Content feed Comments Feed

James Petras: Bir 2012 kıyamet manzarası

26 Aralık 2011 Pazartesi

Tanınmış Marksist düşünür James Petras, 2012 yılı için öngörülerini sıraladığı bir makale kaleme aldı. 2012 yılını ABD ve İsrail'in İran'a karşı "savaş yılı" olarak gören Petras, bu savaşın bedelini tüm dünyanın ödeyeceğini ve ekonomik buhranın yıl sonuna doğru büyük halk ayaklanmalarına dönüşeceğini öngörüyor:



Giriş: 2012 yılının ekonomik, politik ve sosyal görünüşü son derece olumsuz. Ana akım ortodoks ekonomistlerin arasında bile neredeyse evrensel olan fikir birliği, dünya ekonomisine ilişkin karamsar. Yine de burada bile, tahminleri krizin kapsamını ve derinliğini azımsıyor.

2012’de başlamak üzere, 2008-2009 Büyük Durgunluğu sırasında yaşanandan daha sarp bir düşüşe doğru gittiğimize inanmak için güçlü sebepler var. Daha az kaynak, daha büyük borçlar ve kapitalist sistemi koruyan yükü omuzlamak için artan halk direnişi ile birlikte, hükümetler sistemden kurtulamıyorlar.

Son otuz yıldaki küresel ve bölgesel kapitalist büyümenin nedeni ve sonucu olan ekonomik ilişkiler ve büyük kurumların birçoğu, parçalanma ve kargaşa sürecinde. Küresel yayılmanın önceki ekonomik motorları, Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği, olanakları tükettiler ve açık bir düşüşteler. ‘Kısa bir on yıl boyunca’ dünya gelişimi için yeni bir hız sağlayan gelişimin yeni merkezleri Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya, normal seyirlerini izlediler ve süratle hızlarını kesiyorlar ve yeni yıl boyunca böyle yapmaya da devam edecekler.

Avrupa Birliği’nin çöküşü


Özellikle Avrupa Birliği’ni yıkan kriz sona erecek ve fiilen çok aşamalı olan yapı, iki taraflı/çok taraflı ticaret ve yatırım anlaşmaları dizisine dönüşecek. Almanya, Fransa, Benelüks ve Kuzey Avrupa ülkeleri, ekonomik sıkıntıyı bertaraf etmeye kalkışacaklar. İngiltere, yani Londra şehri müthiş bir soyutlanmayla, yatırımcıları Körfez’in petrol devletlerinde ve diğer ‘uygun yerler’de yeni kurgusal çıkarlar bulmak için çırpınırken, olumsuz büyümeye doğru batacak. Doğu ve Orta Avrupa, özellikle Polonya ve Çek Cumhuriyeti, Almanya ile bağlarını güçlendirecek fakat dünya pazarlarının genel batışının sonuçlarına katlanacaklar. Güney Avrupa (Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya), maaş ve sosyal yardımlara olan vahşi saldırılarca artan büyük borç ödemeleri tüketici taleplerini ciddi bir şekilde düşürdükçe, büyük bir buhrana girecek.

Buhran düzeyi iş gücünün üçte birini yürüten işsizlik ve eksik istihdam, halk ayaklanmalarını yoğunlaştırarak, yıl boyu sürecek sosyal çatışmaları başlatacak. Sonuçta Avrupa Birliği’nde bir dağılma neredeyse kaçınılmaz. Tercih edilen döviz olarak Euro, değiştirilecek ya da devalüasyon ve korumacılıkla beraber ulusal meselelere dönüş yapacak. Milliyetçilik, çağın düzeni olacak. Almanya, Fransa ve İsviçre’deki bankalar, Güney’e verdikleri borçların büyük kayıplarından zarar görecekler. Kaçınılmaz hale gelecek büyük mali yardımlar kaçınızlmaz hale gelerek, Almanları ve Fransızları vergi ödeyen çoğunluk ve bankacılar arasında kutuplaştıracak. Sendika militanlığı ve sağcı sözde ‘halkçılık’ (neo-faşizm), sınıfsal ve ulusal mücadeleleri güçlendirecek.

Bunalımlı, parçalanmış ve kutuplara ayrılmış bir Avrupa’nın, İran’a (hatta Suriye’ye) karşı Siyonistlerden ilham alan Birleşik Devletler-İsrail (hatta Suriye’ye) askeri macerasına katılma olasılığı daha az olacaktır. Krizin istilasındaki Avrupa, Washington’ın Rusya ve Çin’e karşı olan cepheleşmeci yaklaşımına karşı çıkacaktır.

Birleşik Devletler: Durgunluk bir intikamla dönüyor

Birleşik Devletlerin ekonomisi, bütçe açığını şişirmesinin sonuçlarına katlanacak ve 2012 dünya durgunluğundan çıkar yol bulamayacak. Önceden dinamik olan Asya’ya yüzünü dönerek de olumsuz büyümesinden çıkar yol ‘ihraç etmeye’ güvenemez çünkü Çin, Hindistan ve Asya’nın geri kalanı ekonomik gücünü kaybediyor. Çin, yüzde 9’luk hareketli ortalamasının epey altına inecek. Hindistan, yüzde 8’den yüzde 5’e ya da daha aşağısına düşecek. Ayrıca, Obama rejiminin askeri ‘kuşatma’ politikası, hariç bırakma ve yerli ekonomiyi koruma politikası Çin’den gelen herhangi bir yeni tahrike meydan vermeyecek.

Militarizm, ekonomik sıkıntıyı alevlendiriyor


Birleşik Devletler ve İngiltere, Irak savaşı sonrası yeniden ekonomik yapılanmadan en fazla zarar görenler olacak. Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık şirketleri, altyapı projelerindeki 186 milyar doların yüzde 5’inden daha az miktar elde edecek (Financial Times, 16/12/11, s 1 ve 3). Benzer bir sonuç Libya ve başka yerlede de mümkün. Birleşik Devletler emperyal militarizmi, borç batağına saplayarak düşmanına zarar veriyor ve savaşmayanlar, savaş sonrasının kârlı yeniden ekonomik inşa sözleşmelerinden para kazanıyor.

Birleşik Devletler ekonomisi, 2012’de durgunluğa girecek ve “2011’in işsiz iyileşmesi” 2012’de işsizliğin dik bir artışıyla yerini değiştirecek. Aslında işsizlik tazminatını kaybeden halk etki yaratmakta başarısız oldukça, bütün emek gücü azalacak.

Kapitalistler işçileri daha ucuz ödemelerle daha fazla üretmeye zorladıkça, maaşlar ve çıkarlar arasındaki gelir boşluğunun genişlemesiyle enek sömürüsü (“verimlilik”) yoğunlaşacak.

Ekonomik sıkıntı ve işsizliğin artışı, mali sıkıntıda olan bankalara ve sanayilere para yardımı yapmak adına sosyal programlardaki zalim kesintileri beraberinde getirecek. Bono hamillerinin ‘güvenilirliğini’ sağlamak için işçi ve emeklilerin kesintilerinin ne büyüklükte olacağına dair partiler arasındaki tartışmalar bitecek. Eşit ölçüde sınırlı politik seçimlerle yüzleşen seçmenler, çekimser kalarak, görevde olanların aleyhinde oy kullanarak ve “Wall Street’i İşgal Et” protestosu gibi kendiliğinden ve örgütlü büyük hareketler aracılığıyla tepki verecekler. Tatminsizlik, düşmanlık ve hayal kırıklığı, kültürü istila edecek. Demokrat demagoglar Çin’i günah keçisi ilan edecekler, Cumhuriyetçi demagoglar göçmenleri suçlayacaklar. Her ikisi de “islamo-faşizme” ve özellikle İran’a ateş püskürecek.

Krizin ortasında yeni savaşlar: Siyonistler tetiği çekiyor


Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşlarının 52 başkanı ve onların Meclis, Eyalet, Maliye’deki “Önce İsrail” yandaşları İran’la savaşı teşvik edecekler. Eğer başarılı olurlarsa bu, bölgesel yangın felaketiyle ve dünya buhranıyla son bulacak. Radikal İsrail rejiminin, Birleşik Devletler Meclisi ve Beyaz Saray’dan savaş politikalarına yönelik kör itaat sağlamadaki başarısı göz önünde bulundurulduğunda, büyük bir yıkıcı sonucun gerçekten muhtemel oluşuyla ilgili her türlü şüphe ortadan kalkabilir.

Çin: 2012’deki denge mekanizması


Çin, 2012 küresel durgunluğuyla, darbesini iyileştiren birkaç olasılıkla birlikte yüzleşecek. Pekin, şu anda ekonomik döngünün dışında olan 700 milyon yerli tüketici için ürün ve hizmet üretmeye doğru yönünü değiştirebilir. Çin, maaşları, sosyal hizmetleri ve çevresel güvenliği artırarak, denizaşırı pazarlardaki kaybını telafi edebilir. Gayrimenkul tahminlerine bir hayli bağlı olan Çin’in ekonomik gelişimi, baloncuk patladığında tersine etkilenecek. Keskin bir çöküşle sonuçlanacak… Bu iş kayıplarına, belediye iflaslarına ve artan sosyal ve sınıfsal çatışmalara neden olacak. Bu, ya daha büyük bir durgunlukla ya da yavaş yavaş demokratikleşmeyle sonuçlanacak. Sonuç, Çin’in piyasa-devlet ilişkilerini oldukça etkileyecek. Muhtemelen ekonomik kriz, piyasa üzerindeki devlet kontrolünü güçlendirecektir.

Rusya krizle yüzleşiyor

Rusya’nın başkan Putin’i seçmesi, Rus müttefiklerine ve ticaret ortaklarına karşı Birleşik Devletlerce desteklenen ayaklanmaları ve yaptırımları destekte daha az işbirliğine neden olacak. Putin, Çin’le daha sağlam bağlara doğru yönelecek ve AB’nin çöküşü ve NATO’nun zayıflamasından yararlanacak.

Batılı basın tarafından desteklenen muhalefet, Putin’in imajını sarsmak için mali gücünü kullanacak ve büyük bir farkla başkanlık seçimlerini kaybedecek olsalar da yatırım boykotlarını teşvik edecek. Dünya durgunluğu, Rus ekonomisini zayıflatacak ve onu, meşhur oligarkları kurtarmak için devlet fonlarına daha çok bağlılık ya da daha büyük kamu mülkiyeti arasında seçime zorlayacak.

2011-2012 geçişi: Bölgesel durgunluktan dünya krizine


2011 yılı Avrupa Birliği’nin çöküşünün temelini hazırladı. Kriz, Euro’nun batması, Birleşik Devletler’deki iktisadi durgunluk ve korkunç eşitsizliklere karşı dünya çapında olan kitlesel protestolarla başladı. 2011 olayları, emperyalistler arası mücadeleleri keskinleştirmeyle ve halk isyanlarının devrimlere dönüşme ihtimaliyle, büyük güçler arasındaki genel ticaret savaşlarıyla dolu yeni bir yıl için kostüm provasıydı. Ayrıca, 2011’de İran’a karşı Siyonistlerce organize edilen savaşın kızışması, Birleşik Devletler-Vietnam çatışmasından beri en büyük bölgesel savaşın belirtisidir. Birleşik Devletler, Rusya ve Fransa’daki seçim kampanyaları ve başkanlık seçimlerinin sonuçları, küresel çatışmaları ve ekonomik krizi şiddetlendirecek.

2011 yılı boyunca Obama rejimi, Rusya ve Çin’e askeri meydan okuma politikası ve Çin’in bir dünya ekonomik gücü olarak yükselişinin kökünü kazımak ve küçük düşürmek için oluşturulan politikaları ilan etti. Şiddetlenen ekonomik durgunluğa karşın ve özellikle Avrupa’da denizaşırı piyasaların düşüşüyle büyük bir ticaret savaşı belirecek. Washington saldırgan bir şekilde Çin ihracatlarını ve yatırımlarını sınırlayan politikaları izleyecek. Beyaz Saray, Çin’in ticaretine ve Asya, Afrika ve başka yerlerdeki yatırımlarına engel olmak için çabalarını artıracak. Çin’in içteki etnik ve genel çatışmalarını istismar etmek ve askeri varlığını Çin’in sahil şeridi dışına büyütmek için Birleşik Devletlerin daha fazla çabalamasını bekleyebiliriz. Bu bağlamda büyük bir provokasyon ya da üretilmiş bir olay olasılık harici görülmemelidir. 2012’deki sonuç, maliyetli yeni bir ‘Soğuk Savaş’ için kudurmuş şoven çağrılara neden olabilir. Obama, Çin ile olan uzun süreli ve geniş çaplı karşılaşma için gerekçesini ve taslağını oluşturdu. Bu, Birleşik Devletlerin Asya’daki etkisini ve stratejik konumlarını desteklemek için umutsuz bir çaba olarak görülecektir. Filipinlerin uydu desteğiyle birlikte Birleşik Devletler askeri “güç dörtgeni” -Birleşik Devletler- Japonya- Avustralya-Güney Kore- Washington’ın askeri yığınağı karşısındaki Çin’in pazar ilişkilerini aşındıracaktır.

Avrupa: Daha fazla kemer sıkma ve büyüyen sınıf mücadelesi



İngiltere’den Litvanya’ya, Güney Avrupa’ya kadar Avrupa’da uygulanan kemer sıkma programları 2012’de gerçekten kök salacak. Büyük kamu sektöründeki işten çıkarmalar ve azaltılan özel sektör maaşları ve kiralar, kalıcı sınıf savaşıyla ve rejime meydan okumalarla dolu bir yıla neden olacak. Güney’deki ‘kemer sıkma politikaları’, Fransa ve Almanya’da banka başarısızlıklarıyla sonuçlanacak olan ödenmemiş borçları beraberinde getirecek… Avrupa’da soyutlanmış fakat İngiltere’de baskın olan İngiltere’nin mali yönetici sınıfı, Muhafazakârların işgücünü ve halk huzursuzluğunu ‘bastırması’ için ısrar edecek. Despot egemenliğin yeni fakat neo-Thatchervari bir şekli ortaya çıkacak; Emek sendikası muhalefeti, boş protestolar düzenleyecek ve isyancı avamın tasmasını sıkacak. Sözün özü, 2011’de ortaya konan geriletici sosyo-ekonomik politikalar, yeni polis-devleti rejimlerine ve işçilerle ve geleceği olmayan işsiz gençlikle daha keskin ve muhtemelen kanlı karşılaşmalara zemin hazırladı.

"Bildiğimiz Amerika”nın sonunu getiren yaklaşan savaşlar

Birleşik Devletler içinde Obama, Irak ve Afganistan’daki askeri birliklerini yeniden konuşlandırarak ve İran’a dönük yoğunlaştırarak, Orta Doğu’da yeni ve daha büyük bir savaş için altyapıyı hazırladı. İran’ın kökünü kazımak için, Washington, İran’ın müttefikleri Suriye, Pakistan, Venezuela ve Çin’de gizli askeri ve sivil operasyonlarını genişletti. Birleşik Devletler ve İsrail’in İran’a karşı olan kavgacı stratejisinin anahtarı, komşu devletlerdeki savaş dizisi, dünya çapında ekonomik yaptırımlar, hayati sanayi kollarını etkisiz kılmayı amaçlayan siber saldırılar ve bilim insanları ile askeri yetkililere yönelik gizli terörist suikastlerdir. İran ile savaşa doğru götüren Birleşik Devletler politikalarının bütün gayreti, planlanması ve uygulanması, hükümette, kitle iletişiminde ve “sivil toplum”da stratejik konumları işgal eden Siyonist iktidar yapılanmasına dayandırılabilir. Mecliste ekonomik yaptırımları oluşturan ve uygulayan karar alıcıların sistematik bir analizi, Ileana Ros-Lehtinen ve Howard Berman gibi mega Siyonistler için göze çarpan roller buluyor; Beyaz Saray’da Dennis Ross ve Eyalette Jeffrey Feltman; Maliye’de Stuart Levy ve onunla yer değiştiren David Cohen. Beyaz Saray, tamamen Siyonist fon yaratma uzmanlarının eline bakar ve Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşlarının ‘52’ başkanının deneyimlerinden faydalanır. İsrailli-Siyonist stratejisi, İran’ı kuşatmak, onu ekonomik olarak zayıflatmak ve ordusuna saldırmaktır. Irak istilası Birleşik Devletlerin İsrail için olan ilk savaşıydı, Libya savaşı ikincisi; şimdiki Suriye’ye karşı olan temsili savaş da üçüncüsü. Bu savaşlar İsrail’in düşmanlarını yok etti ya da yok etme sürecinde. 2011 yılı boyunca, İran’da içten hoşnutsuzluk yaratmak için tasarlanmış olan ekonomik yaptırımlar, tercih edilen ana silahtı. Küresel yaptırımlar kampanyası, büyük Yahudi-Siyonist lobilerinin tüm enerjisini kullandı. Kitle iletişimde, kongrede ya da Beyaz Saray Ofisi’nde hiçbir muhalefetle karşı karşıya da kalmadılar. Siyonist GÜÇ yapılanması (SGY) ilerici, solcu ve sosyalist gazetelerden, hareketlerden ya da grupçuklardan -birkaç dikkate değer istisna haricinde- hemen hemen hiçbir eleştiriye maruz kalmadı. Geçen sene askeri birliklerin Irak’tan İran sınırlarına konuşlandırılması, yaptırımlar ve Birleşik Devletler’deki İsrail’in beşinci kolundan ortaya çıkan Büyük Gayret, Orta Doğu’da savaş demektir. Bu muhtemelen Birleşik Devletler kuvvetlerinden “sürpriz” bir hava ve deniz füze saldırısı anlamına gelir. Bu, Mossad tarafından tezgâhlanan ve SGY tarafından kongreye ve Beyaz Saray’a tüketim ve dünyaya ulaştırma için aktarılan “eli kulağında bir nükleer saldırı”nın uydurulmuş bahanesiyle temellendirilecek. Bu, İsrail için yıkıcı, kanlı, uzatmalı bir savaş olacak. Birleşik Devletler doğrudan askeri bedeline kendi kendine katlanacak fakat dünyanın geri kalanı pahalı bir ekonomik bedeli ödeyecek. Birleşik Devletlerce desteklenen Siyonist savaş, 2012 başında olacak olan durgunluğu, yılın sonunda büyük bir buhrana dönüştürecek ve muhtemelen büyük ayaklanmaları provoke edecek.

Sonuç

Bütün belirtiler 2012’nin, Avrupa’dan ve Birleşik Devletlerden Asya’ya ve Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgelerine doğru yayılan amansız ekonomik krizin dönüm noktası yılı olduğunu gösteriyor. Bu kriz gerçekten küresel olacak. Emperyaller arası meydan okumalar ve sömürgeci savaşlar, bu krizi düzeltme çabalarının kökünü kazıyacak. Buna cevaben, protestolardan ve isyanlardan umarım ki zamanla toplumsal devrimlere ve siyasi iktidara dönüşecek kitlesel hareketler ortaya çıkacak.

http://petras.lahaine.org/?p=1885 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Rusyalı Marksist düşünür Boris Kagarlistky, Rusya’da Aralık ayında “Duma seçimindeki hile yapıldığı” iddiasıyla halkın sokağa çıkmasıyla dünya gündemine gelen hoşnutsuzlukları ve ülke muhalefetinin potansiyelini değerlendirdi. Muhalefetin “adil seçimler” talebinden öte köklü bir değişimden yana olmadığını belirten Kagarlitsky, ülke solu adına çok umutlu görünmese de köklü bir değişimin kaçınılmaz olduğunu vurguluyor:



Rusya’da Aralık ayında patlak veren sokak protestosu, yıllardan beri oluşan, fakat ifade aracı bulamayan giderek büyüyen hoşnutsuzluğun doğal sonucuydu. Bununla birlikte, hiçbir gücü olmayan ve özünde dekoratif amaçlı olan Devlet Duması (muhalefet de dahil üyeleri, hükümetin katıksız birer kuklası) seçimlerinin sonucunda bir krizin patlak vereceğini öngörmek zor olacaktır. Sadece birkaç hafta önc, enstitümüzdeki meslektaşlarımla uzakta beliren siyasi krizi tartıştığımda, patlayıcıya ateşleyici görevi yapacak şeyin ne olabileceğini tanımlayamamıştık. Tartışmanın katılımcılarının ulaştığı genel kanı, kitlesel protestoların vesilesinin, yetkililerin her gün gerçekleştirdiği saçma, aşağılık ihlaller olacağıydı.

Seçimler tamamen bu rolü oynadı. Bütün davranışların kurmaca mahiyeti ve yetkililer ile Duma muhalefeti arasındaki açık danışıklı dövüş halk için, özellikle de gösterilere katılanlar adına sır değildi. Ancak büyük çapta, gülünç ve neredeyse gizlenmemiş olan hile, bir hödüklüğün sergilenmesi olarak algılanmasıdan daha az biçimde politik bir eylem olarak algılandı. Toplum, isyan çıkarmak için adeta bahane arıyormuş gibiydi ve seçim hilesine dair rutin prosedür beklenmedik bir biçimde genel tartışma konusu olduğunda bunu buldu.

Bu arada, sergilenen oyunun politik önemi şimdi, Rusya’nın sözde parlamentosunun kompozisyonu ve biçimlenmesine yön veren kurallar meselelerinin çok ötesine gitmişti. O halde bu, ülkenin, adı peşinen bilinecek gelecekteki liderine karar verilmesinin yöntemi olmayacak.

Burjuva-bürokratik seçkinler

Burada, Rusya’da kararlar seçmenler tarafından alınmaz, iktidardaki Birleşik Rusya ya da onun tarihsel öncülleri olsun olmasın, siyasi partilerin toplantılarında da alınmaz; lüzumsuz merasimler ya da gösteriler olmaksızın ciddi sorunların tartışıldığı burjuva-bürokratik seçkinlerin toplantılarında alınır. Gerekli bilgiler, Birleşik Rusya’nın 24 Eylül‘deki kongresinde halka açıklandı ve konu kapanmış sayıldı. Duma seçimlerinin işlevi, zaten alınmış kararların meşruiyetini sağlamak ve bir şekilde mevcut olan kanuni ilişkileri resmileştirmekti.

Aralık krizi, yetkililerin önceden hazırlıklı oldukları senaryoyu paramparça etti. Protesto etkinliklerindeki artışın ve mevcut seçim prosedürüne olan güvenin tamamen yitirilmesinin eşlik ettiği Birleşik Rusya’nın popülaritesindeki hızlı düşüş, ulusal seçim sisetminin yalnızca temel amacına –seçkinlerin seçilmelerini meşrulaştırma- hizmet etmekte başarısız olması değil, başlı başına bir problem haline gelmesi şeklinde niteliksel olarak yeni bir durum yarattı. Bu tabii ki başkanlık seçimlerinin “sahici” olacağı anlamına gelmiyor. Tek bir muhalif aday olmayacak, ve böyle bir kişi belirseydi toplum sadece daha kötü olacaktı. Rusya’da günümüz “muhalefeti”, ya mevcut yetkililerden ayrılan gruplardan ya da ağırlıklı olarak liberal ve milliyetçilerin olduğu muhtelif renklerden marjinal gruplardan oluşuyor.

“Muhalefet”

Aralık’ta net biçimde baş gösterdiği üzere yetkililerin toplum tarafından reddi, hiçbir şekilde muhalefettekilere sempati anlamına gelmiyor. Ne de hükümet karşıtı gösterilerin örgütleyicileri tarafından halka dayatılan gündem, kitlesel hoşnutsuzluğun asıl sebeplerini yansıtıyor. Muhalefetin liberal liderleri, kendi destekçilerini harekete geçiren bunlar olsa da, toplumsal sorunları öne çıkarmaya hevesli değiller. Solcu yorumcuların tamamı, liberal politikacıların doğruluğunu coşkuyla savunuyor, okuyucularına, toplumsal talepleri öne çıkarırsak, protestoların kitle tabanını “daraltma” riskini alacağımızı anlatıyorlar. Bu mantıklı görünebilir –hilesiz seçim talebi, ücretsiz sağlık hizmeti çağrısından “daha kapsamlı”dır. Buna karşın sorun, günümüz Rusya’sında insanların seçimlerle yerel hastanelerin kaderinden daha az ilgilenmesi.

10 Aralık’ta ülke çapındaki gösterilerde aşağı yukarı 250 bin kişi bir araya geldi. 2005 yılında hükümetin sosyal politikalarına karşı protestolar patlak verdiğinde Ocak ayazına rapmen 2,5 milyon insan sokağa çıkmıştı. Toplumsal protestoların kitle tabanı, son mitinglerin örgütleyicilerinin güvendiği toplumsal katmandan onlarca kez daha geniştir.

Bundan, Rusların hilesiz seçimlere ihtiyaç duymadığı sonucu çıkarılmamalı. Ancak halkın ezici çoğunluğu ancak, seçimlerin hayatlarında değişikliğe neden olabileceği, yurttaşların büyük çoğunluğunun istediği biçimde sosyal devletinn korunmasını beraberinde getirebileceği açık hale geldiği zaman mücadeleye kendileri için katılacak, kendilerini polis coplarının altına atacak. Oysa muhalifler yalnızca halkla aynı düşünceleri paylaşmakta başarısız olmuyor, bunun aksine yetkililerle aynı tarafta bulunuyor.

Şirket medyası, yatırımcıların karamsarlığını, hükümetin, protestoların arka planı karşısında, ücretsiz eğitim ve sağlığı ortadan kaldırmak gibi “asli reformları” gerçekleştirmekte gönülsüz olabileceğine dayanarak açıklarken, ülke borsası, Rusya’nın başlıca kentlerindeki karışıklıklara hisse fiyatlarındaki daralmayla yanıt verdi. Toplumla yetkililer arasındaki ayrılığın gerçek sebebi tam olarak, daha az varlıklı olanların, seçkinlerin anti-sosyal politikalarına direncinde yatıyor. Bu direnç, Duma seçimlerinin etrafını saran maskaralığın çökmesine neden oldu ve bu da yetkililerin, muhalefete karşı nihai muharebeye giremez hale getirdi. Ancak muhalefetin kendisi değişimden, yetkililerin korktuğundan daha az korkmuyor, hatta daha fazla korkuyor.

Bugünkü protestoların liderlerinin ve onların eylemlerinin sorunu, soldan olmamaları ve bu nedenle adil seçimler sloganından daha ileriye gidememeleri, her türlü toplumsal gündemi reddetmeleri. Sorun, konumlarının, şu anda formüle edilen asgari “genel demokratik” talepleri elde etmekte bile başarısızlığa yol açmasını ille de gerekli kılması gerçeğinde yatıyor. Gerçekten kitlesel, Rusya halkının çoğunluğunun temel ihtiaçlarına uygun düşmesi gereken tam bir demokratik program çevresinde birleşmiş güçlü bir hareket oluşturacağız ya da bu başkaldırı, liberaller ve onların “sol” içindeki yardımcılarının desteklemeye hazır olduğu sınırlı hedeflere dâhi erişmeden sona erecek.

“Sol”

“Ilımlı sol”dan gelen, liberallerin peşinden pasif biçimde gidilmesine yönelik çağrılar, sözüm ona “halkın arasında çalışma”, kitlelerin gittiği yere gitme ihtiyacına dayanıyor. Ancak sol güçler, nasıl ve kimle bu şevkle gerçekleştirmeye çalışan kitlelerin peşinden gidecek? Soyut sloganlarla dolu, kötü baskılı bildirilerle mi? Solcular gösterilere, 1905 Devrimi müzesini şereflendirmeye uygun değersiz evraklara benzer biçimde basılmış buruşuk tek sayfalık gazeteleriyle geliyor. Bu nedenle, etraftaki halka bu materyalleri dağıtmakta pek hevesli sayılmazlar, materyalleri birbirlerine dağıtıyorlar. Anarşistler, Stalinistlerin arasında, Stalinistler, Troçkistlerin arasında, Troçkistler, sosyal demokratların arasında ajitasyon yapıyor ve dolayısıyla sonuncusu materyallerini anarşistlere dağıtıyor. Kapalı devre.

Muhalefet, destekçilerine bir şey öneremez durumda ancak tesirsizliği herkes için açık olan mitingleri durmadan tekrar etti. Ve Kremlin bu duruma rağmen durumu kontrol altına alamıyorsa bunun nedeni Kremlin’deki insanların Rusya’da ne yapılması gerektiğine dair hiçbir fikrinin olmamasıdır. Ne zaman tansiyonun düştüğü görülse, yetkililer kriz yangınına körükle gidecek başka açıklamalar veya önlemlerle ortaya çıkıyorlar.

Gerçek bir demokrasi zaferi, bununla eş zamanlı olarak mevcut muhalefetin tamamen çökmesi anlamına geldiğinden, durum, kaçınılmaz bir açmaza doğru sürükleniyor. Yetkililer geri adım atmaya istekli değiller ve muhalefet kazanmaktan korkuyor. Hiç şüphesiz, her iki taraf da diğeriyle sessizce bir anlaşmaya varmayı tercih edecek.

Ancak Rusya’da siyaset açık biçimde tükenmiş durumda ve bu nedenle, iki taraf arasındaki gizli bir anlaşma, artık gerçek bir çözüm anlamına gelmeyecektir. Böylesi bir durum satrançta “pata” olarak bilinir. Gel gör ki hayat, taşların tahtadan kolaylıkla kaldırılabildiği ve oyuncuların oyuna yeniden başlayabildiği bir satranç oyunu değildir. Er ya da geç, durum kontrolden çıkacak, yeni ve ilerlemiş bir aşamaya taşınacak. Bu, siyasi protestolar, toplumsal protestolarla güçlendirildiği zaman gerçekleşecek ve sahneye yeni oyuncular çıkacak. Bunun için gün gibi ortada ki, uzun süre beklememiz gerekmeyecek.



http://links.org.au/node/2663 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Mısır’da sosyalistler hedefte

24 Aralık 2011 Cumartesi


Mısır’da Aralık ayı içerisinde Askeri Yüksek Konsey’in (SCAF) iktidarı bir an önce sivillere devretmesi talebiyle düzenlenen protestolara yönelik asker ve polis saldırılarında onlarca kişi can verirken, bir yandan da ülkede saflar iyiden iyiye netleşmeye başladı. Ülkede, özellikle İslamcı çevrelerin askeri yönetim yanında saf tutması ya da “tarafsız” kalması dikkat çekiyor. Mısırlı sosyalistler ise hem SCAF, hem de İslamcılar tarafından son zamanlarda sıklıkla hedef gösteriliyor. Son olarak Mısır İçişleri Bakanlığı web sayfasında ve bazı tv kanallarında , Devrimci Sosyalistlerin önde gelen isimlerinden Kamal Khalil, Hossam el-Hamalawy ve Sameh Naguib’in konuşmacı olarak katıldığı bir toplantının görüntüleri yayımlanıp grup, “rejimi devirmeyi planlamak” ile itham edilirken, ordunun yanında saf tutan aşırı İslamcı Selefilerin Al-Nour Partisi’nin sözcüsü Mohamed Nour da, sosyalistlerin biricik amacının “anarşi” olduğunu söyledi ve grubu “ABD’den maddi destek almakla” suçladı. El-Youm El-Sabea gazetesi ise grubu “askeri darbeyi kışkırtmakla” suçladı. Devrimci Sosyalistlerin bu açıklamalara yanıtı ise “Baskıcı devleti yıkmak ve yerine adil bir ülke kurmak istediğimize dair söylenenlerden hiçbir şekilde şikayetçi değiliz. Uğruna mücadele ettiğimiz amaç budur” oldu. Açıklamada, özetle şunlar söylendi:

“Evet, zorbalık devletini ve son 30 yıldan beri bize hükmeden, bugün de hükmetmeye devam eden yoksulluğu, cezaevlerinde binlerce savaşçıyı katleden, zenginlerin servetini arttırmak için yoksullardan çalan devleti alaşağı etmeyi hedefliyoruz. Medya yoluyla halkı kandıran bu devlettir. Evet, devleti yıkmak istiyoruz. Sağlığı ve tedavi üreünlerini alınır satılır hale getiren sağlık politikalarını, okul inşa etmek için para olmadığından aşlarına çöken sınıflarda çocuklarımıza yalan ve çarpıtmaları öğreten eğitim politikalarını alaşağı etmek istiyoruz. İçişleri Bakanlığı’nı, onun, doğal felaketlerde can verenlerden daha çok oğul ve kızımızı öldüren bakanını ve cani yetkililerini mahvetmek istiyoruz. Halkımızın yarıdan fazlasını açlık sınırının altına iten sistematik yoksullaştırma politikalarını alaşağı etmek istiyoruz. Bu baskıcı devlet, Mübarek’in askeri konseyinin liderliğindeki ordu tarafından korunuyor. İşte, bir yıldan az zamanda Mübarek’in 30 yıllık iktidarında olduğundan daha fazla Mısırlının yaşamını çalan askeri cunta iktidarını sona erdirmek istememizin sebebi bu. Evet, ordunun rüşvetçi liderlerini mahkemeye çıkarmak istiyoruz. 20 yıllık Mübarek iktidarı boyunca ekonominin yüzde 30’u tamamen denetimsiz biçimde onların kontrolündeydi. Üzerimize ateş açan ve binlerce özgür gencimizi adil olmayan yargılamaların ardından hapseden bu ordunun liderleridir. Tarih bıyunca tüm devrimlerde olduğu gibi, er ya da geç, bu ordunun da devrimci saflara katılacak yurtsever liderler çıkaracağına inanıyoruz. Evet, insanlar hâlâ bu rejimin, onun yoz ve zorba devletinin devrilmesini istiyor.”

Bu arada Sameh Naguib de, SCAF ve medyanın “devrimcileri itibarsızlaştırmak” istediğini belirterek, “Bu devrimin sürmesini, özgürlük ve sosyal adalet şeklindeki eş hedeflerinin gerçekleşmesini istemiyorlar. Devrimcileri karalamalarının nedeni de bu” şeklinde konuştu.


Çeşitli kaynaklardan derlenerek çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Mısır’da dün parlamento önünde oturma eylemi yapan göstericilere yönelik asker ve polis müdahalesinde resmi rakamlara göre 10 kişi ölürken yüzlerce kişi de yaralandı. Olaylarda hayatını kaybedenlerin aileleri ise Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SCAF) tarafından yapılan “Mısır’a karşı komplo” açıklamalarını kınayan bir yazılı açıklama yayımladı.

SCAF’ın, Kahire merkezindeki parlamento binası önündeki oturma eylemine yönelik operasyonla ilgili yaptığı açıklama, olaylarda can verenlerin ailelerini ve çeşitli politik güçleri öfkelendirirken, “ordunun yalanlarını” kınayan bir açıklama yayımlandı.

Dün sokaklara çıkan binlerce kişi ordu güçleri ile çatışmış, SCAF ise yaptığı açıklamada son olayları “Mısır’a karşı komplo” olarak tanımlayarak kamu mallarını savunma hakkı olduğunu belirtmişti. Aynı zamanda SCAF tarafından YouTube’da, genç bir adamın parlamento merkezinin duvarını yıkma görüntüleri yayınlanmıştı.

Çatışmalar sırasında yakında bulunan ve içerisinde 200 yıllık haritalar ve tarihi el yazmaları barındıran Bilimsel Merkez de alevler içinde kalmıştı.



Gösterilerde hayatını kaybeden iki kişinin babalarıyla birlikte 6 Nisan Hareketi, Kifaya Hareketi ve Devrim Gençliği Koalisyonu’nun da aralarında olduğu bazı politik güçler, SCAF açıklamasını şiddetle eleştirdikleri açıklamalarında, “SCAF’ın yalanları çok açık. Protestoculardan birini kaçırarak ve oturma eylemi düzenleyen diğerlerine saldırmadan önce bu kişiyi vurarak sorunu ateşleyen kendileridir” ifadelerini kullandılar. Açıklamada ayrıca şu ifadelere yer verildi:

“Tüm çadırları ateşe verdiler ve saldırılasrı 12 kişi ölüp 5 bin civarında kişi yaralanana kadar devam etti. Gençler, ateşe verilen binadan bazı bilgisayarları ve belgeleri kurtarmayı başardılar ve bunları orduya teslim ettiler. Tüm bu olaylar, bir kadını soyan ve bekaretini kontrol eden ordunun eylemleri ile karşılaştırılamaz. Tüm bunlardan SCAF’ın lideri Muhammed Hüseyin Tantavi’yi sorumlu tutuyoruz.”

http://english.ahram.org.eg/~/NewsContent/1/64/29634/Egypt/Politics-/Martyrs-families,-political-forces-condemn-SCAF-st.aspx adresinden yayımlanan haberden yararlanılmıştır.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Frantz Fanon ve mevcut çoklu kriz

17 Aralık 2011 Cumartesi

Fikirleriyle dünyadaki birçok kurtuluş hareketine rehberlik etmiş olan Frantz Fanon’un kızı Mireille Fanon Mendès-France, babasının her zamankinden daha güncel göründüğünü yazıyor. Ona göre mülksüzleştirme ve adaletsizlikler sürdükçe, Fanon’un tarif ettiği mücadele yöntemleri de varlığını sürdürecek:

Yarım yüzyıl sonra, Afrika ve Arap dünyalarındaki bağımsızlık çanının sesi hafiflemedi; sosyal, ekonomik ya da politik düzlemde tamamen başarısızlık var. Bağımsızlığı elde etmek, insanları sömürgeci hâkimiyetin altında çektikleri sefalet, adaletsizlik ya da ihmalden kurtarmadı. Fanon’ın kitabı ‘Yeryüzünün Lanetlileri’, ‘Ulusal Vicdanın Kazaları’nda öncüleri çoktan tespit ettiği ulusal burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi, sömürgecilik karşıtı mücadelede trajik bir hataya neden oldu.

Kitabında, önceki yıllarda yeni sömürgeci patolojisini, yozlaşmış ve rağbet görmeyen ulusal hükümetlerin eski sömürgeci efendilerinin çıkarlarına boyun eğmesiyle hegemonyanın ebedileşmesi olarak tanımlar.

‘Sömürge çağının sonunda iktidarı ele geçiren ulusal burjuvazi az gelişmiş bir burjuvazidir. Onun ekonomik gücü sıfıra yakındır ve her halükarda, yerine geçmeyi amaçladığı büyük şehirli burjuvazinin duruşundan yoksundur. Ulusal burjuvazi, inatçı narsisizminde, büyük şehirli burjuvazinin yerini kolayca alabileceği konusunda kendisini ikna etmekte çok az zorluk çekmiştir. Ancak tam anlamıyla onu kapı önüne koyan bağımsızlık, memleket dahilinde feci tepkiler doğuracak ve onu daha önceki büyükşehir yönünde ıstıraplı çağrıları başlatmaya zorlayacaktır. Tamamen aracı eylemlere yöneltilmiştir. Olup bitenden haberdar olmak, işin şakasında olmak, bu en derin kabiliyeti gibi görünüyor. Ulusal burjuvazi bir sanayicinin değil, bir politikacının psikolojisine sahiptir.’

Aynı şekilde, sömürgeci devletin son çıkışını görseydi, asıl sorun özgürlüğüne kavuşmuş devletlerin evrimi olurdu. Adil ve zengin bir toplumun inşası, sömürgeci mirasın kalan adam ve kadınlarının her şeyi kapsayan kurtuluşuyla meydana gelmeli. Bu nedenle, yalnızca tahrip edici bir sonuç olmaması için sömürgeci devletin eksikliklerini tespit etmek önemliydi.

Bağımsızlığı kazanmak, ezilen halkların yabancılaşmamasını veya kurtuluşunu meydana getirmedi. Toplumlar, ölü doğmuş devletin, çıkarlarına ve beyanlarına göre değişen despotları destekleyen yeni sömürgeci şebekelerin yetimleri olarak kaldı. Eğer yeni sömürgeci yapılar bağımsızlığın başarısızlığını baştan sona açıklamıyorlarsa, o zaman bu yarım yüzyıl, sömürgeci saatli bombanın tesirinin hüzünlü gösterisi olmuştur.

Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’nde tahmin ettiği evrimin büyük ölçüde farkına varıldı. Önceki sömürgeci güçlerce beslenen ve sivil ve askeri popülistler tarafından öncülük edilen iktidar mücadeleleri, kabilecelik ve bölgecilik, bağımsızlığı biçimsizleştirdi. Önde gelen klikler ve eski sömürgeciler tarafından desteklenen yeni burjuvaziler, sömürgeci yöneticilerle değiştirilen sivil ve askeri popülistlerin avantajına sahip. Kaynakları sıkıca tutma ve iktidardaki kastlar tarafından rantların zaptedilmesi --sivil veya askeri- bu ülkeleri devam eden bir parçalanma durumuna esir etti. Sömürgeci idari güçlerin geri çekilmesi, nüfusun büyük çoğunluğunca yönlendirilen varoluşun doğasında gerçek bir değişime neden olmadı.

Aslında yeni sömürgeci dönem, Afrika kıtasının yeni kılıfının ve Arap-İslam yayının altında yeniden sömürgeleştirmeye son veriyor. Tüm otoriter rejimlere, yıkıcı sosyoekonomik kötü yönetim eşlik ettiği için, eski sömürgecilerin çıkarları korunmakta ve her zamankinden daha fazla bulunmakta. Stratejik düzeyde, savunma anlaşmaları, yabancı denetim altında çalışan gümrük memurlarının çalıştığı başlıca havaalanının olduğu tüm kıtada hava üslerinin kuruluşuna izin vermiştir ve bu da “tâbi devlet”in ne olduğunu önemli ölçüde anlatmakta.

Afrika, Avrupa, Asya, Orta Doğu ve Amerika’da Fanon, her zamankinden daha güncel görünüyor. İnsan hakları ve özgürlük için mücadele eden herkese anlam kazandırıyor, çünkü özgürleşme, politik olgunluğa erişen bir neslin her zaman ilk hedefidir. Birçok adam ve kadın özgürlük, demokrasi ve insan hakları mücadelesinin yerel despotlara ve korudukları yeni sömürgeci düzenin doktrinlerine karşı yürütüldüğünü öğrendi. Kaynakları yağmalamaya ve sonrasında, artık kullanışlı olmadıklarında defetmeye alışkınlar. Ancak sömürgeciliğin başkalaşımı burada durmadı. Libya ile olan savaşta açık bir şekilde militarist bir duruş sergileyen insancıl müdahaleler, özellikle kırsal bölgelerde halkı bağımlı devlet olmanın yapısal ilişkilerine bağlayan ve devletin etkisini gasp eden sivil toplum örgütlerinin sessiz yerleşimine olanak sağlamışlardır.

Bu sivil toplum örgütlerinin birçoğunun yerel uzmanlıktan ayrıldığını ve hatta kendi hükümetleri tarafından paylaştırılan fonlara bağlı olduğunu ve böylece becerileri devretme olanağını ihmal ettiğini belirtmek gerekir. Bu yolla bağımlılığın hayır kurumu temelli yapılarını büyütüyorlar. Özünde, bu yenilenen egemenlik, yeni sömürgeci zihniyetini aşılıyor ve idame ettiriyor. Dolaysız ekonomik müdahale, hegemonik çıkarlarını zar zor saklayan politik insancıl bir söyleme eşlik ediyor. Şüphesiz, bitmek bilmez genelleştirilmiş terörle savaş, çokuluslu çıkarları kollamakla itham edilen Batı’ya, yabancı bölüklerini konuşlandırmak için bir mazeret veriyor. Bu hareketten en çok etkilenen bölgeler, şimdiye kadar sömürülmemiş veya az sömürülmüş stratejik doğal kaynaklara ev sahipliği yapanlar. Bunlar Nijerya, Gine ve en son olarak Libya’yı içeriyor.

İç savaşlardan hükümet darbelerine kadar, bağımsızlık, hâlâ eski sömürgecilerin hizmetinde olan ‘aracı’ bürokrasiler için çıkar arayışında olan, parçalanan devletlerde görülmüştür. Oldukça hızlı bir şekilde sömürgecilik sonrası devletler kendilerini, kayıtsızlığın, yozlaşmanın ve özel çıkarların ayrıcalığının adet haline geldiği yeni sömürgeci devletler haline dönüştürmüşlerdir. Devlet bürokrasileri, genellikle bu gayrı resmi durumların altında ezilirler.

Kaynakların talanının, servet yoğunluğunun ve sermaye hareketinin etrafında örgütlenen ekonomik hâkimiyet –varsayılan model ne olursa olsun- Afrika kıtasını ve Arap dünyasını baş döndürücü eşitsizliğin, kitlesel fakirleşmenin ve sömürgecilik sonrası devletin doğal zayıflığının bir çukuruna yerleştirmiştir. Son yüzyılın sonunda, diktatörler arkalarına yaslandılar ve emperyalizmin savaş kışkırtan yenilenen düzeninin Irak, Libya ve belki yarın Suriye’de gerçekleşmesini izlediler. Hep mücadele ediyormuş gibi göründüğümüz terörizm aslında, Batı tarafından korunan ve onunla ittifak halinde olan otoriter ve gerici devletlerde gelişmekte.

Emperyalizmin en yeni safhası –küreselleşme-, daha az gelişmiş ülkelerin pazarlarının çokulusluların gelişmelerine açılmasına dayanır. Fakat -finansal ilk yardımın bir biçimi olarak verilmiş- Afrika ve Arap ülkelerinin küresel pazarlarda demirleme stratejisine, yeni aktörlerin ortaya çıkması yoluyla meydan okuyor.

Ortaya çıkan ekonomiler, yeni sömürgeci rahat düzenlemeleri engellemeye geliyor ve bu nedenle tımarlara dayanan düzenin, halk desteği azalırken titremeye başladığını görüyoruz. Bu son zamanlarda Tunus ve Mısır’da görülebilir. (Buna ilaveten bir süre önce Venezüella, Bolivya vs.'de olanlar)

Uluslararası ilişkiler bağlamında bu, batılı güçleri periferide olarak gördükleri ülkelerle ilişkilerini yeniden düzenlemeye zorlamakta. Sonsuz terör savaşından sonra –ki bu, hayli çok biçimde en kötü diktatörlerin bazılarının desteğiyle bilinmektedir- bu ilişkilerin önemli bir parçasının müdahale olduğu fikri her zaman mevcuttur.

Hücumbotun yeni siyasi söylemi

Sömürgecilik sonrası yıllarının ataerkil duruşundan, batıdaki yeni muhafazakârların rehberliğiyle, kendisini tamamlanmamış hakkın söylemi olarak gösteren sözde bir ‘harbilik’ ortaya çıkmıştır. Herkesin önünde bariz ırkçı temellerinin hesabını vermekte tereddüt etmiyor. Dolaysız ekonomik müdahaleye, hegemonik amaçları için zayıf bir örtü olan insancıl-politik söylem eşlik ediyor. Terörle savaş, -öncelikli olarak sömürülmemiş maden kaynaklarının olduğu bölgelerdeki- çokuluslu şirketlerin çıkarlarını gözetme gizli gündemiyle, bölükleri konuşlandırmanın gerekçesi olmuştur.

‘Sürekli ‘insan’dan bahseden bu Avrupa, endişe ettiği tek şeyin ‘insan’ olduğunu duyurmayı bırakmıyor, bugün bu Avrupa ruhunun hüküm sürdüğü her ülkede var olan insanlığın çilesini biliyoruz.’Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri.

Doğru kabul edilen bu veda hediyesi adı altında, ırkların hiyerarşisi, azar azar kendisini sözde ‘medeniyetler savaşı’, insancıl müdahale ve demokratik inancın insansız uçaklar tarafından yayılmasıyla yenilemiştir. Böylelikle sömürü ve dışlanmanın yeni propagandacılarını belirlemek için savaş alanı hikâyesi başlar. Seçici hafıza, egemen kapitalist değerleri durmadan çekiçlemek ve unutmak, ötekinin, Müslüman, Arap, siyahînin bir temsilini oluşturarak fikir şekillendirmeyi amaçlar. Kalıtsal olarak evrensel değerlerden aciz, böylelikle de düzeltilemez bir şekilde barbar olan düşman, fiilen insanlıktan dışlanmıştır. Bu bağlamda, Dakar konuşması (Nicolas Sarkozy’nin 26 Temmuz 2007’de Dakar’da yaptığı ve sömürgeciliğin büyük bir hata olduğunu ifade ettiği, aynı zamanda Afrika’nın geri kalmışlığının tek sorumlusunun sömürgecillik olmadığını iddia ettiği konuşma; ç.n.) önemli bir aşama olarak kalır.

Tekrar paketlenmiş, modernleştirilmiş bir ırkçılığın teorisyenlerine göre, bağımsızlık başarısızlığının nedeni sömürgeciliğin zehirlenmiş mirası, önceki büyükşehrin yıkıcı etkileri ya da önceki sömürgecilerin iktidar anahtarını verdiği diktatörlerin dayanıklılığı değil; kendi ‘arkaikliğinde’ donmuş insanların kendi kaderlerini kontrol etme yetersizliğidir. ‘Siyah deri, beyaz maskeler’ ırkçılık karşıtı mücadelede esas kilometre taşıdır: sömürgeciliğin dürtülerini ve onun ezilenler üstündeki etkilerini inceleyerek bu ayrım mekanizmalarının ve politik aşağılamaların deşifre edilmesi. Ona göre bu, ırkçılık kurbanları ve ırkçıların kendileri için evrensel bir yabancılaşmama hareketindeki ırkçılığa karşı mücadelede açıkça belirtilmişti.

Kötürüm olmaktan uzak, bu saldırılarla yüzleşen insanlar ilerlemeye devam ettiler ve adalet, saygınlık ve daha iyi bir yaşam için olan mücadelelerini bırakmadılar. Ortaklaştırılmış mücadelelerin kamusal yüzü ne olursa olsun –basın özgürlüğü ya da özgür irade- bütün kıtada, halkın sesi güçleniyor: vatandaşların özgürleşmesi için politik mücadele ve neo-liberal modeli reddetmeyle uğraşan kadınlar ve adamlar. Bağımsızlık mücadelelerinin başlıca mitleri henüz ölmedi. Bu noktada, Arap dünyasındaki halk isyanlarını anlamak gerekir. Bu hareketleri sosyal rahatsızlık ifadesine veya açlık isyanlarına indirgemek bir aldatmacadır.

Fakat sosyal ilerleme ve gelişimin kayıp yarım yüzyılı, politik aydınlanma ve yerleşme yarım yüzyılı olmuştur. Aslında, dogmatik prizmalar, yol gösterici gücünü kaybetmiştir ve hâlâ işlevi olan tek analitik taslaklar, kesin olarak gerçeklik ilkesine dayananlardır.

Fanon’un fikirlerini, bundan önce sömürgeci egemenliği altında olan ülkelerin şartlarını kullanmak, ideolojik at gözlüklerinden ayrılmış ve tüm dogmalardan kurtulmuş gerçeklikle yüzleşme alıştırmasıdır. (Bu anlamda, onu unutulmuş ve ikonlaştırılmış olarak görenlerin aksine, Fanon her zamankinden daha geçerlidir. O, psikiyatrist, Cezayirli bir mücahit, Pan-Afrikalı devrimci, gezgin bir elçi ve kendilerinin egemen dünyaya bağlı olduğuna inanan herkes için özgürlük savaşçısı olmuştur.)

Siyah deri, beyaz maskeler sözünü hatırlayalım: “Bir renk adamı olan ben, tek bir şey istiyorum: asla egemenliğin bir aracı olmamayı. Birisini başka birinin hizmetinde asla görmemeyi. Yani kendimi bir başkasının hizmetinde. İnsanı nerede olursa olsun keşfedebilmeyi ve istemeyi.’

Fanon’un özgürlük eleştirisinin altında, iktidar sistemlerinin aslında ne olduğu gün yüzüne çıkıyor: tüm ekonomik, sosyal ve kültürel engellerin kökenindeki baskı ve yağma sistemi. Demokratik içeriği boşaltılmış bağımsızlık savunmasızdır: kurtuluş mücadelesinin kazanımları hiçbir şekilde tersine çevrilemez. Ayaklanan halkların özgürlüğü, önceki sömürgecilerce desteklenen güçler tarafından ele geçirildi. Egemenlik sadece görünüşünü değiştirdi ve özgürleşme henüz gelmedi.

Fanon’a göre, ‘bireyin özgürlüğü, ulusal kurtuluş sonucunda ortaya çıkmaz. Gerçek bir ulusal özgürleşme sadece birey özgürlüğünün değiştirilemez bir şekilde kendi özgürleşmesini harekete geçirmesine kadar vardır.’ Bu nedenle, nadir de olsa, sömürgeci boyunduruktan kurtulmuş toplumlar, yurttaşsız toplumlardır.

Bağımsızlığın ikinci aşamasınıortaya çıkarken maksat, bağımsızlığın politik içeriğini toplumun tanıyabildiğine geri getirmektir ki bu olmadan bağımsızlığın şekli sadece bir karikatürden ibarettir. İnsanoğlunun kurtuluşu; özel ve kamusal özgürlüklerin savunmasına, ortak çıkarların önceliğine, eşitsizliğin azalmasına, seçilmişlerin güvenilirliğine ve hakların egemenliğine dayalı evrensel bir mücadeledir.

Gerçek kurtuluş, sadece gerçekten demokratik, güçlü ve temsili olan kurumlar bağlamında öngörülmüş bağımsızlık mücadeleleri tarafından uğraşılan süreçleri izleyen şeydir. Demokratik özgürlükler bu ülkeler için egemenlik ve sefalet arasındaki çıkmazdan kaçmanın tek yoludur. Eşit biçimde gerekli bir ön koşul, küresel güneydeki ülkelerin lehine, ulusla arası güçler ve onların yeniden dengelenmesi arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesidir. Fakat bu, piyasaların boyunduruğu altına girmek için, eski sömürgeci ülkeleri de ilgilendirir.

Uluslararası ilişkiler bağlamında, hiçbir meşruluk olmaksızın, bunun yerine silahlı kuvvetlerinin gücüyle ve dış destekle birlikte, liderler uluslararası safhada hiçbir değere komuta etmiyorlar. Kendilerini içten demokratik zanneden büyük güçler için, daha az gelişmiş dünya üzerine kurdukları hegemonyayı devam ettirme arzularının sona erme zamanı gelecektir.

Fanon’un dik başlılığı ve azmi, drama, halkın yaşam biçimi olduğu sürece, başarısızlıktan kader olmadığını gösteriyor. İlerlemenin dayanışması ve mücadelelerin çakışması, diktatörlere, yeni sömürgeci ve emperyal hegemonyaya karşı direniş, çözüme giden yolun kilometre taşlarıdır. Dayanışma ve enternasyonalizm- ki Fanon’a göre bunlar birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır- halkların mücadelelerine sürekli devam eden bir insan boyutu katmakta.

Bir psikiyatrist, bir deneme yazarı ve bir militan vasıflarıyla Fanon, bir hayli ötekileştirilmiş ve çelişkilerle delik deşik edilmiş olmasına rağmen spot ışıklarını sömürülmüş dünyanın birliğine çevirmiştir. Bu nedenle, mücahit Fanon’a göre, Karayip, Afrika veya Latin Amerika halkı tarafından verilen mücadelelerin hiçbir farkı yoktur. Biri Fanon tarzı analizi şöyle de devam ettirebilir: yayılmacı eğilimiyle, liberalizmin örgütlenme biçimlerini küresel güneye nakleden küreselleşme, şimdi aynı şeyi Kuzey’e yapıyor.

Dışlanma ve sömürünün sosyal ve politik ayırma özelliği, dünyayı küçük azınlıkların çıkarları doğrultusunda birleştirmeye meyillidir. Yunanistan’a uygulanan muamele, AB ve bankalardaki ultra liberallerin yardakçılığıyla biriken dış borca bir karşılıktı. Bu durum, şu an gelişmiş dünyada uygulanan toplumsal ilerlemeleri bozma stratejilerini açığa çıkarıyor.

Terörizm karşıtlığı adı altında oluşturulan denetim kültürü, bu süreçlerce dışlanan ve haklarından mahrum bırakılanların kriminalize edilmesine katkıda bulunuyor. Basının Birleşik Krallık’taki en son ayaklanmaları işleyiş biçimi, 2005 yılında Fransa’daki işçi sınıfı banliyölerinde görülen isyanları hatırlatıyor. Sosyal ve etno-kültürel kategorilerin -fakirler, siyahîler, Araplar, Müslümanlar- üst üste gelmesiyle hızlanan, peş peşe gelen kaymalarla, Batı rejimleri, sömürgeci söylemi yerel politikaya tekrar yerleştirdi. Gizli tarih ile ilgili bir çelişkiyle, yerliler yalnızca özgün halleriyle değil, aynı zamanda Fanon’un ‘yasak kentler’ olarak tanımladığı, ayrımcılığın yeni biçimlerinin zorla uygulandığı yerlerde de hep mevcuttur. Yeryüzü Lanetlileri’nde şöyle belirtmişti:

‘Sömürülen dünya ikiye ayrılır… Sömürülenler tarafından ikâmet edilen bölge, sömürenler tarafından ikâmet edilen bölgeyi tamamlamaz. Bu iki bölge birbiriyle yüz yüzedir fakat daha büyük bir bütünün parçası olarak değil… Dünya, her biri farklı türle işgal edilmek üzere, bölümlere ayrılmıştır. Sömürgeci bağlamın özgünlüğü, yaşam tarzları arasındaki devasa fark, eşitsizlik, ekonomik gerçekliktir, insan gerçekliğini maskelemeyi asla başaramaz.’

İşleyiş şekli değişmiş olsa da, halkın ağırlığı ve egemenliğinin kalıcılığı görülebilir. Hatta baskın halklarca ‘korunuyor’ olma kılıfı altında, bu kategorileri, en hassas toplumları içerecek biçimde genişletiyorlar. Yabancılaşma biçimi değişti fakat sömürünün ideolojik destekleri sürekli olarak kalıcılığını koruyor ve gezegenin tekdüze modele boyun eğmesini sağlayan küreselleşme unsurları haline geliyor. Ekonomik kriz, Batı kapitalizminin bir krizidir. Afrika ve Arap dünyası toplumlarına göre, –askeri insani müdahale nezareti altında- yeniden sömürgeleştirme, artık ‘uygarlaştırma görevi’ne değil, koruma sorumluluğuna, kendisini ‘uluslararası toplum’ olarak bildirenlerin güvenilmez yalanlarına başvuruyor. Baskıcı doğasını, yabancılaşan ve kişiliksizleşen bir karakterle devam ettiriyor.

Sömürgeci geçmişi ve şimdiki adaletsizlik ve topraklardan çıkarılmayı göz ardı etmeyi isteyenlere göre, Fanon’ın eserleri yol kenarında bırakılacak ve şiddet özründen başka her şey olarak anlatılacak. Onu küçük düşürenler, Fanon’a karşı bir cadı avı başlatan yeni muhafazakâr ‘aydınları’ toplayacaklar. Eğri okumalarla ve peşin hükümlü temsillerle, Fanon’un eserlerinin ve onların ırkçılığının kendi görmezliğini tekrar oluşturacaklar.

İnkâr edilmiş, sömürülmüş ve köleliğe mahrum edilmişlerin son çaresi olarak Fanon tarafından savunulan şiddet, daha büyük bir şiddete maruz bırakılmış ezilenlerin meşru savunmasıdır: baskı, mülksüzleştirme ve horlanma.

Ancak, bütün manipülasyonlar ve propagandaların olduğu gibi gerçeklik de inatçıdır. Çeşitli mekanizmalar, eski sömürgeler ve sömürgeciler arasındaki ilişkileri yeniden şekillendirmek için her zaman iş başındadır. Teslimiyet ve yalanların reddi, Fanon’un çalışmalarının tohumunu atan direniş ruhu, dünya çapında hakları için mücadele edenlere ilham vermekte. Başka herhangi bir yerde olduğu gibi Filistin’de de, baskıdan uyananların arka bahçelerinde, Fanon’un hareket halinde olan düşünceleri, dünyadaki değişimlere rağmen gerçektir.

Dünyamız mülksüzleştirmeden, adaletsizlikten ve yabancılaşmadan azâde mi? Fanon bizi, direnmeye ve hiçbir zaman pes etmemeye çağırıyor.

http://www.pambazuka.org/en/category/features/78515 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog yayımcısı Ted Walker tarafından, Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin (PCOT) önde gelen isimleri ile bir söyleşi gerçekleştirildi. Parti yetkilileri, üç vekil kazandıkları Tunus seçimlerinin sonuçlarının kendilerini memnun etmediğini, ancak bu sonuçlardan önemli dersler çıkardıklarını belirtiyor:



- PCOT’nin seçimlerde aldığı sonuçlara dair ne hissediyorsunuz? Kampanyanın, istediğiniz konuları öne çıkarmak konusunda başarılı olduğunu hissediyor musunuz?

Hamma Hammami:
Bazı gazeteler 23 Ekim seçimlerinin olağanüstü ve emsalsiz, dahası mükemmel olduğu değerlendirmesinde bulunuyor; bu net biçimde abartma. Seçim sonuçlarına dair kör bir iyimserlikten sakınmalıyız, bunun yerine daha eleştirel değerlendirmeliyiz.

Bazı listelere karşı çok sayıda rahatsızlık vardı ve hukuk sisteminin kendi sorunlarında taraf olma konusunda kaba olacağını düşünmüyorum. Ancak eleştirelliğimize karşın, çeşitli düşüncelerimiz olsa da, PCOT seçimlerin yenilenmesini ya da iptal edilmesini istemiyor.

Birincisi, seçime katılıma dair rakamlardaki düşüş. ISIE’ye (Tunus Bağımsız Seçim Komisyonu; ç.n.) göre, seçmenlerin sadece yüzde 48.9’u oy kullandı! Bu istatistikler endişe verici ve Kurucu Meclis’in politik geleceğindeki etkileri önemli olacak, çünkü anayasa çoğunluğun görüşünü yansıtmıyor. Bu problemin çözümü için PCOT; anayasanın yazıldığında referandum ile halka sunulması çağrısı yapıyor. Böylece Tunus halkı anayasayı kabul ya da reddedebilir.

İkincisi, politik para (partilerin seçim kampanyalarına yatırdıkları para) sonuçlarda belirleyici bir faktör oldu. Hiç kimse, seçmen başına 25 dinar harcamak ile 500 dinar harcamak arasındaki açık farkı reddedemez.

Üçüncüsü, camilerde ve kamusal alanlarda dini retoriğin kullanımı, doğrudan ya da dolaylı olarak insanları etkiledi. En büyük hayal kırıklığı, seçmenleri etkilemeye yönelik böylesi girişimlere tepki göstermesi gereken halkın bunu yapmaması ve Ben Ali rejiminde olduğu kadar pasif davranmaları. Burada, ateistleri ve inançlı insanları bölmek isteyen gizli güçler varmış gibi görünüyor.

Dördüncüsü, medyanın, özellikle de kamu medyasının oynadığı, halkın anayasanın ne olduğunun ve içeriğinin ne anlama geldiğini anlamasına, ayrımı görmesine ve seçim yapmasına yardım etmediği anlamına gelen zayıf rol.

Beşincisi, partiler arasında karşılıklı gerçekleşen ve bazen çok zavallı düzeylere ulaşan saldırılar.

Altıncısı, seçim merkezlerinde belirlenen ve gözlemcilerin geneli tarafından kabul edilen kural ihlalleri.

Sonuç olarak: Hiç kimse Tunus seçimlerinin, Tunus devriminin küçük reformlar ve değişiklikler ile sınırlanmasını amaçlayan ve eski sistemi ayakta tutmayı, kapitalizmi destekleyen ekonomik, siyasi ve sosyal politikaları sürdürmeyi isteyen uluslararası aktörler (ağırlıklı olarak ABD ve Avrupalılar) tarafından manipule edildiğini reddedemez. Bu türden yabancı müdahaleler, geçiş hükümeti ve bazı siyasi partiler tarafından kolaylaştırıldı, çünkü seçim süreci boyunca Tunus’a giriş çıkış yapan birçok insan oldu ve çeşitli partiler Tunus’un eski siyaset ve ekonomi politikalarını sürdüreceği yönünde birçok vaatte bulundu.

- PCOT, seçimlere kendi katılımın nasıl değerlendiriyor?

Chrif Khraief:
Kendi katılımımızın çok düşün olduğunu tahmin ediyoruz ve meclisteki üç sandalye, PCOT’nin sokaktaki gerçek ağırlığını yansıtmadığından bundan tatmin olmadık. Kimse, devrimin inşasında PCOT’nin tarihsel rolünü, tarihsel eylemciliğini ve büyük etkisini inkâr edemez. Biz, ileri gitme, zayıf yönlerimizin üstesinden gelme ve kendimizi geliştirme amacıyla kendimize her zaman eleştirel bakıyoruz.

PCOT’nin devrimci eylemciliği öğrendiği ve bunu her zaman iyi uyguladığı doğru, ancak seçi kampanyası yapmayı hiçbir zaman öğrenmedik ve deneyimlemedik. Programımıza ve anayasa ve geçici hükümet için önerilerimize odaklandığımız temiz bir seçim kampanyası yürüttük ve aktivistlerimizin, özellikle de genç olanlarının enerjisine dayandık, ancak şehirlerde ve kırlardaki zayıf yerleşimimizin zararını gördük, bu da siyasi saygınlığımızı bir seçim gücüne dönüştürmemizi olumsuz etkiledi. PCOT olan ismimizi “Al Badil” (Devrimci Alternatif) şeklinde değiştirerek çok sayıda oy kaybettik, birçok insan seçim gübü bizi tanıyamadı.

Bazı partilerin insanları etkileme imkanını kullanmasına olanak tanıyan biçimde, her seçim merkezi için bir gözetmen örgütlemeyerek büyük hata yaptık. Aynı zamanda seçim kampanyasına çok mütevazı maddi kaynaklarla girdik ve kampanyamızı yetkililerce sağlanan ve kampanya sırasında elimize çok geç ulaşan kaynaklara dayandırdık. Bunlara ek olarak, adaylarımız, ilkelerimiz ve dürüstlüğümüz nedeniyle çok seviyeiz bir saldırı kampanyasının hedefi oldular; bazı partiler, yüzde 10’luk hedefimize ulaşmamıza izin vermeyecek biçimde hakkımızda birçok söylenti yaydı.

Aldığımız sonuç tatmin edici olmasa da bu deneyimden çok şey öğrendik; gerçek şu ki, zayıf yönlerimizi biliyoruz ve ilkelerimize her zamankinden daha fazla inanmış durumdayız.

- Yeni hükümetin köklü sosyal ve ekonomik değişiklikler yapacakmış gibi geliyor mu? Eski rejime karşı gerçek adaletin peşinde olacak mı?

Chrif Khraief: Yeni hükümetin, mevcut bileşimiyle, sosyal ve ekonomik cephelerde radikal ve gerçek değişiklikler yapmaya istekli olduğuna inanmıyoruz. Kurucu Meclis’in ilk oturumundan önce bile, hükümet üyeleri, dünyaya eski rejimle aynı yolu izleyeceklerinin güvencesini veriyor. Bu, bilhassa ekonomi politikaları anlamında doğru; yabancı borçları ödeyeceklerini açıkladılar ve siyasi diktatörlüğe, ekonomik gerilemeye ve sosyal adaletsizliğe neden olan piyasa ekonomisini hâlâ devam ettiriyorlar.

Toplumsal cephede, Kurucu Meclis, Ben Ali rejimi altında uzun zaman ihmal edilen Tunus’taki yoksullara ve yoksunlara ilgi göstermiyor; bu da protesto ve grevlerin arkasındaki sebeplerden biri. Ve hukuksal reformların yokluğunda hükümet kararlar alsa bile, bunlar sahte olacaktır, çünkü eski rejimin temsilcileri hâlâ aktifken, hukuk sistemi hâlâ adil ya da bağımsız değilken, medya hâlâ özgür değilken,yönetim hâlâ yozlaşmış iken ve işkenceye ve rüşvete bulaşan insanlar hâlâ özgür iken gerçek demokrasiyi uygulayamayız. Ben Ali rejiminin kurbanlarına dair sorumluluktan ve itibasrlarının iadesinden konuşmuyorken gerçek adaletten bahsedemeyiz.

- Turizm, taşımacılık ve diğer sektörlerde seçimlerden beri büyük grevler oldu. PCOT üyeleri bunlara katılmakta mı ya da bunları desteklemekte mi? Tunus İşçileri Genel Sendikası’nın (UGTT) devrimci mücadelede aldığı rol nedir?

Chrif Khraief: Bu protestoların ardında PCOT yok, fakat bunları destekliyor ve daima destekleyecek. Hükümetin devrimden hemen sonra verdiği sözleri gerçekleştirmesi konusunda ısrarcı olacağız –geçici işçi ücretlerinin iptali, sabit ücretle çalışanların desteklenmesi, şeffaf işe alma standartlarının belirlenmesi gibi.

Şu anda işçiler iki gruba ayrılıyor. Tunus İşçileri Genel Sendikası’nda (UGTT) iç demokrasiyi somutlaştırmayı, işçileri kapitalistlere ve patronlara karşı savunmayı amaçlayan devrimciler var. Buna; demokratlar, solcular, sendikacılar ve diğerleri dahil. Bunlar, UGTT’nin en pasrlak anında her zaman bulunmuştu; 26 Ocak 1978 grevi, 1984 ekmek devrimi, 1985 meşruiyet mücadeleleri, 1990 Körfez Savaşı’nda Irak’a destek, 2008 Redeyef ve Oum Laarayes ayaklanmaları. Ancak temel olarak ve hepsinden öte, bu işçiler Ben Ali’nin 14 Ocak 2011’de devrilmesine neden olan devrimci hareketlere katıldılar.

Bu kategorideki tüm eylemciler, devrimin yolunu takip etmek, gerçek bir demokrasiyi kurmak ve işçi haklarını savunmanın peşinde olmak için Aralık’ta bir meclis kuracaklar.

İkinci kategorideki işçiler, sendikayı işçilerin bağımsızlık ve iktidarının bir aracı yapmaktansa başarısız olması için pazarlık isteyen karşı devrimci gücü (patronlar sendikası) temsil eden bürokratlar. Bu bürokratlar, son ana kadar Ben Ali’yi destekleyenler ve devrimcilere baş belası muamelesi yapanlardır.

- Tüm dünyada büyüyen ve Tunus’ta da 11 Kasım’da yansımasını gördüğümüz işgal hareketleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Jilani Hamemi: Wall Street’te başlayan işgal hareketi, göçmekte olan kapitalist sistemin makul bir sonucu. Aslında, kapitalist sistem tarihi boyunca çok sayıda krizden geçti, ancak giderek yaklaşıyorlar. Ve şimdi işgal hareketi, kapitalist sistemi komünist sistemle değiştirebileceğimizin umudunu veriyor. Bu hareket, kökenini “Arap Baharı”ndan alıyor ve berbat yaşam koşullarına karşı benzer bir devrimci mücadeleyi cisimleştiriyor.

Kapitalist sistem şu anda sokağın öfkesini emmek ve alışılmış müdahalesini yapmak için her türlü çabayı gösteriyor –ancak bu, şu ana dek işlemedi, çünkü insanlar gerçek değişim istiyor: garanti edilmiş asgari sanayi ücreti, garanti edilmiş yıllık gelir, çalışma hakkı, ücretsiz eğitim ve sağlık hakkı, borçlasrın iptali ve hatta Tunus gibi birçok ülkenin borçlarının iptali. Drmokrasi, eşitlik ve özgürlüğü temel alan yeni bir toplum talep ediyorlar.

Bu, mücadelenin gerçek yoludur. Hedefimize ulaşmak için direnmeliyiz. Mücadele kolay olmayacak, ancak bizim için kazanılması imkânsız değil. Ancak hareketin zayıf yönlerine dair eleştirel farkındalığımızı sürdürmeliyiz.


http://thawraeyewitness.blogspot.com/2011/11/interview-with-tunisian-communist_26.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

The Independent gazetesinin Orta Doğu muhabiri Patrick Cockburn, gazetesi için, İran’ın Bahreyn’deki ayaklanmada iddia edildiği kadar, hatta neredeyse hiç rol sahibi olmadığını belirten bir yazı kaleme aldı. Cockburn, özellikle Irak’ta bir Şii egemenliğinin, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi aktörler nedeniyle pek de mümkün olmadığını ifade ediyor:



İran uzun süredir Washington’da, Orta Doğu’daki kötülüğün çoğunun kaynağı olarak itham edilmekte. Suudi Arabistan ve Sünni müttefikleri, gerçekten Bahreyn ve Suudi Arabistan’ın petrol zengini Doğu Bölgesi’ndeki protestoların ardındaki karanlık Tahran elini görüyorlar. Yıl sonu itibariyle son Amerikan güçleri Irak’ı terk ederken, Irak’ın, İran’ın bir piyonu haline geldiğine dair son derece önemli uyarılar var.

İran’ın zaman zaman bu şekilde şeytanlaştırılması, ABD ve İsrail’in İran’a yönelik bir askeri müdahale yapması için zemin hazırlıyor. Kuvvetlenen bu propaganda, 2002’de Irak’ta Saddam Hüseyin’e yöneltilenle çok benzer. Her iki durumda da, sınırlı kaynaklara sahip dışlanmış bir devlet, bölge ve dünyaya gerçek bir tehlike olarak sunuluyor. Olası değilse de bazen –Teksas’ta ikinci el otomobil satıcılığı yapan İran asıllı bir Amerikalı’nın Washington’daki Suudi Arabistan Büyükelçisi’ne suikast yapmak için İran Devrim Muhafızları’yla işbirliği yaptığı hususundaki sözde komplo gibi- komik komplo teorilerine devlet nezdinde itimat ediliyor. İran’ın nükleer programı, Saddam Hüseyin’in var olmayan kitle imha silahlarıyla aynı şekilde, bir tehdit olarak tanımlanıyor.

Bu nedenle, Bahreyn Bağımsız Soruşturma Komisyonu’nu bu yılki huzursuzluğa yönelten Mısır asıllı Amerikalı seçkin avukat Şerif Bassiouni, geçen haftaki 500 sayfalık raporunda İran’ın Bahreyn’deki olaylara katılımına dair hiçbir kanıt olmadığını açıkça söyleyerek şok yarattı. Bu, Bayreyn’in soylu ailesinin ve Körfez hükümdarlarının ana düşüncesi olmuştur. İran’ın silahlı müdahalesi korkusu, 14 Mart’ta, göstericileri sokaklardan çekmeden önce, 1500 kişilik Suudiler öncülüğündeki askeri gücü çağırmak için Bahreyn’in gerekçesiydi. Hatta Bahreyn, İran, silahları Şii demokrasi yanlısı protestoculara dağıtmayı dener diye, adanın kıyısına devriye gezmesi için Kuveyt deniz araçlarını konuşlandırdı.

Körfez’in emirleri ve kralları, şüphesiz ki içtenlikle kendi komplo teorilerine inanıyorlar. Bahreyn’deki vahşice baskı sırasında işkence görenlerin birçoğu, o zamandan beri, işkencecilerinin onlara tekrar tekrar İranla olan bağlantılarını sorduğuna dair ifadelerde bulunmakta. Orta yaşlı hastane danışmanları, İran’ın devrim komplosunun üyeleri olduklarını kabul eden itirafları imzalamaya zorlandılar. Kral Hamad bin İsa El Halife, Bassiouni raporunu kabul ettikten sonra, hükümeti açık delil üretemese de, Tahran’ın rolünün “gözü ve kulağı olan herkes için” belli olduğunu söyledi.

İran ile ilgili aynı paranoya, Orta Doğu’daki Sünniler arasında eskilere dayanır. Bu yılın başlarında Katar’a kaçan Bahreynli bir muhalif, “Katar’daki insanların İnci Meydanı’ndan [göstericilerin toplanma noktası] İran’a bir tünel olup olmadığını ona durmadan sorduklarını ve aslında tam olarak şaka yapmadıklarını” söyledi.

