çağının kuruluşlarının üzerine başka bir şey kurarak değil, başlangıç noktasına inerek ve başka bir yol seçerek.

Ama nasıl? Batı Marksizminin tanımlanmış problemi devrimci özne yokluğu: işçi sınıfı ‘kendisi’nden ‘kendisi için’e geçişi tamamlamamış ve kendi kendini devrimci fail olarak atamamışken nasıl olur? Bu soru, Batı Marksizminin, işçi sınıfının varoluşuna veya toplumsal konumuna kaydedilmiş bilinçaltı libidinal düzeneğin, sınıf bilincinin yükselmesini önlediğiyle açıklamasına yol açan psikanalize başvurması için başlıca varlık nedenini temin eder. Bu şekilde, Marksist sosyo-ekonomik analizlerin doğruluğu korunmuştur: orta sınıfın yükselmesine dair revizyonist teorilere meydan hazırlamanın sebebi yok. Aynı sebeple, Batı Marksizmi aynı zamanda isteksiz işçi sınıfıyla yer değiştirecek yardımcı aktör olarak devrimci öznenin rolünü oynayabilecek başkalarını bulmak için devamlı bir arayışla meşguldür: Üçüncü Dünya köylüleri, öğrencileri, entelektüelleri hariç tutulmuş. Burada ancak devrimci özne için umutsuz arayışın tümüyle karşıtının görünme şekli olması olasıdır: özneyi bulma, daha önce kımıldadığı yerde onu görme korkusu. Bizim işimizi yapması için başkasını beklemek, hareketsizliğimizi rasyonelleştirmenin bir yoludur.

Bu, komünist hipotezi tekrar ileri sürmemizi öneren Alain Badiou’nun zeminine karşıdır. Badiou şöyle yazar:

Eğer bu hipotezden vazgeçmemiz gerekiyorsa, kolektif eylem alanında bundan böyle bir şey yapmamızın hiçbir surette değeri yoktur. Komünizm ufku olmaksızın, bu İdea olmaksızın tarihsel ve politik olarak hiçbir şey bir filozofun ilgisini çekmez.

Bununla birlikte Badiou devam ediyor:

İdea’ya, hipotezin varoluşuna bağlanmak, onun mülkiyete ve devlete odaklanmış ilk sunuluş şeklinin tam olduğu gibi korunması anlamında gelmez. Aslına bakarsanız felsefi bir görev, hatta borç olarak üstlendiğimiz şey hipotezin mevcudiyetinin yeni bir şekli olarak varolmasına yardım eder.(12)

Bu satırları, komünizmi düzenleyici bir İdea olarak tasarlayan ve dolayısıyla sezgisel kural ya da aksiyomu olarak eşitlikle ‘etik sosyalizm’ hortlağını yeniden canlandıran Kantçı yöntemle okumama konusunda dikkatli olunmalı. Tercihen, komünizme ihtiyacı doğuran bir takım toplumsal uzlaşmazlıklarla, uzlaşmaz çelişkilerle kesin ilişki korunmalıdır; söz konusu bir amaç olarak Marksizmin eski yararlı komünizm tasarımı değil, gerçek çelişkilere tepki gösteren bir harekettir. Komünizme sonsuz bir Idea olarak yaklaşmak, onu yaratan koşulların daha az sonsuz olmadığı, komünizmin tepki gösterdiği uzlaşmaz çelişkilerin zaten hep burada varolacağı anlamına gelir. Buradan sadece bir adım ilerisi, komünizmin, bir mevcudiyet ve yabancılaştıran tüm temsilleri yürürlükten kaldırma düşü olarak, kendi imkânsızlığı üzerinde gelişen bir düş olarak yapısökümcü bir okumasıdır.

Fukuyama’nın Tarihin Sonu kavramıyla dalga geçmek kolay olsa da çoğunluk bugün Fukuyamacı. Liberal-demokrat kapitalizm olası en iyi toplumun en sonunda bulunmuş reçetesi olarak kabul edilmekte; yapılabilecek yegane şey onu daha adil, hoşgörülü ve benzeri duruma getirmek. Bu noktada basit ama uygun soru ortaya çıkıyor: eğer liberal demokrat kapitalizm en iyisi olmasa da en az kötü toplum şekli ise, neden kendimizi olgun bir şekilde tamamen ona teslim etmemeliyiz, hatta candan kabul etmemeliyiz? Tüm olanaksızlıklara rağmen komünist hipotezde ısrar neden?

Sınıf ve ortak alan

Komünist hipoteze sadık kalmak yeterli değil: kişi, komünizmi uygulaması acil hale getiren tarihsel gerçeklik içindeki uzlaşmaz çelişkileri tespit etmeli. Bugün tek doğru soru şudur: küresel kapitalizm, kendisinin sınırsız yeniden üretimine engel olacak kadar güçlü uzlaşmaz çelişkiler içermekte midir? Bu noktada dört uzlaşmaz çelişki kendisini gösterir: ufukta beliren ekolojik felaket tehdidi; özel mülkiyetin sözde entelektüel mülkiyet için uygunsuzluğu; yeni tekno-bilimsel gelişmelerin, özellikle biyogenetik gelişmelerin sosyo-ahlâki uzantıları; ve son ancak en az olmayan tehdit toplumsal ayrımın (apartheid) yeni biçimleri - yeni duvarlar ve varoşlar. Şunun farkına varmalıyız ki son çelişki, dışlanmışlarla dahil olanları ayıran boşluk ile Hardt ve Negri’nin ‘ortak alan’ dediği şeyin – özelleştirilmesine karşı, gerekirse şiddet eylemiyle direnilmesi gereken toplumsal varlığımızın müşterek zenginliği- etkinlik alanını düzenleyen diğer üçü arasında niteliksel fark vardır.

Birincisi, kültürün ortak alanları vardır; bilişsel sermayenin acilen toplumsallaştırılan biçimleri: öncelikle dil, iletişim ve eğitim vasıtalarımız, ancak aynı zamanda toplu taşıma, elektrik, posta gibi müşterek altyapı. Bill Gates’in tekel olmasına izin verilseydi, özel bir kişinin temel iletişim ağımızın yazılım dokusuna sahip olduğu saçma bir duruma erişecektik. İkincisi, dış doğanın kirlenme ve sömürü tehdidi altında olan ortak alanları var –petrolden ormanlara ve doğal çevrenin kendisine kadar – ve üçüncüsü, iç doğanın ortak alanları insanlığın biyogenetik mirası. Tüm bu mücadelelerin paylaştığı şey, kapitalist mantığın bütün ortak alanları serbest işletmeyle kaplamasına izin vermekteki yıkıcı –insanlığın intiharına varacak kadar- güç hakkındaki farkındalıktır. Komünizm fikrinin dirilmesine izin veren ‘ortak alanlar’a ilişkin olan budur: böylelikle kendi özlerinden dışlanarak proleterleşenlerin süreci olarak aşamalı çitini görmemize imkân tanır; bu aynı zamanda sömürü sürecine işaret eden bir süreçtir. Bugünkü görev sömürünün ekonomi politiğini, örneğin adı meçhul ‘bilgi emekçilerinin’ şirketleri tarafından sömürülmelerinin ekonomi politiğini yenilemektir.

Bunun yanında sadece dördüncü uzlaşmaz çelişki, dışlananlara göndermede bulunan çelişki, komünizm mefhumunun haklılığını ortaya koyar. Dışlananları tehdit olarak algılayan ve onları münasip mesafede nasıl tutacağına dair endişelenen bir devlet ahalisinden daha özel bir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, dört uzlaşmaz çelişki sırasında kritik olan kabul edilen ile dışlanan arasındakidir: bu olmadan diğer hepsi yıkıcı keskinliklerini yitirir. Ekoloji, sürdürülebilir kalkınmanın bir problemine dönüşüyor, entelektüel servet karmaşık yasal karşı çıkışa, biyogenetik ise etik bir soruna dönüşüyor. Kişi, kabul edilen ile dışlanan arasındaki uzlaşmaz çelişkiyle zıtlaşmadan çevre için samimi biçimde mücadele edebilir, entelektüel servetin daha kapsamlı bir nosyonunu savunabilir, genlerin telif hakkı olmasına muhalefet edebilir. Dahası bu mücadelelerin bazılarını, kirleten dışlanan tarafından tehdit edilen kabul edilen üzerinden formüle edebilir. Böylelikle hiçbir safi doğruluk elde etmeyiz, sadece Kantçı anlamda ‘özel’ aidiyetler elde ederiz. Whole Foods ve Starbucks gibi şirketler, sendika karşıtı faaliyetlerle meşgul olsalar da liberaller arasında beğenilmeyi sürdürürler; buradaki hile ürünlerini ilerici bir tasarımla satmalarıdır: kahve, ‘adil ticaret’ fiyatından satın alınan çekirdekten, pahalı karıştırma makineleriyle yapılır vb. Kısacası, kabul edilen ile dışlanan arasındaki uzlaşmaz çelişki olmadan, kendimizi Bill Gates’in açlık ve hastalıkla savaşan en büyük yardımsever, Rupert Murdoch’un yüz milyonlarca insanı medya imparatorluğu vasıtasıyla harekete geçiren en büyük çevreci olduğu bir dünyada bulabiliriz.

Burada Kant’ın ötesine geçerek eklememiz gereken şey toplumsal hiyerarşinin ‘özel’ düzeninde belirli bir yerleri olmadığından doğrudan evrenselliğe uyan toplumsal gruplar olduğudur: bu kişiler Jacques Rancière’in adlandırdığı şekliyle cemiyetin ‘olmayan parçanın parçası’dırlar. Gerçekten özgürleştirici olan bütün politikalar, aklın kamusal kullanımının evrenselliği ile ‘olmayan parçanın parçasının’ evrenselliği arasındaki kısa devreden ortaya çıkmaktadır. Bu, yani proletaryanın evrenselliği ile felsefenin evrenselliğini bir araya getirmek zaten genç Marx’ın komünist düşüydü. Antik Yunan’dan beri, dışlananların sosyo-politik alanı ihlalinin bir adı var: demokrasi

Demokrasinin baskın liberal eğilimi bu dışlanmışlarla da uğraşır, ama bunu temelden farklı bir biçimde yapar: azınlık sesleri olarak dahil edilmelerine odaklanır. Tüm fikirler duyulmalı, tüm görüşler hesaba katılmalı, herkesin insan hakları garanti altına alınmalı, tüm yaşam tarzları, kültürler ve adetlere saygı gösterilmeli ve benzeri şeyler. Buradaki demokrasinin takıntısı her türden azınlığın korunmasıdır: kültürel, dini, cinsel vb. Buradaki demokrasinin temeli sabırlı müzakere ve uzlaşmadan oluşur. Burada kaybolan şey dışlanmışlıkta şekillenen evrensellik durumudur. Yeni özgürleştirici politikalar artık belirli toplumsal öznenin edimi olmayacak, farklı öznelerin patlamaya hazır bileşimi olacak. ‘Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan’ klasik proletarya imgesinin aksine bizi birleştiren şey budur, yani her şeyi yitirme tehlikesi altında olmamızdır. Tehdit olan şudur ki, yaşanamaz bir çevrede ot gibi yaşayarak genetik temelimizin manipüle edilmesiyle, tüm sembolik içeriklerinden mahrum edilmiş soyut ve içi boş Kartezyen öznelere indirgeneceğiz. Bu üçlü tehdit hepimizi Marx’ın Grundrisse’de ortaya koyduğu gibi ‘maddesiz öznelliklere’ indirger, proleter yapar. ‘Olmayan parçanın parçası’ tasviri bizi kendi durumumuzun gerçekliğiyle yüzleştirir; ve etik-politik meydan okuma bu tasvirde bizim farkımıza varır. Bir bakıma hepimiz hem doğadan hem de sembolik cismimizden dışlanmışız. Bugün hepimiz potansiyel olarak ‘homo sacer’iz (kutsal insan)* ve gerçekten o hale gelmekten kaçınmanın tek yolu önleyici bir şekilde harekete geçmektir.

* Homo Sacer: Roma hukukunda, herhangi bir kişinin öldürebileceği fakat dini ritüeller sırasında kurban edilmesi yasaklanmış bir figürdür. Bu kişi ne vatandaştır ne de hak sahibidir, vatandaşlık hakları elinden alınmıştır. Bu kavramı çağdaş düşünürlerden Giorgio Agamben kullanmaktadır.

(1) V. I. Lenin, ‘Bir Siyaset Yazarını Notları’, ölümünden sonra 16 Nisan 1924’te Pravda’da yayımlanmış, Collected Works, cilt 33, Moskova, 1966, s. 204-7

(2) Samuel Beckett, ‘Worstward Ho’, Nohow On, Londra 1992, s. 101

(3) V. I. Lenin, ‘Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) 11. Kongresi’, Collected Works, cilt 33, s. 281–3

(4) Sándor Márai, Memoir of Hungary: 1944–1948, Budapeşte, 1996

(5) Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi [1968], Ann Arbor, yeni baskı 2005, s. 131–2

(6) Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi, ek 1, s. 146-7

(7) Lewin, a.g.e, s. 84

(8) Lewin, a.g.e, s. 133

(9) V. I. Lenin, ‘Daha Az İyi, Ama Daha İyi’, Collected Works, cilt 33, s. 495

(10) Lewin, a.g.e, s. 125

(11) Lewin, a.g.e, s. 124

(12) Alain Badiou, The Meaning of Sarkozy, Londra-New York, 2008, s. 115

http://www.newleftreview.org/?page=article&view=2779 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi