Oğlu, ABD ordusunda görev yaparken 2004 yılında Irak’ta hayatını kaybeden Cindy Sheehan, Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Sheehan’ın sorularını yanıtlayan Chavez, ABD karşıtı değil, anti-emperyalist olduklarını vurgulayarak, ABD yönetiminin en büyük korkusunun kendi ülkelerindeki halkın da Venezüella’dakine benzer biçimde “uyanması” olduğunu ifade etti:
Cindy Sheehan: Başkan Chavez, Venezüella’yla, sizinle ve devriminizle ilgili gerçeklerin anlatılmasına izin verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Devrimden önce Venezüella, oligarşi tarafından yönetilen ve kullanılan bir ülkeydi. Devrim nasıl başladı ve diğerlerine nazaran barışçıl kaldı?
Hugo Chavez: Gerçeğimizi ortaya çıkarmak doğrultusundaki çabaların için teşekkürler Cindy, savaşa karşı, barış, adalet, özgürlük ve eşitlik için, emperyalizme karşı bizim de paylaştığımız mücadelelerinde başarılar diliyorum. Bu mücadelelerinde yanındayız, senin ve ABD halkının yanındayız. Venezüella burjuvazisi 100 yıldan fazla süre ülkeye zorla, şiddetle, işkenceyle, cinayetle, zorunlu kaybetmelerle egemen oldu. Ne yazık ki Venezüella tarihi, çok miktarda şiddet tarihidir. Güçlünün güçsüze karşı şiddeti. Oligarşi ve burjuva devleti tarafından egemen olunan Venezüella’da 20. yüzyılda tersine bir mucize gerçekleşti. Venezüella 1920’lerden 1970’lere kadar en büyük petrol ihracatçısı ve 20. yüzyıl boyunca dünyadaki en büyük petrol üreticilerinden biriydi. Ancak yüzyıl bittiğinde Venezüella’da yoksulluk alanı yüzde 70’ten, aşırı yoksulluk oranı ise yüzde 40’tan fazlaydı, sefalet. Bu durum şiddetli bir patlama yarattı –bütün patlamalar şiddetlidir. Yoksulların kendi kendilerini özgürleştirme patlaması. Caracazo’nun* yıldönümünü daha birkaç gün önce, 27 Şubat’ta hatırladık, siz orada bizimleydiniz, bizim halkımızla. Halk 21 yıl önce büyük bir patlamayla uyandı ve meydana çıktı. Ve orduda olan bizler burjuva devleti tarafından halkı –kadınları ve çocukları- katletmek için kullanıldık ve bu, orduda bir bilinç ve acı uyandırdı, halka katılmamıza öncülük etti. Sonrasında iki ayaklanmaya öncülük ettik. Devrimimiz tam olarak barışçıl değil. Nispeten barışçıl.
CS: Devrimin şiddeti karşı-devrimden geliyor gibi görünüyor. Bolivarcı Devrim iktidarı ve zenginliği halka aktardı, soluk oldu ve aynı zamanda nispeten barışçıl.
HC: Evet, iktidarı barışçıl bir yolla ele geçirdik. Ve bunu devam ettirebildik, nispeten. Hiçbir zaman şiddet kullanmadık, karşı-devrim bunu bize karşı kullandı. Bu nedenle barışçıl, sosyalist devrimimizin merkezi stratejisi gücü halka devretmektir. Bunun bir kısmı Caracas’ın mahallelerinde kendi gözlerinizle görebileceğinize eminim. Halkın egemen olmasına yardım edecek muazzam çabalarla meşgul oluyoruz. Cindy, güçten bahsettiğimizde neden bahsediyoruz? İlk güç, hepimizin sahip olduğu bilgidir; bu nedenle eğitimde, cehalete karşı, düşünmenin, araştırmanın, çözümlemenin gelişmesini desteklemek için çaba gösteriyoruz, bir bakıma hiçbir zaman olmamış. Bugün bütün Venezüella dev bir okul. Çocuklar ve yetişkin insanlar, hepimiz araştırıyoruz ve öğreniyoruz. Ayrıca politik güç vardır, karar alma kapasitesi –Halk meclisleri, komünler, halk iktidarı, taban örgütlenmesi hareketleri. Ekonomik gücümüz var, ekonomik gücü halka devrediyoruz, zenginliği halka dağıtıyoruz. Bu, Bolivarcı Devrim’in barışçıl devam edeceğini teminat altına alan esas güçtür.
CS: “İmparatorluğun” sizi şeytanlaştırmak için neden böylesi ortaklaşa çabalar sarf ettiğini düşünüyorsunuz?
HC: Birkaç gerekçe var, ancak bir ana gerekçe olduğu sonucuna varmalıyım. İmparatorluk korkuyor. İmparatorluk, ABD halkının gerçeği anlamasından ve kendi bölgelerinde bir şeylerin patlamasından korkuyor –Bolivarcı bir hareket, Lincolnvari bir hareket. Sistemi dönüştürmeye çabalayan yurttaşların, bilinçli yurttaşların hareketi. Emperyal korku Martin Luther King, Jr.’ı öldürdü. Onu durdurmanın tek yoku onu öldürmekti. Sonda ABD halkını bastırdılar. Demek ki bizi neden şeytanlaştırıyorlar? Gerçeği biliyorlar, ancak gerçekten korkuyorlar. Bulaşıcı etkiden korkuyorlar. ABD’de olacak bir devrimden korkuyorlar. ABD’de gerçekleşecek bir uyanıştan korkuyorlar.
“Diktatör değil, demokratik devrimciyim”
CS: Size ABD’de verdikleri en büyük isimlerden biri diktatör. Neden diktatör olmadığınızı bize açıklayabilir misiniz?
HC: Diktatörlüğe karşıyım. Bir anti-diktatörüm. Politik bir bakış açısıyla, yaygın oyla dört kez seçildim. Venezüella’da her zaman seçim vardır. Brezilya Devlet Başkanı Lula bir defasında Venezüella’da demokrasi aşırılığı olduğunu söylemişti. Burada her yıl seçimler, referandumlar, halka danışmalar, vali ve belediye başkanları için seçimler olur –tam da şimdi Millet Meclisi seçimleri kampanyasına başlıyoruz. 2012 yılında başkanlık seçimleri olacak. Hangi diktatör pek çok kez seçilmiş? Hangi diktatör daima seçim çağrısı yapar? Ben bir anti-diktatörüm. Ben bir devrimciyim. Bir demokratik devrimci.
CS: 2012 seçimleri için adaylığınızı açıkladınız. Uzun yol aldınız, ancak hâlâ gidilecek uzun bir yol var. Venezüella’da başarılı olmak için hâlâ neyin gerektiğini düşünüyorsunuz?
HC: Matematik yoluyla anlatırsam; eğitimde, sağlıkta, altyapıda, barınmada, istihdamda, sosyal güvenlikte vs. yaptığımız her şeyde ve yapmak istediklerimiz bağlamında yüzde 10 civarını başardık. 200 yıllık bir terk edilmişlik var. Halk terk edilmiş. Ve ülkenin bütün zenginliği oligarşinin elindeydi. Bu nedenle gerçekten çok çalışmalıyız. Bolivar’ın rüyasına erişmek için hâlâ yapılacak çok şey var. Simon Bolivar, en iyi devletin halka en büyük miktarda mutluluğu veren devlet olduğunu öğretti. Bizim hedefimiz bu.
CS: ABD’de, Austin-Teksas’ta birkaç hafta önce bir adam uçağını bir vergi binasına çarptırdı. Bundan haberiniz var mı? ABD’de bunun gibi çok sayıda hüsran var, ancak binalara uçak sürmek yerine birbirimizi bulmalı ve örgütlenmeliyiz. ABD, seçkinler için bir sistemdir, seçkiler tarafından yönetilen, bir korporatokrasi (şirketlerin devlet yönetimine hakim oldukları yönetim şekli, ç.n.). Gerçek bir devrici değişim yapmak için cesaret almamıza yardım edecek birkaç ilham kelamı edebilir misiniz?
HC: Aynıyız, boyunduruk altına girmiş, zulme uğramış ve çok sayıda umutsuzluk var, tıpkı uçağını binaya süren adam gibi. Bundan çok var, çok sayıda intihar eğilimi, fakat yol bu değil, yol bilinçlilik, bir bilinç uyanışı. Kendi deneyimlerimiz var, hatta birçoğumuz öldü ve cezaevine gitti. Bizim yaptığımızın doğru olmasının nedeni bu. Yol, uçağı bir binaya sürmek değil, bilinç yaratmaktır ve sonrasında gerisi kendi kendine gelecektir.
Bu anı, ABD halkına “merhaba” demek için kullanmak istiyorum. Biz Güney’dekilerin Kuzey halkının uyanacağına büyük inancı var, sizin uyandığınız gibi. ABD’de fevkalade şeyler yapabiliriz, fevkalade değişimler ve umuyorum ki barışçıl yolla. Çünkü dünyanın geleceği ABD’de ne olduğuna bağlı.
Her şeye karşın, ABD halkının kalplerinin derinliklerinde gerçek ve yalanlar arasındaki farkı nasıl takdir edeceklerini bildiklerini düşünüyorum. Bize anti-ABD’ci liderler olarak adlandırıyorlar, ancak değiliz! Biz anti-emperyalistiz. Biz ABD halkını seviyoruz, insanlığı seviyoruz.
Caracazo: Caracazo Ayaklanması, neoliberal politikalara karşı ülke halkının gösterdiği tepkidir, 27 Nisan 1989’da başlamıştır ve ismini başkent Caracas’tan alır, sonundaki –azo eki ise 1948 yılında komşu ülke Kolombiya’da gerçekleşen ve ülke tarihine geçen Bogotazo ayaklanmasından esinlenilerek eklenmiştir. Ayaklanmansın esas sebebi sosyal demokrat Devlet Başkanı Carlos Andrés Pérez tarafından uygulanan neoliberal politikalar ve bu politikalar sonucunda petrol fiyatlarının yüzde 100, toplu ulaşım fiyatlarının ise yüzde 30 oranında artmasıdır. Caracazo Ayaklanması sonucunda uygulanan polis şiddeti ile farklı kaynaklara göre 275 ila 3 bin arasında insan ölmüştür. Hakkında 2005 yılında El Caracazo isimli bir film yapılmıştır.
http://mrzine.monthlyreview.org/2010/chavez220310.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Giles Ji Ungpakorn*
Hafta boyunca demokrasi yanlısı Taylandlı Kırmızı Tişörtlü (ya da gömlekli) göstericiler Bangkok ve diğer şehirlerde sokaklara çıktılar. Bu, hareketin gücünü kanıtlamak ve kraliyet hükümeti ve medyanın Kırmızı Tişörtlüler’in çoğunluğun sesi olmadığına dair yalanlarını hiçe saymak adına bir güç gösterisiydi.
Hareketin belli başlı amacı, meclisi dağıtması ve yeni bir seçim yapması için Abhisit Vejjajiva’nın askeri vesayet hükümetine baskı yapmak. Oysa, Kırmızı Tişörtlüler liderliğinin, 2006’da tekrar darbe yapan orduya karşı direnmek ve orduyu yenmek için, halk öfkesinin bu büyük girişimini nasıl baskıya dönüştüreceğini görmek zor. Bunun sebebi, Kırmızı Tişört liderlerinin ordu ve monarşiye karşı tamamı ile ideolojik bir saldırı başlatmaya henüz hazır olmaması.
Yeni seçim çağrısı bu sorunu çözmeyecektir. Ancak, Kırmızı Tişörtlüler’in Bangkok ve diğer illerden büyük katılımı ileriye yönelik önemli bir adım. Kırmızı Tişörtlüler’in büyük çoğunluğu hem kentten hem kırsaldan yoksul insanlar, ve nihayetinde Kırmızı Tişörtlüler’in liderleri açıkça “halk ve egemen sınıf arasındaki” bir sınıf mücadelesinden söz etmekteler. Devrimci değişim için ivme oluşturmak adına, daha ileri gitmeleri ve kentteki işçi sınıfıyla ordunun düşük kademelerini ajite etmeleri gerekmekte. Herhangi bir uzlaşma, her daim demokrasiye ket vuran kraliyet egemenlerinin gücünü muhafaza edecek.
Seçimi kazanmış olan Takşin Hükümeti’ne karşı, 19 Eylül 2006’da yapılan askeri darbeden bu yana Tayland’da gördüğümüz politik kriz ve huzursuzluk, zengin muhafazakârlar ve şehirli ve köylü yoksular arasındaki bir sınıf mücadelesini simgelemekte. Bu saf bir sınıf mücadelesi değil, mücadelede rol alanlar farklı amaçlara ve farklı demokrasi kavramlarına sahipler. Tayland Komünist Partisi’nin (CPT) çöküşünden beri solda oluşan boşluk yüzünden, milyoner ve popülist politikacı Takşin Şinavatra ve onun Thai Rak Thai Partisi, milyonlarca sıradan Taylandlıyı telkin etmeyi başardı.
Birçok yorumcunun, mevcut çatışmayı yalnızca Takşin, muhafazakârlar ve “modern kapitalist sınıfa” karşı direnen “eski feodal düzen” arasındaki bir seçkinler tartışması şeklinde açıklamaya çalışmasına rağmen, asıl çatışma bundan ibaret değil. Birçok analizdeki eksik unsur, milyonlarca sıradan Taylandlının eylemleri. Takşin, ilk kez gerçekleştirilen Evrensel Sağlık Programı ve kırsal bölgelerin kalkınması için yerel köy fonları gibi kötü politikaları üzerinden işçi ve köylülerle bir ittifak kurdu. Kırmızı Tişörtlüler Takşin’i seviyorlar, ancak onun tarafından kullanılmıyorlar ya da yalnızca onun geri dönüşü için mücadele etmiyorlar. Gerçek demokrasi ve toplumsal adalet istiyorlar.
Takşin ve muhafazakâr muhalifleri, her ikisi de modern koşullarda kraliyet yanlısı ve her iki taraf da kapitalist sınıf egemenliğinin desteklenmesine yardımda bulunmak için, monarşi kurumunun kullanılması arayışındalar. Tayland’da feodalizm 1870’lerde ortadan kaldırıldı. Muhafazakârları Takşin’e karşı gitgide düşman eden şey, kitlesel halk desteğine sahip olan geniş çaplı modernizasyon programı karşısında imtiyazlarını kaybedecekleri korkusu. Geçmişte egemenler, halkın isteklerini göz ardı etmek için, askeri güç, kralcı ideoloji ve para politikası kombinasyonunu kullanmıştı.
Ne Takşin ne de kralcı muhafazakârlar aralarındaki çatışmanın bir sınıf mücadelesine dönüşmesi niyetindeydiler. Ama kitlesel demokrasi yanlısı hareket, monarşiyi de kapsayan egemen sınıf yapısını sorgulamaya başladı. Bu, kralcı muhafazakârların kibirli tutumu ve krizin uzun süreli doğasına ilaveten, taban seviyesindeki Kırmızı Tişörtlüler’in kendini örgütlemesi ve finanse etmesinden kaynaklanmakta. Bu sınıf mücadelesi politik tutum değişiklikleri doğurmakta ve toplumun tüm kesimlerini teste tabi tutmakta. Fakat, hareketin karşısındaki asıl soru, iktidarı nasıl ele geçireceği.
Giles Ji Ungpakorn: Şu anda İngiltere’de sürgünde olan Taylandlı sosyalist. Son kitabı “Tayland’ın Krizi ve Demokrasi İçin Savaş” Nisan ayında yayımlanacak.
http://mrzine.monthlyreview.org/2010/ungpakorn160310.html adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.
Immanuel Wallerstein
Brezilya’da İşçi Partisi’nin (Partido dos Trabalhadores-PT) kuruluşunun 30. yıldönümü kutlamaları nedeniyle ülkenin başlıca bağımsız sol gazetelerinden Brasil de Fato, Brezilya’nın önde gelen dört sol entelektüeli ile yapılan söyleşileri yayımladı. Dördü de bir zamanlar PT içinde aktifti, aslında kurucuları arasındaydı. Üçü PT’den ayrıldı, tarihçi Mauro Iasi Brezilya Komünist Partisi’ne (PCB), sosyolog Francisco de Oliveira Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi’ne (PSOL) katıldı, tarihçi Rudá Ricci ise bağımsız bir solcu. Dördüncüsü, tarihçi Valter Poner ise partinin sol hizbinin önde gelen çehrelerinden biri olarak şu anda PT’de.
Hepsi, Ricci’nin adlandırdığı şekliyle “Brezilya solunun çok eski açmazı – nasıl hem popüler hem de sol olunur” sorusuna şaşırtıcı biçimde farklı analizlerle yaklaştı. Ancak bu tabii ki tüm dünyadaki solun açmazıdır ve şu anda dek böyle kaldı.
Brezilya, bu açmazı analiz etmek ve nasıl bittiğini görmek için ilgi çekici bir yer. Ülke, uzun ve aktif bir politik geleneğe sahip ve bugün çok partili durumun tadını ziyadesiyle çıkarıyor. Brezilya aynı zamanda ulusal ekonomik durumu son yıllarda, özellikle de son on yılda çok iyileşen bir ülke. Ve Brezilya, Latin Amerika’da ortaya epey politik önderlik koyan bir ülke. Bu nedenle soru bir partinin “popülerliğini” nasıl ölçeriz ve solculuk konusunda ehilliğini nasıl değerlendiririz halini alıyor.
Brasil de Fato’nun söyleşicisi, söyleşiye Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva’nın (“Lula”) hem ülkenin demokrasiye dönmesinden bu yana en popüler başkan olan karizmatik bir kişilik olduğunu, hem de PT’nin tarihi boyunca nüfusun en yoksul katmanları arasında desteğini arttırdığını belirterek başlıyor. PT’nin daha popüler hale gelmesini, “pragmatizme ödün vermek zorunda kaldı” şeklinde açıklıyor.
Dört entelektüel bu önermeye nasıl tepki verdi? Ricci’ye göre “Lulizm” partinin orijinal anlayışını tersine çevirir biçimde partiden daha önemli hale geldi. Ona göre PT “Amerikanlaştırıldı”. Parti bugün sadece bir seçim makinesi. Sol, popüler hale gelmeyi “Avrupa kuramlaştırmasındaki köklerinden” dolayı zor buluyor. Ricci, popüler kültürün, “karmaşık ve muhafazakâr” olduğunu ve Lula’nın bu popüler kültürle diyalogda olduğunu söylüyor. PT devletçi ve kalkınmacı, bundan dolayı da muhafazakâr ve faydacı. Bu nedenle de sorun PT’nin başlangıçtaki “seçkinci hale gelmeden demokratik sol ütopyası”na dönmesi.
Iasi’ye göre ise PT, merkez-solda “küçük burjuva” programa sahip bir parti olarak Brezilya’nın başlıca iki partisinden biri haline geldi. Kendisine verilen desteğin bedeli olarak ödediği ise “başlangıçta sahip olduğu ilkeler ve politik hedeflerden” vazgeçilmesi. “Lulizm” veya “popülizm”, kitleleri kendi çıkarlarına olmayan politikalara razı duruma getirmenin bir şekli.
Oliveira’ya göre işçilere, kurtuluş teolojisine ve demokratikleşme hareketlerine dayanan bir temelde yola koyulan PT, Brezilya parti sisteminin “yaygın marmeladının” bir parçası haline geldi. Sosyalist perspektif, “yoksulları” esas alan değil sınıfsal analizi temel alan bir şeydir. PT’nin kamulaştırma programına gelirsek; çağın 100 yıl gerisinde kalmış, “devletçilik isimli çocukluk hastalığının” bir parçası. Brezilya sanayisini güçlendirecek bir program ve solun veya sosyalizmin gereksinimi olan hiçbir şey içermiyor.
Poner durumu tamamen farklı görüyor. Lula hükümetinin başlangıçta sosyal-liberal yönelimli olduğu konusunda hemfikir. Ancak 2005’ten sonra parti sola dönmüş. “Evet, parti kalkınmacı” diyor. Ancak kalkınmacıların ki çeşidi var: muhafazakâr ve demokratik-popüler. Kapitalizmin krizi ile birlikte “sosyalizm yeniden tartışılmaya başlandı.”
Üç eleştirel analizde de dikkat çeken şey “popülizm” korkusu. Dört analizde de dikkat çeken şey jeopolitiğe dair bir tartışmanın yokluğu.
Entelektüellerin eleştirdiğini Castro övüyor
Brasil de Fato’da yayımlanan makaleden sadece birkaç gün sonra Fidel Castro düzenli “Düşünceler”inden birini Mexico City’deki La Jornada gazetesinde yayımladı. Lula, Castro’yu daha yeni ziyaret etmişti. Castro yazısında, Lula’yı 30 yıldan beri, yani PT’nin kuruluşundan bu yana tanıdığını söylemiş. Castro, bilinen Küba tarihi ve son 50 yıldaki zorluklar içinde “kendileri için aşkın önemde olan şeyin” Küba’yı içeren ve ABD ile Kanada’yı dışarıda tutan Latin Amerika ve Karayip Devletleri Birliği’nin oluşturulmasına karar verilen Cancún’daki son toplantı olduğunu belirtmiş. Bu toplantı Lula için büyük ölçüde bir başarıydı.
Castro, Lula’nın Brezilya devlet başkanlığı sona ermeden önce yaptığı bu son ziyaretin “önemine ve sembolikliğine” dikkat çekerek devam etmiş. Castro, 1980’lerde sade evlerinde “Lula, eşi ve çocuklarıyla yaptığı duygusal buluşmayı” hatırlamış ve Lula’nın “kusursuz bir alçakgönüllülük ile önderlik ettiği mücadeledeki iradesini” övmüş. Lulizm’e dair hiçbir eleştiri yok.
Brezilyalı sol entelektüellerin eleştirdiği her şeyi Castro övmüş –Brezilya’nın teknolojik gelişimi, gayrı safi yurtiçi hasılanın büyümesi, dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline gelmesi. Castro, karşı olduğu alkol üretiminde bile Lula’yı suçlamamış. “ABD’nin ve Avrupa’nın hain rekabet ve sübvansiyonları karşısında Brezilya’nın alkol üretimini arttırmaktan başka alternatifi olmadığını çok iyi biliyorum.”
Castro, şunu belirterek bitiriyor: “Bir şey şüphe götürmez: Metalurji işçisi, kendisini uluslararası toplantılarda sesi saygıyla duyulan güzide ve prestijli bir devlet adamına dönüştürdü.”
Brezilyalı sol entelektüeller ve Castro, Lula hakkında nasıl bu kadar farklı bir tablo çizebilir? Şu açık ki, birbirinden büsbütün farklı iki şeyi göz önüne almışlar. Brezilyalı sol entelektüeller öncelikle ülkenin iç yaşamına bakıyorlar ve Lula’nın hiçbir şey olmadığı, olsa olsa merkez-sol bir pragmatist olduğu gerçeğinden yakınıyorlardı. Castro ise öncelikle Brezilya’nın ve Lula’nın jeopolitik rolüne, başlıca düşmanın, ABD emperyalizminin altını oyan şey olarak gördüğü duruma bakıyor.
Bu durumda sol politikacılar için öncelik hangisi? Bu sadece Brezilyalıların sorusu değil. Bu, neredeyse her yerde sorulabilecek bir soru; tabii ki ülkenin tarihini ve jeopolitik konumunu soruyu sorarken hesaba katarak.
http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2279 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
ABD Sosyalist Partisi, 2003 yılında Filistinlilerle dayanışma amacıyla bulunduğu Gazze’de İsrail ordusuna ait bir buldozer tarafından ezilerek öldürülen Rachel Corrie’nin ölüm yıldönümünde bir açıklama yaparak ABD halkını yeni bir dış politika yaratılması konusunda harekete geçmeye çağırdı:
Bugün, Uluslararası Dayanışma Hareket (ISM) aktivisti Rachel Corrie’nin trajik ölümünün yıldönümü. Corrie, 16 Mart 2003’te Filistinlilerin evlerinin yıkılmasına şiddet içermeyen şekilde direnirken bir İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) buldozeri tarafından öldürülmüştü. Onun ölümü, demokratik sosyalistlerin dünyanın her tarafında politik güçlerini edindikleri uluslararası dayanışma gayretiyle birlikte, işgal altındaki bölgelerdeki Filistinlilerin her gün yüzleştiği şiddetin sembolü haline geldi.
Filistin özgürlük mücadelesi Rachel Corrie’yi, Evergreen State College’dan ayrılıp Filistin’de ISM’e katılacak kadar çok etkilemişti. Corrie, Gazze Şeridi’nde birkaç hafta geçirdikten sonra Filistinlileri, “ölüm saçan kuleler, tanklar ve silahlı ‘yerleşimlerle’ ve şimdi de dev bir metal duvarla çevrilmişler” şeklinde tanımlamıştı. IDF tarafından gerçekleştirilen ev yıkımları ve askeri baskınlar 2003 yılları başları süresince şiddetlendi. ISM eylemcileri ve onların Filistinli benzerleri bu baskıya, her gün bedenlerini buldozerlerin ve ağır silahlı birliklerin önüne dikerek şiddet içermeyen kahramanca doğrudan eylemlerle karşı koydular.
16 Mart 2003’te gerilla sığınakları ve kaçakçılık tünellerini yok etme bahanesiyle hareket eden IDF, Filistinli eczacı Samir Nasrallah’ın evini yıkmayı denedi. Başka birkaç ISM aktivisti ile birlikte Rachel Corrie, evin önünde bir canlı kalkan oluşturdu. Filistin İnsan Hakları Merkezi tarafından derlenen bir rapora göre ISM’den görgü tanıkları IDF’e ait buldozerin sürücüsünün, ISM’in standart fosforlu yeleğini giyen Corrie’yi net biçimde görebildiğini, buna rağmen Corrie’yi buldozerin kepçesiyle öldürmek için ezmeye başladığını ifade etti.
Corrie’nin ölümü, Filistin’de her gün gerçekleşen İsrail işgali vahşetine daha çok ışık tutulmasına yardımcı olan uluslararası bir haber oldu. 2003’ten beri daha birçok Filistinli öldü. Birçoğu isimsiz bir biçimde can verdi -hiçbir zaman sona ermeyen bir işgal ve baskı devrinin isimsiz ve meçhul kurbanları. Onlar sadece gömmeleri ve yaslarını tutmaları için bırakıldıkları aileleri tarafından biliniyor. Corrie’nin ölümü uluslararası bir öfke yaratırken, Filistinliler tarafındaki can kayıpları nadiren biliniyor.
Bununla birlikte Rachel Corrie’nin hayatı ve fedakârlığı anılmalı. Bu hayat ve fedakârlık, ABD’deki gençlerin dünyada daha çok özgürlük ve adalet için harekete geçme kapasitesine dair bir kanıt sunuyor. Çoğu zaman genç insanlar kendileri için günümüz kapitalizmi tarafından yaratılan konumu kabulleniyor –politik değişime dair hiçbir umut barındırmadan merkezine tüketmeyi alan boş hayatlar yaşamayı. Rachel Corrie, tarihin aktif bir katılımcısı oldu ve ölümü devam eden Filistin özgürlük mücadelesine katkıda bulundu.
Onun ölümü bize, İsrail ile Filistin arasındaki çatışmanın sona ermesine destek olma konusunda Amerikalıların özel bir sorumluluğu olduğunu hatırlattı. Rachel Corrie’nin çabasını, İsrail’e yönelik ABD yardımının bir an önce sona erdirilmesine dair talebimizi yükselterek sürdürebiliriz. Onun, ailesine gönderdiği bir e-postada açık bir biçimde söylediği gibi: “Benim de dolaylı biçimde desteklediğim ve devletimin büyük ölçüde sorumlu olduğu bir soykırımın ortasındayım.”
Rachel Corrie’yi, uluslararası dayanışma ve barışı sosyalist değerler ile oluşturulacak yeni bir dış politikanın yaratılmasını destekleyerek hatırlayın.
Billy Wharton
ABD Sosyalist Partisi Eş Başkanı
http://links.org.au/node/1568 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.
Fransa’da dün gerçekleşen bölgesel seçimlerin ilk turu solun üstünlüğü ile tamamlanırken, seçimlerde yüzde 3.4 oranında oy alan Yeni Antikapitalist Parti (NPA) yaptığı açıklama ile seçimlere katılımın düşük olmasının (seçimlere katılım yüzde 46.4 oranında oldu, ç.n.) iktidarın aynı partiler arasındaki devrine tepki olduğunu belirtti ve esas sonuçların “üçüncü turda”, yani krize karşı sokakta verilecek mücadelede alınacağını vurguladı:
Bölgesel seçimlerin ilk turundan iki temel ders çıktı:
- Çoğunluğu, iktidarı sırayla birbirine devreden ve yaşam koşullarını kötüleştiren siyasi partileri retlerini göstermek isteyen milyonlarca genç, işçi ve işsizin büyük oranda oy kullanmaması.
- Sağın ve hükümetteki Sarkozy’nin reddine dair gayret –nüfusun büyük kesimine krizin bedelini ödeten ve kamusal hizmetler ile toplumsal kazanımları tahrip eden büyük sermaye sahipleri ve en zengin kesimlerin suç ortakları- Sosyalist Parti (PS) ve Europe Ecologie’nin yükselişini ateşledi.
Söz konusu sağı reddediş, 2004 yılından bu yana 20 bölgede yönetimde olan Sosyalist Parti ve müttefiklerinin sicillerinden dolayı cezalandırılmamalarını sağladı.
Buna ek olarak seçimin henüz sonuçlanan ilk turuna dair kampanya, Ulusal Cephe’nin (NP) büyük oranda faydalandığı rahatsızlık verici ırkçı dalga tarafından bozuldu.
NPA listelerine veya NPA’nın da dahil olduğu ortak listelere oy veren kadın ve erkeklere teşekkür ediyoruz. Listelerimizin bazıları umut verici olsa da genel olarak seçim sonuçlarımız hayal kırıklığı yaratıyor. Önümüzdeki günlerde bu gerçekleri ve nedenlerini daha detaylı biçimde tahlil edeceğiz.
Seçmenleri önümüzdeki Pazar günü için Sarkozy ve UMP’nin listelerini olası en büyük yenilgiye uğratarak ilk turun sonuçlarını teyit etmeye ve kuvvetlendirmeye çağırıyoruz. Gelecek olan sol çoğunluğun savunmasının, son birkaç yılda Sarkozy’nin politikalarına karşı yaptıkları savunmadan daha iyi olmayacağını düşünsek de, sağı cezalandırmak mutlak bir gereksinimdir. Bununla birlikte, sağı seçimlerde cezalandırmak onun politikalarını engellemek için yeterli olmayacaktır.
Yunanistan’da sosyalist bir hükümet altında olanların aynısı; önümüzdeki haftalarda daha kötü duruma geleceğe benziyor. Krizlerinin bedelini ödemek mi? Asla! Yunanistan’daki genç, işçi, işsiz, emeklilerin cephesi gibi, toplumsal olan üçüncü tura hazırlanmak zorundayız!
23 Mart, emekli maaşlar, ücretler ve işten çıkarmaların yasaklanması için mücadelelerin kesişmesinin ilk aşaması haline gelmeli. Ve sağa, patronlara ve bankacılara karşı bu talepler çevresinde en geniş birlikteliği inşa etmeyi diliyoruz.
Yeni Antikapitalist Parti (NPA) İcra Komitesi
http://mrzine.monthlyreview.org/2010/npa150310.html adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.
Hindistan Federasyonu İçişleri Bakanı Gopal Krishna Pillai’nin, Maoistlerin hükümeti 2050 yılında devirme planları olduğuna dair açıklamasından bir gün sonra Naksalitlerin üst düzey yetkililerinden Kishenji kod adlı Koteswar Rao, bunun çok daha erken başarılacağını iddia etti.
PTI (Press Trust of India, ç.n.) haber ajansına konuşan Kishenji, “Hindistan hükümetini 2050 yılından çok daha önce devireceğiz” dedi. Kishenji, Maoistlerin kendi ordularının yardımıyla bunu başaracaklarını öne sürdü.
Maoistlerin 72 günlük ateşkes önerdiğini ifade eden Kishenji, bunun hükümetin iddia ettiği gibi yeniden toparlanma ile bir ilgisi bulunmadığını ve hükümetin amacının halkın dikkatini başka yönlere çekmek olduğunu belirtti. Bunun barış önerisini etkilemeyi amaçladığını söyleyen Kishenji, “Hükümete karşı uzun vadeli bir devrime tamamıyla hazırlanmış durumdayız ve bundan dolayı yeniden yapılanma için özel bir zamana ihtiyacımız yok” diye konuştu.
Kishenji, Pillai’nin geçtiğimiz hafta Cuma günü yaptığı açıklamada bazı eski ordu mensuplarının Maoistlere yardım ettiğini öne sürmesine yönelik ise, “Hiçbir ordu mensubunun desteğine ihtiyaç duymuyoruz. Son 30 yıldır savaşmanın ideal örneğini herhangi bir ordu yetkilisinden daha iyi bildiğimizin bilincindeyiz” cevabını verdi.
Hishenji, Maoistler tarafından tekrarlanan görüşme tekliflerinin reddedilmesine dair ise, “Hükümete tekrar tekrar görüşme tekliflerinde bulunduk, ancak bunlar reddedildi” dedi.
Maoistlerle mücadele adı altında masum insanların öldürüldüğünü iddia eden Kishenji, “Onları devlet destekli terörizmden kurtarmaya çalışıyoruz” ifadesini kullanırken, Batı Bengal Polis Müdürü Bhupinder Singh’in, yakalanan Maoist lider Telegu Deepak’ın ULFA (Assam Birleşik Kurtuluş Cephesi, ç.n.) ve Keşmirli militanlarla bağlantılı olduğuna dair iddialarını reddederek, “Telegu Deepak’ın yakalanmasına dair kasti olarak birçok söylenti yayılıyor. Deepak’ın herhangi bir terörist örgütle hiçbir bağlantısı yoktur” dedi.
Kishenji, böylesi bir örgütlenmeleri olmadığından Deepak’ın Maoistlerin askeri komisyon üyesi olmadığını söyleyerek, “Sadece eyalet komitemiz, merkez komitemiz ve politbüromuz var. Deepak sadece Nandigram’dan sorumlu eyalet komitesi üyemiz” şeklinde konuştu.
http://www.hindustantimes.com/kolkata/Maoists-will-overthrow-Govt-before-2050/516826/H1-Article1-516091.aspx adresinde yayınlanan haberden çevrilmiştir.
Sukant Chandan, 2010 Dünya Kadınlar Günü’nde, Filistinli devrimci Leyla Halid ve yine Filistinli devrimci ve Gazze sakini Shireen Said ile görüştü.
Leyla Halid: “Filistinliler’in birleşmesinde Filistinli kadınların köklü bir rolü vardır.”
Filistinliler’in uğradığı zulüm, öncelikle, Siyonist devletin ABD’den aldığı finansal, diplomatik ve askeri yardıma, ikinci olarak da, bölgedeki Batı destekli ülkelerin boyun eğişlerine bağlı olarak devam etmekte. Siyonist devletin uzun süredir sahnede görülmeyen kardeşinin –Irkçı Güney Afrika devleti– düşüşünden sonra, muhtemelen Filistin mücadelesi dünyada önde gelen ve en güçlü anti-emperyalist mücadeledir. Bu nedenle, kendilerini, ailelerini, toplumlarını ve uluslarını emperyalizmden kurtarmak için girişilen mücadelede kadınların ne rol oynayabileceğini göstermek adına Filistinli kadınlar merkezi bir örnek teşkil etmekte.
Leyla Halid, Filistin mücadelesine dünyanın dikkatini 1969 ve 1970’de yoldaşlarından biri hariç kimsenin ölmediği iki uçak kaçırma olayı vasıtasıyla çekti. Öldürülen kişi Nikaragua asıllı Amerikalı Patrick Arguello’ydu. Halid, 1973’de yazdığı “Benim Halkım Yaşamalı” isimli otobiyografisinde, bu uçak kaçırma hikâyesini anlatıyor:
“27 yaşında, üç çocuk babası, ABD San Francisco doğumlu Nikaragua vatandaşı Patrick Arguello’nun öldüğü duyuruldu. Filistin’den dünyanın yarısı kadar uzak mesafedeki birini bu tehlikeli görevi üstlenmek adına harekete geçiren şey neydi? Patrick, devrimci bir komünistti. Onun bu cesur eylemi uluslararası dayanışmanın güzel bir işaretiydi. Yaşamdan bir alev söndürüldü; bu alev bir anlığına da olsa dünyayı yaktı, Filistin’e dönüş yolunda bir iz bıraktı. Arguello yaşıyor, benim insanlarım da, devrim de!”
Halid, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki zaman zarfında halen ilham verici ve etkileyen, anti-emperyalist solcu kadınlardan biri olarak yaşamına devam ediyor. Halid, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) merkezi komite üyelerinden biri olmasının yanında, Filistin Ulusal Konseyi’nin bir temsilcisi olarak, bugün halen Filistin devriminin liderliğinde faal bir şekilde yoluna devam ediyor.
90’ların ortasından beri, Filistin devriminde İslamcı Hamas’ın yükselişi, birçok insanın, Leyla Halid, diğer Filistinliler ve Lübnanlı komünist direnişçi Souha Bechara gibi Arap devrimcilerden ziyade, Hamas’ın İslami mücadelesinde birleştiği manasını taşımaktadır. Ancak, yakın tarihte FHKC’nin 70 bin civarında insanı toplayan Gazze’deki 42. kuruluş yıldönümü mitingi, Filistinli devrimci sol profilini ve aynı zamanda kadının rolünü arttırdı: Shireen Said adında FHKC’li genç bir kadın sahneye çıktı, askeri kıyafetler içinde bir selam verdi ve erkek yoldaşının yanı sıra mitinge eş başkanlık etti. Yazarla yaptığı röportajda, 1985’te, ilk intifadayı başlatan “taş çocuklar” diye anılan Cebaliye mülteci kampında doğduğunu belirterek, geçmişi hakkında ufak bilgiler verdi. “Çocukluk anılarım çoğunlukla ilk intifadadan ibaret.” Gençlik yıllarının başlarında, FHKC ile bağlantılı olan öğrenci hareketlerinden birine dahil oldu.
Said daha sonra kendisi hakkında daha fazla bilgi verdi:
“Lisans diplomamı El-Aksa Üniversitesi Spor Bölümü’nden aldım. Öğrenci kolektifinde sekreterlik görevine gelene dek, birçok yoldaşla beraber İlerici Öğrenci İşçi Cephesi’nde çalıştım. Gazze’de, üniversitede yapılan demokratik seçimlerle bu göreve gelen ilk kadındım. Mezuniyetimden sonra, kadınların özgürlüğü, onları bir araya getirmek ve ulusal ve demokratik reformun her alanında kadınları erkeklerle eşit tabana koymak için ilerici feminist hareketin bir parçası olan Filistinli Kadın Sendikası’nın meclislerinde çalıştım. Gençlik konularında bir aktivist olarak, resmi olmayan oluşumlardaki profesyonel işimin yanı sıra, Filistinci İlerici Gençlik Sendikası’nın yönetim kurulu üyesiyim ve El-Ezher Üniversitesi’nde Eğitim üzerine yüksek lisansımı yapıyorum.”
Dünya çapında birçok genç kadın gibi, Shireen Said de Leyla Halid örneğinden esinlenmişti:
“ Gayet tabii ulusal ve uluslararası bir mücadeleci olarak Leyla Halid, özgürlük, toplumsal adalet ve kendileri ve gelecek nesiller için bağımsız mamur bir yurt arayışı içindeki kadınlara ilham vermiştir.”
Said’in kendi hakkında söylediklerine tepkisinin ne olduğu sorulduğunda, Halid yanıtladı:
“Şayet biri beni direnişin sembolü olarak görüyorsa, bu beni onurlandırır, mücadele uğruna bana daha fazla güç verir. Herhangi biryerde haklı bir sebep uğruna mücadele eden bir kadın görmek, halkım için bana umut ve cesaret veriyor. Filistin’de yahut başka bir yerde kadınlar mücadele uğruna hayatlarını veriyorlar.”
Leyla Halid, Said’in de içinde bulunduğu birçok Filistinli kadın için, kararlılığın ve halkları için mücadelede fedakârlığın sembolüdür.
“Yoldaş Leyla ile hikâyem anaokulunda, intifada, şehitler ve Leyla, Hassan Kaffani ve Wadi Haddad gibi kahramanlarımıza dair marşlarımızı öğrendiğimde başladı. İçimde, Leyla’ya olan ilgimi ve sevgimi büyütürken, onun hakkında her şeyi bilmek istedim. Onunla tanışma şansına nail olamamama rağmen, o bana ilham verdi ve ben onunla gurur duyuyorum. Bir kadın olarak, mücadelenin en zorlu safhalarında erkeklere katılmaktan onu kimsenin alıkoyamayacağını ispatladı, bundan dolayı yoldaş Leyla, ben ve birçok kadın için örnektir.”
Said: Mesaj vermek istedim
Bu tarihi anda, Filistinli devrimci solun ilkeleri ve maneviyatının esaslı bir bölümü –ki büyük ölçüde Batılı fikir ve standartların yabancısı ya da gereksiz bir ithalatı olan- gelenekçi Müslüman ve Arap toplumundan gelen birçok kişi tarafından ortaya konur; bu nedenle Said’in FHKC mitingine katılımı kolay bir seçim değildi:
“Bizim muhafazakâr ve gelenekçi toplumumuza bağlı olarak bu kadar büyük bir izleyiciyle karşılaşmaktan korktum, aynı zamanda genç bir Filistinli kadının böylesine bir mitingde askeri kıyafetler giydiği ilk seferdi, ama yine de bunu tecrübe etme konusunda ısrarcıydım.”
Said, kararının geçen yılın başlarındaki barbar Siyonist saldırılar süresince Gazze’deki kitlelerin sadakati ve direnişiyle nasıl karşılandığını anlattı:
“Ocak 2009’da Gazze’deki Siyonist katliamların anıları insanların zihinlerinde ve kalplerinde hala diridir, bu nedenle bir mesaj vermek istedim, bütün ölümlere, yıkıma ve Siyonist savaş terörüne rağmen, kurtuluş ve özgürlük yolumuz olan direnişte erkeklerimizin ve kadınlarımızın omuz omuza nasıl dimdik durduğunu göstereceğiz. Mitingde, şahsımın bu mesajı televizyon ve internet üzerinden dünya çapında milyonlara iletilmesi açısından çok memnun oldum. Aynı zamanda ailem de benimle çok gururlandı.”
Halid, yüzlerce Filistinli kadın tutsağı savunmanın önemini vurguladı:
“Özellikle İsrail hapishanelerindeki kadınları düşünüyorum, oradaki kadınlar işgalin zulmünün ve işkencesinin kanıtıdır ve aynı zamanda cesaret ve güç örnekleridirler.”
Dünya Kadınlar Günü’nde dünya üzerindeki kadınlara mesajının ne olduğu sorulduğunda; Said yanıtladı:
“Öncelikle kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele bayrağını tutan tüm kadınlara selam göndermek ve onlara, yolumuzun çok uzun ve zorlu olduğunu ve iyi düşünülmüş stratejiler gerektirdiğini söylemek istiyorum. Kapitalist sistemin kadınlara zulmettiğini, sömürdüğünü ve onları onurlarından uzaklaştırdığını unutmamamız gerekir. Bu nedenle, tıpkı sona ulaşmak adına en iyi araç olan, birleşik ve güçlü devrimci solu ileri taşımak gibi insani ve ilerici politik değerlerimize bağlı kalmalıyız. Bu, kendimiz, ailelerimiz ve çocuklarımız için özgürlük, eşitlik ve toplumsal adalete ulaşmak için tek yoldur.”
Son olarak Halid’in mesajı Filistin’in kadınlarına, özellikle de Batı Şeria ve Gazze’dekilere ve onların fraksiyonları, bilhassa Hamas ve El Fetih’i birleştirmekteki, FHKC’nin merkezi rol oynadığı uzlaşma ve birlik sürecindeki rollerine odaklanıyor:
“Bu politik atmosferde en önemli mesele halkımızın işgal terörüne göğüs germek üzere birleşmesi ve birliğin ana prensibi işgalle savaşmak olmalı. İşgalle savaşmak, Filistinli fraksiyonların birliğini gerektiriyor. Filistinli kitlelerin, demokratik ve sivil vasıtalar aracılığıyla başta Hamas ve El Fetih olmak üzere Filistinli fraksiyonlara birlik için baskı oluşturmaktaki rolünü kavramamız önemli. Filistinli kadınlar, birçoğunun aileleri bölündüğünden söz konusu ayrışmalardan olumsuz etkileniyor; Filistinli kadınların, Filistin mücadelesindeki birlikte ve birliğin başarılmasındaki rollerinin farkına varmalarının gerekliliği konusundaki ısrarımın nedeni de bu.”
http://mrzine.monthlyreview.org/2010/ks080310.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
towardfreedom.com editörü Benjamin Dangl, yeni dönemde Uruguay Devlet Başkanlığı görevini yürütecek olan eski Tupamaro gerillası Jose “Pepé” Mujica’nın yönetimine dair yayımladığı yazıda, Mujica’nın halkçı politikalar vaadinde bulunan, ancak aynı zamanda iş dünyasıyla uzlaşacak ‘ılımlı’ bir siyasetçi olduğunu vurguladı:
“Eşek zeki bir hayvandır, çünkü nerede yemek yiyebileceğini hiçbir zaman unutmaz” – Bu söz çiftçi, eski gerilla ve şu anki Uruguay Devlet Başkanı Jose “Pepé” Mujica’nın La Brecha dergisine verdiği mülakattan.
Jose “Pepé” Mujica geçtiğimiz Pazartesi, 1 Mart’ta başkanlık görevini üstlenirken Montevideo havasını kızarmış yemek ve sosisli sandviç kokusu kaplıyordu. “Olé, olé, olé, Pepe, Pepe” diye tezahürat yapan gürültücü kalabalığa Uruguay bayrakları satan işportacılar göreve başlama geçit töreninin güzergahına dizilmiş. La Nacion’un haberine göre, ülkedeki diktatörlük süresince hapsedilen ve işkenceye maruz kalan eski Tupamaro gerillası Mujica, kalabalığın önünde eşi ve başka yardımcısıyla birlikte ayakta dururken askeri yönetim zamanında yasaklanan halk şarkıları söyleyerek kalabalığa öncülük ediyordu.
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, Página/12’ye “Mujica’nın görevi devralmasıyla açılan periyot halkın şevki ve gayretli umudu ile kutsanmış doğdu ve özen gösterilmesi, aldatılmamak için dikkatli olunması gereken şeyler var. Bu bir kutlama, ancak aynı zamanda da taviz günü” dedi.
Diğer kampanya düzlemleri arasında Mujica, ülke yoksulları için yeni barınma projeleri yapma, demiryolu sistemini yeniden aktif hale getirme, eğitime erişimi ve kalitesini genişletme ve diğer Güney Amerika ülkeleriyle entegrasyona aktif biçimde katılma sözü vermiş durumda. Göreve başlama törenine Brezilya, Paraguay, Bolivya, Ekvador, Kolombiya ve Venezüella devlet başkanları katıldı.
Mujica, şehrin dışında yer alan sebze ve çiçek yetiştirdiği çiftliğinde eşiyle birlikte yaşıyor. IPS News’e konuşan Mujica’nın 44 yaşındaki komşusu María del Rosario Corbo, başkana dair şunları söyledi: “Tam anlamıyla sıradan bir adamdır: onu bisikletinde, motosikletinde, çiçeklerinin arasında çalışırken görürsünüz. Yoksullara odaklanmayı güçlendirecek, onlara bir yardım eli uzatacaktır.” Mujica başkanlık maaşının büyük kısmını da evsiz insanlara yönelik bir programa bağışlayacak.
Mujica, iki başka hapis yatmış eski gerillayı, Luis Rosadilla ve Eduardo Bonomi’yi de hükümetinde sırasıyla Savunma Bakanı ve İçişleri Bakanı olarak görevlendirdi. Uruguay’daki kanlı diktatörlük 1973-1985 arasında sürmüştü.
Göreve başlama töreninde kızıyla birlikte bulunan ev kadını Manuela Nieves, Página/12’ye şöyle konuştu: “Acı çektiğimiz tüm yıllar nedeniyle şimdi solun hükümette kalmaya devam etmesini hak ediyoruz. Mujica, halkı temsil ediyor. Tabaré’nin (eski başkan) izinden gidecek, ama farklı bir yürekle.”
Yeni başkan ülkedeki aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmayı ve Uruguay’ın ihmal edilmiş kırsal bölgelerine odaklanmayı taahhüt etti; ülke nüfusunun yüzde 93’ü şehirlerde yaşıyor. Mujica aynı zamanda özel sektörü güçlendirmeyi, zenginliği arttırmayı ve ülkeye yatırım çekmeyi istediğini vurguladı. Siyaset bilimi profesörü Juan Andrés Moraes, IPS News’e şunları söyledi: “Mujica, hükümetinin Evo Morales ya da Chavez’inkinden çok Lula’nınkine (Brezilya Devlet Başkanı) benzeyeceğini söylüyor. Aslında Mujica’nın kendisi farkları açık olarak görüyor.”
Mujica, yıllar önce politikacı olduğundan beri “yılanları yakalamayı”, siyasete uygun biçimde bir şeyler elde etmek için uzlaşmalar gerçekleştirmeyi öğrendiğini söyledi. Gerçek şu ki, Tabaré Vazquez hükümetinde Ekonomi Bakanı olan Danilo Astori’nin başkan yardımcısı olması, ekonomi politikalarının yeni dönemde çok önemli oranda değişmeyeceğinin işaretini veriyor.
Yeni başkanın karizmasına, popülist kişiliğine ve solcu geçmişine rağmen, başkanlığı muhtemelen ılımlılık ile karakterize edilmiş. Mujica, Arjantin ve Uruguay’dan işadamlarıyla son zamanlarda gerçekleştirdiği bir toplantıda kendisini, “vejetaryene dönüşen vahşi bir kedi” olarak tanımlamıştı.
http://towardfreedom.com/home/content/view/1881/1/ adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.
Independent gazetesi Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, bugün yayımlanan yazısında ABD Temsilciler Meclisi’nin Ermeni Soykırımı’na dair kararını yorumladı. Fisk, Obama’nın soykırımın senato tarafından tanınmasının önüne geçeceğini düşündüğünü belirterek, değişim vaadiyle iktidara gelen ABD başkanının Ermeni Soykırımı konusundaki tavrı nedeniyle bu vaat ile çeliştiğini vurguladı:
Türklerin gönlünü almak adına bir kez daha 20. yüzyılın başında gerçekleştirilen Ermeni Soykırımı’nı unutmak zorundayız. Bill Clinton böyle yaptı.
George W. Bush omurgasızca Türk generallerine karşı yıkıldı. Ve şimdi; seçilmesi durumunda Ermeni Soykırımı’nı oylama sözü veren ve daha sonra bundan cayan Nobel ödüllü favori bir diğer cesur başkanımız, Washington’da ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde yan çizerek ve zırlayarak 1915’te Türkler tarafından 1,5 milyon Ermeni sivilin vahşice katledilmesi konusundaki gerçeklerden bahsedilmemesi için yalvardı. Komite için iyi olan şey teslim olmamasıydı. Ancak, bu bir işe yaramayacak.
Kesin olan bir şey varsa, dargınca bir tutumla Türk büyükelçisi Washington’dan geri çağrılmıştır. Ancak aynı ölçüde bellidir ki, Temsilciler Meclisi’nin tamamından soykırıma hiç oy çıkmayacaktır. Çıksa dahi, Senato’da asla oy çıkmayacaktır. Obama da bunun için elinden geleni yapacaktır. Değişim isteyen adam, doğrudan Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi katletmesine yol açan soykırım konusunda küçük bir değişim istemiyor.
Washington’daki olaylar birkaç şeyi kanıtlar nitelikte. Ermeni asıllı Amerikalı toplum şimdiye dek olmadığından daha güçlü ve daha varlıklı bir lobiye sahip. Türkler açısından daha vahim olan şey ise, bu sene Türklerin İsrail lobisini arkasına alamadığıdır. Geçmişte, utanç verici bir şekilde Ermeni Katliamı’nın bir soykırım olmadığını ileri süren İsrail, yakın müttefiki Türkiye’ye destek verdi. Ancak bu yıl Türkiye ve İsrail bozuştu ve İsrailliler, Türkiye’nin Gazze’deki kıyımdan dolayı kendilerini kınamasına içerlemiş durumdalar.
Türkler, son turda Bush’u köşeye sıkıştırması için generallerini gönderdiler. Bu sefer, Türkiye Dışişleri Bakanı, “Türk-Amerikan ilişkilerinin, tarihleri boyunca ihtiyaç duydukları en yüksek seviyede bir stratejik işbirliğine doğru giden önemli bir evreye girdiği” uyarısında bulundu. Mesaj çok basit. Soykırımı tanıyacak ve Amerika, Türkiye’deki hava üslerini ve Irak’a askeri konvoyların ulaşması için kullandığı yolları kaybedecek.
Maalesef gerçek şu ki, bu yollar en nihayetinde, 1915’te Ermenilerin ölüm sürgününe gönderildiği yollardır. Bundan bahsedilmez tabii ki. Hatta bizim sadık Türk müttefikimiz, Afganistan’da Amerika’nın -“Obama’nın Savaşı”- savaşına verdiği desteği geri çekebilir. Robert Gates kongre üyelerine geçen sene dile getirdiği, ihtiyaç duydukları şeyin “bu yollar ve daha niceleri” olduğuna dair sözlerini hatırlatmak için halen Washington’da. Pekala, yalnızca, önümüzdeki yıllarda Amerikan askerlerinin konvoylarını tökezletmediğini ve bu yollarda mevzilenmediğini umalım. On binlercesinin iskeleti hâlâ orada bulunmakta.
Bir merak da, şayet Almanya’nın aniden Nazi Katliamı’nın bir soykırım olmadığına karar vermesi durumunda neler olacağıdır. Bu, Başbakan Merkel’in yanına kâr kalır mıydı? Obama, Almanya’nın böylesine korkunç bir durumdan paçayı kurtarmasına izin verilmesi gerektiği konusunda kulis yapar mıydı? Muhtemelen, 1939’da, - Doğu Avrupa’da milyonlarca Yahudi’yi katletmek için Polonya’ya doğru yola çıkmadan önce- Hitler’in generallerine sorduğu şu basit soruyu hatırlatmakta fayda var: “ Ermenileri şimdi kim hatırlıyor?”. Evet, Hitler istediği cevabı bu hafta Obama’dan aldı.
http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-someone-remembers-this-atrocity-at-last-ndash-to-obamas-dismay-1917070.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Yunanistan’da ardı ardına gelen kriz önlemlerine karşı çalışanların tepkisi giderek yükselirken dün gerçekleştirilen gösterilerde de küçük çaplı çatışmalar yaşandı. Yaşanan çatışmalarda polisin saldırısına uğrayan ve ülkede Nazilere karşı direnişin fitilini ateşleyen kişilerden biri olan 87 yaşındaki Manolis Glezos ağır yaralanırken, Genel Emek Konfederasyonu Başkanı Yiannis Panagopoulos da gösterilerden tepki aldı. PASOK tarafından, Panagopoulos’a yönelik saldırıdan sorumlu tutulan KOE ise yaptığı yazılı açıklama ile kendilerine yönelik suçlamaları “KOE ve aşırı sağcı LAOS’un ortaklaşa provokasyonu” olarak nitelendirdi:
“Yunanistan Komünist Örgütü (KOE), dün öğleden sonra ve bugün (5 Mart) PASOK’un hükümeti tarafından benimsenen yeni ayarlamalara karşı tüm ülkede düzenlenen kitlesel mücadeleci gösterileri selamlıyor. Bu gösteriler tüm çalışanların ve tüm halkın hükümetin Brüksel tarafından dayatılan barbarca düzenlemeleri uygulama çabalarını pahalıya ödemeye zorlayacak büyük ayaklanmasının başlangıcı olmalı. Bugün on binlercesi etkileyici ve militan bir şekilde gösteri yapılan Yunanistan halkı hükümete açık bir mesaj gönderdi. Yeni halk düşmanı ayarlamalar gidecek ya da bu hükümet gidecek!
KOE, Nazi işgaline karşı ulusal direnişimizin kahramanı 87 yaşındaki Manolis Glezos’a karşı parlamento girişinin hemen dışında özel polis güçleri tarafından gerçekleştirilen ve yaralanarak yoğun bakım servisinde tedavi altına alınmasıyla sonuçlanan alçak saldırıyı kınıyor. Manolis Glezos, Nazi işgaline karşı efsanevi ve sembolik darbesinden(*) 70 yıl sonra Brüksel ve Berlin’in politik kölelerinin saldırısına uğradı.
KOE aynı zamanda özel polis güçlerinin, SYRIZA’nın (Radikal Sol Koalisyon) parlamento grubuna yönelik, milletvekilleri kendi bayraklarıyla göstericilerle buluşmak amacıyla parlamentodan çıkarken gerçekleşen benzeri görülmemiş saldırısını da kınıyor. Polis güçlerinin sınır tanımayan davranışları, PASOK hükümeti tarafından aynı şekilde sınır tanımayan biçimde uygulanan ekonomik ve toplumsal boğma ile çok benzer.
KOE, Genel Emek Konfederasyonu Başkanı Yiannis Panagopoulos’a yönelik göstericiler tarafından gerçekleştirilen saldırıdan KOE ve SYRIZA’yı sorumlu tutan PASOK Parlamento Sözcüsü Christos Papoutsis ve aşırı sağcı LAOS partisinin milletvekili Adonis Georgiadis’ın ortaklaşa düzenlediği provokasyonu kınıyor. KOE ve SYRIZA’ya yönelik bu planlı saldırı, aşırı sağcı LAOS’un hem parlamentoda hem de provokasyonlarında PASOK’u desteklediğini kanıtlıyor.
Şu çok iyi bilinir ki KOE, Genel Emek Konfederasyonu önderliği tarafından izlenen politik çizgiden köklü biçimde ayrı bir politik çizgiye sahiptir –özellikle de emekçilerin, egemen sınıflar ve onların hükümetleri tarafından bugüne kadar uygulanan en vahşi saldırıların hedefi olduğu bugün-. Ancak şu da aynı şekilde çok iyi bilinir ki, KOE bu politik çizgisini solun her zaman yaptığı gibi pratiğe geçirir: düzenli ve politik olarak, çalışma alanlarında ve toplum içinde.
PASOK ve LAOS’un bir asırlık kazanımları gömdüğü gün aynı partilerin, Brüksel’in utanmaz temsilcileri ve kuklalarının, KOE’ye karşı ucuz hileler ve provokasyonlarla kendilerinin devasa sorumluluklarının üzerini örtmek için acele etmeleri utanç vericidir.
KOE, Yunanistan’ı daha büyük ve daha mücadelesi seferberliklere çağırıyor. Bugün bir muharebe verdik, ancak mücadele sürüyor. Hükümetin düzenlemeleri iptal edilene ve Avrupa Birliği İstikrar Paktı yürürlükten kaldırılana kadar herkes sokaklara!”
(*): Manolis Glezos ve Apostolos Santas 30 Mayıs 1941’de Akropol’ün tepesine tırmanmış ve Nazi güçlerinin Atina’ya girdiği 27 Nisan 1941’den beri orada duran Nazi gamalı haçını aşağı atmışlardı. Bu, Yunanistan’da gerçekleşen ilk direniş eylemiydi ve muhtemelen Avrupa’da gerçekleşen eylemlerin de ilklerinden biriydi. Manolis Glezos, hapiste ve sürgünde 16 yıl geçirdi, savaş sonrası gerici yönetimlerin eziyetine uğradı.
(**): Yeni düzenlemeler bugün parlamentoda son birkaç saatte sonuçlanan “özel acil prosedür” altında PASOK ve LAOS milletvekillerinin oyları ile onaylandı.
http://www.international.koel.gr/index.php?option=com_content&view=article&id=107:greece-koe-salutes-the-demonstrations-condemns-the-police-attacks-calls-for-even-stronger-mobilization-against-the-anti-people-government-measures-and-the-eu-stability-pact-532010&catid=14:other-documents adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.
Yunanistan’da ekonomik krizden çıkış yollarına dair tartışmalar sürerken, Yunanistan Komünist Örgütü (KOE), Papandreou hükümeti tarafından açıklanan yeni acil önlem paketine tepki gösterdi. KOE, tüm sol güçleri hükümetin önlem paketine karşı bir araya gelmeye ve mümkün olan en geniş mücadele cephesini oluşturmaya çağırdı:
“Başbakan, ‘kamusal zenginliği’(!) çalan ‘kötü çocuklarla’ savaş içinde olan ‘anayurdumuza’ dair ikiyüzlü ve bayağı bir söylev verdikten sonra bugün, hükümet sözcüsüne çalışan insanlar tarafından şimdiye kadar duyulmuş en kâbus gibi açıklamalara başlaması talimatını verdi.
Papandreou hükümeti ülkeyi batırıyor. Çalışan ve emekli maaşlarına el koyuyorlar. Aşırı vergilendirme vasıtasıyla gelirimizi çalıyorlar. Aynı zamanda, zenginlerden de eskisine göre 1 euro bile fazla almıyorlar. Askeri harcama ve silahlanma ödemelerinden 1 euro bile kesinti yapmıyorlar. Halkın en büyük soyguncularından, bankalardan fazladan 1 euro bile istemiyorlar. Papandreou hükümeti kısa sürede, çok daha fazla nefret edilen sağcı Mitsotakis ve Karamanlis hükmetlerinden daha halk karşıtı olmayı başardı.
Savaş sonrası çağda daha önce hiçbir zaman bu kadar çok yalan, böylesi kısa bir zaman diliminde söylenmemişti. Papandreou hükümeti, iktidarı para piyasalarına ve Brüksel’e bıraktıktan sonra şimdi Berlin’in Gauleiter’i ( Gauleiter: Nazi Almanyası’nda eyalet yöneticisi, valisi, ç.n.) gibi davranıyor. Hükümetin daha düşük faizle borç almak, büyük sermayeyi vergilendirmek, Brüksel’e destek dayatmak, zaten harap edilmiş ve fakirleştirilmiş toplumu korumak olanağı vardı. Papandreou hükümeti bunun yerine Financial Times, Goldman Sachs, Bayan Merkel ve Bay Baroso tarafından alkışlanmayı seçti. Ve Merkel’in yaptığı açıklamanın gösterdiği üzere, Yunanistan halkının varlıklarının kaynağa dönüştürülmesi Avrupa Birliği’nden hiçbir finansal taviz olmaksızın gerçekleşecek.
Çalışan insanlar, emekçi halk, büyük sermaye, onların medyası, sağcı ve aşırı sağcı ‘muhalefet’ tarafından şevkle desteklenen hükümet kararlarıyla onlarca yıl geriye sürüklenecek. Çalışan insanların bir asırlık zaferleri, minnettar olunan yürekli mücadeleleri ve devasa özverileri şimdi askıya alınmış durumda.
Halkın haklarının ortadan kaldırılması başlangıçta iddia edildiği gibi geçici değil, kalıcıdır: Bu şimdi açıkça kabul ediliyor. Ve hükümet kararları iddia ettikleri gibi sadece kamu sektörünü ilgilendirmiyor; bu ayarlamalar özel sektör çalışanları için de aynı soygunun zeminini hazırlıyor. Bunun yanı sıra KDV artışları, yakıt ve temel tüketim malları vs. fiyatlarındaki artışlar gelir kaybına neden oluyor.
Bu kâbus karşısında güçlü tepki vermemek imkansız. Her yerde genel alarm çalmalıyız; büyük ve küçük şehirlerde, tüm çalışma alanlarında, tüm mahallelerde. Tarihsel anlarda yaşıyoruz: Direnişin boyutu, genişliği ve gücü bir umut mu olacağını, yoksa kukla hükümetin hepimizi daha da derine mi batıracağını gösterecek.
Bu aralar, güçlerin en büyük ve en geniş bir araya gelme olanağı gerekli. Hepimiz sokaklara dökülmeliyiz. Tek bir toplumsal alanın öfke ve protesto nehrinin dışında kalma lüksü yoktur.
Bu aralar, tüm solun olası en geniş ortak eylemi talep ediliyor. Soldaki her bölünme, aşağılık politikaların sürdürülmesi ve sol içindeki “iç savaş”, halkımızın çıkarlarına yönelik en büyük ihanet haline gelir.
Bu aralar, merkezi sendika konfederasyonlarının önderlikleri de en azından kendi itibarlarını düşünmek ve hükümetle aralarındaki feci mutabakattan sıyrılmak zorunda, aksi halde toplum içine çıkamayacaklar.
Bu aralar en çok ihtiyaç duyulan şey bütün çalışanların birliği. Papandreou hükümeti tarafından benimsenen ayarlamalar plütokrasinin (zengin egemenliği, ç.n.), piyasaların bütün çalışanlara karşı büyük intikamıdır.
Papandreou hükümeti halkımıza savaş ilan etmiştir, ancak mücadelenin akıbeti henüz belirlenmiş değil ve önümüzde bir muharebeden çok daha fazlası var.
Onlar bir asrın zaferlerine saldırıyorlar, biz mücadele yolunu seçiyoruz.
Genel alarm! Herkes sokaklara!
Yunanistan Komünist Örgütü (KOE)”
http://www.international.koel.gr/index.php?option=com_content&view=article&id=106:either-the-government-will-sink-or-the-society-will-communique-of-koe-332010&catid=14:other-documents adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.
Sahtekârlıkla elde edilen seçim zaferinin üzerinden geçen altı aydan fazla bir zamanın ardından, İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad sistematik bir biçimde, seçimdeki başlıca rakibi eski başbakan Hüseyin Musavi liderliğindeki “Yeşil Hareket”in destekçilerinin üzerine gidiyor.
Tutuklamalara, işkence ve cinayetlere rağmen halen muhalifleri ezmekte başarılı olamadı. Ve son haftalarda, Şiraz İran Telekomünikasyon Şirketi’nde on üç aydır ücret alamayan işçilerin Vali Konağı’nı ve bir otoyolu işgaliyle ekonomik mücadeleler daha da alevlendi. Bu eylemi, İsfahan’da bulunan Mübarek Çelik Fabrikası’nda ücretlerin düşürülmesi sonucu başlatılan iki günlük açlık grevi takip etti.
Chicago’da bulunan DePaul Üniversitesi’nde uluslararası çalışmalar yapan İran asıllı Amerikalı yazar-aktivist Kaveh Ehsani, İran’daki muhalifliğin çeşitli mücadeleler ile etkileşim içerisine girerek daha ileri taşınması gerektiğini savunuyor. Ehsani, reformistlerin gölgelemeye çalıştıkları 11 Şubat İran Devrimi’nin 30. yıldönümü protestolarının ardından, İran’daki politikanın durumu hakkında Lee Sustar’a konuştu.
Lee Sustar: Muhalefetin şu anki gücü hakkındaki değerlendirmeleriniz neler?
Kaveh Ehsani:
Baskılar daha da kötüleşti -ki bu rejimin iyi olduğu şeylerden birisi de bu zaten. İntibak ettirir. Ayakta kalmasının yolu, belirli bir şekle bürünmek için, dayanışmanın örgütlü, bağımsız belirtilerini engellemektir. Bu,sendikaları, dernekleri, siyasi partileri vb. kapsar. Örgütlenmemiş ve savruk muhaliflikle, ayaklanmalarla ve birtakım hoşnutsuzluk gösterileriyle başa çıkabilir. Zaten bunu 30 yıldır yapıyor.
Sonuçta muhalefetin gücü bugüne dek örgütsüzlük oldu. Bunlar sayıları üç ile yedi arasında değişen şahsi grupların hareketi ve çok savruklar. Muhalefet, halkın bir araya gelmesine talebin bu sembolik günlerinde, tamamen rejimle mücadeleye odaklandı.
Muhalefet ve protestolar için meydan, şuana dek rejim tarafından kontrol altında tutulan kamusal alanlar oldu. Bu, meydan okuma sınırlarına dayanmıştır. Bu, tekrar edebilir –gelecekte de tekrar edebilir- ama şuan itibariyle, aradan geçen altı, yedi aydan sonra, rejim kilit örgütleyicileri tutuklamakta, olaylara kendi destekçilerini nakletmekte ve terörün ve emniyetsizliğin saltanatını yaymakta başarılı oldu. Muhalifliği göstermenin temel yolu olan kamusal alanlardaki halk protestolarının gelecekte de başarılı olacağından emin değilim. Duruma göre başarı elde edebilir. Ancak tek strateji bu olamaz. Sonuçta muhalefet, protestoları işyerlerine yaymak, grevler örgütlemek ve özellikle sınıf koalisyonları tesis etmek düşüncelerini de kapsayan yeni yollar bulmak zorundadır.
Bugüne dek gözden kaçırılan temel şey sınıfın dili olmuştur –Yeşil Hareket’in başlıca talebi olarak halkın ekonomik taleplerini ileri sürmek.
Ama sanırım bu gerçekleşmek üzere. Son röportajlarında Musavi bundan bahsetti. Çalışan ve özü itibariyle bolluğu yaratan insanlar sistem ve Ahmedinejad tarafından tamamen saf dışı bırakılmakta. Ve bu insanlar Yeşil Hareket’in tam kalbinde yer almak zorundalar. Sanıyor ve ümit ediyorum ki, sendikaları örgütlemek, işçiler, öğrenciler, öğretmenler ve hatta esnaflar arasında koalisyon tesis etmek adına daha fazla girişim göreceğiz.
Lee Sustar: Musavi, devrimin 31. yıldönümünde henüz amaçlarına ulaşamadığını söyledi ve bunun gibi bazı toplumsal sorunlara değindi.
Kaveh Ehsani: O çok önemli bir mülakattı. 30 yılın ardından devrimi nasıl değerlendirdiğini sordular ve o da, bazı ütopyaları olduğunu, ama birçok hata yaptıklarını da kabul etmek zorunda olduğunu, demokrasi ve özgürlüğü de kapsayan toplumsal adalet ve eşitlik gibi birçok taleplerinin de gerçekleşmediğini dile getirdi.
Eğer 30 yıl geriye giderseniz, taleplerin özgürlük, bağımsızlık ve İslamiyet’in de eklentili olduğu bir cumhuriyet için olduğunu görürsünüz. O, bu konuda çok ısrarcıydı.
Lee Sustar: Musavi, imamların eski devlet başkanlığı adayı Mehdi Karrubi ve eski devlet başkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani gibi muhalefetin ağır topları arasında politik bir ayrışma söz konusu mudur? Rafsancani, genelde yaptığı gibi bir arabulucu rolü mü üstlenmeye çalışıyor?
Kaveh Ehsani: Derin uçurumlar var. Bu bir koalisyon.
Rafsancani aslında düzeni temsil eder ve düzen, neo-liberallerden statükocu kuruluşlara kadar çeşitli çıkar grupları arasındaki barışı koruma işini üstlenmiştir. Onlar, seçimleri ve bu çeşitli çıkar grupları arasındaki bölücü gücü kontrol altında tutarlar.
Rafsancani her zaman uzlaşmayı temsil eder. O, sistemi muhafaza etmek ve Nomenklatura’nın (eski SSCB’de seçkin sınıfa verilen isim) iktidarda kalmasının güvence altına alındığı bir merkezi otoriteyi geri getirmek istiyor.
Karrubi giderek kimlik siyaseti, etnik azınlıklar ve orta sınıf imtiyazı gibi çeşitli liberal taleplerin sesi haline gelmiştir.
Musavi ise gitgide, toplumsal adalet adına toplumsal demokratik adaleti temsil eder hale geldi. O, sınıfın dilini kullanıyor ve pazarı kontrol altında tutmaktan ve orada bir refah devletini garanti altına almaktan bahsediyor.
Ancak, aynı zamanda muhalifler işlerin gidişatıyla ilgili mutsuzlukları konusunda birleşmiş durumdalar. Hepsinin ortak hissiyatı, iktidar için ordu, milisler ve istihbarat cemiyeti tarafından gerçekleştirilen darbe gibi bir şey olduğu yönünde.
Lee Sustar: Ahmedinejad etrafındaki çemberin şuan yapmaya çalıştığı şey nedir? Amerika’yı devre dışında tutmak için nükleer sorunlar gibi konularla ilgili çıtayı yükseltmek mi, muhalifleri dizginde tutmak mı, yoksa her ikisi de mi?
Kaveh Ehsani: İran’daki iktidar oyunu çok komplike. Birçok oyuncuyu barındırmakta.
Ahmedinejad temelde, İslami Cumhuriyet içinde, ya teknokrasi ya da istihbarat servisleri ve baskıcı politik yapılanmalarda yer alan bir dizi orta halli yönetici ve memuru temsil etmektedir. Beş yıl evvel (Başkan Ayetullah Ali) Hamaney, siyasal temsilcilere –yönetim mekanizmasında yer alan birilerine- sahip olmak istediği için onları terfi ettirdi -ancak Rafsancani’nin yahut eski başkan Muhammed Hatemi’nin sahip olduğu aynı sevecen güçten uzak birilerine. Bunlar, onun kuklaları olacaktı.
Sonuç olarak, “savaştık (1980’lerdeki İran-Irak Savaşı), muhalefeti bastırmada yardımcı olduk, ama bunun dışında hiçbir şey elde edemedik” hissiyatında olan ve birçok serzenişte bulunan orta düzey çalışanları terfi ettirdi. Bunlar eski askerler, milisler, hapishane ve istihbarat sistemlerini kontrol eden kimselerdi. Bundan ötürü pastadan bir dilim istediler ve işte Ahmedinejad bunları temsil etmektedir.
Ahmedinejad ve onun taraftarları arasındaki ikilem, ortada kalıcı bir kriz durumu var olduğu sürece hayatta kalma şansları olduğudur. Ama şayet işler, yurtiçinde muhalefet, Hamaney ve rejim arasındaki bir çeşit uzlaşma ya da uluslararası bazda bir uzlaşmanın sağlandığı bir noktaya gelirse, Ahmedinejad gibilere yer olmayacaktır.
Ahmedinejad, krizin sırtından geçinen insanları temsil eder. Bunlar rejimin koçbaşlarıdır. Bunlar, insanları sömüren ya da ordu tarafından idare edilen yasadışı ticaret şebekelerinin kayıt dışı ekonomisinin kırıntılarıyla beslenen insanlardır. O halde, bir uzlaşma durumunda Ahmedinejad’ın ya da en azından destekçilerinin yeri ne olacaktır? Kolaylıkla kenara itilecektir. Sanırım korktuğu da bu. Hamaney’in çıkarının bir kuklası. Açıkçası, reform hareketinin ona ve onun temsil ettiği her şeye karşı toplumsal bir tabanı vardır.
Bundan dolayı, kendisi ve takipçileri için bir hayatta kalma oyununa bağlanmış durumdadır. Durumu yurtiçinde ve uluslararası platformda dengesiz bir halde tutmak istiyor, böylece bir kukla başkan olarak kalması için iktidar odakları tarafından ona ihtiyaç duyulacaktır.
Lee Sustar: Amerika’nın yaptırım baskısının etkileri neler olacaktır?
Kaveh Ehsani: Sanırım bu çok oportünistçedir. Amerika’yı ilgilendiren tek şey emperyalist çıkarlarıdır. Amerika, İran’ın bölgede kendi çıkarlarını ve doğalgaz ile petrolü kontrol ederek ekonomik koşulları dikte edemeyecek pozisyondaki bir rejime, Afganistan ve Irak’ta yaşananların seviyesinin üzerinde olmayan yumuşak ve zayıf bir rejime dönmesini istiyor. Şayet toplum zayıflatılırsa, sonuç olarak bu kaçınılmazdır.
http://socialistworker.org/2010/02/26/next-for-iran-reform-movement adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.