Sünnilerin zihnindeki, İranlı Şii politik aktivizm tanımlaması, silinmek üzere derinlere inmiştir. Geçen hafta Suudi Arabistan’da, çoğunlukla Doğu Bölgesi’nde iki milyon Şii arasındaki protestoların yeniden dirilişine tanık olundu. İsyanlar, muhalif bir eylemci olan Hamza el Hasan’a göre Nasser al-Mheishi adlı 19 yaşındaki bir adamın, Katif’teki birçok kontrol noktasından birinde öldürülmesiyle başladı. Hamza el Hasan, halkın öfkesinin, ailesinin cesedi götürmek isteyişinin yetkililer tarafından saatlerce reddedilmesiyle bilendiğini söylüyor. Geçmişte olduğu gibi, Suudi İçişleri Bakanlığı, polis ve protestocular arasındaki çatışmaların “yurtdışındaki efendiler tarafından emredildiğini” -ki bu Suudi devletinin değişmeyen İran’a atıf yöntemidir- iddia etmişti.

Suudi muhalefeti, Twitter ve internetteki Şii olmayan Suudilerin yorumlarının, İran’da olan biten her şeyi suçlayan hükümet politikasının bir zamanlar taşıdığı inanılma halini taşıyamayabildiğini gösterdiğini söylüyor. Bir kadın açık ve net olarak şu yorumu yapmıştır: “Ateş koridorlarının keskin kenarlarında duruyoruz”.

Doğu Bölgesi’ndeki protestoların yoğunlaşabilme ihtimali var. Arap dünyasının bir başka yerinde olduğu gibi, gençlik, artık geleneksel liderlere itaat etmiyor. Suudi ve Bahreynli krallar, İran televizyonunu durumu alevlendirmekle suçlayabilir, ancak, Şii öfkesini asıl bileyen şey, YouTube’da gördüğünüz veya internette ya da Twitter’da okuduğunuz şeydir. Protestocuları etkileyen şeyin küçük bir kısmını İran, ve asıl kısmını Kahire ve Suriye’de kendilerine benzer politik ve sivil haklar talep eden genç göstericilerin örneği oluşturur.

Arap Uyanışı yılında, geleneksel bir Suudi yolu olan, bir şeyleri susturmak adına yerel saygınları ele geçirme artık işe yaramıyor. Geçen hafta bunlar, bölgesel başkent Dammam’daki toplantıya gelmelerini isteyen Doğu Bölgesi Valisi Prens Muhammed bin Fahd, bu yılın başındaki ılımlılık çağrılarının Suudi hükümetinin Şiilere karşı ayrımcılığa nazaran hiçbir taviz vermediği için artık halkını protestoları bitirmek için ikna edemediğinden yakınmıştır. 1996’dan beri mahkemeye çıkmadan tutulan Şii mahkûmlar salınmadı.

Suudi Arabistan’da ve Bahreyn’de, protestoların arkasında İran elinin gizli olduğuna dair düşünce, her iki hükümeti de önemli bir hata yapmaya yönlendirmiştir. Bahreynli ve Suudi Şiiler adil iş paylaşımı, resmi mevkiler ve iş ile tatmin olduklarında, devrimci bir tehditle karşı karşıya olduklarına inandılar. Şiiler cemiyete katılmayı istiyorlar, onu mahvetmeyi değil. Bunu görmeyi reddederek, Suudi ve Bahreynli krallar kendi devletlerinin dengesini bozuyorlar.

İran hiçbir zaman düşmanlarının onu resmettiği ya da olmak istediği kadar güçlü olmamıştır. Bölgesel bir tehdit olarak İran’ın liderliğinin şeytanlaştırılması, birçok bakımdan, İran’ın kendisini bölgesel bir güç olarak sunma isteğini gerçekleştirir. Uygulamada, onun kana susamış retoriği her zaman tedbirli ve dikkatle hesaplanmış dış politika ile bir araya gelmiştir.

Başkan George W. Bush ve Tony Blair her zaman, İran, Irak hükümetini istikrarsızlaştırmayı hedeflemiş gibi konuşmuştur. Bu saçmaydı, çünkü Tahran, eski düşmanı Saddam Hüseyin’in sonunu ve Şii muhafazakâr partileri tarafından hükmedilen seçilmiş bir Irak hükümetiyle yerinin değiştiğini görmekten memnundu. Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Birleşik Devletler ve İran’ın temsil edildiği konferanslarda Amerikalıların ve İranlıların öfkeyle birbirini Irak’taki kötü eylemleriyle itham etmelerinin -ve sonra Irak hükümetini destekleyen benzer konuşmaları yapmalarını görmenin eğlenceli olduğunu söylerdi.

Peki, şimdi İranlılar, ayrılan Birleşik Devletler bölüklerinden kalan boşluğu doldurmak için harekete geçecekler mi? Kesinlikle, Irak’ta Amerika’nın önemi azalacak, çünkü askerleri gitti ve ülkede daha az para harcıyorlar. Bir zamanlar, örneğin, Irak muhaberat finansmanı Irak bütçesinde görünmedi, çünkü tamamen CIA tarafından ödeniyordu.

Irak’ta kaçınılmaz İran egemenliğine olan inanç çok safçadır: Türkiye ve Suudi Arabistan gibi diğer birçok güçlü oyuncu var. Iraklı Şiiler gelenekte ve inançta, İranlı din kardeşlerinden belirgin bir şekilde farklıdır. Ve Kürtler ve Sünniler itiraz edecekler. Eğer İran, 2003’ten sonra Birleşik Devletlerin yaptığı gibi eline fazla güvenirse, farklı düşmanlar topluluğunun hedefi olacaktır.

Bahreyn, Suudi Arabistan ve Irak’ta, huzursuzluğu kışkırtmakta İran’ın rolü uyduruldu veya abartıldı. Ancak barışçıl protestoculara, İran’ın adına hareket eden devrimciler gibi davranmak kendini gerçekleştiren bir şeydir. Bir sonraki turda, yılmış yenilikçiler belki de dışarıdan yardım arar.

http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/patrick-cockburn-iran-is-not-the-monster-its-made-out-to-be--yet-6268525.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri:
Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Hindistan’da ülkenin bir kısmını kontrolü altında tutan Hindistan Komünist Partisi’nin (Maoist) askeri lideri Kishenji lakaplı Koteswara Rao, Hindistan ordusunun saldırısı sonucu 24 Kasım tarihinde hayatını kaybetti. Kishenji’nin ölümünün ardından partinin merkez komitesi tarafından yapılan yazılı açıklama şu şekilde:

“Ezilen kitlelerin sevgili önderi, Hindistan devriminin lideri ve Hindistan Komünist Partisi (Maoist) politbüro üyesi Yoldaş Mallojula Koteswara Rao’nun vahşice katledilmesini kınayalım! 29 Kasım-5 Aralık arasında protesto haftasına ve 4-5 Aralık’taki 48 saatlik “Bharat Bandh”a (Hindistan’da uygulanan bir çeşit genel grev biçimi; ç.n.) katılalım!

24 Kasım 2011, Hindistan devrimci hareketinin tarihinde kara bir gün olarak kalacak. Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee ile danışıklı biçimde, CPI’nın (Maoist) “en büyük iç güvenlik tehdidi” olduğuna dair bir patırtı çıkaran faşist Sonia-Manmohan-Pranab-Chidambaram-Jairam Ramesh egemen kliği, iyi planlanmış bir komplo ile yoldaş Mallojula Koteswara Rao’yu sağ yakaladıktan sonra öldürdü. 1 Temmuz 2010’da partimiz sözcüsü Yoldaş Azad’ı öldüren bu klik, bir kez daha ağını attı ve kana susamışlığını giderdi. İktidara gelmeden önce Yoldaş Azad’ın katledilmesine dair timsah gözyaşları döken Mamata Banerjee, iktidara gelmesinin ardından bir yandan müzakere oyunları sahnelerken, bir başka en üst lider olan Yoldaş Koteswara Rao’yu öldürdü ve böylece halk düşmanı, faşist görünüşünü tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Merkezi istihbarat teşkilatı ajanları ve Batı Bengal ve Andra Pradeş’in katil istihbarat ajanları, iyi planlanmış bir komplo ile peşine düştüler ve ortak bir operasyonla alçakça bir biçimde öldürdüler, şimdi de çatışmaya dair düzmece bir hikâye yayıyorlar. Hindistan içişleri Bakanı R.K. Singh bile çatışmada kimin öldüğünün tam olarak kesin olmadığı yalanını söylerken, aynı zamanda bunun Maoistlere büyük bir darbe olduğunu açıkladı. Böylece cinayetlerinin ardındaki komplolarını apaçık biçimde ele verdi. Ezilen halklar, kullanılan egemen sınıfları ve onların, devrimci hareketin en üst önderliğini öldürerek Maoist Parti’yi yok edebileceği hayalini kuran emperyalist efendilerini kesinlikle mezara gönderecektir.

Prahlad, Ramji, Kishenji ve Bimal’de parti içinde ve halk arasında çok sevilen Yoldaş Koteswara Rao, Hindistan devrimci hareketinin önemli liderlerinden biridir. 37 yıldan bu yana ezilen kitlelerin kurtuluşu için savaşırken silahını hiçbir zaman bırakmayan ve inandığı ideoloji uğruna hayatını ortaya koyan yorulmak bilmeyen savaşçı, 1954 yılında Andra Pradeş, Kuzey Telangana’ndaki Karimnagar bölgesinin Peddapally kentinde doğdu. Bir özgürlük savaşçısı olan babası Late Venkataiah ve ilerici görüşlere sahip annesi Madhuramma tarafından büyütülen Koteswara Rao, çocukluğundan beri yurduna ve yurdunun ezilen kitlelerine yönelik sevgiyi özümsedi. 1969’da Peddapally kentinde lise öğrencisiyken, tarihsel ayrılıkçı Telangana hareketine katıldı. Karimnagar’daki SRR Koleji’nde üniversite öğrenimini gördüğü esnada, şanlı Naxalbari ve Srikakulam hareketlerinden ilham alarak devrimci harekete dahil oldu. 1974 yılında partinin aktif bir üyesi olarak çalışmaya başladı. Kara olağanüstü hâl dönemi boyunca, zamanının birçok kısmını cezaevinde geçirdi. Olağanüstü hâlin kaldırılmasının ardından Karimnagar bölgesinde parti örgütleyicisi olarak çalışmaya başladı. Partinin “köylere gidin” kampanya çağrısına yanıt verdi ve köylere giderek köylü sınıfı ile ilişkilerini geliştirdi. 1978’de köylü hareketinin ‘Jagityal Jaitrayatra’ (Jagityal’in Zafer Yürüyüşü) ayaklanmasında önemli rol oynayanlardan biri oldu. Bu süreçte, Hindistan Komünist Partisi’nin (Marksist-Leninist) Adilabad-Karimnagar birleşik bölge komitesine üye seçildi. Üyesi olduğu komite 1979’da iki ayrı bölge komitesine ayrıldığında Karimnagar bölge komitesi sekreteri oldu. Andra Pradeş eyaleti 12. parti konferansına katıldı, eyalet komitesine seçildi ve komite sekreterliği gibi sorumluluklar aldı.

1985’e kadar, Andra Pradeş eyalet komitesi önderliğinin parçası olarak hareketin tüm eyalete yayılmasında ve gerilla alanı perspektifiyle ilerleyen Kuzey Telangana hareketinin oluşturulmasında kritik rol aldı. Dandakaranya hareketinin yayılmasında ve gelişmesinde büyük rol oynadı. 1986’da Dandakaranya’ya aktarıldı ve Orman Komitesi üyeliği gibi sorumluluklar aldı. Gerilla birliklerine ve Dandakaranya’nın Gadchiroli ve Bastar alanlarındaki halka liderlik yaptı. 1993’te Merkez Örgütlenme Komitesi’ne üye olarak seçildi.



1994’ten bu yana, temel olarak Batı Bengal’in de içinde olduğu Hindistan’ın doğu ve kuzey bölgelerinde devrimci hareketi yaymaya ve geliştirmeye çalıştı. Özellikle, Batı Bengal’daki Naxalbari hareketin yenilgisinin ardından dağılan devrimci güçlerin birleştirilmesinde ve buradaki devrimci hareketin diriltilmesindeki rolü olağanüstüdür. Bengal’in ezilen kitleleriyle ve devrimci kampın çeşitli gruplarıyla derinden haşır neşir oldu, Bangla dilini azimle öğrendi ve oradaki halkın kalbinde silinmez bir iz bıraktı. Değişik devrimci gruplarla birliği sağlamak ve partiyi güçlendirmek için yorulmaksızın çalıştı. Yoldaş Koteswara Rao, eskiden var olan Hindistan Komünist Partisi’nin (ML) (Halk Savaşı) Tüm Hindistan Özel Konferansı’ndan merkez komite üyesi olarak seçildi. 1998’de Halk Savaşı ile Parti Birliği arasında birlik sağlamak için gayret etti. Hindistan Komünist Partisi’nin (ML) (Halk Savaşı) 2001’deki parti kongresinde bir kez daha merkez komiteye ve politbüroya seçildi. Kuzey Bölgesel Büro sekreterliği gibi sorumluluklar aldı ve Bihar, Jharkhand, Batı Bengal, Delhi, Haryana ve Pencap’daki devrimci hareketlere önderlik yaptı. Bununla eşzamanlı olarak Halk Savaşı (PW) ile Hindistan Maoist Komünist Merkezi (MCCI) arasındaki birlik görüşmelerinde kilit rol oynadı. İki partinin 2004 yılında birleşmesinin ardından oluşturulan birleşik merkez komite ve politbüronun üyesi olarak hizmette bulundu ve Doğu Bölgesel Büro üyesi olarak çalıştı. Öncelikli olarak Batı Bengal eyalet hareketine yoğunlaştı ve Doğu Bölgesel Büro sözcülüğünü sürdürdü.

Yoldaş Koteswara Rao, parti dergilerinin yayımlanmasında ve parti içi politik eğitim alanında belirgin rol oynadı. ‘Kranti’, ‘Errajenda’, ‘Jung’, ‘Prabhat’, ‘Vanguard’ ve diğer parti dergilerinin yayımlanmasında payı oldu. Batı Bengal’de muhtelif devrimci dergilerin yayımlanmasında da oynadığı özel bir rol vardı. Bu dergilerde birçok teorik ve politik makale kaleme aldı. Politik Eğitim Alt Çalışma Grubu’nun (SCOPE) üyesiydi ve parti kadrolarına Marksizm-Leninizm-Maoizmin öğretilmesinde belirleyici rol oynadı. Tüm bir parti tarihinde devrimci hareketin genişletilmesinde, parti belgelerinin zenginleştirilmesinde ve hareketin geliştirilmesinde unutulmaz bir role sahip oldu. Ocak 2007’de Birlik Kongresi-9. Parti Kongresi’ne katılarak bir kez daha merkez komite üyeliğine seçildi ve politbüro ile Doğu Bölgesel Büro üyelikleri gibi sorumluluklar aldı.

Yoldaş Koteswara Rao’nun, Batı Bengal’daki sosyal faşist CPM hükümetinin halk düşmanı ve şirket destekçisi politikalarına karşı 2007’den bu yana patlak veren Sindur ve Nandigram’daki halk hareketlerine ve özellikle Lalgarh’daki polis vahşetine karşı görkemli halk isyanının kabarmasındaki politik rehberliği önemlidir. Batı Bengal eyalet komitesine ve parti kadrolarına, bu hareketlere öncülük etmelerinde kılavuzluk yapmış ve diğer yandan da medya vasıtasıyla parti propagandasının yapılmasını da kendi inisiyatifiyle idare etmiştir. Chidambaram kliğinin, orta sınıfı müzakere ve ateşkes adı altında yanılttığı 2009 yılında, bunu teşhir etmek için önemli ölçüde çalıştı. Halk savaşının öneminin yukarılarda tutulması ve geniş kitlelere devrimci politikaların kabul ettirilmesi konularında muazzam işler yaptı. Neredeyse 40 yıl süren bu büyük devrimci yolculuk, 24 Kasım 2011’de aniden sona erdi.

Sevgili halkımız! Demokratlar!

Bu gaddar cinayeti kınayın. Bu, egemen sınıfların devrimci önderliği yok etmek ve halkı doğru rehberlikten ve proletarya önderliğinden mahrum bırakmak için kurduğu komplodur. Maoist hareketin, ülkenin Zameen, Jal ve ormanını çerez parasına emperyalist köpekbalıklarına satarak İsviçre bankalarında milyonlar saklayan büyük hırsızlar ve işbirlikçiler karşısındaki en büyük engel olduğu bilinen bir gerçektir. Son iki yılda gerçekleşen “Yeşil Av Operasyonu” isimli çok yönlü ve ülke çapındaki vahşi saldırı, tamamen bu amaca hizmet etmektedir. Soğukkanlı cinayet de bunun parçasıdır. Devrimci hareketi ve onun önderliğini gözbebekleri gibi korumak, yurtseverlerin ve ülkenin özgürlük sevdalısı halkının görevidir. Bu, ülkenin geleceğini ve gelecek nesilleri korumaktan başka bir şey değildir.

Yoldaş Koteswara Rao, 57 yaşında bile gerilla hayatına genç bir insan gibi öncülük etti ve her gittiği yerde kadroları ve halkı büyük bir coşkuyla doldurdu. Yaşamı, daha genç nesillere özellikle büyük bir ilham kaynağı olarak hizmet edecektir. Saatlerce dinlenmeksizin birlikte çalıştı ve öğrendi, uzun mesafeli yolculuklar yaptı. Çok az uyudu, sade bir hayat sürdü ve çok çalışkandı. Her yaştan ve muhtelif toplumsal kesimlerden gelen insanlarla kolaylıkla haşır neşir olur ve onları devrimci coşku ile doldururdu. Hiç şüphesiz, Yoldaş Koteswara Rao’nun ölümü, Hindistan devrimci hareketi için büyük bir kayıptır. Koteswara Raso gibi cesur ve kendini adamış devrimcileri doğuran halktır ve halk hareketidir. Jagityal’dan Jungle Mahal’a kadar Koteswara Rao’nun devrimci ruhunu özümseyen işçiler, köylüler ve devrimciler, tüm ülkeye yaydığı devrimci rayiha ile kendilerini silahlandıranlar kesinlikle zafer yolunda Hindistan Yeni Demokratik Devrimi’ne öncülük edecektir. Emperyalistleri ve onların uşak toprak ağalarını, işbirlikçi bürokratik burjuvaziyi ve onların Sonia, Manmohan, Chidambaram ve Mamata Banerjee gibi temsilcilerini yok edeceklerdir.

Merkez komitemiz, ülke halkından 29 Kasım-5 Aralık haftasındaki protesto haftasına ve Yoldaş Koteswara Rao’nun vahşice katlini protesto amaçlı 4-5 Aralık’taki 48 saatlik ‘Bharat Bandh’ a riayet etmelerini rica ediyor. Mitingler düzenlemek, siyah rozetler takmak, yolları kesmek vb. protestolar icra etmelerini rica ediyoruz. Trenlerin, otoyolların çalışmamasını, ticari kuruluşların ve eğitim kurumlarının kapalı olmasını ve 4-5 Aralık’taki Bharat Bandh’ın parçası olarak her türlü ticari faaliyetin durmasını istiyoruz. Bununla birlikte sağlık hizmetlerini Bharat Bandh haricinde tutuyoruz.

Abhay
Hindistan Komünist Partisi
Merkez Komitesi Sözcüsü"

Not: Kishenji ile yaklaşık 1.5 yıl önce yapılan bir söyleşi için tıklayınız

http://thenextfront.com/politics/press-statement-by-cpimaoist.html adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Monthly Review dergisi editörü John Bellamy Foster, Monthly Review Kasım sayısında kapsamlı bir küreselleşme sürecinden yola çıkarak, kâr maksimizasyonu hedefi doğrultusunda sermayenin ve üretimin uluslararası transferine dair kapsamlı bir değerlendirmede bulundu. Foster; "ucuz emek cenneti" olarak görülen Çin ve benzeri ülkelerdeki yedek emek ordusunun bugünkü halinin sürekli olmayacağına ve uluslararası sermayenin/çokuluslu şirketlerin aşırı sömürü yolu ile sağladığı kârların sonsuza dek süremeyeceğine işaret ediyor.


Son birkaç on yılda, kapitalist ekonomide üretim küreselleşmesi yönünde muazzam değişiklikler olmuştur. Üretimdeki ve hatta önceden küresel Kuzey’de yer almış olan hizmet üretimlerindeki -Kuzey’in önceden var olan üretiminin bir payı ile birlikte- artışın çoğu, bugün, ortaya çıkan bir avuç ekonominin hızlı endüstrileşmesini besleyen küresel Güney’e doğru açılmakta. Bu değişikliği 1974-75 ekonomik krizinden ve neoliberalizmin yükselişinden —ya da Doğu Avrupa ve Çin’in dünya ekonomisine olan uyumunun küresel kapitalist emek gücünde büyük bir artışa sebep olmasıyla 1980’lerde ve sonrasında patlamasından doğduğunu görmek alışılmıştır. Ancak, ele alacağız küresel bir ölçekte üretimin temelleri, 1950’lerde ve 1960’larda atılmıştı ve 1974’te ölen, çokuluslu şirketin başında gelen teorisyeni Stephen Hymer’ın eserinde çoktan anlatılmıştı.

Hymer’a göre, çokuluslu şirketler, belirli bir pazarın ya da sanayinin önemli hisselerini kontrol eden devasa bir şirketin tipik bir firma olduğu tekelci (ya da oligopol) modern sanayi yapısından gelişmiştir. Gelişimlerindeki belli bir noktada ( ve sistemin gelişiminde) bu büyük şirketler, yabancı şubelerin kontrolü ve mülkiyeti yoluyla tekelci çıkarlar arayarak—yerel pazarların ve maddelerin kolay erişimi ile birlikte-- zengin ekonomilerde merkezlerini oluşturdular, yurtdışına yayıldılar. Bu tür firmalar, ürünleri için uluslararası işbölümü kurumsal planlaması şeklindeki kendi içlerindeki yapıyı özümsediler. Hymer şöyle gözlemlemiştir: “Çokuluslu şirketler, uluslararası döviz örgütlenmesinin bir yolu olarak, pazar için yedektirler.” Üretimin uluslararası hale getirilmesine ve dünya ekonomisine artarak hükmedecek olan “uluslararası oligopol” sistemi düzenine merhametsizce sebep olmuşlardır. (1)

1975’te ölümünden sonra yayımlanan son yazısı “Uluslararası Politika ve Uluslararası Ekonomi: Radikal Bir Yaklaşım”da, Hymer, muazzam “gizli artık nüfus” konusuna ya da hem gelişmiş ekonomilerin arka bölgelerinde hem de “merdivenin altında çalışmak için sürekli akan artık nüfusu oluşturmak için yıkılabilecek” gelişmemiş ülkelerdeki yedek emek ordusu konusuna odaklanmıştır. Marx’a müteakip, Hymer “sermaye birikimi, bu yüzden, proletaryayı ilerletir” diyerek ısrar etmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerle birlikte “iç yedek emek ordusu”na ilaveten geniş “dış yedek emek ordusu”, artık nüfusun devamlı hareketini iş gücüne çevirerek ve “böl ve yönet” süreciyle emeği küresel olarak zayıflatarak, çokuluslu sermayenin, üretimi uluslararası hale getirebileceği gerçek maddi temelini kurmuştur. (2)

Bu nedenle, Hymer’ın eserini yakından göz önünde bulundurmak, günümüzde merkezi bir mesele haline gelen Kuzey’den Güney’e “büyük küresel iş yönelimi”nin (3) bunların her birinin bir rol üstlendiği söylenebilmesine karşın uluslararası rekabet, sanayiden kaçış, ekonomik kriz, yeni iletişim teknolojileri -ya da küreselleşme ve finansallaşma gibi genel olaylar bile- kapsamında o kadar da anlaşılmadığı konusunu aydınlatmaya hizmet ediyor. Aslında, bu yönelimin çokuluslu şirketlerin küresel yayılımı ve dünya çapında üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinden doğan tekelci sermayenin esas olarak uluslararası hale gelmesinin bir sonucu olarak görülmesi gerekir. Ayrıca bu, dünya çapında ücretlerin (varlık ve yokluk ile birlikte) kutuplaşmasının bütün bir sistemine bağlıdır. Bunun temeli de küresel yedek emek ordusundadır.

Dünya ekonomisine artarak hükmeden uluslararası oligopoller, gerçek rekabetten kaçınıyorlar. Bunun yerine fiyat alanında dolap çeviriyorlar. Örneğin Ford, Toyota ve diğer önde gelen otomobil firmaları, son ürünlerinin fiyatında, birbirlerine fiyat kırarak satış yapmaya çalışmıyorlar -çünkü bunu yapmak, bütün bu firmaların kârını düşürecek olan yıkıcı bir fiyat savaşına neden olurdu. Fiyat rekabetiyle -ekonomik teorideki başlıca rekabet türü- çoğu bölüm yasaklandığı için, olgun bir pazarda veya sanayide kalan rekabetin iki ana şekli şunlardır: (1) ana üretim (emek ve hammadde) maliyetinde azalmayı gerektiren düşük maliyet yönetimi için rekabet ve (2) “tekelci rekabet” olarak bilinen, yani, pazarlama veya toplam satış çabasına yöneltilen oligopol rekabet. (4)

Uluslararası üretim açısından, dev şirketlerin kâr paylarını genişletmek için ve tekel derecelerini belirli bir sanayi ile kuvvetlendirmek amacıyla olası en düşük maliyet için gayret etmelerini anlamak önemlidir. Bu, oligopol rekabetin doğasından gelir. Harvard İşletme Okulu’ndan Michael E. Porter, 1980’de Rakip Strateji’de şöyle yazmıştı:

Düşük maliyet yönetimine sahip olmak, sanayisinde, firmanın ortalamanın üstünde kazanç sağlamasına neden olur. Bunun maliyet yönetimi, şirkete rakiplerden gelen rekabete karşı bir savunma sağlar, çünkü daha düşük maliyetler, rakiplerinin rekabet yoluyla kazançlarını yarıştırdıktan sonra hâlâ kâr sağladığı anlamına gelir… Düşük maliyet, girdi maliyeti artışıyla baş edebilmek için daha fazla esneklik sağlayarak güçlü tedarikçilere karşı savunma sağlar. Düşük maliyet yönetimine yön veren faktörler genellikle, ölçek ekonomileri ya da maliyet kârları açısından önemli iştirak zorluklarına da sebep verir. (5)

Bu düşük maliyet yönetimi ve daha yüksek kâr payları arayışı, 1960’larda doğrudan yabancı yatırımların yaygınlaşmasıyla başlayarak, üretimin bir hayli fazla bölümünün “açıkta kalması”na yön vermiştir. Ancak bu, geniş bir düşük ücretli emek yaratmak amacıyla, üçüncü dünya ülkelerinde devasa potansiyel emek havuzlarının başarılı akışını gerektirdi. Son on yıllarda sermayeye uygun küresel emek gücünün genişlemesi esas olarak iki faktör sebebiyle meydana geldi: (1) topraklardan çiftçilerin çıkartılmasıyla kentteki gecekondu nüfusunun genişlemesi sonucunda endüstriyel tarım aracılığıyla küresel az gelişmiş ülkelerin büyük bir kısmının tarıma dayalı emeğinin düşürülmesi/çiftçilikten koparılması; ve (2) önceki “fiilen var olan sosyalist” ülkelerin emek gücünün dünya kapitalist ekonomisiyle birleşmesi. 1980 ve 2007 yılları arasında küresel emek gücü, Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, yüzde 63’lük bir artış ile 1.9 milyardan 3.1 milyara ulaştı--gelişmekte olan dünyada bulunan emek gücünün yüzde 73’ü ve tek başına Çin’de ve Hindistan’da yüzde 40’ı ile. (6)

“Gelişmekte olan ülkeler”in (bazı Doğu Avrupa ülkelerini içerse de, burada küresel Güney’den bahsedilmekte) payındaki değişim, dünya sanayi istihdamında, “gelişmiş ülkeler” (küresel Kuzey) ile ilişkili olarak, Tablo 1’de görülebilir. Bu, Güney’in sanayi istihdamı paylaşımının 1980’de yüzde 51’den 2008’de yüzde 73’e kadar büyük ölçüde yükseldiğini gösteriyor. Birleşik Devletler’in toplam ithalatına oranla, gelişmekte olan ülkelerin ithalatı, yirminci yüzyılın ikinci yarısında dörtten daha fazlasına katlamıştır. (7)

Grafik 1. Sanayi İstihdamı Dağılımı, 1980-2008



Notlar: “Sanayi İstihdamı”, madencilik, imalat, kamu hizmetleri (elektrik, gaz ve su tedariki) ve inşaatı içeren geniş bir kategoridir. 2003’ten 2007’ye kadar, imalat ve madencilik, Birleşik Devletler’deki toplam sanayi istihdamın yüzde 58.1’ini bulurken, Çin’de oran, yüzde 75.2 idi. Bu nedenle, en büyük iki ekonomiye dayanarak, geniş “sanayi istihdamı” kategorisi sistemsel olarak, dünya imalat paylaşımının gelişmekte olan ülkelerdeki gelişme kapsamını daha azmış gibi gösterir. Ülkeleri “gelişmekte olan” (Güney) ve “gelişmiş” (Kuzey) olarak sınıflandırmak Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’ndan (UNCTAD) çıkmadır. Örnek, tüm dönemde 83 ülkenin ortalamasını almıştır ve ILO veri kullanılırlığına bağlı ülke-düzey dizisinde kopmalar olmuştur. Örneğin, veri sadece Hindistan için 2000 ve 2005 yıllarında mevcuttu ve bu iki yıl içindeki ani artışları açıklar.

Kaynaklar: ILO, “Key Indicators of the Labour Market (KILM), 6. Basım, Yazılım Paketi (Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü, 2009); UNCTAD, “Ülkeler, Ekonomik Gruplamalar”, 28 Haziran 2011’de oluşturulan UNCTAD Online İstatistiki Veritabanı, http://unctadstat.unctad.org (Cenevre: İsviçre 2011)

Bu küresel mega trendlerin sonucu, bugün bir yandan aşağıda, küresel emek sonu gelmeyen düşük ücretlerle ve üretici istihdamın kronik yetersizliğiyle yüzleşirken, tepede yoğunlaşmış şirket kontrolüyle ve kârlarıyla bulduğumuz dünya ekonomisinin tuhaf yapısıdır. Olgun ekonomilerdeki durgunluk ve hasıl olan birikim finansallaşması, Morgan Stanley’den Stephen Roach’un “küresel emek arbitrajı” olarak sözlendirdiği şeyi, yani şirketler ve yatırımcıların büyük geri dönüşleriyle sonuçlanan uluslararası ücret hiyerarşisini sömürmekten gelen ekonomik ödül sistemini yürütmesine yardım ederek, bu eğilimleri pekiştirmiştir. (8)

Buradaki savımız, emperyalist sistemdeki (başka bir yerde tartıştığımız çok uluslu şirketin kendisinin analizi ötesinde) bu değişimleri anlamanın püf noktasının, küresel yedek ordusunun gelişiminde bulunması gerektiğidir—ilk fark edenlerden biri Hymer olan. Küresel kapitalist emek gücünün gelişiminin (mevcut yedek emek ordusu dâhil) üçüncü dünya işçiliğinin konumunu büyük ölçüde değiştirmesinin yanı sıra, ücret düzeylerinin durağan olduğu ya da bu veya başka sebeplerden dolayı düştüğü zengin ekonomilerdeki işçiliğe de bir etkisi olmuştur. Her yerde, çokuluslu şirketler, dünya çapında sermaye ve işçiliğin nispi durumlarını değiştirerek, böl ve yönet politikasını uygulamışlardır.

Anaakım ekonomistler, bu değişimleri analiz etmekte pek yardımcı olmuyor. New York Times köşe yazarı Thomas Friedman tarafından geliştirilen küreselleşmenin Panglossyen (mantıksız derecede iyimser; ç.n.) bakış açısına göre, çoğu geleneksel ekonomistler küresel emeğin gelişimini, Kuzey-Güney iş değişimini ve uluslar arasındaki ekonomik farklılıkların (avantajlar/dezavantajlar) yok olduğu yer olan giderek yükselen “düz dünya”yı açıkça yansıttığı için uluslararası düşük ücret rekabetinin yayılmasını görüyorlar. (10) Geleneksel ekonomist tutumunu temsil eden Paul Krugman’ın belirttiği gibi: “Eğer politika oluşturanlar ve aydınlar, düşük ücret rekabetinin [gelişmiş ülkeler ve küresel ekonomi için] ters etkilerinin vurgulanmasını önemli buluyorlarsa, o zaman, en azından ekonomistler ve iş liderleri için de onlara hatalı olduklarını söylemek eşit derecede önemlidir. Burada Krugman’ın hatalı muhakemesi, ücretlerin daima verimlilik gelişimine göre düzenlendiği varsayımına temellendirilmiştir ve kaçınılmaz sonuç yeni bir dünya ekonomik dengesi olacaktır. (11) Her şey, tüm kapitalist dünyaların en iyisindeki, en iyisi için. Aslında, bu anlamda geleneksel ekonomist kampında endişeler varsa, göreceğimiz gibi, küresel emek arbitrajından gelen büyük kazanımların ne kadar süre korunabileceğine dair kaygılarla ilgili olmak zorunda. (12)

Keskin bir tezatla, küresel emek arbitrajı olayının arkasında, Marx’ın “kapitalist birikimin mutlak genel yasası” geliştirilmesinde yeni bir küresel söylemin yattığını vurgulayan bir yaklaşım geliştirelim. Bu söyleme göre:

Toplumsal refah, işler sermaye ve bunun gelişiminin enerjisi ve kapsamı ne kadar büyük olursa, proletaryanın mutlak hacmi, işçiliğinin verimliliği ve endüstriyel yedek emek ordusu da o kadar büyük olur… Fakat aktif emek ordusuna nispeten bu yedek ordusu ne kadar büyük olursa, sefaleti, işçilik şeklinde uğramak zorunda olduğu işkence miktarına ters oranda olan birleştirilmiş artık nüfusun hacmi o kadar büyük olur. Sonuçta, işçi sınıfının ve endüstriyel yedek ordusunun muhtaçlaştırılmış kısımları ne kadar kapsamlı olursa, resmi muhtaçlaştırma o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.
(13)

Harry Magdoff ve Paul Sweezy’nin 1986’da belirttiği gibi:

Bugünlerde… bu ‘yasa’nın hareket alanı tüm küresel kapitalist sistemdir ve bunun en görkemli dışavurumları, işsizlik oranlarının yüzde 50’ye ulaştığı ve yoksulluk, açlık ve açlıktan ölmenin artarak yerel hale geldiği üçüncü dünya ülkeleridir. Ancak, ileri düzeyde kapitalist milletler hiçbir şekilde bunun işleyişine bağışık değildir: 30 milyondan fazla kadın ve adam, mevcut emeğin yüzde 10’undan fazla, OECD ülkelerinde işsiz; ve en zenginleri olan Birleşik Devletlerin kendisinde, resmen tanımlanan yoksulluk oranları, periyodik ilerleme döneminde bile yükselmekte. (14)

Yirminci yüzyılın sonlarının ve yirmi birinci yüzyılın yeni emperyalizmi, dünya sisteminin en tepesinde, tekel finans sermayesinin hükmü tarafından ve aşağıda ise büyük küresel yedek emek ordusunun ortaya çıkışı tarafından böyle nitelendirilmektedir. Bu geniş kutuplaşmanın sonucu, düşük ücret entegrasyonu, kapitalist üretimde yüksek derecede sömürülen işçiler ile Güney’den çıkarılan, “emperyalist rant”ın bir artışıdır. Bu daha sonra, yedek emek ordusunun büyümesi ve aynı zamanda sömürü düzeyinin artması için bir kaldıraç haline gelir. (15)

Marx ve sermaye birikiminin genel yasası

Sermaye birikiminin genel yasasına hitaben, ilk olarak Marx’ın taraflı yasasına yöneltilen yaygın bir yanlış anlamayı belirtmek önemlidir. Bağlamından koparılan bir ya da en fazla iki pasaja dayanarak, egemen çevre eleştirmenlerinin “fakirleştirme teorisi” ya da “yükselen sefalet doktrini” olarak sözlendirdikleri şeyi Marx’a atfetmek, bu eleştirmenler için alışıldık bir durumdur. (16) Bunun tasviri John Strachey’in 1956’da Çağdaş Kapitalizm adlı kitabında yapılır ki, bunun büyük kısmı bu noktada Marx’a tartışmaya adanmıştır. Strachey, tekrar tekrar Marx’ın, kapitalizm altında artmayacak gerçek ücretleri “tahmin ettiğini”, böylece işçilerin ortalama yaşam standartlarının sabit kalması veya düşmesi gerektiğini, bunu Marx’ın tarafında derin bir hata olarak sunarak münakaşa etmiştir. Ancak, Strachey, bu görüşü geliştiren tüm müteakip eleştirmenlerle birlikte, Kapital’daki (Komünist Manifesto’nun başlarındaki bir cümleyle beraber --Marx’ın ekonomiye dair çalışmalarından biri değil) taraflı bir cümleyi buna sözde kanıt göstermeyi başarmıştır. Bu yüzden, birinci cildin sonundaki “kamulaştıranların kamulaştırılması”ndaki meşhur özet paragrafında Marx (Strachey tarafından alıntılandığı gibi) şöyle yazmıştır: “Bu nedenle, kapitalist kodamanların (ki bunlar bu dönüşen sürecin tüm avantajlarını gasp eder ve tekelleştirirler) sayısında aşamalı bir eksilme olurken, buna karşılık olarak yoksulluk, baskı, köleleştirme, yozlaşma ve sömürüde artış meydana gelmektedir…” (17)

Kaba bir fakirleştirme tezinin güçlükle çınlayan kanıtı! Marx’ın değindiği daha çok, sistemin, tepedeki nispeten daha az sayıda bireysel sermaye tarafından sermayenin giderek artan biçimde tekelleştirilmesi ve buna ilişkin aşağıdaki insanların fakirleşmesi arasında kutuplaşmasıdır. Bu pasaj, gerçek ücretlerle ilgili hiçbir şeyden bahsetmemiştir. Ayrıca, Strachey kasıtlı olarak alıntı yaptığının hemen öncesindeki, Marx’ın sadece zengin ülkelerdeki işçi sınıfıyla alakadar olmadığı, aksine tüm kapitalist dünya ile ve küresel işçi sınıfıyla—ya da onun söylediği gibi “dünya pazar ağındaki tüm insanların karışımı ve bununla birlikte kapitalist rejimin uluslararası karakter gelişimi”- ilgilendiğini belirttiği cümleyi hariç tutmuştur. Aslında, Roman Rosdolsky, “Marx’ın Kapital’ini Yapma”da, “fakirleştirme teorisi”ne “gerçeğin özü”, insan sefaletinde olan mutlak artışa doğru bu tür eğilimlerin iki çevrede bulunduğunu, birincisinin (geçici) krizin tüm zamanlarında, ikincisinin (kalıcı) ise dünyanın sözde gelişmemiş bölgelerinde bulunduğunu yazmıştır. (18)

Fakirleştirmenin kaba bir teorisinden uzak olmakla, Marx’ın genel yasası, sermaye birikiminin nasıl meydana geleceğini açıklamaya yönelik bir teşebbüstü: yani, iş talebindeki büyümenin, kârları sıkıştıracak ve birikimi kesecek olan ücretlerde neden devamlı bir yükselişe yol açmadığı. Dahası, şunu açıklamaya hizmet etmiştir: (1) işsizliğin kapitalist sistemde oynadığı işlevsel rolü; (2) krizin bütün olarak işçi sınıfına bu kadar yıkıcı olmasının nedeni ve (3) nüfusun büyük bir kısmının muhtaçlaştırılmasına yönelik eğilim. Bugün bu, en büyük önemini “küresel emek arbitrajı” hesabında taşır, yani, büyük tekel kazançlarının sermaye kazanımları ya da işçiliğin küresel hareketsizliğinden çıkar sağlama için dünyanın gelişmemiş bölgelerine belli üretim sektörlerini naklederek emperyal rant ve küresel Güney’in birçoğunda asgari (ya da asgarinin altında) ücretin varlığı.

Fredric Jameson’ın son zamanlarda “Kapitali Temsil Etmek”te belirttiği gibi, Marx’ın birikimin genel yasasına yönelik İkinci Dünya Savaşı sonrasının erken döneminde yapılan “alaya” rağmen, “bu…artık bir alay malzemesi değil.” Daha çok, genel yasa “dünya çapında Kapital’in günümüz gerçekliğine” ışık tutuyor. (19)

Marx’ın tezine yakın bir inceleme yapmak bu nedenle önemlidir. Marx, birikimin genel yasasıyla ilgili en çok bilinen yegâne açıklamasında şöyle yazmıştır:

Nispeten sermaye biriktikçe, işçinin durumu, ödemesi yüksek ya da düşük olsun, kötüleşmeli… Birikimin enerjisi ve kapsamıyla denk olarak ilgili artık nüfusu her zaman bağlayan yasa, işçiyi sermayeye, Hephaestus’un Prometheus’u taşa bağlamasından daha kesin olarak perçinler. Bu, servet birikimiyle uyumlu olarak, sefalet birikimini gerekli bir durum haline getirir. Bu nedenle, bir kutuptaki birikim, aynı zamanda karşı kutuptaki sefalet, işçilik, kölelik, cehalet, vahşet ve ahlaki yozlaşmanın birikimidir, yani, sermaye olarak kendi ürününü üreten sınıfın tarafında. (20)

Yedek emek ordusu veya “göreli artık nüfus” ve sermaye birikiminin arasındaki “eşitliğe” dikkat çekerek, Marx, “normal” şartlar altında, birikimin büyümesinin çok sayıda işçinin çıkarılmasıyla sonuçlandığı takdirde engellenmeden ilerleyebileceğini savlıyordu. İşçilerin ortaya çıkan “artıklığı”, birikimi durdurmaya sürükleyecek gerçek ücretlerdeki gereğinden fazla artışa doğru bir eğilimi engeller. O halde “fakirleştirmenin” kaba bir teorisinden çok, birikimin genel yasası, kapitalizmin, işsizlerden oluşan yedek emek ordusunun devamlı nesli aracılığıyla, üstteki göreli zenginlikle aşağıdaki göreli yoksulluk arasında kutuplaşmaya doğal olarak eğilimli olmasına ışık tutmuştur -çalışan işçilerin sömürü oranındaki artış için büyük bir kaldıraç teşkil ederek, ikincide yer alma tehdidi ile.

Marx, genel yasayı ele alışına doğrudan gözlemlemeyle başlamıştır, belirttiğimiz gibi, sermaye birikimi, diğer her şeyin eşit olmasıyla, emek talebini artırmıştır. Bu emek talebinin mevcut işçi tedariki ile ilişki kurmasını ve böylece kârları sıkıştırmak ve ücretleri yükseltmesini önlemek için, çıktının herhangi belirli bir düzeyinde gereksinim duyulan emek miktarını düşürecek karşı bir kuvvetin varlığı lazımdı. Bu esas olarak, doğuran teknoloji ve yeni sermaye girişiyle emek verimliliğindeki artışlarla, emeğin yerinden edilmesiyle elde edildi. (Marx özellikle, esas olarak nüfus artışı tarafından belirlenen emeği öngören klasik “ücretlerin tunç kanunu”nu reddetmişti.) Bu yolda, “üretim araçlarını sürekli kökten biçimde değiştirerek” kapitalist sistem, daha az sıklıkla olmamakla birlikte, aktif emek ordusundakilerle iş için rekabet eden yedek emek ordusunu ya da göreli artık nüfusu çoğaltabilir. Marx, “Durgunluk ve ortalama refah dönemleri esnasında, endüstriyel yedek emek ordusu, aktif emek ordusuna bastırır; hararetli faaliyet ve aşırı üretim dönemleri esnasında ise hak taleplerine gem vurur. Göreli artık nüfus bu nedenle, işe yaradığı emeğin arz talep kanunukarşısında geri plandır. Bu, bu yasanın faaliyet alanını, kapitalin işçileri sömürmeye ve hükmetme becerisine kesinlikle uygun olan sınırlarına hapseder” demiştir. (22)

Eğer birikimin bu önemli kaldıracı korunacaksa, yedek emek ordusunun (eğer artış yoksa) aktif emek ordusuna sürekli bir oranda kalması için devamlı olarak doldurulması gerektiğini söyleyerek devam etmiştir. Generaller, orduları “askere toplayarak” savaşları kazandılarsa, kapitalistler de “işçi ordusunu işten çıkararak” kazanmışlardır. (23)

Marx’ın iyi bilinen sermayeyi yoğunlaştırma ve merkezileştirme analizini, birikimin genel yasası tezinin bir bölümü olarak geliştirdiğini belirtmek önemlidir. Bu yüzden, daha büyük ve daha az sermayeyle ekonomiye hükmedilmesine yönelik eğilim, yedek emek ordusunun büyümesinin olduğu kadar genel yasayla ilgili ayrıntılı tezinin bir parçasıdır. İki süreç birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. (24)

Marx’ın yedek emek ordusunun çeşitli bileşenlerinde meydana gelen analizi karmaşıktı ve onun zamanı için istatistiki olarak ilişkili kategoriler olan kapsamlılık ve sağlamlığı bir arada amaçlıyordu. Bu sadece “tamamen işsiz” olanları değil, aynı zamanda “kısmen çalışan” olanları da kapsıyordu. Bu nedenle, göreli artık nüfus, “bütün şekillerde mevcuttur” diye yazmıştır. Yine de, keskin ekonomik kriz dönemleri dışında, göreli artık nüfusun üç ana şekli vardı: değişken, gizli ve durgun. Bunun en üstünde, yedek emek ordusunun çok daha fazla unsurunu saklayan resmi yoksulluğun sağlam bir ek alanı vardı.

Değişken nüfus, birikimin normal iniş ve çıkışları yüzünden ya da teknolojik işsizlikten kaynaklanan çalışmayan işsizlerden oluşurdu: son zamanlarda çalışmış ama şu anda çalışmayan ve yeni iş arama sürecinde olan insanlar. Burada Marx, sürekli daha genç, daha ucuz işçi arayan sermaye ile, istihdamın yaş yapısını ve işsizliğe olan etkilerini ele almıştır. Çalışma süreci o kadar sömürücüydü ki, işçiler fiziksel olarak hızlıca tükeniyorlardı ve oldukça erken bir yaşta, çalışma hayatları doğru dürüst bitmeden ıskartaya çıkarılıyorlardı. (25)

Gizli yedek emek ordusu, Marx’ın yazdığına göre, kapitalist üretim tarafından ele geçirilir geçirilmez emek talebinin “mutlak bir şekilde düştüğü” tarımda bulunuyordu. Bu nedenle, geçimlik tarımdan kentlerdeki sanayiye işçiliğin “sürekli bir akımı” vardı: “Kentlere olan devamlı hareket, kırsalda, devamlı gizli bir artık nüfusu önceden varsayar ki bunun da kapsamı sadece dağılım kanallarının açık olduğu istisnai zamanlarda görülür. Tarım işçisinin ücretleri bu nedenle minimuma indirgenir ve o her zaman yoksulluğun bataklığında tek ayak üstünde durur.” (26)

Yedek emek ordusunun üçüncü ana şekli olan durgun nüfus, Marx’a göre, “aşırı derecede düzensiz istihdamıyla aktif yedek ordusunun bir parçasını” oluşturmuştur. Bu, bütün yarı zamanlı, serbest (ve bugün informal olarak adlandırılan) işçiliği içerir. Bu kategorideki ücretlerin “işçi sınıfının ortalama normal düzeyinin altına batmakta olduğu” söylenebilir (başka bir deyişle, emek gücünün altına). İşte burada yığının şişmesi büyük çapta sanayi ve tarım tarafından “ ‘fazlalık’ yapılanlarla” sonlanmıştır. Aslında, bu işçiler “[işçi] sınıfında yedek emek ordusunun diğer unsurlarından daha genel bir artışın” “nispeten daha büyük bir parçasını” temsil etmiştir.

Bu durgun yedek ordusunun en büyük kısmı, imalat adına taşeron organlar tarafından uygulanan ve sözde “ucuz işçilik” tarafından hükmedilen, başlıca kadınlar ve çocuklar olmak üzere, “metris”ten oluşan “modern domestik sanayi”de bulunması gerekirdi. Böyle taşeron işçiler, çoğu zaman bir sanayideki fabrika işinden ağır geliyordu. Örneğin, Londonderry’deki bir gömlek fabrikası 1000 işçi alıyordu fakat ayrıca kırsal kesimde buna bağlı 9000 taşeron işçi bulunuyordu. Burada “ekonominin en kanlı yanı” açığa çıkmıştı.

Marx’a göre, fakirlik “ilgili artık nüfusun en düşük tortusunu” oluştururdu ve tüm işçi nüfusunun “varlığın en istikrarsız… durumu”nun en belirgin olduğu yer burasıydı. “Fakirlik, aktif emek ordusunun hastanesi ve endüstriyel yedek ordusunun ölü ağırlığıdır” diye yazmıştır. Asıl “lümpen proletarya” ya da “serseriler, suçlular, fahişeler” vs. ötesinde, yoksulların üç kategorisi vardı. İlki, çalışabilenler ve iş talebinin en çok olduğu zamanda, endüstriyel refahın her döneminde fakirlerin sayısının düşüşünü yansıtanlardı. Bu sadece refah zamanlarında işe alınan yoksul maddeler, aktif emek ordusunun bir uzantısıydı. İkincisi, kapitalist sistemde yayılma dönemlerinde büyük rakamlarla sanayiye çekilen yetimleri ve fakir çocukları içerirdi. Üçüncüsü, “cansız, kaba ve çalışamayacak durumda olanları, özellikle uyum sağlamak için yetisizliklerine, iş bölümünden kaynaklanan bir yetisizlik, dayanamayan insanları; işçinin ortalama yaşam süresinin ötesinde yaşamış insanları ve madenlerin, kimyasal işçilerin, vs. tehlikeli makinelerinin büyümesiyle sayıları artan sanayi kurbanlarını, hırpalanmışları, hastaları, dulları vs.” içine alırdı. Bu tür fakirlik, kapitalizmin kendisinin bir yaradılışıydı “fakat kapital genellikle bu [sosyal maliyetleri] kendi omuzlarından, işçi sınıfına ve önemsiz burjuvaya nakletmeyi çok iyi bilir.”

Küresel yedek ordusunun tüm kapsamı, çok daha fazla işçilerin geçiçi olarak istihdama sürüklendiği ekonomik refah dönemlerinde çok belirgindi. Bu yabancı işçileri içerirdi. Yukarıda bahsedilen yedek ordularının bölümlerine ilaveten, Marx, zirve üretim dönemlerinde İrlandalı işçilerin İngiliz sanayisinin istihdamının içine çekildiğini belirtmiştir—öyle ki İngiliz üretiminin ilgili artık nüfusunun bir bölümünü oluşturmuşlardır. İş döngüsünün zirvesinde aktif emek ordusunun yedek ordusunun büyüklüğüne nispeten geçici azalma, ortalama değerlerinin ve kar sıkıştırmanın üstünde ücretler çekmede etkili olmuştur—fakat Marx tekrar tekrar gerçek ücretlerdeki bu tür artışların karlılıktaki krizin baş nedeni olmadığını ve hiçbir zaman da sistemin kendisine bir tehdit oluşturmadığını göstermiştir.

Bir ekonomik kriz sırasında, aktif emek ordusundaki birçok işçi kendileri, normal yedek ordusunun en üstündeki işsiz sayısını artırma yoluyla, “fazlalık” yapılırlardı. Böyle dönemlerde, ilgili artık nüfusun ağırlığı, ücretleri ortalama değerlerinin aşağısına çekmeye eğilimli olurdu( şöyle ki, tarihi olarak emek değerinin belirlenmesi). Marx’ın kendisinin de söylediği gibi, “Üretimde durgunluk işçi sınıfının bir kısmını aylak eder ve böylece çalışan işçileri ücretlerde düşüşü, hatta ortalamanın altında bir düşüşü, kabul edecekleri konumlara yerleştirir.” Böylece, ekonomik kriz zamanlarında, yedek ordusunu ve aktif emek ordusunu içine alan organik bir bütün olarak işçi sınıfı, açlığa ve hastalığa dayanamayan birçok insanla korkunç konumlara yerleştirilmiştir.

Marx politik ekonomi eleştirisini tamamlayamamış ve sonuç olarak planlanan dünya ticareti üzerine olan cildini asla yazmamıştır. Yine de, birikimin genel yasasını nihayetinde dünya seviyesine uzandığını gördüğü açıktır. Zengin ülkelerde bulunan sermayenin daha ucuz yurtdışı işçiliğinden—ve geniş artık iş havuzlarının varlığı tarafından olası hale getirilen dünyanın gelişmemiş bölümlerinde sömürünün daha yüksek düzeylerinden (ve üretimin kapitalist olmayan biçimleri) çıkar sağlayacağına inanmıştır. 1867’de (Kapital’in ilk cildinin yayımlandığı yıl) Birinci Uluslar arası Lausanne Kongresi’ndeki konuşmasında, şöyle belirtmiştir: “İngiliz işçi sınıfı tarafından sürdürülen bir çalışma gösteriyor ki işçilerine karşı çıkmak için, işverenler ya işçileri yurtdışından getiriyorlar ya da ucuz emeğin olduğu ülkelere imalatı naklediyorlar. Bu ilişkiler durumunda, eğer işçi sınıfı başarı şansıyla mücadelesine devam etmeyi arzuluyorsa, ulusal organizasyonlar uluslar arası olmalıdır.”

Eşit olmayan değişim gerçekliği, Marx’ın sözleriyle, “fakirlerin değişimle kazandığı yerde bile zengin ülkeler fakir olanları sömürür,” hem Ricardo hem de J.S. Mill’de bulunabilecek olan klasik ekonominin temel, bilimsel bir ilkesidir. Bu daha yüksek çıkarlar, fakir ülkelerdeki işçiliğin ucuzluğuna bağlıydı—ki bu az gelişmişliğe ve görünürde sınırsız iş tedarikine atfedilebilir (her ne kadar zorla işçilik olsa da). Mrx şöyle gözlemlemiştir: “Çıkar oranı, gelişimin daha düşük derecesi adına genellikle orada[kolonilerde] daha yüksektir ve işçilik sömürüsü de köle, ırgat vs. kullanımıyla böyledir.” Bütün ticaret ilişkilerinde, zengin olan ülke, “tekel çıkarlar”(ya da sömürge kiraları) etkisinde olanı çıkartmak için bir konumda bulunurdu çünkü “daha fakir olan ülke, aldığından daha fazla nesnelleştirilmiş işçilik verir.” Böylece, kazançların ve kayıpların eşitleştirildiği tek bir ülkeye karşı olduğu için, Marx’a göre bir ulusun diğerini “aldatması” oldukça mümkün ve aslında yaygındı. İlgili artık nüfusun büyümesi, özellikle küresel düzeyde, Marx’ın anlayışına göre, sömürü oranını artrmada o kadar güçlü bir etkiyi temsil ediyordu ki, çıkar oranının düşüşü için bir eğilime karşı ve “ve onu felç edebilecek kısımda” büyük bir “karşı ağırlık” olarak görülebilirdi.

Emperyalizm hakkında Marx’ın yedek ordusunun analizlerine yararlı eklemeler yapan bir klasik Marksist teorisyen de Rosa Luxemburg’tu. Kapital Birikimi’nde, birikimin devam etmesi için, “sermayenin kısıtlama olmaksızın dünya emeği harekete geçirebilme yetisinde olması gerektiğini” tartışmıştır. Luxemburg’a göre, Marx, gereğinden fazla “kapitalist gelişimin yüksek düzeyini içeren İngiliz konumlarından etkilenmiştir.” Tarmda gizli rezerve ithafta bulunmuş olmasına rağmen, yedek ordusunun tanımında üretimin kapitalist olmayan şekillerinden(çiftçilik gibi) artık işçilik çekmeyi ele almamıştır. Ancak, küresel birikim için artık işçiliğin bulunması gereken asıl yer burasıydı. Luxemburg, Marx’ın Kapital’inde genel yasasının tartışmasına müteakip bölümde “sözde ilkel birikimi” ele alışındaki kamulaştırmayı tartışmasının doğru olduğunu kabul etmiştir. Fakat bu tartışma temel olarak “kapitalin başlangıcı” ile ilgiliydi ve çağdaş şekilleriyle ilgili değildi. Bu sebeple, yedek ordusu analizinin, kapitalist olmayan işçiliğin “sosyal rezervuarını” göz önünde bulundurmak için küresel bağlamda uzatılması gerekiyordu.

Küresel emek arbitrajı

Marx, durmadan büyüyen bir pazarın, kapitalist üretim biçiminin “içsel gereksinimi” olduğunu ileri sürmüştür. Bu içsel gereksinim, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında tekelci kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte yeni bir anlam kazanmıştır. Çokuluslu şirketlerin ortaya çıkışı, bunun ilk olarak dev petrol şirketlerinde ve yirminci yüzyıl başlarında bir avuç başka firmada görülmesi, daha sonrasında ise İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda yaygın bir fenomen haline gelmesi, dünya çapında sermayenin bir noktada toplanması ve merkezileşmesinin ürünüydü; ancak dünya emeğinin ve üretiminin de dönüşümünü eşit ölçüde gerektirdi.

Aslına bakarsak, ekonomistler, özellikle de solda olanlar, büyük firmaların hangi yöntemle dünya üretimini ve çalışma koşullarını yeniden yapılandırdığını anlamaya çalışırken 1970’lerin başında ortaya çıkan “küreselleşme”nin bugünkü konseptine neden olan, dünya ekonomisi üzerindeki artan çokuluslu şirket egemenliğiydi. (36) Bu, 1970’lerin başıyla birlikte gün gibi ortadaydı –sadece Hymer’in kitabında değil, Richard Barnet ve Ronald Müller’in 1974’te yayımlanan ve şunları savundukları etkileyici “Küresel Erim” kitaplarında da öyleydi: “Küresel şirketin ortaya çıkışı, oligopol kapitalizmin küreselleşmesini temsil eder. Bu, dünya ekonomisini, birbirleriyle pazarın geleneksel kurallarına göre rekabet etmeyen birkaç yüz ticari teşebbüsün hemen hemen tam kontrolü altına sokan bir tek noktada toplama ve uluslararasılaştırma sürecinin doruk noktasıydı.” Dahası, emeğin bu işe bulaştırılması da muazzam düzeydeydi. Oligopolistik rekabetin, nasıl şu anda dünya çapında en düşük birim emek maliyetini aramak anlamına geldiğini açıklayan Barnet ve Müller, bunun “az gelişmiş bir ülkede ihracat düzlemi haline gelen ve Avrupalı ve Japon rakipleri gibi ABD şirketleri için de faaliyet gereksinimi halini alan bir ‘seyyar’ mağaza yarattığını” ileri sürmüşlerdir. (37)

Son yarım yüzyıl boyunca bu küresel oligopoller, üretimin bütün kısımlarını zengin/yüksek ücretli ülkelerden yoksul/düşük ücretli ülkelere taşımışlar, küresel düşük maliyet mevzisi arayışıyla, dünya emeğine yönelik böl ve yönet yaklaşımıyla küresel çalışma koşullarını değiştirmişlerdir. eneral Electric, Exxon, Chevron, Ford, General Motors, Proctor and Gamble, IBM, Hewlett Packard, United Technologies, Johnson and Johnson, Alcoa, Kraft ve Coca Cola gibi önde gelen ABD çokuluslu şirketleri, şu anda ABD’de istihdam ettiklerinden daha fazla işçiyi ülke dışında istihdam ediyorlar –hatta taşeronlar vasıtasıyla istihdam ettikleri muazzam sayıda çalışanı bu sayıya katmaksızın böyle. Nike ve Reebok gibi bazı başlıca şirketler, –yurt içinde çalışanları tamamen yönetim, ürün geliştirme, pazarlama ve dağıtım faaliyetleriyle sınırlandırarak- üretim işgücünün yüzde 100’ünü üçüncü dünya ülkelerindeki taşeronlara dayandırıyorlar. (38) Sonuç, gelişmemiş ülkelerin nüfusunun yabancı çokuluslu şirketlerin dikte ettiği koşullarda çalışan büyük kısmının, çoğu kez rizikolu koşullar altında proleterleşmesi olmakta.

Bugün, dünya seviyesinde emeğe iki gerçeklik yön veriyor: biri küresel emek arbitrajı veya emperyal rant sistemi. Diğeri ise aşırı sömürücü dünya sistemini olanaklı kılan devasa bir küresel yedek emek ordusunun mevcudiyeti. “Emek arbitrajı”, The Economist dergisi tarafından çok basit biçimde “ülke dışındaki, özellikle de yoksul ülkelerdeki düşük ücret avantajını kullanmak” şeklinde tanımlanmıştır. Marx’ın dediği gibi, bu, o nedenle bir ülkenin diğerini, yoksul ülkedeki çok daha yüksek emek sömürüsüne bağlı olarak “kazıkladığı” eşitsiz bir değişim sürecidir. (39) Çin’in endüstrileşmiş Pearl Nehri Deltası bölgesindeki üretime dair 2005 yılında yapılan bir çalışma, kimi işçilerin durmaksızın 16 saate kadar çalışmaya zorlandıklarını ve dayağın, işçi disiplininin bir aracı olarak rutin biçimde kullanıldığını ortaya koymuştu. Aşağı yukarı 200 milyon Çinli de yılda 100 binden fazla can alan tehlikeli koşullarda çalıştıklarını söylemişti. (40)

Küresel Güney’de üretimin büyümesinin ardında, büyük oranda böylesi bir aşırı sömürülme yatıyor. (41) Bunun, ortaya çıkan bazı ekonomilerin hızlı ekonomik büyümesinin temeli olduğu gerçeği, sistemin merkezindeki sermaye ve çokuluslu şirketler için olağanüstü devasa rantlar doğurduğu (sağladığı) gerçeğini değiştirmez. Çalışma ekonomisti Charles Whalen’ın yazdığı gibi: “Üretimi dışarıya taşımadaki birincil etken, emek maliyetini düşürme arzusudur… ABD merkezli bir fabrikada saati 21 dolardan çalıştırılan bir işçinin yerine saatte 64 cent alan Çinli bir fabrika işçi koyulabilir. Şu anda üretimi dışarıya taşımanın gerçekleşmesinin başlıca sebebi bunun olabilmesidir.” (42)

Bununla birlikte, küresel emek arbitrajı sisteminin, küresel tedarik zinciri aracılığıyla nasıl meydana geldiği aşırı derecede karmaşık. PC montajcısı DELL, dünya genelindeki çeşitli ülkelerde bulunan 300 farklı tedarikçiden aşağı yukarı 4500 parça satın alıyor. (43) Asya Kalkınma Bankası’nın 2010 yılında iPhone üretimine dair çalışmasında işaret ettiği gibi: “Bugün, imal edilmiş bir ürünün net biçimde küresel pazarın neresinde yapıldığını belirtmek neredeyse imkânsız. İnsanların iPhone’un arkasında California’da Apple tarafından tasarlanmış, Çin’de toplanmıştır ibaresini okuyabilmesini nedeni bu.” iPhoneların arkasındaki her iki açıklama da harfiyen doğru olsa da, her ikisi de gerçek üretimin nerede gerçekleştiği sorusunu yanıtlamaz. Apple, iPhone’u kendisi imal etmez. Aksine, gerçek imalat (yani yazılım ve tasarımı hariç her şey) esasen ABD dışında gerçekleşir. iPhone parçaları ve bileşenlerinin üretimi esasen Japonya, Güney Kore, Almanya ve ABD’de bulunan sekiz şirket (Toshiba, Samsung, Infineon, Broadcom, Numonyx, Murata, Dialog Semiconductor ve Cirrus Logic) tarafından gerçekleştirilmektedir. iPhone’un başlıca parça ve bileşenleri, birleştirilmek ve ABD’ye yollanmak üzere Foxconn’un Çin’in Şenzen kentinde bulunan tesislerine gemiyle gönderilmektedir.

Apple’ın, iPhone üretimindeki muazzam, karmaşık küresel tedarik zinciri, her bileşeni ayırarak, ürünün muazzam yoğunluk ve çok düşük ücretlerle büyük oranda ortaya çıktığı yer olan Çin’de gerçekleşen son birleştirme ile en düşük birim emek maliyetini temine yöneliktir. Foxconn’un Longhu, Şenzen fabrikasında, 300-400 bin arası işçi, aylar boyunca saatlerce durmaksızın hızlı el hareketleri yapmaya zorlanan ve kendini geceleri sürekli seyirirken bulan işçilerle birlikte korkunç koşullar altında yemek yiyor, çalışıyor ve uyuyor. Foxconn işçilerine 2009 yılında Şenzen’deki en düşük aylık ücret verildi, ya da saatlik yaklaşık 83 cent aldılar. (ABD İşgücü İstatistikleri Bürosu verilerine göre 2008 yılında Çin genelinde imalat sektörü işçilerine saatlik 1.36 dolar verildi)

Nihai ürünün birleştirilmesindeki işçilerin büyük emek girdisine karşın, bu işçilere yapılan düşük ödemeler, yaptıkları işin iPhone’un toplam imalat maliyetinin sadece yüzde 3.6’sı tutması anlamına geliyor. 2009 yılında iPhone’daki toplam kâr marjı yüzde 64’tü. iPhonelar ABD’de birleştirilseydi –Çin’in on misli olan emek maliyetleri, eşit verimlilik ve sabit bileşen maliyetlerini göz önünde bulundurarak- Apple hâlâ geniş bir kâr marjına sahip olacak, ancak oran yüzde 64’ten yüzde 50’ye düşecekti. Gerçekten de Apple, iPhone üretiminden sağladığı kâr marjının yüzde 22’sini Çinli emeğinin çok daha fazla oranda sömürülmesinden elde ediyor. (44)

Çin’deki montajın aksine, ABD’deki montajdaki daha düşük kâr marjlarının hesaba katılmasıyla ABD ile Çin arasındaki ücretlerde on misli bir farkı öngörerek, Asya Kalkınma Bankası tabii ki çok ölçülü bir varsayımı benimsemiştir. ABD İşgücü İstatistikleri Bürosu’na göre 2008 yılında bütün Çinli imalat işçileri, ABD’deki benzer bir işle karşılaştırıldığında oradaki ücretin sadece yüzde 4’ünü, Avrupa Birliği’ndekinin ise yüzde 3’ünü almaktaydı. (45) Karşılaştırırsak, 2008 yılında Meksika’daki imalat sektörü saat ücreti, ABD’deki seviyenin yüzde 16’sı civarındaydı. (46)

Çokuluslu şirketlerin –genellikle taşeronlar vasıtasıyla çalışan- böl ve yönet eğilimine yol açan Çin’deki düşük ücret “avantajı”na karşın, Asya’nın Kamboçya, Vietnam, Bangladeş gibi bazı bölgeleri hâlâ bazı üretim sektörlerini, hafif endüstriyel tekstil üretimi gibi sektörleri konumlandırmaları için daha düşük saat ücretlerine sahiptir- New York Times’ın Temmuz 2010’da gösterdiği şekilde, Wal-Mart ve Liz Claiborne gibi şirketler için ürünler üreten Hong Kong merkezli bir şirket olan Li&Fung, 2010 yılında Bangladeş’deki üretimini yüzde 20 arttırdı, aynı esnada en büyük tedarikçisi Çin’de yüzde 5 düşüş yaşandı. Bangladeş’deki hazır giyim işçileri ayda yaklaşık 64 dolar kazanırken, Çin’in sahil kesimindeki üretim alanlarında en düşük ücretler 117 ila 147 dolar arasındaydı. (47)

Çokuluslu şirketler için tüm bunların net bir mantığı var. General Electric CEO’su Jeffrey Immelt’in belirttiği gibi, “Çin’in en başarılı stratejisi –Çin’in, küresel emek arbitrajını açık biçimde desteklemesiyle birlikte-, ülkenin deflasyonist gücünü ihraç ederken pazar büyüklüğünden faydalanması”. Bu “deflasyonist güç” tabii ki daha düşük emek bedelleriyle ilgili. O yüzden bu, artık değer oranını yükseltmek (kâr marjlarını genişletmek) için küresel bir stratejiyi temsil eder. (48)

Bugün Marx’ın yedek emek ordusu analizi, doğrudan ya da dolaylı olarak (şirket çevrelerine bile) az gelişmiş ülkelerde düşük ücretli işçilerin aşırı sömürülmesinin ne kadar zaman süreceğinin saptanması için temel teşkil eder. Uluslararası Finans Kurumu Başkan Vekili Jannik Lindbaek, 1997’de “Gelişmekte olan ekonomiler: Düşük ücret avantajı ne kadar sürecek” başlıklı etkileyici bir makale sunmuştu. Lindbaek, uluslararası ücret farklılığının, zengin ülkelerdeki iplikçilik ve dokumadaki emek maliyetlerinin en düşük ücretlerin verildiği ülkelerin (Pakistan, Madagaskar, Kenya, Endonesya ve Çin) dolar bazında yetmiş katı olması, satın alma gücü paritesi (yerel yaşam maliyetinin hesaba katılmasıyla) bazında ise on katı olması şeklinde çok büyük olduğuna dikkat çekmişti.

Lindbaek, küresel sermayenin bakış açısıyla temel sorunun, aşırı düşük ücretlere ve görünürde sınırsız olan emek arzına bağlı olarak devasa bir üretim platformu olarak ortaya çıkan Çin olduğunu belirtmişti. Bu durumda kilit soru “Çin’in düşük ücret avantajı ne kadar sürecek” idi ve onun verdiği cevap da “Tarımsal üretim gelişip şehirlerde yeni işler yaratılırken Çin’in muazzam yedek emek ordusu aşama aşama ortadan kalkmış olacak” şeklindeydi. Lindbaek, yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında başlaması beklenen çalışma yaşındaki birey sayısındaki aşağı yönelimin de aralarında bulunduğu çeşitli demografik faktörlere bakarak, Çin’deki reel ücretlerin er ya da geç asgari ücretin üstüne çıkacağına işaret etti. Ama ne zaman? (49)

Anaakım ekonomistlerde, küresel Güney’deki ücretlerin baskı altında tutulmasında artık emeğin rolüne dair analizler, öncelikle W. Arthur Lewis’in 1954’te yayımlanan ünlü “Sınırsız Emek Arzıyla Ekonomik Kalkınma” makalesinden yararlanır. Tezini, Adam Smith ve Marx (aslında öncelikle ikincisine itibar ederek) gibi klasik ekonomistlere dayandıran Lewis, üçüncü dünya ülkelerinde çok geniş, görünürde “sınırsız” olan emek arzıyla birlikte, ücretler durgun ve asgari düzeyde kalırken sermaye birikiminin yüksek oranda meydana gelebileceğini savunmuştur. Bu; çiftçileri, geçici işçileri, küçük esnafı, hizmetlileri (ev içi ve ticari amaçlı), ev kadınlarını ve büyüyen nüfusu içeren çok büyük yedek emek ordusunun varlığına bağlıydı. Bununla birlikte Lewis (bu konudaki orijinal makalesinde), Marx’ın kendisinin yedek emek ordusu kavramını hatalı biçimde teknoloji kaynaklı işsizlik şeklindeki dar sorunla sınırlamıştır –bu temelde, Marx’ın ampirik dayanağının hatalı olduğunu iddia etmiş- Aslında Lewis, Marx’ın yedek emek ordusu analizinin daha geniş bir çerçevesini kendisininki olarak benimsemiştir. Bu nedenle, tarımdaki devasa gizli artık nüfus işaret etmiştir. Aynı zamanda, kapitalist olmayan kesimin çiftçilikten koparılmasının nasıl gerçekleşebileceğine işaret etmek için Marx’ın ilkel birikim kavramına başvurmuştur.

Buna rağmen Lewis, anaakım ekonomistler içerisinde en iyi, eninde sonunda bir dönüm noktası ortaya çıkacağını savunmasıyla tanınmıştır. Belli bir noktada sermaye birikimi, endüstride çalışan işçilerin gerçek ücretlerinde bir artışla sonuçlanacak biçimde (esasen kırsaldan iç göçün azalmasından kaynaklı olarak) artık emek arzını aşacaktır. Onun yazdığı şekliyle, “sınırsız emek”le birikim “süreci” ve bunun sonucu olarak reel ücretlerdeki sabitlik, “sermaye birikimi emek arzıyla aynı düzeye geldiğinde” eninde sonunda noktalanmalıdır. (50)

Bugün, Marx’ın yedek emek ordusu teorisiyle örtüşen ve aslında ondan türeyen –ama (Marx’ın yapmadığı şekilde) kapitalist kalkınmanın pürüzsüz yolunun bir parçası olarak yoksul ülkelerdeki yedek emek ordusunun eninde sonunda sınırını aşacağına dair görüşü iler süren- Lewisçi çerçeve, egemen çevre ekonomistlerinin, küresel emek arbitrajının özellikle de Çin’e bağlı olarak ne kadar sürebileceği tartışmasını ortaya atmalarındaki başlıca dayanaktır. Endişe, şu anda yoksul ülkelerdeki emeğin aşırı sömürüsünden elde edilen dev emperyal rantların hızla ufalacağı mı ya da hatta ortadan kalkacağı mı şeklindedir. Örneğin The Economist dergisi, Çin’deki artan işçi isyanlarıyla birleşen Lewisçi bir dönüm noktasının kısa süre içinde Çin ile yapılan ticaretteki devasa artık kârlara bir son vermesinden endişe duyuyor. Dergi, Çinli işçilerin, en azından şehirdekilerin, şu anda “Taylandlı ve Filipinli emsalleri kadar pahalı olduğundan” yakınıyor. Dergi, “Artık emek, bir olgu değil, bir süreç. Ve bu süreç çoktan hareket halinde olabilir” iddiasında bulunuyor. Demografi, Çinli kırsal emeğin aile arsaları ile istikrarı ve işçilerin giderek artan örgütlülüğü gibi bir sürü faktörün tamamı, emek kısıtlmalarının beklendiğinden daha erken kullanılmaya başlanmasına neden olabilir. The Economist, en azından Çin’in ihracat mallarının fiyatlarının yüzde 12’den fazla düştüğü ve Kuzey’deki sermayenin devasa kazançlar elde ettiği 1997-2005 yılları arasındaki dönemin tekrar edilecek gibi görünmediği fikrini ifade ediyor. Ayrıca Çin’deki ücretler yükselirse ve emperyal rantlar kesintiye uğrarsa çokuluslu şirketler nereye yönelecek? “Vietnam ucuz: ülkenin kişi başına geliri Çin’inkinin üçte birinden az. Fakat işçi havuzu Çin’inki kadar derin değil.” (51)

Ekonomist Minqi Li, Monthly Review’deki yazısında 1980’lerin başından beri Çin’de 150 milyon işçinin kırsal alanlardan ekntsel alanlara göç ettiğine işaret ediyor. Çin bu nedenle, gayri safi yurt içi hasılasındaki ücretlerin payında 1990-2005 yılları arasında yüzde 13’lük bir düşüş (yüzde 50’den yüzde 37’ye) deneyimledi. Şimdi, “hızlı birikimle geçen birçok yılın ardından Çin’in kırsal alanlarındaki ucuz emekten oluşan çok büyük yedek emek ordusu tükenmeye başlıyor.” Li, esas olarak, Çin’in toplam emek gücünün 2012 yılında 970 milyon ile zirve yapacağını, sonrasında 2020 yılında 30 milyon azalacağını, bu düşüşün de başlıca yaş grubu (25-54 yaş arası grup; ç.n.) çalışan nüfus arasında daha hızlı gerçekleşeceğini gösteren demografik analizlere odaklanıyor. Bu durumun, Çin’de işçilerin pazarlık gücünü geliştireceğine ve radikal dönüşüm sorununu arttıran endüstriyel ihtilafı güçlendireceğine inanıyor., Çin’in tarımsal olmayan nüfusu “2020 dolaylarında yüzde 70’lik kritik eşiği” aşarsa böylesi bir endüstriyel ihtilaf kaçınılmaz olarak tırmanacak. (52)

Başkaları ise Çin hususunda küresel emek arbitrajının sona ermekten çok uzak olduğunu düşünüyor. Pekin Üniversitesi’nden bir ekonomist olan Yang Yao, “kırsal bölgelerin hâlâ Çin’in emek gücünün yüzde 45’ini”, makineleşmenin ilerlemesi ile birçoğu endüstri için uygun hale gelecek yüz milyonlarca kişiden oluşan dev bir yedek emek ordusunu barındırdığını savunuyor. Stephen Roach, ABD ücretlerinin yüzde 4'ü olan Çin ücretleriyle birlikte, Çin'in "imalattaki saat ücreti", Doğu Asya'nın başka herhangi bir yerindekinden (Japonya hariç) yüzde 15 daha az ve Meksika'nın oldukça altındayken, "başlıca sanayi ekonomileriyle arbitraj daraltmakta neredeyse hiçbir oyuğun" olmadığını gözlemlemiştir. (53)

Küresel yedek emek ordusu

Bu konuda daha sağlam bir kavrayış geliştirmek için, küresel yedek emek ordusunun mevcut tarihsel bağlamdaki görünüşüne hem deneysel, hem de kuramsal açıdan bakmak elzemdir –ve sonra da emperyalizmin tam bir Marksist eleştirisini tatbik etmek. Böyle bir kapsamlı eleştiri olmaksızın, üretimdeki küresel yön değiştirme, küresel emek arbitrajı (Küresel emek arbitrajı, Morgan Stanley baş ekonomisti Stephen Roach tarafından ortaya atılmıştır ve uluslararası sermayenin ucuz emek avantajından yararlanabilmek için durmaksızın coğrafya değiştirmesini tanımlar; ç.n.) deendüstrializasyon vb. gibi sorunların analizi, havada asılı kısmi gözlemden ibarettir.

ILO tarafından derlenen küresel işgücü verileri, Marx’ın aktif emek ordusu ve yedek emek ordusu arasındaki başlıca ayrımlarıyla hayli uyumlu. ILO’nun 2011 dünya işgücü görünümüne göre 1.4 milyar kişi yevmiyeli işçi –bunlardan birçoğu korunmasız istihdam edilmiş ve sadece part-time çalışıyorlar. Bunun tersine, 2009’da dünya genelinde işsiz sayılan çalışanların sayısı sadece 218 milyondu. (Kişinin işsiz olarak sınıflandırılması için, son birkaç hafta içinde aktif olarak iş araması gerekiyor). Bu anlamda, işsizler, Marx’ın bahsettiği yedek emek ordusunun “dalgalı” kısmına uygun olarak görülebilir.

Ayrıca bugün 1.7 milyar işçi “korunmasız istihdam” olarak sınıflandırılmış durumda. Bu, çalışan, fakat yevmiyeli işçi olmayanların tümünden oluşan –ya da Marx’ın terminolojisinde aktif emek ordusunun parçası olan- “ekonomik olarak aktif nüfus”tan arta kalan bir kategori. Bu kategori, iki grupta işçiyi içeriyor: “kendi hesabına çalışan işçiler” ve “ailesine katkıda bulunan işçiler”.

“Kendi hesabına çalışan işçiler” tanımı, ILO’ya göre “geçimlik ve girişimci faaliyetlerin” bir bileşimiyle iştigal eden işçileri kapsıyor. Üçüncü dünya ülkelerinde, “kendi hesabına çalışan işçiler”in tarımsal bileşeni, büyük ölçüde geçimlik tarımcılık yapanlardan meydana gelirken, şehirdeki bileşeni öncelikli olarak kayıtdışı sektörde, yani sokak işçilerinin muhtelif çeşitleri olarak çalışan işçilerden oluşuyor. Mike Davis, Planet of The Slums (Gecekondular Gezegeni; ç.n.) kitabında, “Küresel kayıtdışı işçi sınıfının bir milyar kişilik muazzam büyüklüğü, onu dünyadaki en hızlı büyüyen ve en emsalsiz toplumsal sınıf yapıyor” gözleminde bulunmuştu. (54)

Korunmasız istihdamın ikinci kategorisi olan “ailesine katkıda bulunan işçiler” ücretsiz aile işçilerinden oluşur. Örneğin Pakistan’da “1999/2000’den 2005/2006 yıllarına kadar istihdama dahil olan kadın işçilerin üçte ikisinden fazlası ailesine katkıda bulunan işçilerden oluşmuştur”. (55)

“Korunmasız istihdam” böylece, resmi işsizlik kayıtları haricindeki çok geniş eksik istihdam havuzunun büyük bölümünü kapsıyor. Michael Yates, burumu yansıtacak biçimde şöyle yazıyor: “Dünyanın büyük kısmında açık işsizlik bir tercih değil; işsizlik ödeneğinin veya diğer sosyal refah programlarının garantisi yok. İşsizlik ölüm demek, bu nedenle insanlar bu nedenle insanlar koşulların ne kadar ağır olduğuna bakmaksızın iş bulmak zorunda.” (56) Korunmasız istihdam kapsamındaki işçilerin muhtelif unsurları, Marx’ın, yedek emek ordusunun “durgun” ve “görünmez” bölümleri olarak tanımladığı şeye denk düşer.

Buna ek olarak, çalışma çağındaki birçok birey, ekonomik olarak aktif nüfusa dahil olmadığı, dolayısıyla ekonomik olarak aktif olmadığı şeklinde sınıflandırılıyor. Bu, başlıca çalışma çağı olan 25-54 yaş arasında 2011 yılında küresel çapta 538 milyon insanlık bir yekun tutuyor. Bu, -öncelikli olarak zengin ülkelerde- üniversite öğrencilerini, kapitalist ekonominin en dibinde meydana çıkan suç öğelerini (Marx’ın lümpen proletarya olarak adlandırdığı), sistem tarafından ötekileştirilmiş olan yılgın işçiler ve bedensel engelli işçileri ve genel olarak Marx’ın işçi sınıfının dilencileştirilmiş kısmı olarak - çalışma çağındaki bireylerin, neredeyse tamamen emek gücünün dışına atılan “cesareti kırılmış, tüketilmiş” ve bedensel engelli olanlarından oluşan kısmı- adlandırdıklarını kapsayan çok heterojen bir gruplama. Marx, bunun en riskli varoluş durumu olduğunu savunmuştur. Resmi olarak tanımlanan “yılgın işçiler”, muhtemel işçilerin önemli bir kısmıdır. ILO’ya göre, yılgın işçiler Botswana’nın 2006 yılı işsizlik rakamlarına dahil edilseydi, işsizlik oranı yüzde 17.5’ten 31.6 oranına yükselerek neredeyse iki katına çıkacaktı. (57)

Başlıca çalışma çağındaki (25-54 yaş) işsiz, korunmasız istihdam ve ekonomik olarak aktif olmayan nüfusu alırsak ve bunları birbirine eklersek, 2011 yılında küresel yedek emek ordusunun en büyük boyutu olarak adlandırabileceğimiz şeyi buluruz: 1.4 milyarlık aktif emek ordusu karşısında yaklaşık 2.4 milyar insan. Bu, küresel anlamda, özellikle de yoksul ülkelerde ücretlerin frenlenmesine yarayan yedek emek ordusunun, aktif emek ordusundan yüzde 70 daha fazla olan biçimde en büyük boyutunda bulunmasıdır. Gerçekten de, söz konusu yedek emek ordusunun büyük kısmı, bugün zengin ülkelerde de bunun arttığının görülebilmesine karşın, geri bıraktırılmış ülkelerde konumlanmış durumda. Bunu çeşitli unsurlarının yüzde bazında analizi Grafik-2’de görülebilir.

Grafik-2: Küresel Emek Gücü ve Küresel Yedek Emek Ordusu



Notlar: Grafik, 25 yaşın altındaki ve 54 yaşın üzerindeki ekonomik olarak aktif olmayan nüfusu hariç tutarak toplam dünya nüfusunu (15 yaş ve üstü) içeriyor.

Kaynaklar: Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), “Ekonomik Olarak Aktif Nüfus Tahminleri (5. baskı, 2009’da gözden geçirilmiş)”, LABORSTA Internet (Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü); ILO “Küresel İstihdam Eğilimleri”, 2009, 2010 ve 2011 (Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü)

Grafik-2’de tarif edilen çok geniş yedek emek ordusu, maksimum genişliğini yakaladığı anlamına geliyor. Şüphesiz ki bazıları, korunmasız istihdamdaki işçilerin, bunlar geleneksel olarak kapitalist olmayan üretime dâhil olmayan –pazarla hiçbir ilişkisi olmayan geçimlik işçileri de kapsayan- köylü üreticiler olduğundan pek çoğunun yedek emek ordusuna ait olmadığını iddia etme eğiliminde olacak. Bu kitlenin bütünüyle kapitalist pazar dışında olduğu tartışılabilir. Ama sistemin kendi bakış açısıyla da bu zor. ILO, bunları kayıtdışı işçilerle birlikte genel olarak “korunmasız istihdam edilmiş” olarak sınıflandırır, bunların ekonomik olarak aktif ve çalışan olduğunu, ancak yevmiyeli işçi olmadıklarını kabul eder. Sermayenin gelişimsel bakış açısından, korunmasız istihdamdakilerin tamamı potansiyel olarak yevmiyeli işçiler –kapitalist kalkınmanın yararına. Köylü üretim ile meşgul işçiler, kapitalist biçime daha derin şekilde çekilecek geleceğin proleterleri olarak görülürler.

Aslında bizim fiilen var olan göreli fazla nüfusu anlamanın bir çabası olarak küresel yedek emek ordusunun maksimum genişliği diye öngördüğümüz rakamlar, bir bakıma düşük tahmin olarak görülebilir. Marx’ın kavrayışında, yedek emek ordusu part-time çalışanları da içerirdi. Ancak veri olmaması sebebiyle, bunları küresel yedek emek ordusu hesabımıza katmamız imkânsızdır. Dahası, ekonomik olarak aktif olmayan nüfusun, yedek emek ordusu içindeki payına dair rakamlar sadece 24-54 yaş arasındaki çalışmayanları içerir, 26-32 ve 55-65 yaş arasındakilerin tümünü hariç tutar. Ama gerçekçi bir bakış açısıyla, çoğu ülkede bu yaşlardakilerin çalışmaya ihtiyaçları ve hakları vardır.

ILO verilerine ilişkin belirsizliklere karşın, kürsel yedek emek ordusunun devasa boyutuna dair hiçbir şüphe olamaz. Samir Amin’in 2003 yılında Mothly Review’de yayımlanan “Dünyada Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Sermaye Birikimi” başlıklı makalesindeki analizlerini gözden geçirerek bunun i.inde saklı olan anlamları tamamen anlayabiliriz. Amin, şunu savlar: “Zengin, geniş çaplı aile tarımını da, endüstriyel tarım şirketlerini de kapsayan modern kapitalist tarım, şu anda üçüncü dünya ülkelerindeki köylü üretime yönelik muazzam saldırıyla meşgul.” Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF tarafından ileri sürülen ana kapitalist bakışa göre kırsal (çoğunlukla köylü) üretimin kaderi, zengin ülkelerdeki modern kapitalist tarıma dönüşüme bağlı. Amin’in açıkladığı şekliyle, ideal kapitalist tasarıda “yirmi milyon yeni modern çiftçi” tarafından 3 milyar kırsal işçinin daha yeri alınacak.

Hakim görüşe göre bu işçiler, gelişmiş kapitalist ülkeler modelinde birincil olarak kent merkezlerinde endüstri tarafından içine çekilecek. Ancak Amin ve Hindistanlı ekonomist Prabhat Patnaik’in dikkati çektiği şekliyle İngiltere ve diğer Avrupa ekonomileri, bütün köylü nüfuslarını endüstrinin içine çekmek konusunda kendilerine yeterli değillerdi. Büyük sayılarda fazla nüfusları bundan ziyade Amerika kıtasındaki ülkelere ve muhtelif sömürgelere göç ettiler. İngiltere, 1820-1915 arasında ülkeden dışarıya göç eden inan sayısı 16 milyon iken, 1820 yılında 12 milyon nüfusa sahipti. Bir başka deyişle, İngiltere nüfusundaki artışın yarıdan fazlası, bu dönem boyunca her yıl dışarıya göç etti. Bu dönem boyunca genel olarak Avrupa’dan “yeni dünya”ya göç toplamı 50 milyondu.

Böylesi kitlesel bir göç, ilkel kapitalist güçler için bir imkânken, bugün bu “küresel Güney” için mümkün değil. Dolayısıyla halen sistem tarafından zorla kabul ettirilen köylü nüfusunun azaltılma şekli, -eğer tamamen sonuç verseydi- kitlesel soykırıma işaret ediyor. Amin, bütün küresel Güney’de 50 yıldan beri senelik yüzde 7’lik büyümenin, bu muazzam tarımsal nüfus fazlasının üçte birini dahi içine çekemeyeceğine dikkat çekiyor. Michael Yates şunu ekliyor: “Ekonomik büyümenin hiçbir miktarı, bugün dünyadaki milyarlarca köylüyü, daha iyi çalışma türleri şöyle dursun, geleneksel proletaryanın içine dahi çekmeyecek.”

Bu ülkelerdeki muazzam göreli fazla nüfusun içe çekilmesi sorunu, şehir nüfusuna bakıldığında daha bir görünür hale gelir. Dünya çapında kentsel alanlarda yaşayan, küresel Güney’in devasa şehirlerinde yoğunlaşmış, giderek artan korkunç, gecekondu koşullarında birbiriyle sıkış tıkış biçimde 3 milyardan fazla insan var. Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı’nın “Gecekonduların İtirazı”nda açıkladığı gibi: “Şehirler, büyüme refahın odağı olmak yerine vasıfsız, korunmasız ve düşük ücretli kayıtdışı hizmet endüstrisinde ve ticarette çalışan fazlalık nüfusun çöplüğü haline gelmekte.”

Amin’e göre, bunların hepsi kapsamlı bir eşitsiz değişim/emperyalist rant teorisine bağlı. “Dünya ölçeğinde sermaye birikimini yöneten koşullar, eşitsiz gelişimi yeniden üretir. Geri bırakılmış ülkelerin, geri kaldıklarından değil, aşırı sömürüldüklerinden öyle olduklarını açıklığa kavuşturur. Böylesi bir aşırı sömürülme ile ilişkili olan emperyalist rant sistemi, genelleştirilmiş, finansallaştırılmış ve küreselleşmiş oligopollerin sonraki kapitalizminin gelişmesiyle olgunluğa erişir ve evrenselleşir.” (58)

Prabhat Patnaik, “Paranın Değeri” kitabında ve diğer çalışmalarında, yedek emek ordusuna odaklanarak yakından ilişkili bir bakış açısı geliştirmiştir. Küresel Güney’deki yoksullaştırılmış ülkeleri en iyi açıklayan şeyin, devasa yedek emeğin varlığındansa düşük emek verimliliği olduğunu savunan standart ekonomik bakışı sorgulayarak işe başlar. “Hindistan ve Çin gibi hızlı büyüme ve yükselen verimliliği deneyimleyen ekonomilerde bile, yedek emek, tükenmez olma halini korumaya devam eder” görüşünü savunur. Bu böyledir, çünkü ileri teknoloji ürünlerinin üretimine doğru yön değiştirmeyle ilişkili olan verimlilik artışındaki (ve emeğin yer değiştirmesindeki) yüksek oranla birlikte, “emek talebinin büyüme oranı, emek arzının büyüme oranını yeterince aşmaz” –yani yedek emek ordusunu yeterli miktarda azaltmaya ve böylece ücretleri, asgari geçim düzeyinin üzerine çekmeye yeterlidir. Verimlilik dinamiğinin ve bunun, emeğin içe çekilmesini nasıl etkilediğinin bir örneği, Çin’deki en düşük düzeydeki ücretlere karşın Foxconn’un, basit montaj işlemlerindeki işçileri çıkarma stratejisinin bir parçası olarak tesislerinde üç yıl içinde bir milyon robotu üretime katmayı planlaması gerçeğinde gözlemlenebilir. Foxconn şu anda Çin anakarasında, birçoğu iPhone ve iPadleri birleştiren bir milyon işçi istihdam ediyor.

Patnaik’in savı, ikili yedek emek ordusu modelini kullanması vasıtasıyla netleştiriliyor: “prekapitalist-sektör yedek emek ordusu” (Luxemburg’un analizinden ilhamını almış) ve “dahili yedek emek ordusu.” Esas itibariyle, Çin ve Hindistan’da kapitalizm, ihracatını gitgide artan biçimde, emeğin tasfiye edilmesi ve büyüyen bir dahili yedek emek ordusunun yaratılması anlamına gelen yüksek verimlilik ve ileri teknoloji üretimi üzerinde temellendiriyor. Demek ki yüksek büyüme oranlarında bile prekapitalist-sektör yedek emek ordusunu, makineleşmeyle birlikte hızlanan dışarıya doğru akışı içine çekmesi imkânsızdır. (59)

Ekonomik fazlanın gelişmiş kapitalist ülkelere akmasını destekleyen sınırsız büyüklükteki sömürünün doğrudan faydaları bir yana, Asya’daki ve küresel Güney’in diğer kısımlarındaki “besleyici ülkeler”den çokuluslu şirketlerce düşük maliyetli ithal malların sokulması, deflasyonu arttırıcı etkide bulunmakta. Bu durum, paranın değerini, özellikle de baskın para birimi olarak doların değerini, dolayısıyla sermaye sınıfının finansal varlıklarını koruyor. Devasa küresel emek ordusunun varlığı böylece küresel Güney’den başlayarak dünya emekçilerinin gelirlerini deflasyona uğramaya zorluyor, ancak aynı zamanda giderek artan biçimde “emek pazarı esnekliği”ne maruz kalan küresel Kuzey’deki emekçileri de etkiliyor.

Emperyalizmin –Patnaik’in uluslararası finans-kapitalin gelişmesiyle tanımladığı- günümüzdeki safhasında, “gelişmiş ülkelerdeki ücretler yükselemez, bilakis ürünlerini daha rekabet edebilir yapmak için, üçüncü dünyada geçerli olan ücret düzeyleriyle bağlantılı olarak düşüş eğilimi gösterir. Üçüncü dünyada ücret düzeyleri, büyük yedek emek ordusu varlığına bağlı olarak, tarihsel olarak belirlenmiş yaşamı sürdürme gereksinimlerini tatmin etmek için gerekenden yüksek değildir. Bu dünya sömürüsü mantığı, “emek verimliliğinin hakim düzeylerinde gelişmiş ülkelerde ücretlerin düşmesi sırasında, ücretlerin hakim düzeylerinde, üçüncü dünya ülkelerinde emek verimliliği gelişmiş ülkelerde erişilen düzeye doğru yükselir” gerçeği ile daha da ahlaksız hale gelmektedir. Bunun nedeni, faaliyetlerin gelişmiş ülkelerden üçüncü dünya ülkelerine doğru yayılmasına neden olan ücret farklılıklarının varlığını hâlâ sürdürmesi. Bu ikili hareket, dünya çapında sömürü düzeyi yükselirken, toplan dünya üretimindeki ücret paylaşımının azalmakta olduğu anlamına geliyor. (60)

Patnaik’in “kapitalizmin paradoksu” olarak adlandırdığı şeyin izleri, Marx’ın sermaye birikiminin genel yasasında bulunabilir: sistemin eğilimi, görece (hatta mutlak) yoksulluğu büyütürken, serveti tek noktada toplamaktır. Patnaik, şöyle kaydeder:

“Hindistan’da tam da üretimdeki büyüme oranının yüksek olduğu neoliberal reform dönemi sırasında, günde kişi başına 2400 kaloriden az gıdaya erişebilen kırsal nüfusun oranında artış olmuştur (2004 yılında bu rakam yüzde 87’dir). Bu aynı zamanda, basit yeniden üretimi dahi sürdüremeyen yüz binlerce köylünün intihar ettiği dönemdir. İşsizlik oranı yükselmiş, bununla birlikte sermaye birikiminde muazzam bir sıçrama olmuştur; örgütlü sektörlerde bile reel ücret oranı en iyi ihtimalle sabit kalmış, buna karşın emek verimliliğinde çok büyük artış olmuştur. Kısacası, kendi deneyimlerimiz kapitalist düzendeki insanoğlunun geleceğine dair Keynesyen iyimserliği yalanlar.” (61)

Marx’ın yedek emek ordusu tartışmasında, işçi sınıfını en muhtaçlaştırılmış kesimini açıklamak için kullandığı “rizikolu” kavramı, gelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden keşfedilmiştir, üçüncü dünyaya hapsedildiği düşünülen eskiden var olan koşullar, zengin ülkelerde tekrar ortaya çıkıyor. Bu, “prekarya” olarak isimlendirilen bir “yeni sınıf”ın ortaya çıkmasından söz edilmesine neden olmuştur –gerçekte bu, işçi sınıfının muhtaçlaştırılan ve giderek büyüyen kesimi olsa da-. (62)

Zengin ülkelerde gelişen bu prekaryanın dibinde, “misafir işçiler” denilenler vardır. Marx’ın 19. yüzyılda belirttiği gibi, zengin merkezlerdeki sermaye, ülke dışındaki düşük emek ücretinden, ya sermayenin düşük ücretlerin olduğu ülkelere taşınması, ya da düşük ücretli emeğin zengin ülkelere taşınması yoluyla istifade edebiliyor. Bununla birlikte, yoksul ülkelerden gelen göçmen işçi kitleleri, zengin ülkelerde, özellikle de ABD’de ücretlere gem vurulmasına yaramakta; küresel bir bakış açısıyla, Güney’den Kuzey’e göçen işçilere ilişkin en belirgin gerçeklik, küresel Güney’in nüfusu karşısında düşük kalan sayılarıdır.

Sonuçta, göçmenlerin toplam dünya nüfusundaki payı 1960’lardan bu yana kayda değer bir değişim göstermemiştir. ILO’ya göre, “1990’larda gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik göçte çok az bir yükselme olmuş ve bu yükselme esasen Orta Amerika ve Karayip ülkelerinden ABD’ye gerçekleşen göçteki artışla açıklanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik yetişkin nüfus göçünün oranı, gelişmekte olan ülkelerdeki yetişkin nüfusunun sadece yüzde 1’i kadardır. Dahası, uluslararası düşük vasıflı emek gücü göçünün gelişmekte olan ülkelerdeki etkisi, genellikle göz ardı edilebilir durumda olduğu için bu göçmenler daha yüksek vasıflı işçiler arasında yoğunlaşmıştır. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik göç, büyük oranda beyin göçü anlamına gelmektedir. Bu duruma gelmiş olmasından dolayı 1990’larda sınırlanan uluslararası göç, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda, emek gücünün vasıf yoğunluğundaki büyümenin engellenmesine hizmet etmiş, bilhassa gelişmiş ülkelerde katiyen buna neden olmamıştır.” Tüm bunlar, sermaye uluslararası anlamda hareketli iken, emeğin öyle olmadığı konusundaki kilit noktanın açığa kavuşmasını sağlar. (63)

Yeni emperyalizmin dayanağı, küresel Güney emekçilerinin aşırı sömürüsünde ise, bu, emperyalizmin, kendi koşulları da aşağı doğru çekilen küresel Kuzey’in emekçilerinin menfaatine olduğu kesinlikle söylenemeyecek bir safhasıdır –hem çokuluslu şirketlerce başlatılan korkunç küresel ücret rekabeti, hem de daha esasen kapitalist çekirdekteki aşırı birikim, artan durgunluk ve işsizlik. (64)

Gerçekten de, üçlü grubu (ABD, Avrupa ve Japonya) oluşturan zengin ülkelerin hepsi, içeride oluşturdukları ve dışarıdan çektikleri artık sermayenin tamamını özümsemekteki yetersizliklerinden kaynaklanan derinleşen durgunluk koşullarında açmaza sürüklenmiş durumda –zayıflayan yatırım ve istihdamda belirginleşen bir çelişki. Bu ekonomilerin on yıllarca yükselmesine yardımcı olan finansallaşma, şimdi kendi çelişkierince durdurulmakta; necitece itibariyle, finansal şişkinliklerin bir müddet örtbas edilmesini sağladığı üretimin kökleşmiş sorunları şimdi ortaya çıkıyor. Bu, kendisini sadece azalan büyüme oranlarında değil, aynı zamanda yükselen atıl kapasite ve işsizlik seviyelerinde de ortaya koyuyor. Bir küreselleşme, finansallaşma ve neoliberal ekonomi politikaları çağında, devlet, problemi çözmek için etkin biçimde harekete geçebilme yetisinden yoksun ve giderek artan biçimde toplumun gerisinin zararına, sadece sermayeyi kurtarmaya yönelmekte.

Bu ülkelerin, dünyanın geri kalanından çaldıkları emperyal rant, dünya sisteminin merkezindeki artık özümsenmesi veya aşırı birikim sorunlarını sadece daha kötü hale getiriyor. Baran ve Sweezy, “Tekelci Sermaye” isimli eserlerinde mükemmel biçimde şunu yazmışlardı: “Yabancı yatırım, ülke içinde üretilen artık için bir çıkış noktası olmak şöyle dursun, dış ülkede üretilen artığın, yatırım yapılan ülkeye aktarılmasının en etkili yöntemidir. Bu şartlar altında, yabancı yatırımın artık özümseme sorununu çözmeye yardım etmekten ziyade, bunu ciddileştirdiği tabii ki açıktır.” (65)

Yeni emperyalizm

Gördüğümüz biçimde, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana –ve son birkaç on yıldır hızlanan biçimde- tekelci sermayenin uluslararasılaşma periyodunda imalatı görece olarak küresel Güney’e doğru kaydırmasının büyüklüğü konusunda şüphe olamaz. Söz konusu durum sıklıkla 1974 sonrası veya 1989 sonrası fenomeni olarak görülmesine karşın Hymer, Magdoff, Sweezy ve Amin, çokuluslu şirketlerin gelişmesiyle (tekelci sermayenin uluslararasılaşmasıyla) ilişkili sermaye birikimi ve emperyalizmdeki bu geniş hareketin genel parametrelerini daha 1970’lerde yakalamışlardır. Büyük ölçüde, dünya imalat üretiminin çekim merkezinin Güney’e doğru çığır açıcı şekilde kayışının sonucu olarak, bir düzine kadar yeni gelişen ekonomide çeyrek yüzyıl boyunca yüzde 7 ya da daha yüksek oranda olağanüstü büyüme rakamları deneyimlendi.

Bunların en önemlisi tabii ki, sadece dünyanın en kalabalık ülkesi olmayan, aynı zamanda sözde yüzde 9 veya üzerinde rakamlarla en hızlı büyüme oranlarını deneyimleyen Çin’dir. Bir ekonomideki yüzde 7’lik büyüme oranı, her on yılda bir ekonomiyi iki katı büyütür, yüzde 9’luk oran ise sekiz yılda bir. Ancak bu, başlıca ekonomistlerin sık sık öne sürdükleri gibi düz bir süreç değildir. Çin ekonomisi 1978’den bu yana üç kez iki katı büyümeye ulaştı, ancak ücretler, ülke içindeki yüz milyonlarca kişilik yedek emek ordusuna bağlı olarak asgari geçim düzeyinde veya bunun yakınlarında kaldı. Çin, büyüklüğüne ve büyüme oranına bakılarak dünya ekonomik gücü olarak görülebilir, fakat ücretler dünyanın en düşükleri arasında yer kalmaya devam ediyor. Bu arada Hindistan’ın kişi aşına düşen milli geliri Çin’in üçte biridir. Çin’in kırsal nüfusu yüzde 45-50 civarında tahmin edilirken, Hindistan’ınki yüzde 70 civarındadır. (66)

Geleneksel ekonomi teorisyenleri, tüm ülkelerin aynı safhalardan geçtiklerini ve er ya da geç emek-yoğun üretimden sermaye yoğun, bilgi yoğun üretime terfi ettiklerini varsayan bir kuramsal kalkınma teorisine bel bağlarlar. Bu durum, kişi başına düşen milli geliri 5 bin ila 10 bin dolar arasında olan yerlerde ortaya çıktığı varsayılan “orta hale geçiş” denilen sonucu doğurur (Çin’de bugünkü döviz kuruna göre kişi başına düşen milli gelir 3 bin 500 dolar civarındadır). Orta hale geçişteki ülkelerde daha yüksek ücret oranları vardır ve daha fazla değer yaratacak, daha az emek-yoğun ürünlere yönelmedikçe rekabet edememeyle karşı karşıya kalırlar. Çoğu ülke geçişi sağlayamaz ve orta gelir düzeyi, bir gelişimsel tuzak olup çıkar. Bu çerçeveyi temel alan New York Üniversitesi’nden ekonomist Michael Spence, “Bir Sonraki Çakışma” kitabında Çin’in “büyümenin başlıca yardımcısı olan emek-yoğun ihracat sektörünün, rekabet edebilirliğini kaybetmekte olduğunu ve bu gerilemeye ya da ülke içine çekilmesine izin verilmesi gerektiğini ve zira eninde sonunda gerileyeceğini; yerlerini daha fazla sermaye, beşeri sermaye ve bilgi yoğun sektörlerin alacağını” öne sürer. (67)

Bununla birlikte Spence’in geleneksel tezi, sadece tarımda yüz milyonlarca insandan oluşan görünmez yedek emek ordusunun var olduğu günümüz Çin’inin gerçekliğini yok sayar. Kapitalizmde, daha az emek-yoğun bir sisteme doğru ilerlemek, daha yüksek verimlilik oranları ve emeğin yerini teknolojinin alması anlamına gelir, ekonominin giderek daha büyük, yüksek değer elde eden pazarları fethederek montaj sektöründeki yedek emek ordusunu özümsemesini gerektirir. Bu gerçekleşene benzeyen durumlar sadece -yirminci yüzyıl başlarında hızla büyüyen, askerileştirilmiş emperyalist ekonomi olarak ilk ortaya çıkan Japonya bir yana-, dünya ekonomik büyüme sürecinde (bugünün derinleşen durgunluğunda değil) dış ihracat pazarlarını yüksek değer elde edecek üretim için küresel Kuzey’e doğru genişletebilen “Asya Kaplanları”ndadır (Güney Kore, Tayvan, Singapur ve Hong Kong). Dünya emek gücünün yüzde 40’ı civarına iş bulması gereken Çin ve Hindistan için bunun mümkün olduğunu kanıtlamak muhtemel değil –ve kentsel endüstriyel sektördeki artan sınıfa. Avrupa’nın sömürgeci dönemindekinin aksine, büyük artık emek topluluklarının bir emniyet vanası olarak dışarıya göç etmesi mümkün değil: gidecek hiçbir yerleri yok. Bu arada, Çin’in içsel temelli sermaye birikimini yükseltme kapasitesi, günümüz kapitalist koşullarında aynı düşük ücretlilerden oluşan yedek emek ordusu ve hızla artan eşitsizlik tarafından engellenmiş durumda.

Tüm bunlar, birikim süreci tarafından kolaylıkla özümsenemeyecek –özellikle, ileri teknoloji üretimine, yüksek kâr getiren üretime doğru giderek artan yönelimle birlikte- devasa yedek emek ordusuyla birleşen Çin’in görülmemiş birikim değerlerinin çelişkilerinin, belli bir noktada son haddine varmasının zorunlu olduğunu gösteriyor.

Bu arada, uluslararası tekelci sermaye, Güney’deki gelişimin yönünü kontrol altına almak için teknoloji, iletişim, finans, ordu ve yeryüzünün doğal kaynakları üzerindeki bileşik tekellerini kullanır. (68)

Dünya sisteminin Kuzey ve Güney’i arasındaki çelişkiler şiddetini arttırırken, –her yerde genişleyen sınıfsal farklılıklarla- bunların kendi iç çelişkileri de aynı şekilde şiddetlenir. Küresel Kuzey’deki göreli “deendüstrializasyon”, şimdi büsbütün reddedilebilmek için fazlasıyla net bir eğilimdir. Nitekim, ABD gayri safi yurtiçi hasılasında imalatın payı 1950’lerdeki yüzde 28’lik orandan 2010’lardaki yüzde 12’lik orana düşmüş, buna dünya imalatındaki payındaki çarpıcı düşüş (bir bütün olarak OECD ülkeleriyle birlikte) eşlik etmiştir. (69) Yine de bunun, dünya çapında emek dengesizliği ve aşırı sömürüdeki büyüme şeklindeki endişe verici buzdağının görünen ucu olduğunu kavramak önemli.

Doğrusu, insan, Nike ürünlerini pazarlaması için 1992 yılında Michael Jordan’a 20 milyon dolar –kadınların saati 15 centten günde 11 saat çalıştığı Endonezya’daki dört adet ayakkabı fabrikasındaki toplam ücretlere eşit bir tutar- veren sistemin ahlaki barbarlığını aklından çıkarmamalı. (70) bunun ardında, giderek tekelcileşen çokuluslu şirketlerin uluslararası “kaynak kullanımı” stratejileri yatıyor. Marx’ın “kapitalist birikimin genel yasası”nın işleyiş alanı şimdi tam olarak küresel ve emek her yerde savunma durumunda.

Dünya emekçilerinin karşı karşıya olduğu meydan okumaya Marx’ın 1867’de Lozan Kongresi’nde verdiği yanıt, hâlâ mümkün olan tek yanıt olarak duruyor: “İşçi sınıfı, mücadelesine başarı şansı ile devam etmek istiyorsa, ulusal örgütler uluslararası hale gelmelidir.” Yeni bir Enternasyonal’in zamanıdır. (71)


DİPNOTLAR

1. Stephen Herbert Hymer, The Multinational Corporation (Cambridge: Cambridge University Press, 1979), 41, 75, 183.
2. Hymer, The Multinational Corporation, 81, 86, 161, 262–69.
3. Gary Gereffi, The New Offshoring of Jobs and Global Development, ILO Social Policy Lectures, Jamaica, December 2005 (Geneva: International Institute for Labour Studies, 2006), http://ilo.org, 1; Peter Dicken, Global Shift (New York: Guilford Press, 1998), 26–28.
4. Thorstein Veblen bunu 1920’lerde çoktan anlamıştı. Veblen’in “Absentee Ownership and Business Enterprise in Recent Times” eserine bakınız (New York: Augustus M. Kelley, 1964), 287.
5. See Paul M. Sweezy, Four Lectures on Marxism (New York: Monthly Review Press, 1981), 64–65; Michael E. Porter, Competitive Strategy (New York: The Free Press, 1980), 35–36.
6.
Ajit K. Ghose, Nomaan Maji ve Christoph Ernst, The Global Employment Challenge (Geneva: International Labour Organisation, 2008), 9–10. On depeasantization see Farshad Araghi, “The Great Global Enclosure of Our Times,” in Fred Magdoff, John Bellamy Foster ve Frederick H. Buttel, eds., Hungry for Profit (New York: Monthly Review Press, 2000), 145–60.
7. John Smith, Imperialism and the Globalisation of Production (Ph.D. Thesis, University of Sheffield, July 2010), 224.
8. Stephen Roach, “How Global Labor Arbitrage Will Shape the World Economy,” Global Agenda Magazine, 2004, http://ecocritique.free.fr; John Bellamy Foster, Harry Magdoff ve Robert W. McChesney, “The Stagnation of Employment,” Monthly Review, 55, no. 11 (Nisan 2004): 9–11.
9. See John Bellamy Foster, Robert W. McChesney ve R. Jamil Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital,” Monthly Review 63, no. 2 (June 2011): 1–23.
10. Thomas L. Friedman, The World is Flat (New York: Farrar, Straus ve Giroux, 2005). Friedman yanlış biçimde kendisinin “yassı dünya hipotezi”nin ilk kez Marx tarafından geliştirildiğini iddia ediyor. See 234–37.
11. Paul Krugman, Pop Internationalism (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1996), 66–67. Ülkeler arasındaki, temel olarak verimlilik endekslerini yansıtan beklenen ücret farklarının saçmalığına dair: Bkz. Marx, Capital, cilt 1, (London: Penguin, 1976), 705.
12. Küresel emek arbitrajının son bulmasına dair korkular için bkz. “Moving Back to America,” The Economist, May 12, 2011, http://economist.com.
13. Karl Marx, Capital, cilt. 1, 798.
14. Harry Magdoff ve Paul M. Sweezy, Stagnation and the Financial Explosion (New York: Monthly Review Press, 1987), 204. 2010 yılı itibariyle OECD ülkelerindeki işsizlik yüzde 38 artarak 48.5 milyon kişiye ulaştı. (“Unemployment, Employment, Labour Force and Population of Working Age [15-64],” OECD.StatExtracts, [OECD, Cenevre, 2011], retrieved September 24, 2011.)
15. “Emperyalist rant” kavramı Samir Amin tarafından The Law of Worldwide Value (New York: Monthly Review Press, 2011) eserinde geliştirilmiştir.
16. Anthony Giddens’in şu eserindeki irdelemesine bakınız: Capitalism and Modern Social Theory (Cambridge: Cambridge University Press, 1971), 55–58. Giddens, kavram hatalarıyla dolu gönülsüz ve kafası karışık bir Marx savunması sunar.
17. John Strachey, Contemporary Capitalism, 101; Marx, Capital, cilt. 1, 929.
18. Roman Rosdolsky, The Making of Marx’s ‘Capital’ (London: Pluto Press, 1977), 307.
19. Fredric Jameson, Representing Capital (New York: Verso, 2011), 71.
20. Marx, Capital, cilt. 1, 799.
21. Marx, Capital, cilt. 1, 764, 772, 781–94; Marx ve Engels, The Communist Manifesto, 7; Paul M. Sweezy, The Theory of Capitalist Development (New York: Monthly Review Press, 1970), 87–92.
22. Marx, Capital, cilt. 1, 792.
23. Karl Marx, “Wage-Labour and Capital,” in Wage-Labour and Capital/Value, Price and Profit (New York: International Publishers, 1935), 45; Sweezy, The Theory of Capitalist Development, 89.
24. Marx, Capital, cilt. 1, 763, 776–81, 929.
25. Marx, Capital, cilt. 1, 794–95; David Harvey, A Companion to Marx’s Capital (London: Verso, 2010), 278, 318.
26. Marx, Capital, cilt. 1, 795–96.
27. Marx, Capital, cilt. 1, 590–99, 793–77.
28. Marx, Capital, cilt. 1, 797–98.
29. Engels, yedek emek ordusu kavramını Marksist teoriye sokması ve işçilerin, yedek emek ordusu ya da göreli artık nüfus durumlarının gösterdiği şeyin, ekonominin bunları faaliyet döngüsünün zirve yaptığı zamanlarda içine çektiği gerçeğini netleştirmesi ile övgüyü hak eder. Bkz. Frederick Engels, The Condition of the Working Class in England (Chicago: Academy Chicago Publishers, 1984), 117–22, ve Engels on Capital (New York: International Publishers, 1937), 19.
30. Karl Marx, Capital, cilt. 3 (London: Penguin, 1981), Capital, cilt. 2 (London: Penguin, 1978), 486–87 ve Capital, cilt 1, 769–70; Rosa Luxemburg, The Accumulation of Capital—An Anti-Critique ve Nikolai Bukharin, Imperialism and the Accumulation of Capital (New York: Monthly Review Press, 1972), 121.
31. Marx, Capital, cilt. 3, 363.
32. Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works (New York: International Publishers, 1975), 422.
33. Karl Marx, Theories of Surplus Value, (Moscow: Progress Publishers, 1971), part 3, 105–6; Capital, cilt. 3, 344–46; David Ricardo, On the Principles of Political Economy and Taxation (Cambridge: Cambridge University Press, 1951), 135–36; John Stuart Mill, Essays on Some Unsettled Questions in Political Economy (London: Longmans, Green, and Co., 1877), 1–46: Rosdolsky, The Making of Marx’s ‘Capital’, 307–12. 1970’lerde Marksizm içinde meydana gelen eşitsiz değişime dair geniş kapsamlı bir analiz/tartışma. Bkz. Arghiri Emmanuel, Unequal Exchange (New York: Monthly Review Press, 172); Samir Amin, Imperialism and Unequal Development (New York: Monthly Review Press, 1977), 181–252. Bazı Marksist teorisyenler, artık değer düzeyinin çevrede merkezden daha yüksek olduğunu hâlâ reddeder. Bkz. Alex Callinicos, Imperialism and Global Political Economy (London: Polity, 2009), 179–81 ve Joseph Choonara, Unraveling Capitalism (London: Bookmarks Publications, 2009), 34–35. Bunun karşıtı bir görüş için: Bkz. Sweezy, Four Lectures on Marxism, 76–77.
34. Rosa Luxemburg, The Accumulation of Capital (New York: Monthly Review Press, 1951), 361–65.
35. Marx, Capital, cilt 3, 344.
36. “Küreselleşme” terimi ilk olarak 1930’larda türedi. Ancak Oxford İngilizce Sözlük’e göre modern ekonomik anlamında kavramın ilk kullanıldığı makale Fouad Ajami’nin makalesi idi: “Corporate Giants: Some Global Social Costs,” International Studies Quarterly 16 , no. 4 (December 1972): 513. Ajami, terimi, Marx’ın “yoğunlaştırma ve merkezileştirme” kavramlarına göndermede bulunduğu bir paragrafta ortaya koymuştur -ve özellikle Paul Baran ve Paul Sweezy’nin dünya düzeyinde tekelci üretimin büyümesinin bir belirtisi olarak çokuluslu şirketlere işaret ettiği Monopoly Capital (New York: Monthly Review Press, 1966) eserlerinde. Baran ve Sweezy’nin analizlerinin Marksist temellerine dair eleştirel yaklaşanlara karşın, Ajami (şu anda Hoover Enstitüsü ve Dış İlişkiler Konseyi bünyesinde bir anaakım siyaset bilimci) Marx’ın “çokuluslu devlerin egemenliği ve piyasaların küreselleşmesi” dediği şeyi, -uluslararası oligopol eğilimi bakımından- Baran ve Sweezy’nin ortaya attığı kalkınmanın türdeş biçimleri haricinde ortaya çıkan bir şey olarak görmüştür. İronik biçimde, Ajami, makalesinde, Baran ve Sweezy’ye karşıt olarak faydalandığı diğer teorisyenlerin de -Stephen Hymer, Michael Tanzer, Bob Rowthorn ve Herbert Schiller- Marksist ve radikal ekonomi politikçi olduklarını ve ilk ikisinin Monthly Review’de makalesi yayımlanan yazarlar olduğunu fark edememiştir.
37. Richard J. Barnet ve Ronald E. Müller, Global Reach (New York: Simon ve Schuster, 1974), 213–14, 306.
38. Foster, McChesney ve Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital,” 5–9.
39. “Moving Back to America.”
40. Dale Wen, China Copes with Globalization (International Forum on Globalization, 2005), http://ifg.org; Martin Hart-Landsberg, “The Chinese Reform Experience,” The Review of Radical Political Economics 43, no. 1 (March 2011): 56–76; Minqi Li, “The Rise of the Working Class and the Future of the Chinese Revolution,” Monthly Review 63, no. 2 (June 2011): 40.
41. “Aşırı sömürülmüş” teriminin Marksist teoride birbiriyle yakından ilişkili, örtüşen iki anlama sahip gibi göründüğü dikkate alınmalıdır: (1) emek gücünün tarihsel olarak belirlenmiş değerinden daha düşük kazanan işçiler; ve (2) öncelikle küresel Güney’de eşitsiz değişime aşırı sömürülmüşlüğe tabi tutulan işçiler. Bununla birlikte Amin’in çerçevesinde, iki anlam birleşmiştir. Bunun nedeni, mevcut ücret oranları ulusal bazda belirlenmişken, emek gücünün değerinin küresel olarak belirlenmiş ve hiyerarşik olarak emperyalizme bağlı biçimde düzenlenmiş olmasıdır. İşçiler, küresel Güney’de bu nedenle genellikle emek gücü değerinden düşük ücretler kazanırlar.Emperyal rantın temeli budur. Bkz. Amin, The Law of Value and Historical Materialism, 11, 84. John Smith ve Andy Higginbottom Marx’ı temel alan benzer bir aşırı sömürü yaklaşımı geliştirmişlerdir. Bkz. John Smith “Imperialism and the Law of Value,” Global Discourse, 2, no. 1 (2011), http://global-discourse.com.
42. Charles J. Whalen, “Sending Jobs Offshore from the United States,” Intervention: A Journal of Economics 2, no. 2 (2005): 35. Quoted in Smith, The Internationalisation of Globalisation, 94.
43. William Millberg, “Shifting Sources and Uses of Profits,” Economy and Society 37, no. 3 (August 2008): 439; Judith Banister ve George Cook, “China’s Employment and Compensation Costs in Manufacturing Through 2008,” U.S. Bureau of Labor Statistics, Monthly Labor Review (March 2011): 44.
44. Yuqing Xing ve Neal Detert, How the iPhone Widens the United States Trade Deficit with the People’s Republic of China, ADBI Working Paper, Asian Development Bank Institute (December 2010; paper revised May 2011); David Barboza, “After Spate of Suicides, Technology Firm in China Raises Workers’ Salaries,” New York Times, June 2, 2010, http://nytimes.com; Foster, McChesney ve Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital,” 17.
45. Banister ve Cook, “China’s Employment and Compensation,” 49.
46. U.S. Bureau of Labor Statistics, “International Comparisons of Hourly Compensation Costs in Manufacturing,” Table I, last updated March 8, 2011, http://bls.gov.
47. Vikas Bajaj, “Bangladesh, With Low Pay, Moves In on China,” New York Times, July 16, 2010, http://nytimes.com.
48. Immelt quoted in Millberg, “Shifting Sources and Uses of Profits,” 433. Küresel emek arbitrajının Marksizmi temel alan güçlü bir teorik analizi için: Bkz. Smith, Imperialism and the Globalisation of Production.
49. Jannik Lindbaek, “Emerging Economies: How Long Will the Low-Wage Advantage Last?” October 3, 1997, http://actrav.itcilo.org.
50. W. Arthur Lewis, Selected Economic Writings (New York: New York University Press, 1983), 316–17, 321, 348, 387–90.
51. “The Next China,” The Economist, July 29, 2010, http://economist.com.
52. Li, “The Rise of the Working Class and the Future of the Chinese Revolution,” 40–41 ve The Rise of China and the Demise of the Capitalist World Economy (New York: Monthly Review Press, 2008), 87–92.
53. Yang Yao, “No, the Lewisian Turning Point Has Not Yet Arrived,” Economist.com, July 16, 2010, http://economist.com; Stephen Roach, “Chinese Wage Convergence Has a Long Way To Go,” Economist.com, July 18, 2010, http://economist.com.
54. Theo Sparreboom ve Michael P.F. de Gier, “Assessing Vulnerable Employment,” Employment Sector Working Paper, no. 13 (Geneva: ILO, 2008), 7; James Petras ve Henry Veltmeyer, Multinationals on Trial (Burlington, Vermont: Ashgate, 2007), 70; Mike Davis, Planet of Slums (London: Verso, 2006), 178.
55. International Labor Organization, Key Indicators of the Labour Market (Geneva: ILO, 2009), bölüm 3-3; Sparreboom ve de Gier, “Assessing Vulnerable Employment,” 11.
56. Michael Yates, “Work is Hell,” May 21, 2009, http://blog.cheapmotelsandahotplate.org.
57. ILO, Key Indicators, bölüm 1-C ve bölüm 5.
58. Samir Amin, “World Poverty, Pauperization and Capital Accumulation,” Monthly Review 55, no. 5 (October 2003): 1–9, ve The Law of Worldwide Value, 14, 89, 134; Prabhat Patnaik, “The Myths of Capitalism,” MRzine, July 4, 2011, http://mrzine.monthlyreview.org; United Nations, World Economic and Social Survey (New York: UN, 2004), 3; Yates, “Work is Hell”; Davis, Planet of Slums, 179; United Nations Human Settlements Programme, The Challenge of the Slums (London: Earthscan, 2003), 40, 46.
59. Prabhat Patnaik, The Value of Money (New York: Columbia University Press, 2009), 212–15; “A Perspective on the Growth Process in India and China,” International Development Economics Associates, The IDEAs as Working Paper Series, Paper no. 05/2009, http://networkideas.org, abstract, 4; Lee Chyen Yee ve Clare Jim, “Foxconn to Rely More on Robots; Could Use 1 Million in 3 Years,” Reuters, August 1, 2011, http://reuters.com.
60. Prabhat Patnaik, “Notes on Contemporary Imperialism,” MRzine, December 20, 2010, http://mrzine.monthlyreview.org; “Capitalism and Imperialism,” MRzine, June 19, 2011, http://mrzine.monthlyreview.org; “Labour Market Flexibility,” MRzine, May 9, 2011, http://mrzine.monthlyreview.org; ve “Contemporary Imperialism and the World’s Labour Reserves,” Social Scientist 35, no. 5/6 (May-June 2007): 13.
61. Prabhat Patnaik, “The Paradox of Capitalism,” MRzine, October 22, 2010, http://mrzine.monthlyreview.org.
62. For example, Guy Standing, The Precariat: The New Dangerous Class (New York: Bloomsbury Academic, 2011). Küresel yedek emek ordusunun, kapitalist sistemin merkezindeki bugünkü rolüne dair: Bkz. Fred Magdoff ve Harry Magdoff, “Disposable Workers; Today’s Reserve Army of Labor,” Monthly Review 55, no. 11 (April 2004): 18–35.
63. Ghose ve diğerleri, The Global Employment Challenge, 45–49.
64. Gelişmiş kapitalist ülkelerde istihdamı etkileyen bu iki olumsuz unsurla ilişkili olarak: Bkz. Foster, “The Stagnation of Employment.”
65. Baran ve Sweezy, Monopoly Capital, 107–8.
66. Michael Spence, The Next Convergence (New York: Farrar, Straus, ve Giroux, 2011), 19–23, 48, 53–54, 85–86, 107.
67. Spence, The Next Convergence, 100–3, 194–98.
68. Samir Amin, Capitalism in the Age of Globalization (New York: Zed, 1977), 4–5.
69. Louis Uchitelle, “Is Manufacturing Falling Off the Radar?” New York Times, September 11, 2011, http://nytimes.com.
70. Walter LaFeber, Michael Jordan and the New Global Capitalism (New York: W.W. Norton, 1999), 106–7, 14–48.
71. Samir Amin, “The Democratic Fraud and the Universalist Alternative,” Monthly Review 63, no. 5 (October 2011): 44–45, The World We Wish to See (New York: Monthly Review Press, 2008).


http://monthlyreview.org/2011/11/01/the-global-reserve-army-of-labor-and-the-new-imperialism adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar-Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi