Content feed Comments Feed

DiEM25 (2025 Avrupa’da Demokrasi Hareketi) üyesi Ivana Nenadovic, Sırbistan'ın Novi Sad kentindeki tren istasyonunda beton sundurmanın çökmesi ve 15 kişinin ölümüne sebep olması sonrasında öğrenci protestoları olarak başlayan ancak giderek kitleselleşen protestoların muhtevasına dair bir yazı kaleme aldı.


Dört buçuk ay süren protestoların ardından, Sırbistan'ın dört bir yanında yüzlerce kilometre yürüyen ve Novi Sad, Niş ve Kragujevac'ta protesto gösterileri düzenleyen öğrenciler, şimdiye kadarki en büyük buluşma olması beklenen bir çağrı yaptı. Belgrad'da 15 Mart'ta düzenlenen protesto, bu kentin 35 yıllık protesto tarihinde gördüğü en büyük insan kitlesini bir araya getirdi. Tahminler, Sırbistan İçişleri Bakanlığı (MUP) tarafından 'sayılan' 107 bin kişiden, bilinmeyen bir kaynağa göre (gerçekçi olmayan) 1 milyon 600 bin kişiye kadar değişiyor, ancak en gerçekçi tahmin 800 bin ila 1 milyon arasında olabilir.

Geçen hafta boyunca tırmanan gerilime, Aleksandar Vučić'in protestocuların arasına sızmaya ve olay çıkarmaya hazır haydutlarından oluşan bir cenaha, Parlamento önünde onları koruyan güçlü polis kuvvetlerine ve 15 dakikalık saygı duruşu sırasında ses silahı kullanıldığı iddialarına rağmen protesto barışçıl kaldı.

Öğrencileri taleplerinde desteklemek üzere Sırbistan'ın dört bir yanından gelen insanların sayısı, korkunun yerini kararlılığa, (farklı grupların) birliğine ve 'çocuklarımızla' dayanışmaya bıraktığını gösterdi. Yürüdükleri her kilometrede, paylaştıkları her gülümsemede, dökülen her sevinç gözyaşında, Vučić’in yalanlar ve uydurmalar üzerine kurulu medya imparatorluğunun dalavereleri insanların gözleri önünde yıkılıyordu.

Talepler şöyle:

- Novi Sad'daki tren istasyonunun yeniden inşasına ilişkin şu anda kamuya açık olmayan tüm belgelerin yayımlanması

- Yetkili makamlardan, öğrencilere ve profesörlere fiziksel saldırıda bulunduğundan makul olarak şüphelenilen tüm kişilerin kimliklerinin teyit edilmesini ve bu kişiler hakkında cezai işlem başlatılması. Ayrıca, kamu görevlisi oldukları kanıtlandığı takdirde bu kişilerin görevden alınması

- Protestolarda gözaltına alınan ve tutuklanan öğrencilere yönelik suçlamaların düşürülmesi ve devam etmekte olan cezai kovuşturmaların askıya alınması

- Yükseköğretim bütçesinde yüzde 20 oranında bir artış

Geçtiğimiz aylarda muhalefet partilerinin görünürde olmaması, öğrencilerin etrafında ideolojik açıdan tutarsız da olsa geniş bir halk cephesi oluşmasında kesinlikle büyük bir etkendi. Buna paralel olarak, farklı siyasi ve ideolojik çevrelerden gelen öğrencilerin kendileri de genel kurullarda örgütlenerek, özyönetim uygulayarak ve medyaya aynı şeyi, yani dört taleplerini temsil eden birçok kişiden biri olarak yaklaşarak bölünmelerin üstesinden gelmeyi başardılar.

Haftalar ve aylar geçtikçe kaçınılmaz bir soru ortaya çıkıyor: Sırada ne var? Parti sistemine alışkın olanlar öğrencilerin bir parti kurmasını ve bir sonraki seçimlerde aday olmasını bekliyor, diğerleri geçiş dönemi veya geçici bir hükümetten bahsediyor -ancak bu hükümetin nasıl kurulacağı ve kimlerin yer alacağı konusunda net bir fikir yok, insanların önemli bir kısmı ise yürüyüşlerin ve barışçıl protestoların bizi bir yere götürmeyeceğini ve bu rejimin savaşmadan düşmeyeceğini söyleyerek sabırlarını kaybediyor.

Tüm bu fikirler, ne yazık ki, (potansiyel) “Ertesi Gün” için gerçek bir vizyondan veya programatik bir çözümden yoksundur. Öğrenciler bize medyanın karanlığında ışığı, uzun zamandır unutulmuş dayanışmayı, şefkati ve insanlığı getirdi, ancak tüm işi öğrencilerin yapmasını bekleyemeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Siyasi partiler, en azından Vučić 'in Truva atı projeleri olmayanlar, sivil toplum, uzmanlar, analistler, her zamanki gibi aynı tas aynı hamam durumundalar, seçim öncesi iyi bilinen araziye kaymak dışında gözle görülür bir şekilde taze veya ilham verici fikirlerden yoksun.

Ne yazık ki, Vučić sistemin sahibi olduğu sürece demokratik seçim sürecinin işlemesini bekleyemeyiz. Seçimlere hile karıştırma sanatını mükemmelleştirdi, medya alanı kendi arka bahçesi, haydutları insanları mitinglerine gitmeye zorluyor, yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlara bir oy için bir kutu kuru gıda veriliyor ve liste uzayıp gidiyor. Bağımsız gözlemcilere, çok sayıda kanıta ve STK kesiminin AB kurumlarına yaptığı şikayetlere rağmen, 13 uzun yıl boyunca yaptığı yanına kâr kaldı.

DiEM25'in eş kurucusu Srećko Horvat'ın da dediği gibi, hem Batı medyasından hem de AB kurumlarından gözle görülür bir destek görmemesi Sırbistan'ı 'siyaseten öksüz' haline getirirken, öğrenciler ya da demokrasi ne yaparsa yapsın Vučić 'in amacına hizmet edene kadar yerinde kalacağını da (bir kez daha) kanıtladı. Bölünme yaratma ve 'iç hainleri ve dış düşmanları' işaret etme konusunda uzman olsa da, Sırbistan'ın sömürgeleştirilmesine ve doğal kaynaklarının satılmasına kimse onun kadar katkıda bulunmamıştır.

İlericiler olarak, DiEM'ciler olarak, AB faşizme ve 'barış için savaş' zihniyetine kayarken kendimize 'Ne yapmalıyız' diye sorduğumuzda, kişisel dileğim Sırp öğrencilere bakmak, tehditlere ve sonuçlarına rağmen direnme cesaretlerinden ilham almak, genel kurul toplantılarında doğrudan demokrasinin nasıl uygulanacağını ve daha geniş bir insan cephesini -çiftçiler, öğretmenler, avukatlar, sanatçılar, motorcular, emekliler vb.- 'sistem herkes için eşit çalışmalı' gibi basit talepler etrafında nasıl birleştireceğimizi onlardan öğrenmek olurdu.

https://diem25.org/serbian-student-protests-a-shining-light-in-the-fight-for-democracy/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


The Tyee, ABD’deki Trump-Musk ikili yönetiminin üzerinden başlayan faşizm tartışmalarına ilişkin İtalyan sosyal teorisyen Alberto Toscano ile bir söyleşi gerçekleştirdi. ABD’de olup bitenlerin faşizm ile "soy benzerlikleri" taşıdığını söyleyen Toscano, buna karşın terimin sınırları olduğunu ve bu nedenle daha kapsamlı bir incelemeyi hak ettiğini belirtiyor. Toscano ayrıca, liberal demokratik anayasal politikaların son derece otoriter bir yöne rahatlıkla kanalize edilebileceğini vurguluyor.  



The Tyee: Pek çok insan ABD'deki gerilimi izliyor ve kendilerine soruyor: Bu faşizm mi?

Alberto Toscano: Faşizmin geçmişte nasıl düşünüldüğünü ve anlaşıldığını [tekrar gözden geçirmek] ve bunu günümüzü yansıtmak doğrultusunda kullanmak için kesinlikle yeterince soy benzerliği var.

Otoriterliğin tarihsel sembollerinin şok değerinden faydalanarak provoke etmekten, trollemekten zevk alınması da işleri daha da zorlaştırıyor. Meşhur Musk Nazi selamı da küresel trollüğün, “liboşları sahiplenmenin” çok bilinçli, çok kasıtlı bir eylemidir.

Eleştirel düşünürler, vatandaşlar ve yorumcular olarak karşı karşıya olduğumuz meselelerden biri de dikkat çekici, kışkırtıcı ve şok edici olanı yapısal ve sonuçsal değişikliklerden ayırmaktır.

Sermayenin ve şirketleri regüle etmeye katkıda bulunan ve/veya toplumsal cinsiyet, ırk, cinsellik gibi bir dizi farklı eksende genel olarak savunmasız veya yoksul ve işçi sınıfından insanlar için sosyal hakları ileri götüren her türlü devlet altyapısını gerçekten geri dönüşü olmayan bir şekilde ortadan kaldırma çabalarını görüyoruz.

Ve açık biçimde -tahakkümden, farklılıktan nefret etmekten, erkeklik ve ataerkilliğin grotesk biçimlerinden zevk alan- aşırı sağ siyasetin hem tarihsel hem de güncel farklı deneyimleriyle yüklü olan bazı ideolojik parçalar mevcut.

Ancak bunun, Amerika Birleşik Devletleri'ne özgü ve aynı zamanda Trumpizm olan bu alışılmadık ittifaka özgü unsurları da var. Bu bir tür popülizme ya da en azından sözde gerçek bir işçi ya da orta sınıfa yönelik bir tür popülist hitaba oynuyor.

MAGA fenomeni ile ilgili önemli şeylerden biri, oldukça açık bir şekilde ABD tarihine bakmanın, devletin kapasitelerine bakmanın, belirli bir şekilde yorumlanan anayasanın size ne yapmanıza izin verdiğine bakmanın bir yolu olmasıdır. Ve sonra bunları bu otoriter Amerikan topluluğunda birleştiriyor.

Trump’ın geldiğinde Oval Ofis'e [eski ABD başkanı] Andrew Jackson’ın büyük bir portresini koyması gibi davranışlar aracılığıyla bir şeylerin sembolize edilmesi tesadüf değildir. [Andrew Jackson, Amerika Birleşik Devletleri'nin yedinci başkanıydı ve emperyal hırsları ve Yerlileri mülksüzleştirmesiyle ün salmıştı.]

Bu, söz konusu siyasi geçmişin farklı yönlerini bir araya getirerek, size gelenekleri ve geleceği nasıl hayal ettikleri hakkında bir şeyler söylüyor.

- Yakın zamanda otoriter diktatör figürlerinin günümüzdeki yükselişini görmenin bir yolu olarak “Sezarizm” hakkında yazdınız. Roma dönemine yapılan bu atıf neden bu anı anlamak için faydalı bir çerçeve?

Bu terim İtalyan Marksist teorisyen Antonio Gramsci tarafından, Mussolini hükümeti tarafından [1929-1935 yılları arasında] hapsedildikten sonra Hapishane Defterleri’ni yazarken kullanılmıştı.

Aynı zamanda iki savaş arası dönemin muhtemelen en çok satan radikal, muhafazakâr entelektüeli, ünlü Batı’nın Çöküşü [1918’de yayımlandı] kitabının yazarı Oswald Spengler için de çok önemli rol oynayan bir terimdir.

Farklı biçimler alsa da, krize bir çözümün taşıyıcısı olarak kaderin ya da takdirin beğenilen ya da kendi kendini tayin eden adamlarının ortaya çıkması fikridir. Sezarizm tartışması aynı zamanda, diktatörlüklerin ya da otokrasilerin modern kitle toplumlarında, modern kitle iletişim araçlarıyla alabileceği biçimlerle ilgili bir tartışmadır.

Spengler'in modern Sezar örneği olarak bahsettiği figürlerden biri Cecil Rhodes'tur [1800'lerin sonunda Güney Afrika'yı sömürgeleştiren İngiliz kodaman ve beyaz üstünlükçüsü]. Cecil Rhodes, hem toprağın mülksüzleştirilmesini hem de ırksallaştırılmış emeğin maden çıkarma ve madencilik amaçları için acımasızca sömürülmesini içeren bu sistemde son derece kişisel bir tahakküm biçimi yaratma becerisi göz önüne alındığında, sermaye politikaları ve ırksal tahakkümün birleşimi hakkında düşünmek için rahatsız edici ve etkileyici bir figürdür.

Etkileyici buldum çünkü günümüzün “hibrid iktidar” meselesine değiniyordu. Artık şirketlerin CEO’ları olmayan, kendi başlarına bu kişisel olmayan, devasa bürokrasiler olarak anlaşılan bireylere sahip olmamız ne anlama geliyor?

Bu bireyler bunun yerine kendilerini mühendis, mucit, yönetici, hepsi bir arada olan ilahi figürler olarak görüyor.

Bu ilginç çünkü içinde yaşadığımız kapitalist toplumlarda, böylesi istikrarsızlık ve kargaşa anları yaşandığında, kişiselleştirilmiş iktidar figürünün kaçınılmaz veya zorunlu olarak toplumumuzda iktidar üreten şeyle -sermaye- bağlantılı bir figür olduğunu gösteriyor.

Bu an benzersizdir çünkü Musk sadece Starlink'i açıp kapatmaya karar verebilen, kararları farklı ülkelerin GSYH’si için sonuç doğuran, kitlesel hükümet sözleşmelerine ve kitlesel etkiye sahip son derece güçlü bir kapitalist değildir, aynı zamanda bu kişiselleştirilmiş iktidarı kullanabilmektedir.

Musk, Trump'ın hükümetindeki rolünü üstlenmeden önce, temelde bir devlet adamı olarak zaten bir yerlere davet ediliyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüştüğünde ya da İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ile bir araya geldiğinde, tüm tören başka bir başbakan ya da cumhurbaşkanı tarafından yapılan resmi bir ziyaret gibiydi.

Ancak bu seferki farklı çünkü tüm bunları hâlâ sürdürüyor ve doğrudan devletin iç organlarını kurcalıyor ya da yıkıyor. Bunu tuhaf bir diarşi (İkili yönetim; ç.n.) içinde yapıyor, kendisi ve Trump'ın ikili yönetimi, ki bunun bir emsalini gerçekten düşünemiyorum ve buna karşı direniş biçimlerinin ne olabileceği konusunda bir önermede bulunmak çok zor.

- Bu tür bir otoriterliğe nasıl karşı durulabilir?

Birey olarak, görüş ve düşüncelerinizi ifade etmek ve yaymak bir yana, bunlar o kadar geniş bir ölçekte meydana gelen ve o kadar önemli olan olgular ki, ancak kolektif bir düzeyde ele alınabilirler. Şu anda, bu kolektif biçimlerin ne olacağı çok geniş bir yelpaze oluşturmaktadır.

Pek çok insan zaten bu konular etrafında örgütleniyor çünkü bunlar Biden döneminde olanlarla tamamen kopuk değil. Göçmenlerin cezalandırıcı bir şekilde gözaltına alınması ve sınır dışı edilmesi konusunu ele alırsak, bu yeni türemedi. Personelin çoğu eskisi gibi, aynı memurlar, aynı yerler, gözaltı sisteminden para kazanan aynı şirketler.

Belli ki pek çok insan tepki göstermek için örgütlendi ve örgütleniyor. Aynı şekilde trans çocukların ve hatta yetişkinlerin bakımının engellenmesi konusunda da. Ya da üreme sağlığına yönelik süregelen baskılar ve eyalet düzeyindeki çeşitli kürtaj yasakları.

Devletin, muhalefeti kırmak için hızla ele geçirilmesi ve dönüştürülmesi gereken bir şey olduğuna dair klasik otoriter bir vizyon var. Otoriter yükseliş anlarının kilit noktası her zaman bu olmuştur -direniş kapasitelerini ortadan kaldırmak.

Bu “iflas etme” duygusu, hem potansiyel olarak gerçek ve sonuç verici unsurları hem de medya oyunları gibi daha gösterişli boyutlarıyla bu anı açıkça karakterize eden bir şeydir. Düşmanlarınızı bunalttığınız ve yönlerini şaşırttığınız sürece sonuçların ne olduğu çok da önemli değildir.

- Kanada'nın batı kıyısındayız, ABD ile çok iyi dost olan, ortak bir tarihe sahip olan ve aynı zamanda pek çok insanın yerleşimci-sömürgeci bir devlet olarak tanımlayacağı bir ülke. Güneydeki komşularımızdan ne gibi dersler almalıyız?

Faşizmin sadece itaatin, katı aidiyetin ve emirlere uymanın açıkça kutsanması olduğu görüşünü kırmak önemlidir, çünkü durumun böyle olmadığı ortaya çıkmıştır.

Bir mülkiyet, bir özellik, beyaz yerleşimcilerin bir hakkı olarak özgürlük ya da hürriyet kavramları, ideoloji için olduğu kadar yerleşimci kolonilerin tarihi için de kritik öneme sahiptir. Yerli halkın mülksüzleştirilmesini meşrulaştırma, yürütme ve buna yasal bir biçim verme yolları açısından kritik öneme sahiptir. Aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Kanada'da ırksal düzenin meşrulaştırılmasında da kilit rol oynamıştır. Yasal bireylik ve vatandaşlığın varsayımsal olarak şu ya da bu şekilde beyazlığa ait olma yoluyla atfedildiği fikri.

Kuzey Amerika'daki yerleşimci-sömürgeci bağlamda faşist potansiyeller hakkında düşünmek istiyorsak, faşizmin sadece egemenlik ve itaat kültü olarak anlaşılmasını değil, aynı zamanda bazılarına egemen olma, mülksüzleştirme ve yönetme özgürlüğü ve hakkı olduğu fikri vermesinden kaynaklanan bir şey olarak anlaşılmasını da düşünmemiz gerekir.

Bu, özgürlüğü radikal ya da evrenselci bir eşitlik duygusundan ayırmanın ve bunun yerine özgürlüğü, bazen bazılarının diğerlerine karşı münhasır bir mülkiyeti olarak ele almanın bir yoludur.

Kuzey Amerika'daki bazı insanların aşırı sağcı politikalara olan ilgisi büyük oranda hâlâ bu anlayıştan kaynaklanıyor.

Şimdi, bu da karmaşık olabilir. Trump koalisyonu bile az ya da çok tutarlı, az ya da çok yüzeysel bir şekilde ırksallaştırılmış insanları bünyesine katmaya çalışıyor, yani bu sadece açık bir beyaz üstünlüğü değil.

“Faşizm” teriminin kullanımının da analitik nedenlerle olduğu kadar retorik nedenlerle de dikkatli olunması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.

Benim için daha önemli olan, faşizmin ve otoriterliğin çeşitleriyle boğuşan hareketlerin, eylemcilerin ve entelektüellerin tarihsel, siyasi ve kavramsal derslerinden yararlanmaktır. Belirli bir anı faşizm olarak adlandırmaya ya da kategorize etmeye karar vermek daha az önemli ve anlamlıdır.

- Direnmek için enerji bulmakta zorlanan insanlara ne söylersiniz? Yeni Sezar adaylarımız karşısında çaresizlik hissedenlere?

Bence piştiğimizi söylemek ya da yenilgiyi erkenden kabul etmek her zaman gereksizdir. Trump’ın tarihsel olarak oldukça korkunç onay oranlarına sahip olduğu, ülkenin son derece karmaşık ve hantal olduğu ve çok fazla ataletin yerleşik olduğu gerçeğini düşünmeye değer.

Aslında belli bir düzeyde itidal ve ayrıştırma yeteneğine sahip olunması gerektiğini düşünüyorum. Önemli mücadeleler nelerdir? Gerçekten büyük sonuçları olan şeyler nelerdir?

Umutsuzluk öğüdünün hiçbir şekilde meşru bir öğüt olduğunu düşünmüyorum. Çok fazla tutarsızlık ve çelişki var ve bunun çözülebileceği pek çok yol var. Bence kırılganlık ve güvencesizlik söz konusu.


https://thetyee.ca/News/2025/03/07/Is-This-Fascism/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 


jornal.cat adına Uruguaylı yazar ve politik düşünür Raúl Zibechi ile son kitabı “Eko-toplumsal Geçiş İçin Fikirler”den yola çıkarak eko-toplumsal geçişin gerekliliği ve toplumsal çatışmalar ile krizlerin bu geçiş süreci üzerindeki etkilerine dair bir söyleşi gerçekleştirdi.



 - Eko-toplumsal geçiş hakkında konuşalım. 'Geçiş' kavramını nasıl anlıyorsunuz?

Siyasi ve toplumsal geçiş durumlarında kullanılan geçiş kavramı, 19. yüzyıldan ve özellikle de Marx'tan gelen bir kavramdır. Geçiş fikri tarihsel olarak bir üretim tarzının bir toplum tipinden diğerine geçiş süreçlerini açıklamak için ortaya atılmıştır. Antik çağdan feodalizme, feodalizmden kapitalizme ve kapitalizm denilen şeyden sosyalizme; bu geçişler tarihte istisnai olmuştur. Her zaman geçişler yapmıyoruz; daha ziyade bunlar bir yaşam türünün geride bırakıldığı ve başka bir yaşam türüne doğru yürümeye başlandığı az ya da çok uzun, çatışmalı süreçlerdir.

Benim için bu geçişler kavramı uzun zamandır çok zengindir, muazzam sosyal değişimleri açıklamaya yardımcı olmuştur, ancak bazı sorunları var. Şu anda tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya, yeni bir toplum tipine geçiş sürecindeyiz. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı merkezli bir dünyadan, daha fazla gücün olduğu ve belirli güçlerin hegemonik olduğu ama artık bir ya da iki değil daha fazla gücün olduğu bölgelere sahip bir dünyaya, Batı kültürü ve modernitenin eksen olduğu bir dünyadan başka bir gerçeklik türüne geçiş yapıyoruz. Ve şimdi mevcut enerji israfından doğayla daha dengeli yeni bir moda geçişten söz ediliyor ama benim bakış açıma göre geçiş kavramının yönetilmesinde ciddi bir sorun var.

Hangi yönetim hatalarını tespit ediyorsunuz?

Elbette nereye gittiğimizi biliyoruz. Bitiş noktası nedir? Nereden başladığımızı ve şu anda var olan sorunları az çok biliyoruz, ancak nereye gittiğimiz net değil ve her durumda bunlar bir arzuyu ifade ediyor, ancak gelecekte ortaya çıkacak somut bir gerçekliği ifade etmiyor. Bu konularda çok yalın olmamız gerektiğini düşünüyorum. Daha dengeli, daha sade, daha az savurgan bir topluma gitme arzumuzu ifade etmeliyiz, ancak varmak istediğimiz yerin nasıl bir yer olduğunu soyut olarak çizip öyle olacakmış gibi davranamayız.

Bir başka sorun daha var ki o da bu geçişin öznelerinin kimler olduğunun net olmaması. Bu durumda eko-toplumsal geçişe kim öncülük edecek? Devlet mi, partiler mi, toplumsal hareketler mi... Bu değişimlerin itici gücü, eğer yönlendirilmeleri gerekiyorsa yönlendirici ve öncü gücü ne olacak? Mesele geçişleri reddetmek değil, bugün net olmayan ve öyle olacaklarını varsaymakla iyi yapmayacağımız bazı soruları içerikle doldurmaktır.

- Kitapta söylediğiniz şeylerden biri, eğer geçiş kontrol edilebilir durumdaysa, bunun hiyerarşinin ve dolayısıyla bu güç rollerinin devam ettiği anlamına geldiği. Sizce geçişe kim liderlik etmeli? Ve kontrol edilebilir olmaması için ne yapardınız?

Immanuel Wallerstein'ın bir analizinden yola çıkıyorum. Söylediği şey, mevcut toplumun çöküşünün korkunç olacağı, ancak bunun, yeni bir şeyin inşası için daha üretken ve daha uygun olmasının da olası olduğudur. Her halükârda, bana çok net gelen şey, her türlü geçişin çatışmalı olduğudur. Bu geçişi yönlendiren toplumsal çatışmadır. Soyut bir plan, bir program, bir ‘caudillo’ (Otoriter karakterli devleti yöneten siyasi ya da askeri lider anlamına gelen İspanyolca sözcük; ç.n) ya da bir öncü değildir; bu toplumsal çatışmadır.

Günümüzde eko-toplumsal alandaki en büyük çatışmalardan biri kitlesel göçlerdir. Halihazırda iklim göçmeni olan milyonlarca göçmenden bahsediyoruz. Örneğin Orta Amerika'da bu muazzam göçün nedeni köylülerin toprağı zorlukla işleyebilmeleri çünkü ya suları yok ya iklim berbat ya da topraklar çölleşmiş durumda. O zaman, iklimin kesinlikle yaşanamaz olduğu ve artık yaşamaya devam etmenin mümkün olmadığı bir durumdayız ve insanlar göç etmeyi seçiyor. Dolayısıyla iklim ve iklimin ekstrem durumu bir şekilde bir kırılma, bir kopuş, farklı bir model inşa etmek için de yararlanabileceğimiz bir çatışma olabilir.

- Bu kırılma, bugün ne anlama geliyor?

Bu bağlamda iki güç var. Biri iklim, yani içinde bulunduğumuz iklimsel kaos. Küresel güneyde aşırı iklim olaylarının ya da felaketlerin göçü tetiklediğini biliyoruz. Örneğin yarın Katalonya'da yaşadığımız gibi bir su krizi olursa Avrupa'da ya da Amerika Birleşik Devletleri'nde ne olacağını bilmiyorum. Nereye göç edeceksiniz? Afrika'ya mı gideceksiniz? İnsanlar artık su bulamadıkları gün ne yapacaklar? Bu çok yakın, düşündüğümüzden daha yakın. Peki, sallarla Kuzey Kutbu'na mı gidecekler? Neler olabileceğini hayal bile edemiyorum. Hâl böyleyken burada bir sorun var ve insanlar bunu görmek istemiyor.

Kültürel bir mesele var. Fernand Braudel isimli çok sevdiğim bir tarihçi vardır ve ataletin tarihte var olan en büyük güç olduğunu söyler. İnsanlar atalet nedeniyle bu iklimsel durumların birer parantez olduğunu ve sonrasında her şeyin normal seyrinde devam ettiğini düşünme eğiliminde: “Evet, bir su krizine çok yaklaşmıştık ama çözüldü”. Uçurumun kenarına gelene kadar her seferinde bir adım daha aşağıya iniyoruz. Yani evet, iklim, göçü yönlendiren başlıca güçlerden biri.

Çöküşle alakalı diğer büyük güç ise savaşlar. Artık şu ya da bu savaş değil, çoklu savaşlar söz konusu. Ve savaşlar, iklim değişikliği ve kaos birbirleriyle ilişkilidir, çünkü ordular gezegendeki en büyük kirleticilerdir. Savaşlar-iklim kaosu-savaşlar şeklinde bir geri besleme döngüsü var ve aslında halihazırda su için savaşlar mevcut.

- Bir çöküş karşısında harekete geçmenin çeşitli yolları olabilir. Bu çöküşe verilecek yanıtın, NATO tarafından belirlenen eğilim olan toplumun yeniden silahlandırılması değil de bir model değişikliği olmasını nasıl sağlayacağız?

Burada kendimizi içinde düşündüğümüz alanın ne olduğuyla ilgili bir sorunumuz var. Eğer ulus-devlet alanını düşünürsem, hiçbir yere varmayan bir mantığın tutsağı olurum. Bu miadı dolan ulus-devlet Katalonya olsa bile, dönüşümü, geçişi ya da her neyse onu bütüncül bir toplum çerçevesinde düşünmek gerek. Eğer 6 milyon ya da 7 milyon Katalan'ın geçiş için kararlı olmasını beklerseniz, bu asla gerçekleşmeyecektir çünkü toplumlar bir bütün olarak davranmazlar. Eğer onları zorlayan devlet olursa, çok güçlü bir direniş gelecektir.

Bakışı değiştirmeli ve başka bir yerden düşünmeliyiz: farklı hareketlerden, bölgelerden ve alanlardan ve evrenseli benim bölgem, benim mahallem olarak düşünmeliyiz. Latin Amerika'da toplumsal hareketleri bölgeselleştirdik. Ben her zaman geçişi Chiapas'taki Zapatistalar ya da örgütlü Mapucheler olarak düşünmeyi tercih ettiğimi söylerim. Eğer bir toplumun tamamının değişim için kararlar almasını beklersem, bu asla gerçekleşmeyecek ve gemi biz üzerindeyken batacaktır. 

-En zengin yüzde 1'in varlığı zaten güvence altında. Geri kalanımız bunu nasıl yapacak?

Eğer örgütlenmezsek, bir topluluk oluşturmazsak, çöküşten sağ çıkamayız. Ne savaşlar, ne de başka bir şey. Pek çok eksiğimiz var ama bir tanesi onların, tepedekilerin planları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve onların planı Gazze. Başka bir deyişle, tepedekilerin, yani yüzde 1'in halk kesimleri için planının Gazze Şeridi olduğunu varsaymak zorundayız. Başka bir deyişle, bize istedikleri her şeyi yapabilecekleri ayrıştırılmış apartheid alanlarına sahip olmak. Açık hava toplama kampları. Bu konu Giorgio Agamben ve benzeri pek çok teorisyen tarafından zaten analiz edilmiştir. Ayrıca devrimlerin meydana getirdiği değişim ve başarısızlıklarına dair tarihsel deneyimleri de gözden geçirmemiz gerekiyor.

- Bu kitapta ve diğer yazılarınızda, farklı bir yaşam tarzına sahip olan orijinal halkları, siyahları ve köylüleri referans almamız gerektiğini söylüyorsunuz. Yaşam tarzımızı yeniden düşünmeli ve örneğin zamanda geriye gitmeyi düşünmeli miyiz?

Neden orijinal halklar, neden köylüler ve siyah halklar? Çünkü onlar hâlâ topluluklarını muhafaza ediyorlar, çevreyle, doğayla dengeli bir bağları var ve geçmişle çok zengin bir ilişkileri var. Bazı insanlar önümüzde duran şeyin gelecek değil geçmiş olduğunu söylüyor ve bu bana bir mucize gibi geliyor ya da diğerlerinin dediği gibi: atalarımızın ayak izlerinde yürüyoruz. Bu, bize öğretilen modernite boş levhasının, yani yeniyi yaratmak için geçmişi yok etmenin tam tersidir. Bu bir yanılsamadır, insanlığın bizi bu uygarlık krizine götüren çok derin bir sosyal hastalığıdır.

Bu anlamda, kendinizi geçmişe yöneltmek, geçmişi bugüne; evreni bedenlerimize ve nehirlerle, dağlarla vb. ilişkilere bağlayan derin bir maneviyat anlamına gelir. Bunun şu anda çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü yıkıcı moderniteden kurtulmak için onun silah ve araçlarını kullanamayız. Başka araçlara başvurmalıyız ve bunlardan biri de maneviyat ve toprağın işlenmesidir. Bize suyu ve ihtiyacımız olanı toprağın vereceğine güvenmeliyiz; sosyal ağların, makinelerin ve yapay zekânın değil. İşleri daha yavaş mı yapmamız gerekiyor? Çok daha yavaş, evet.

- Devletler bu çöküşe hazırlanmak için bir rol oynayabilir mi?

Devletlerin yapabileceği en iyi şey, en azından Latin Amerika'da, hiçbir şey yapmamak, insanları rahat bırakmak ve bu durumdan kurtulmanın yollarını bulmalarına izin vermektir.

Peki, solcu ve çevreci olduğunu ilan eden hükümetler karşısında toplumsal hareketler ne yapmalıdır?

Sol, hükümette olduğunda hareketlerin sorunu baştan çıkarılmaktır. Baştan çıkarılmamıza izin vermemeliyiz. Bugünlerde Latin Amerika'daki hareketlerin üzerinde yürüdükleri iki ayakları var. Direnmeli ve yaratmalıyız ve yaratma ayağı birinci derece önemlidir. Yeni dünyalar yaratmak, eğitim, sağlık yaratmak... Geleneksel bilgiye ve allopatik bilgiye dayalı karmaşık sağlık. Eğitim de çok çeşitli olmalı, halk eğitimi dediğimiz şeyle ve toprağın eğitimiyle bağlantılı olmalı. Kendi adalet biçimlerimiz, agroekolojik topluluk mahsulleri... ve bunun anahtarı kolektif çalışma, yani topluluk çalışmasıdır.

Bireysel çalışma giderek kendisinden daha az şey verecektir. Orada 'minga' dediğimiz şeyi teşvik etmek gerekiyor: topluluk çalışması. Hareketler bu yeni alanları yarattıkları ölçüde, devletlere ve sermayeye daha az bağımlı olacaklardır.

     https://www.jornal.cat/entrevista/38742/raul-zibechi adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi