Rus yazar Boris Kagarlitsky, Rusya’da son aylarda yaşanan gelişmeler ve solun durumuna dair yazdığı makalede, solu, özellikle de radikal solu yeterince “olgun” davranamadıkları yönünde eleştiriyor:
Bir keresinde birisi, aşırı solun politik tutumlarını, asla doğru zamanı göstermeyen durmuş saate benzetmişti. Ancak herkesin bildiği gibi, durmuş saat, muazzam bir dakiklik ile her 24 saatte iki kez doğru zamanı gösterir; bu çalışan bir saatin asla yapamadığı bir şeydir, çünkü her zaman en azından birazcık hızlı ya da yavaştır.
Benzer bir biçimde, radikal solun ideolojik saati, son zamanlarda yaşanan politik kargaşada tam yerinde bir biçimde doğruydu. Önderlik değişimi, kitlelerin ayağa kalkması ve seçimleri boykot etmesi için haykırdılar. Ve on binlerce insan, politikacıların korkuyla titremesine neden olan gösteriler için toplandığında ulusal liderlerimiz birden bire ılımlılığın ve uzlaşmanın destekçileri haline geldiler.
Bu ideolojik yön değiştirme, toplumumuzdaki değişimleri yansıtıyor. Kısa bir süre önce muhalefet, açıklama yapabilirdi -ne kadar aşırı olduğunun önemi yok- ve geriye kalanlar bu açıklamanın, ülkenin politik yaşamında kesinlikle hiçbir etkisinin olmayacağı konusunda emin olurdu. Şimdi, çocuk oyununun sona erdiğinin farkına varıyorlar ve bu fark edişler daha büyük bir olgunlukla ele alınmalı.
Ama bu, küçükleri kolay bir şekilde gerçek bir olgunluğa dönüştürmek için yeterli değil. Siyaset karşısında ciddi bir tutum almak; ettiğiniz kelimelerin ve eylemlerinizin sorumluluğunu almak ve sorunları analiz edebilme, eylem programı geliştirebilme yeterliliğine sahip olmak ve seçmenlerinizle sistemli biçimde çalışmak demektir. Bir kerelik mucizevi çözümler olmadığı ve sunulan ilk fırsatı sıkı sıkı tutmanın faydasız ve hatta tehlikeli olduğu anlaşılmalı. Esaslı ilkeler ve tutarlılık, sadece radikal gençler arasında değil, siyasette de değerlidir.
Yakın zamanda olgunlaşmış radikal gençlik, politik faydacılığa, daha önce devrim fikrine uyguladığıyla aynı çocuksu ve güvenilmez tutumla yaklaşıyor. Aralık ayındaki Devlet Duması seçimleri ve yaklaşan başkanlık seçimleri, her çizgiden radikallere faydacılık ve olgunluklarını kanıtlayacak sayısız fırsat sunuyor.
Yetkililer feci bir itibar kaybı yaşarken, yakın zamana kadar varlığını neredeyse hiç kabul etmedikleri resmi olmayan politik gruplarla diyaloga aniden ilgili hale geliyorlar.Sonuçta her iki taraf bir diğerinin kollarına akın ediyor. Tek sorun şu ki, politik seçkinlerin hangi çürümüş mensuplarının patron olarak benimseneceğiyle ilgilenen akıllarını başlarına toplayan radikaller arasında fikir birliği yok.
Tanınmış anarşist yazar Dmitry Zhvania, interneti Adil Rusya Partisi Başkanı Sergei Mironov’a yönelik işbirliği çağrılarıyla doldururken, Sol Cephe Lideri Sergei Udaltsov, Komünist Parti Başkanı Gennady Zyuganov ile bir anlaşma imzaladı. Bu süreçteki her açıklamaya, yeni bir skandal eşlik etmekte.
Bu arada diğer daha az etkili radikaller, en iyi koşulları hangisinin sunduğu konusunda karar verirken iki muhalefet adayı arasında aşağı yukarı koşuyor ve bunlar donuk biçimde gözlerini diktikleri durmuş saatin akrebinde kayboluyor, toplumdaki uysal ruh hali ile değerlerin yaygın biçimde reddine lanet ediyor.
Ne yazık ki, bu insanlar ömür boyu çocuksu kalacak gibi görünüyor - bazıları sevimli ve şirin, bazıları ergenlerin sıklıkla olduğu gibi agresif. Gel gör ki, her durumda asla büyümeyecekler.
http://www.themoscowtimes.com/opinion/article/the-lefts-broken-clock/451716.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
Hindistanlı yazar Arundhati Roy, İngiliz gazetesi Financial Times için Hindistan’da, dünyanın birçok ülkesiyle benzer ve paralel biçimde ilerleyen tekelleşme ve tekellerin tüm ülke politikalarını idareleri altına alma sürecine dikkat çeken bir makale kaleme aldı:
Bu bir yuva mı, yoksa ev mi? Yeni Hindistan için bir tapınak mı, yoksa onun hayaletleri için bir depo mu? Gizem saçan ve sessizliğiyle korkutan Antilla, Mumbai’deki Altamount Road’a geldiğinden beri hiçbir şey eskisi gibi değil. Beni oraya götüren arkadaşım “İşte buradayız, yeni hükümdarımıza saygılarınızı sunun” dedi.
Antilla’nın sahibi Hindistan’ın en zengin adamı, Mukesh Ambani. Antilla’ya dair bir şeyler okumuştum; şimdiye kadar inşa edilmiş en pahalı konut, 27 katlı, üç helikopter pistine sahip, dokuz asansörü, asma bahçeleri, balo salonları, spor salonu, altı katlı otoparkı ve 600 hizmetçisi var. Dikey çimenliği beklemiyordum –devasa metal kafese bağlanmış yukarı doğru yükselen bir çim duvarı. Çim, yer yer kurumuştu, parçalar düzenli dikdörtgenlere düşmekteydi. Belli ki “damlama” çalışmamıştı.
Fakat “fışkırma” çalışmıştı. Bu yüzden 1.2 milyar nüfuslu Hindistan’da ülkenin en zengin 100 insanı, gayrisafi yurt içi hasılanın çeyreğine eşit servete sahip. Sokaktaki (ve New York Times’taki) bilgi Ambanis’in Antilla’da yaşamadığı şeklindeydi. Belki şimdi oradadırlar, ancak insanlar hâlâ hayaletlere ve lanete dair söylentiyi fısıldıyor. Bunun tamamen Marx’ın kabahati olduğunu düşünüyorum. Şöyle demişti: “Kapitalizm, ortaya devasa üretim ve değişim araçları çıkarmıştır, bu, büyüleriyle çağırdığı öbür dünyadan güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benzer.”
300 milyonumuzun “reform” sonrası yeni orta sınıfa mensup olduğu Hindistan’da, borca batarak intihar eden 250 bin çiftçinin hayaletiyle ve yolumuzu açmak için yoksullaştırılmış ve mülksüzleştirilmiş 800 milyon kişiyle yan yana yaşıyoruz. Ve günde 50 cent’ten az bir parayla yaşamını sürdürenlerle.
Bay Ambani’nin kişisel serveti 20 milyar dolardan fazla. Piyasa değeri 2.41 trilyon rupi (47 milyar dolar) olan Reliance Endüstri Limited’in (RIL) çoğunluk hissesini idare ediyor ve bir dizi küresel işletmede payı var. RIL, birkaç hafta önce haber ve eğlence kanallarını işleten medya grubunun büyük hissesini satın alan Infotel’de yüzde 95 hisseye sahip. Ülkenin tek 4G geniş bant lisansı Infotel’de. Ambani’nin aynı zamanda bir de kriket takımı var.
RIL, bazılarına ailelerin sahip olduğu, bazılarıysa öyle olmayan ve Hindistan’ı yöneten bir avuç şirketten biri. Tata, Jindal, Vedanta, Mittal, Infosys, Essar ve Mukesh’in kardeşi Anil’in sahibi olduğu ADAG şirketi bazı diğerleri. Büyüme mücadeleleri Avrupa, Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika geneline yayılmış. Örneğin Tatalar, 80 ülkede 100’den fazla şirket işletiyor. Hindistan’ın en büyük özel sektör enerji şirketlerinden biri onlar.
İşletmelerde karşılıklı iştirak, “fışkırma hakikati” kurallarıyla kısıtlanmadığı için, daha çoğuna sahip oldukça daha da fazlasına sahip olabilirsin. Bu arada, şirketlerin siyasetçileri, yargıçları, bürokratları, medya kuruluşlarını nasıl satın aldıklarına, demokrasinin nasıl da kuyusunu kazdıklarına ve sadece ritüellerini devam ettirdiklerine dair acı verici detaylarla skandal üstüne skandal patladı. Trilyonlarca dolar değerindeki muazzam boksit, demir cevheri, petrol ve doğalgaz rezervleri, piyasanın çarpık mantığına bile karşı koyarak çok düşük bedellerle şirketlere satıldı. Rüşvetçi politikacıların ve şirketlerin kartelleri, halkın milyarlarca dolar parasının hortumlanmasına neden olacak biçimde rezervlerin miktarlarını ve kamusal varlıkların gerçek piyasa değerlerini düşük göstermek için gizlice anlaştılar. Ayrıca arazi gaspları da mevcut –yöre halkının zorla yerinden edilmesi, topraklarına devlet tarafından el konulan ve bu toprakları özel şirketlere verilen milyonlarca insan (özel mülkiyetin dokunulmazlığı anlayışı, yoksulların mülkiyeti için nadiren geçerli olur). Birçoğu silahlı olan kitlesel başkaldırılar patlak verdi. Hükümet, bunları bastırmak için orduyu konuşlandıracağını belirtti.
Şirketlerin, muhalefetin hakkından gelmek için kendilerine ait sinsi stratejileri mevcut. Kârlarının çok küçük bir kısmıyla hastaneler, eğitim kurumları, vakıflar çalıştırıyorlar, böylece sivil toplum örgütlerini, akademisyenleri, gazetecileri, sanatçıları, film yapımcılarını, edebiyat festivallerini ve hatta kitlesel protestoları finanse ediyorlar. Bu, kanaat önderlerini kendi etki alanlarına çekmek için hayırseverliği kullanma yöntemi. Bunları reddetmek “gerçeğin” kendisini reddetmek kadar absürd (ya da anlaşılması güç) görünsün diye olağanlığın içine sızma, sıradanlığı sömürgeleştirme. Buradan hareketle, bunlar “ortada alternatif yok” anlayışına doğru kıvrak ve kolay bir adım.
Tatalar, Hindistan’ın en büyük hayırsever tröstlerinden ikisini yönetiyor (Bu yardıma muhtaç kuruluşa, Harvard İşletme Okulu’na 50 milyon dolar bağışladılar). Madencillik, metal ve enerji sektörlerinde en büyük paya sahip olan Jindaller, Jindal Hukuk Okulu’nu yönetmekte ve yakın zamanda Jindal Siyasal Bilgiler ve Kamu Politikaları Okulu’nu açacaklar. Yazılım devi Infosys’in elde ettiği kârlar ile finanse edilen Yeni Hindistan Vakfı, sosyal bilimcilere ödüller ve burslar veriyor.
Hükümeti, muhalefeti, mahkemeleri, hür düşünceyi nasıl kontrol ettireceğini çözmekten arta kalan, büyüyen huzursuzluk ve “halk iktidarı” tehdidinin üstesinden gelmektir. Bunu nasıl evcilleştirirsiniz? Protestocuları nasıl evcil hayvanlara dönüştürürsünüz? Halkın öfkesini nasıl emer ve bu öfkeyi çıkmaz sokaklara doğru yönlendirirsiniz? Hindistan’da Anna Hazare tarafından önderlik edilien, ziyadesiyle orta sınıf ve açık biçimde milliyetçi olan yolsuzluk karşıtı hareket iyi bir örnek. Şirket destekli medya kampanyası, gece gündüz bu hareketi “halkın sesi” şeklinde ilan etti. Hareket, demokrasiden geriye kalan tortuları bile zayıflatan bir kanun isteğinde bulundu. Wall Street’i İşgal Et hareketinin aksine, özelleştirmeye, şirket tekellerine ya da ekonomik “reformlara” karşı tek kelime dahi etmedi. Hareketin medyadaki başlıca destekçileri, projektörü şirketlerin muazzam yolsuzluk skandallarından üzerinden başka yöne çevirdi ve hükümetin takdir haklarından daha fazla vazgeçmesi, daha fazla reform ve daha fazla özelleştirme çağrısı için siyasetçilerin kamuoyu nezdindeki yıpranmışlıklarını kullandı. Bu “reform”larla ve olağanüstü fakat işsizlik içeren büyümeyle geçen yirmi yılın ardından Hindistan’da düyanın her yerinden daha fazla yetersiz beslenmiş çocuk ve eyaletlerinden sekizinde Aşağı Sahra Afrikası’ndaki 26 ülkenin toplamından daha çok yoksul insan var. Ve şimdi uluslararası finansal kriz yaklaşıyor. Büyüme oranı yüzde 6.9’a düştü. Yabancı yatırım ülkeden çekiliyor.
Kapitalizmin kendisinin ortaya çıkardığı gerçek mezar kazıcıları, Marx’ın devrimci proletaryası değil, kapitalizmin ideolojiyi imana dönüştüren hayali kardinalleri. Gerçeği algılamakta ya da çok basit biçimde kapitalizmin (Çin’deki türü de dâhil) gezegeni yok ettiğini söyleyen iklim değişikliği bilimini kavramakta güçlük çekiyor gibi görünüyorlar.
“Damlama” başarısız oldu. Şu anda “fışkırma”nın da başı dertte. Mumbai’nin kararan gökyüzünde yıldızlar belirir belirmez, ellerinde cızırdayan telsizlerle kırışık keten gömlekli nöbetçiler Antilla’nın korku veren kapılarının önünde beliriyor. Işıklar parıldıyor. Belki de hayaletlerin ortaya çıkıp oynamalarının zamanıdır.
http://www.ft.com/intl/cms/s/0/925376ca-3d1d-11e1-8129-00144feabdc0.html?ftcamp=rss#axzz1jX2TXTjq adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
Slavoj Žižek, günümüz kapitalizminin emek ile olan ilişkisindeki yeni biçimini değerlendirdiği makalesinde, dünyanın dört bir yanındaki protestolarda, “ücretli burjuvazi” olarak tanımladığı, çalışanların imtiyazlı kesimlerinin önemli payı olduğuna işaret ediyor:
Bill Gates, nasıl Amerika’nın en zengin adamı oldu? Zenginliğinin, Microsoft’un sattığı ürünlerin üretim maliyetleriyle hiçbir ilgisi yok: yani bu durum, rakiplerinden daha ucuza iyi yazılım üretmesinin ya da işçilerini daha başarılı sömürmesinin sonucu değil (Microsoft, bilgi işçilerine göreceli yüksek maaşlar veriyor). Olay bu olsaydı, Microsoft çoktan iflas etmiş olurdu: insanlar, Microsoft ürünleri kadar iyi ya da onlaran daha iyi olan Linux gibi ücretsiz sistemleri tercih ederlerdi. İnsanlar hâlâ Microsoft yazılımlarını satın alıyor, çünkü Microsoft kendisini, Marx’ın “toplumsal bilgi” dediği ve bilimden pratik uzmanlığa kadar bütün biçimlerinde kolektif bilgi anlamına gelen şeyin somut bir örneği olarak neredeyse tüm alanı tekeli altına alıp adeta evrensel ölçüt olarak dayatmış durumda. Gates, toplumsal bilginin bir kısmını etkili şekilde özelleştirdi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ranta el koyarak zengin oldu.
Toplumsal bilginin özelleştirilmesi ihtimali, Marx’ın kapitalizme dair yazılarında asla öngörmediği bir şeydi (büyük ölçüde, toplumsal boyutunu gözden kaçırmasından dolayı). Oysa ki bu, bugün entelektüel mülkiyete dair mücadelelerin merkezindedir: nasıl ki toplumsal bilginin –kolektif bilgiye ve toplumsal işbiriğine dayanan- görevi sanayi sonrası kapitalizmde artmışsa, servet de bu bilginin üretiminde harcanan emekle orantısız biçimde birikir. Sonuç, Marx’ın umuyor göründüğü biçimde kapitalizmin kendi kendini tasfiyesi değil, emek sömürüsüyle yaratılan kârın, bilginin özelleştirilmesi vasıtasıyla el koyulan ranta aşamalı dönüşümüdür.
Aynı durum, sömürülmesi dünyanın başlıca rant kaynaklarından olan doğal kaynaklar için de geçerli. Sonrası, rantı kimin elde edeceğine dair sürekli bir mücadele: Üçüncü Dünya yurttaşları ya da Batılı şirketler. Emekle (kullanımıyla artı değer yaratan) diğer metalar (tüm değerini kullanımıyla tüketen) arasındaki farkı açıklamada Marx’ın petrolü “sıradan” bir meta örneği olarak vermesi ironiktir. Şu anda petrol fiyatındaki iniş çıkışla üretim maliyetlerindeki ya da sömürülmüş emek bedellerindeki iniş çıkış arasında bağlantı kurmaya dair her teşebbüs anlamsız olacaktır: üretim maliyetlerinin petrole verdiğimiz bedeldeki oranı göz ardı edilebilir düzeydedir -ki bu bedel, kaynak sahiplerinin, petrolün sınırlı kaynak olmasına gerçekten şükranlarını sunabilecekleri bir ranttır.
Kolektif bilginin etkisindeki katlamalı büyümeyle birlikte gelen verimlilik artışının bir sonucu, işsizliğin rolündeki değişimdir. Giderek artan biçimde işçiyi faydasız hale çevirmesi, işsizliği üreten kapitalizmin korkunç başarısıdır: nimet olması gereken şey –daha az ağır iş ihtiyacı- bela haline geliyor. Ya da bir başka deyişle, uzun vadeli bir işte sömürülmüş olma ihtimali, bugün ayrıcalık olarak görülüyor. Fredric Jameson’ın ifade ettiği gibi, dünya pazarı şu anda “herkesin bir zamanlar üretken işçi olduğu ve emeğin her yerde kendisine sistem dışında paha biçmeye başladığı bir alandır.” Devam eden kapitlist küreselleşme sürecinde, işsizlik kategorisi artık Marx’ın “yedek emek ordusu” ile sınırlı değil; Jameson’ın açıkladığı gibi, dünya genelindeki adeta tarihin dışına çıkarılmış, kasıtlı biçimde Birinci Dünya kapitalizminin modernleştirme projelerinin haricinde tutulmuş, umutsuz ya da ölümcül vaka olarak değersiz kılınan muazzam yığınları da içeriyor: sözüm ona başarısız devletler (Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Somali), kıtlık ya da ekolojik felaketin kurbanları, sahte kadim “etnik nefret”in tuzağına düşürülmüşler, hayırseverliğin ve sivil toplum örgütlerinin amaçları ya da “terörle savaş”ın hedefleri. İşsiz kategorisi bu nedenle geniş insan yelpazelerini kapsayacak kadar genişlemiştir; geçici işsizlerden, artık istihdam edilemez durumdakilerden, sürekli işsizlerden getto ve gecekondu mahallesi sakinlerine (tüm bunlar çoğu kez Marx tarafından “lümpen proletarya" olarak reddedilmiştir) ve nihayetinde tarihi haritalardaki boş alanlar gibi küresel kapitalist sürecin dışında bırakılmış bütün halklara ve devletlere kadar.
Birileri, kapitalizmin bu yeni biçiminin yeni özgürleşme olanakları sağladığını söyleyebilir. Bu, her halükarda Marx’ı radikalleştirmeye çalışan ve kapitalizmin kellesini uçurursak sosyalizme erişeceğimizi savunan Hardt ve Negri’nin “Çokluk” tezidir. Onlara göre tarih boyunca Marx, merkezileştirilmiş, otomatikleştirilmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş mekanik endüstriyel emek kavramıyla sınırlanmıştır, netice itibariyle Marx, toplumsal bilgiyi, daha çok merkezi planlama organı gibi bir şey olarak algıladı; devrimci bir dönüşüm “maddi olmayan emeğin” ortaya çıkmasıyla birlikte ancak bugün “nesnel biçimde olası” hale gelmiştir. Bu maddi olmayan emek, iki kutup arasında uzanır: entelektüel emekten (fikir, metin ve programların üretimi vb.) duygusal emeğe (doktorlar, bebek bakıcıları, hostesler tarafından icra edilen). Bugün maddi olmayan emek, Marx’ın 19. yüzyıl kapitalizminde büyük endüstriyel üretimin hegemonik olduğunu ilan ettiği biçimiyle “hegemonik”tir: kendisini rakamların gücü üzerinden değil, kilit ve simgesel bir yapısal rol oynayarak dayatıyor. Ortaya çıkan, “müşterek” denilen uçsuz bucaksız bir alandır: paylaşılmış bilgi ve iletişim ve işbirliğinin yeni biçimleri. Maddi olmayan üretimin ürünleri nesneler değil, yeni toplumsal veya kişilerarası ilişkilerdir; maddi olmayan üretim biopolitiktir, toplumsal hayatın üretimidir.
Hardt ve Negri burada, günümüz “postmodern” kapitalizm ideologlarının maddi üretimden sembolik üretime, merkeziyetçi-hiyerarşik mantıktan öz-örgütlü ve çok merkezli işbirliği mantığına geçiş olarak kutladıkları süreci tarif ediyor. Fark şu ki, Hardt ve Negri, Marx’a etkileyici bir şekilde sadık: Marx’ın haklı olduğunu, toplumsal bilginin ortaya çıkışının, kapitalizm ile uzun vadede uzlaşmaz olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Postmodern kapitalizmin ideologları tam aksini iddia ediyor: İddiaları şu ki, Marksist teori (ve pratik), merkezileştirilmiş devlet kontrolü biçimindeki hiyerarşik mantığın kısıtlamaları dahilinde kalıyor ve bu nedenle enformasyon devriminin toplumsal etkileriyle baş edemez. İddianın sağlam gözlemsel gerekçeleri var: komünist rejimleri etkili bir biçimde yıkan şey, enformasyon devrimiyle ayakta tutulan yeni toplumsal mantığa uyum sağlama konusundaki yetersizlikleriydi: devrimi, bir başka geniş çapta merkezileştirilmiş devlet planlama projesine dönüştürerek yönlendirmeye çalıştılar. Çelişki şu ki, Hardt ve Negri’nin kapitalizmi alt etmek için emsalsiz bir şans olarak kutladıkları şey, enformasyon devriminin ideologları tarafından yeni, “sürtünmesiz” bir kapitalizmin ortaya çıkışı olarak kutlandı.
Hardt ve Negri’nin, onu köhnemiş hale çeviren yeni bir üretim biçimi olması gerekirken kapitalizmin nasıl ayakta kalabildiğini açıklayan analizlerinin bazı zayıf noktaları mevcut. Günümüz kapitalizminin, toplumsal bilginin kendisini başarıyla (en azından kısa vadede) özelleştirmesinin yanı sıra işçilerin gereksiz hale gelmesini (giderek artan sayıda işçi, sadece geçici işsiz değil, aynı zamanda yapısal olarak çalıştırılamaz hale geliyor) küçümsüyorlar.
Eski kapitalizm, organize ve idare ettiği, sonrasında da kârı topladığı bir üretime para (kendi parası ya da borç para) yatıran girişimciyi en iyi şekilde içerdiyse, bugün yeni ideal model ortaya çıkıyor: artık kendi şirketine sahip olan yatırımcı yok, bankaların ya da dağınık yatırımcıların sahip olduğu şirketi idare eden uzman müdür (ya da bir CEO’nun başkanlık ettiği yönetim heyeti) var. İşlevsiz hale gelmiş olan eski burjuvazi, kapitalizmin bu yeni ideal modelinde maaşlı idareci olarak yeniden işlevli hale getirilmiştir: yeni burjuvazi maaş alıyor ve kendi şirketlerinin bir kısmına sahiplermiş gibi, yaptıkları işlerin bedelinin bir parçası olarak hisse senedi kazanıyorlar (“başarı”ları için “bonus”).
Bu yeni burjuvazi, hâlâ artık değerin üstüne yatar, ama “artı(k) ücret” denilen (anlaşılması güçleştirilmiş) şey biçiminde: bunlara, proleterin “asgari ücret”ine (günümüz küresel ekonomisinde yegâne gerçek örneği Çin veya Endonezya’da kötü atölyelerde çalışan emekçiler olan efsanevi bir referans noktası) göre bayağı fazlası ödenir ve işte sıradan proleterlerden ayrım noktaları durumlarını belirleyen bu şeydir. Klasik anlamda burjuvazi, bu nedenle yok olma eğilimi gösterir: kapitalistler, maaşlı çalışanların altkümesi olarak, yetkinliklerinden dolayı daha fazla kazanmaya uygun nitelikte müdürler olarak yeniden belirir (sözde bilimsel “değerlendirme”nin elzem olmasının sebebi şudur: kazançlardaki eşitsizliklere meşruiyet kazandırır). Müdürlerle sınırlanmış olmak şöyle dursun, artık ücret kazanan çalışanlar grubu, uzmanların, yöneticilerin, devlet memurlarının, doktorların, avukatların, gazetecilerin, entelektüellerin ve sanatçıların her türlüsüne dek uzanır. Elde ettikleri artık iki şekildedir: (müdürler vb. için) daha çok para, daha az iş ve (bazı entelektüeller ve yanı sıra devlet yöneticileri vb. için) daha çok boş zaman.
Bazı çalışanlara “artık ücret” elde etme hakkı kazandıran değerlendirme yöntemi , iktidar ve ideolojinin asli yetkinlikle ciddi bir bağı olmayan keyfekeder bir mekanizmasıdır; artık ücret, ekonomik sebeplerle değil, politik sebeplerle var olur: toplumsal istikrar gayesiyle “orta sınıf”ın devamlılığını sağlamak. Toplumsal hiyerarşideki keyfiyet bir hata değil, piyasa başarısındaki keyfiyetle benzeşen bir rol oynayan yetkinliğin keyfiyeti ile birlikte en önemli noktadır. Şiddet, toplumsal alanda çok fazla tesadüfilik olduğunda patlama tehdidinde bulunmaz, birileri bu tesadüfiliği ortadan kaldırmaya çalıştığında bu tehditte bulunur. Fransız filozof Jean-Pierre Dupuy, “La Marque du sacré” eserinde, hiyerarşiyi, işlevi, üstünlük ilişkisini onur kırıcı olmayan bir hale getirmek olan dört yöntemden biri (‘sembolik araçlar’) olarak yazar: hiyerarşinin kendisi (daha düşük toplumsal konumumu, esas değerimden bağımsız olarak hissetmeme izin veren dışarıdan dayatılmış düzen), aydınlığa kavuşturma (toplumu, bir meritokrasi –yeteneğe, liyakata dayalı yönetim ve görevlendirme biçimi; ç.n.- değil, nesnel toplumsal mücadelelerin bileşkesi olarak gösteren ideolojik yöntem; bu, başkalarının üstünlüğünün bu fazilet ve başarılarının sonucu olduğuna dair can sıkıcı neticeden sakınmama fırsat verir), tesadüfilik (sayesinde, toplum düzeyindeki konumumuzun, doğal ve sosyal bir rastlantıya bağlı olduğunu anladığımız benzer bir mekanizma; şanslı olanlar zengin ailelerde doğru genlerle doğanlardır) ve karmaşıklık (kontrol edilemeyen güçlerin öngörülemez sonuçları vardır, örneğin piyasanın görünmez eli, daha fazla çalışsam ve çok daha zeki olsam bile benim başarısızlığıma ve komşumun başarısına neden olabilir). Görünüşlerinin aksine, bu mekanizmalar hiyerarşiye karşı koymaz ya da onu tehdit etmezler, kıskançlık kıyametine zemin hazırlayanın diğerlerinin onun iyi şansını hak ettiği fikri olduğundan onu makulleştirirler. Dupuy, kendini aynı zamanda adil hisseden makul surette adil bir toplumun, böylece bütün kırgınlıklardan kurtulmuş olacağını düşünmenin büyük bir hata olacağı hükmüne dair önermeden yararlanır: aksine, böylesi bir toplumda, alttaki konumlarda bulunanların, kırılmış gururları için çıkış noktasını kırgınlıkların şiddetli infilakında bulacağı açıktır.
Bunun ile bağlanılan şey, günümüzde Çin’in karşı karşıya olduğu kördüğümdür: Deng’in (Deng Xiaoping: Çin’i piyasa ekonomisine doğru sürükleyen reformların yaratıcısı Eski Çin Komünist Partisi Başkanı; ç.n.) reformlarının ideal hedefi, kapitalizmi burjuvazi olmadan uygulamaktı (yeni egemen sııf olacağından dolayı), gel gör ki, şu anda Çin’in liderleri, kapitalizmin kalıcı bir hiyerarşi (bir burjuvazinin varlığınca meydana getirilen) olmaksızın sürekli istikrarsızlık yarattığını acı bir biçimde keşfediyor. Eee, Çin hangi yolu izleyecek? Bu arada eski komünistler, kapitalizmin en etkili yöneticileri olarak ortaya çıkıyor, çünkü bir sınıf olarak burjuvaziye karşı tarihsel husumetleri , günümüz kapitalizminin bir burjuvazi olmaksızın yönetimsel kapitalizm haline gelme eğilimine kusursuz biçimde denk düşüyor –Stalin’in uzun zaman önce ifade ettiği gibi, her iki durumda da, “her şeye kadrolar karar veriyor”. (Günümüz Çin’i ve Rusya arasında ilgi çekici bir fark: Çin’de uysallıklarını garanti etmenin bir yöntemi olarak rahatça artık ücretler sağlanırken, Rusya’da, üniversite hocalarına komik biçimde düşük ücret verilir –zaten fiilen proletaryanın parçasıdırlar-)
Artık ücret kavramı, devam eden “antikapitalist” protestolara da yeni bir ışık tutar. Kriz zamanlarında, “kemer sıkma”nın bariz adayları, ücretli burjuvazinin alt kademeleridir: politik protesto, proletaryaya katılmaktan sakınıyorlarsa onların tek başvuru mercileridir. Protestoları, sözde piyasanın vahşi mantığına yönelmiş olsa da, aslında bu kişiler (siyaseten) imtiyazlı ekonomik mevkilerinin yavaş yavaş aşınmasına karşı protestoda bulunurlar. Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi” kitabında, grevdeki “yaratıcı” kapitalistlere dair bir fantezisi vardır; günümüz grevlerinde, genellikle imtiyazını (asgari ücretin üzerindeki artıklarını) yitirme korkusuyla dürtülenen “ücretli burjuvazi” tarafından yapılan grevlerde gerçeğe dönüşen şeyi sapkın gören bir fantezi. Bunlar proletarya protestoları değil, proletarya konumuna düşme tehdidine karşı protestolardır. Kendisini imtiyazlı hale getiren daimi bir işe sahip olan hangi kişi bugün greve yeltenir? Tekstil endüstrisindeki vb. düşük ücretli işçiler değil, garantili işlere (öğretmenler, toplu taşıma çalışanları, polisler) sahip imtiyazlı işçiler. Bu, öğrenci protestoları dalgasının nedenini de açıklar: başlıca güdüleri, yüksek öğrenimin bundan böyle gelecekteki yaşamlarına kendilerine artık ücreti garanti etmeyeceğine dair tartışmalı korkudur.
Aynı zamanda, son yıllarda Arap Baharı’ndan Batı Avrupa’ya, Wall Street’i İşgal Et hareketinden Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a protestolardaki muazzam dirilişin sadece ücretli burjuvazinin bir isyanı olarak reddedilmemesi gerektiği de açıktır. Her durum, kendi değerleriyle ele alınmalıdır. İngiltere’deki üniversite reformuna karşı öğrenci protestoları, yıkımın tüketici karnavalı ve dışlanmışların gerçek patlaması olan Ağustos isyanlarından net biçimde farklıdır. Birileri, Mısır’daki ayaklanmaların kısmen ücretli burjuvazinin (beklentisizliklerini protesto eden eğitimli genç insanlar) isyanı olarak başladığını iddia edebilir, ancak bu, baskıcı rejime karşı daha büyük bir protestonun tek bir yönüydü. Öte yandan protesto, yoksul işçileri ve köylüleri neredeyse hiç harekete geçirmedi ve İslamcıların seçim zaferi, gerçek seküler protestoların dar toplumsal tabanının bir işaretidir. Yunanistan özel bir vakadır: son on yıllarda, Avrupa Birliği’nin finansal yardım ve kredilerinin yardımıyla yeni bir ücretli burjuvazi (özellikle aşırı genişlemiş devlet idaresinde) yaratıldı ve protestolar, büyük oranda bu imtiyazların yitirilmesi tehdidiyle güdülendi.
Bu arada, alt kademe ücretli burjuvazinin proleterleşmesine, üst düzey yönetici ve bankacılara irrasyonel derecede yüksek ödemeler şeklindeki aşırı zıttı durum eşlik etti. ABD’de soruşturmaların gösterdiği şekliyle, bu ödeme, ekonomik bakımdan irrasyoneldir, çünkü bir şirketin ekonomik başarısıyla ters orantılı olma eğilimi gösterir. Bu yönelimlere ahlâk dersi veren eleştirellik olarak boyun eğmektense, bunları, kapitalizmin kendisinin, artık kendi kendini düzenleyen istikrarın herhangi bir düzeyini bulamadığının –bir başka deyişle kontrol dışına çıkma tehdidinde bulunuyor- işaretleri olarak okumalıyız.
http://www.lrb.co.uk/2012/01/11/slavoj-zizek/the-revolt-of-the-salaried-bourgeoisie adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
15 Haziran’da Afrika Birliği BM Güvenlik Konseyi’ne, Nato’nun Libya bombardımanının -aslında, geleneksel emperyal saldırganları olan Fransa, İngiltere ve başlangıçta saldırıyı ve çok mühim olmasa da diğer bazı ülkeleri eşgüdümleyen Amerika’nın da katılımıyla gerçekleştirdiği bombardımanın- başlamasından üç ay sonra, saldırıdaki tutumunu bildirdi.
İki müdahale olduğunu hatırlamak gerekir. İlki, BM Güvenlik Konseyi’nin 17 Mart’ta kabul edilen 1973 sayılı kararı gereğince, uçuşa yasak bölge, ateşkes ve sivilleri korumak için gerekli tedbirler alınması çağrısıydı. Bir müddet sonra, üçlü otoritenin (Fransa, İngiltere ve ABD) isyancılar ordusuna katılarak, isyancılar ordusunun hava kuvvetleri gibi hizmet etmeye başlamasıyla bu müdahale bir kenara atıldı.
Bombardımanın başlarında, Afrika Birliği, olası bir insani felaketin önüne geçmek adına diplomatik çaba ve müzakere çağrısında bulundu. O ay içersinde, BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ve önemli bir bölgesel güç olan Türkiye’nin içinde olduğu diğer ülkeler Afrika Birliği’ne katıldı.
Aslında üçlü otorite, -yararlıyken destekledikleri, bir anı diğerini tutmayan tiranı ortadan kaldırmak için girişilen saldırılardan oldukça uzak tutulmuştu. Umut, Batı’nın, Libya’nın zengin kaynakları üzerinde kontrol talebine ve belki de, şimdiye kadar Stuttgart’la sınırlı olan, Amerika’nın Afrika komuta merkezi AFRICOM için bir Afrika üssü talebine karşı daha uyumlu bir rejimdi.
Hiç kimse, dünyanın çoğu tarafından destek bulan BM 1973 sayılı kararının gerektirdiği nispeten barışçıl çabaların, Libya’da da devam eden korkunç can kaybını ve yıkımı önlemeyi başarabilip başaramayacağını bilemez.
15 Haziran’da, Afrika Birliği, “3 aydır kendilerini görmezden gelerek kutsal Afrika topraklarını bombalamayı sürdüren BM’ye despot, küstah ve provokatif” olduğunu ilam etti. Afrika Birliği, uzlaşma için diğer önlemlerle, müzakere ve Libya içerisinde güvenliği Afrika Birliği’nin sağlaması planını sunmak üzere gitti ama nafile.
Afrika Birliği’nin Güvenlik Konseyi’ne çağrısı, aynı zamanda arka plandaki kaygılarını da ortaya koydu: “Egemenlik; köle ticareti, sömürgecilik ve neo-sömürgecilikle yüzyıllar boyunca tüketilmesinden sonra, Afrika ülkelerinin çoğu için dönüşümcü yollar çizmeye başlayan Afrika halklarının kurtuluşu için bir araç olmuştur. Dolayısıyla, Afrika ülkelerinin egemenliği üzerindeki pervasız saldırılar, Afrika halklarının kaderinde taze yaralar açmaya eşdeğerdir.”
Afrika’nın çağrısı, Hint dergisi Frontline’da bulunabilir ama Batı’da çoğunlukla duyulmamıştır. Hiç de sürpriz değil: Afrikalılar, George Orwell’ın kendileri hakkındaki “tarihe girmeye elverişsiz olanlar” terimine uyum sağlamak adına “insan değiller”.
Arap Birliği, 12 Mart’ta BM’nin 1973 sayılı kararını destekleyerek “insan” statüsüne kavuştu. Ancak Birlik, Batı’nın daha sonraki Libya bombardımanından desteğini esirgeyince, bu “insanlığa kabul ediliş” unutulup gitti.
Ve 10 Nisan’da Arap Birliği, BM’ye, aynı zamanda Gazze üzerinde uçuşa yasak bölge yaptırımında bulunması ve adeta görmezden gelinen İsrail kuşatmasının kaldırılması çağrısında bulunarak, “insan olmama” haline geri döndü.
Bu son derece mantıklı. Sürekli gördüğümüz gibi, Filistinliler prototip “insan olmayanlar”. Foreign Affairs dergisinin, İsrail-Filistin çatışmasına dair iki makaleyle açılan Kasım/Aralık sayısını düşünün.
Biri, devam eden çatışmalardan dolayı, İsrail’i bir Yahudi devleti olarak tanımayı reddeden Filistin’i suçlayan İsrailli yetkililer Yosef Kuperwasser ve Shalom Lipner tarafından yazılanı (diplomatik norma bağlı kalarak: devletler tanınır ama onların içindeki özerk bölgeler değil)
İkincisi, problemi İsrail işgaline bağlayan Amerikalı alim Ronald R. Krebs tarafından yazılanı ve makalenin alt başlığıysa şöyle: “İşgal bir ulusu nasıl yok ediyor? Hangi ulusu? İsrail’i elbette, ‘insan olmayanların’ boyunlarına ip geçirerek zarara uğrayan İsrail’i.”
Bir başka örnekte: Ekim’de manşetler bağıra bağıra, Hamas tarafından tutsak edilen İsrailli asker Gilat Şalit’in serbest bırakılmasını ilan ettiler. New York Times Dergisi’ndeki bir makale, ailesinin ıstırabına adandı. Şalit; haklarında, serbest bırakılmalarının İsrail’i etkileyip etkilemeyeceği gibi konularla son derece saçma tartışmalardan çok az şey öğrendiğimiz yüzlerce ‘insan olmayan’ karşılığında serbest bırakıldı.
Öte yandan, İsrail hapishanelerinde, haklarında suçlama bile olmadan uzun sürelerdir tutulan yüzlerce tutukluyla ilgili hiçbir şey öğrenmedik.
Şalit’in esir alınmasından bir gün önce, 24 Haziran 2006’daki İsrail kuvvetlerinin Gazze şehri baskınında kaçırılan siviller Osama ve Mustafa Abu Muammer de bahsi geçmeyen tutuklular arasında. Sonradan bu kardeşler, İsrail hapishane sistemi içinde “ortadan kayboldular.”
Herhangi biri, saldırı halindeki bir ordunun bir askerini esir almak konusunda ne düşünürse düşünsün, apaçık ki, sivilleri kaçırmak bunun ötesinde bir suçtur, gayet tabii bunlar yalnızca “insan olmayanlar” değilse.
Muhakkak ki bu suçlar, aralarında Güney İsrail’deki Necef’de yaşayan İsrailli Bedevi vatandaşlara yönelik, kurmaca saldırıların da olduğu diğer birçoğuyla kıyaslanmaz.
Daha önce sürgün edilmiş düzinelerce Bedevi köyünü ortadan kaldırmak için tasarlanmış yeni bir program çerçevesinde yeniden sürgün ediliyorlar. Cici sebeplerden ötürü elbette. İsrail kabinesi, “Necef’e yeni bir popülasyon kazandırmak adına”, o bölgeye 10 Yahudi yerleşim alanı kurulacağını açıkladı- bu, “insan olmayanları”, meşru olanlarla yer değiştirmek için. Kim buna itiraz edebilir ki?
“İnsan olmayanların” ilginç soyuna Amerika da dahil: uluslararası bir skandal olan hapishanelerde, aşevlerinde, sayıları azalan gecekondularda, her yerde rastlanabilir.
Ancak örnekler yanıltıcı. Bir bütün olarak dünya nüfusu kara bir deliğin eşiğinde sendeliyor.
Çok küçük hadiselerden bile çıkardığımız günlük hatırlatıcı bilgi notlarımız var, - örneğin; geçtiğimiz ay Amerikan Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçiler, 2011’in şiddetli hava koşullarının sebeplerini araştırmak ve daha iyi hava tahminleri sağlayacak nispeten maliyetsiz bir düzenlemeyi yasakladı.
Cumhuriyetçiler bunun, yıllar evvel gerçek bir siyasi parti olan Cumhuriyetçi partinin aday adayları tarafından ezbere okunan ilmihale göre problem sayılmayan “küresel ısınma”ya dair propaganda için “açık kama” olabileceğinden korktular.
Zavallı üzgün canlılar.
http://zcommunications.org/recognizing-the-unpeople-by-noam-chomsky adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
Nijerya’da akaryakıt sübvansiyonunun kaldırılmasının ardından gerçekleştirilen genel grev, ülkede hayatı durma noktasına getirdi.
Süresi belli olmayan grevin ilk gününde, ülke çapında mağazalar, ofisler, okullar ve petrol istasyonları kapandı.
Lagos’ta ve diğer şehirlerde binlerce kişi, benzin fiyatlarını iki katına çıkaran, sübvansiyonun kaldırılması kararına karşı yürüyüş yaptı.
Kuzeydeki Kano’da polisin, protestocuların üzerine ateş açması sonucu iki kişinin öldüğü ve birçoğunun da yaralandığı bildirildi. Lagos’ta polisle girilen çatışmada da bir başka gösterici öldü.
Başkan Goodluck Jonathan, sübvansiyonun ekonomik bakımdan sürdürülemez olduğunu söyledi.
Ticari başkent Lagos’ta, artan benzin fiyatlarına karşı düzenlenen, yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı bir mitingde polisle göstericiler arasında çatışma çıktı.
Bazı protestocular ellerinde, Başkan Jonathan’ın bir benzin istasyonunda akaryakıt pompalayan şeytan boynuzlu ve vampir dişli bir karikatürünün olduğu pankartlar taşıdı.
Tanıklar ve hastane kaynakları bir protestocunun öldüğünü ve üçünün yaralandığını söyledi.
Nijerya’nın en büyük ikinci şehri olan Kano’da, polisin göz yaşartıcı gaz kullanması ve valilik binası önünde toplanan göstericileri dağıtmak için havaya ateş etmesi sonucu en az otuz kişi yaralandı.
Başkent Abuja’da, sendikalar ve sivil toplum örgütleri bir yürüyüş düzenledi ve havalimanını kapattı.
Kaçak akaryakıt
Ülkenin muazzam petrol zenginliğinden elde ettikleri tek fayda olarak gördükleri sübvansiyonun 1 Ocak’ta sonlanmasından sonra, akaryakıt ve taşıma maliyetlerinin iki katına çıkması, birçok Nijeryalı’yı çıldırttı.
160 milyonluk Nijerya halkının çoğu, günlük 2$’dan daha az gelir ile yaşıyor ve bu ani fiyat artışı onları çok sert vurdu.
Grevi düzenleyenlerden biri olan, Nijerya İşçi Meclisi sözcülerinden Chris Uyot, “Bu artışlarla, taşıma maliyetleri yükseldi ve bu da, gıda, kira, okul masrafları ve hastane faturaları gibi temel ihtiyaçların maliyetini etkiledi” dedi.
Hükümetin diyalog kurmaya hazır olduğunu kaydeden Nijerya Enformasyon Bakanı Labaran Maku ise sendikaların grevi sonlandırması çağrısında bulunarak BBC’ye, yetkililerin, sübvansiyonun kaldırılmasından kaynaklanan geçim sıkıntısını azaltmak için elinden gelenin en iyisi yaptığını söyledi.
2003’teki benzer bir grev, Nijerya hükümetinin sübvansiyonu büsbütün ortadan kaldırmaktansa, onu azaltmayı öngörmesiyle sonlanmıştı.
Nijerya önemli bir petrol üreticisi olmasına rağmen, rafine petrol üretmek için gerekli altyapıya yatırım yapmadığı için, petrolünün çoğunu ithal etmek zorunda.
Sübvansiyon sayesinde, Nijerya’da petrol komşu ülkelerdekinden çok daha ucuzdu ve böylece petrolün bir kısmı yurtdışına kaçırıldı.
Parlamento üyeleri, Başkan Jonathan’a durumu yeniden değerlendirmesi çağrısında bulundu, fakat Başkan sübvansiyon kesintilerini savunmak için Cumartesi günü televizyonda bir konuşma yaptı ve “Ne kadar zor olursa olsun, kamu yararına hareket etmeliyiz, bugünün sancıları, yarının çıkarlarıyla kıyaslanamaz” dedi.
Jonathan, petrol sektöründe serbestleştirmenin, yolsuzlukla mücadele etme ve ekonominin hayatta kalmasının ve büyümesinin en iyi olduğu konusunun üzerinde durarak, “Gerçek şu ki; iki temel seçenekle karşı karşıyayız. Ya serbestleştiririz ve ekonomik olarak hayatta kalırız, ya da ekonomimizi baltalamaya devam edecek olan sübvansiyon rejimiyle devam ederiz” ifadelerini kullandı.
Jonathan, bu yıldan itibaren, üst düzey hükümet görevlilerin yüzde 25lik bir maaş kesintisine uğrayacağını ve dış gezilerin azaltılacağını sözlerine ekledi.
Hükümet, sübvansiyonun kaldırılmasıyla elde edilecek 8 milyar doların sağlık, eğitim ve ülkenin düzensiz elektrik arzının iyileştirilmesinde kullanılacağını söylüyor. Ancak, birçok Nijeryalı bunun, kuvvetle muhtemel, rüşvetçi memurların ceplerinde son bulacağından korkuyor.
Karışıklık, mezhep çatışmalarındaki artışla aynı zamana denk geliyor. İslamcı militan grup Boko Haram, son haftalarda, özellikle kuzeydeki Hıristiyan hedeflere karşı bir dizi ölümcül saldırı gerçekleştirdi.
Pazartesi, güneydeki Benin’de bir camiye kalabalık bir grup saldırdı. Kızıl Haç, saldırıda 40’tan fazla kişinin yaralandığını söylüyor.
http://www.bbc.co.uk/news/world-africa-16464922 adresinde yayımlanan haberden çevrilerek hazırlanmıştır.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
Kapitalizmin açık bir çöküş sürecinde olduğunu belirten Immanuel Wallerstein, dünya solunun bu çöküşten zafer çıkarmasının ancak ve ancak iç uzlaşmazlıklarını "vak'alara özel de olsa" çözmesi halinde mümkün olabileceğini vurguluyor.
2011, dünya solu için aslında iyi bir sene oldu –ister dar, ister geniş kapsamlı tanımlansın. Temel neden, dünyanın büyük kısmının etkilendiği olumsuz ekonomik koşullar. İşsizlik yüksek ve daha da yükseliyor. Çoğu hükümet, yüksek borç düzeyleri ve azalan gelirlerle karşı karşıya kaldı. Buna yanıtları ise bir yandan bankalarını korumaya çalışırken, diğer yandan halklarına kemer sıkma önlemleri dayatmaya girişmek oldu.
Sonuç, Wall Street’i İşgal Et hareketini tanımladığı şekliyle “yüzde 99”un tüm dünyadaki isyanı oldu. İsyan, servetin aşırı kutuplaşması, çürümüş hükümetler ve çok partili sisteme sahip olsunlar ya da olmasınlar, bu hükümetlerin özünde demokratik olmayan doğalarına karşıydı.
Bu, Wall Street’i İşgal Et’in, Arap Baharı’nın veya öfkelilerin (İspanya’daki toplumsal harekete verilen isim; ç.n.) umut ettikleri her şeye eriştikleri demek değil. Dünyanın söylemini değiştirmeyi başardılar, bunu neo-liberalizmin mantralarından eşitsizlik, adaletsizlik, dekolonizasyon konularına dönüştürdüler demek. Uzun zamandan beri ilk kez sıradan insanlar yaşadıkları sistemin esas mahiyetini tartışıyorlar, onu sorgusuz sualsiz kabul etmiyorlardı.
Dünya solu için şimdiki soru nasıl ileri gideceği ve başlangıç aşamasının bu söylemsel başarısını nasıl politik dönüşüme çevireceği. Sorun, çok kolay bir biçimde ortaya koyulabilir. Ekonomik tabirle, çok küçük bir grup (yüzde 1) ile çok büyük bir grup (yüzde 99) arasında net ve büyüyen bir yarılma olsa bile, bu durumdan, bunun siyasi ayrışma olduğu sonucu çıkarılmaz. Dünya genelinde, merkez sağ güçler hâlâ dünya nüfusunun aşağı yukarı yarısına hükmediyor veya en azından politik olarak herhangi bir şekilde hakimler.
Bu sebeple dünya solunun, dünyayı dönüştürmek için şu anda henüz erişilmemiş bir siyasi birlik düzeyine ihtiyacı olacak. Gerçekten de, uzun vadeli amaçlar ve kısa vadeli taktikler konusunda derin anlaşmazlıklar mevcut. Bu, söz konusu mevzular tartışılmıyor demek değil. Aksine, bunlar hararetli bir biçimde tartışılmakta ve fikir ayrılıklarını aşmak için ufak ilerleme meydana gelmekte.
Bu fikir ayrılıkları yeni değil. Bu, çözülmelerini daha kolay hale getirmiyor. Başlıca iki ayrılık mevcut. Birincisi seçimlerle ilgili. Seçimlere ilişkin iki değil, üç tutum var. Seçimler konusunda son derece kuşkucu olan, seçimlere katılmanın sadece siyasi anlamda faydasız olmakla kalmayıp, aynı zamanda mevcut dünya sisteminin meşruiyetini desteklediğini savunan bir grup var.
Bir diğer grup, seçim sürecinde rol almanın elzem olduğunu düşünüyor. Fakat bu grup ikiye ayrılıyor. Bir yandan pragmatik olmakla suçlananlar var. Bunlar sistemin içinde çalışmayı istiyor –işlevli bir çok partili sistem varsa başlıca gelen merkez sol bir partinin içinde veya parlamenter seçeneğe izin verilmediğinde fiili tek parti içinde.
Ve tabii ki ehven-i şer denileni seçme politikasını kınayanlar var. Bunlar, başlıca alternatif partiler arasında çok büyük fark olmadığını ileri sürüyorlar ve “hakikaten” solda olan bir partiye oy verilmesini destekliyorlar.
Bu tartışmaya hepimiz aşinayız ve hepimiz argümanları defalarca duyduk. Bununla birlikte, en azından benim için şu net ki, seçim taktiklerine ilişkin bu üç grup ortak noktada buluşmazsa dünya solunun kısa ya da uzun vadede egemen olma şansı olmaz.
Bir uzlaşma yöntemi olduğuna inanıyorum. Bu yöntem, kısa vadeli taktiklerle uzun vadeli stratejileri ayrı tutmaktır. Ben, devlet iktidarını elde etmenin, dünya sistemindeki uzun vadeli dönüşümle ilgisi olmadığını savunanlarla tamamen aynı fikirdeyim. Bir dönüşüm stratejisi olarak bu defalarca kez denendi ve başarısız oldu.
Bundan, kısa vadede seçime katılmanın zaman kaybı olduğu sonucu çıkmaz. Gerçek, yüzde 99’un büyük kısmının kısa vadede şiddetli biçimde acı çektiği. Ve esas endişeleri bu kısa vadede çekilen acı. Hayatta kalmaya, ailelerine ve arkadaşlarına hayatta kalmaları için el uzatmaya çabalıyorlar. Hükümetleri, toplumsal dönüşümün potansiyel aracı olarak değil, doğrudan politika kararlarıyla kısa vadeli ızdırabı etkileyebilecek yapılar olarak hesaba katarsak, dünya solu, acıyı minimuma indirecek iradeyi onlardan almak için elinden gelen ne varsa yapmak zorundadır.
Acıyı minimuma indirme çabası, seçime katılımı gerektirir. Ehven-i şer yanlıları ile hakikaten solda olan bir partiyi destekleme yanlıları arasındaki tartışma ne alemde? Bu, birçok faktöre bağlı olarak çok büyük değişime uğrayan yerel taktikler haline gelir: ülkenin büyüklüğü, resmi politik yapı, ülke demografisi, jeopolitik konumu, siyasi tarihi. Standart bir yanıt yoktur, olamaz da. Ne de 2012’deki yanıt 2014 veya 2016’da geçerli olmaya devam edecek. En azından bana göre bu, esasa dair bir tartışma değil, aksine her ülkede değişen taktiksel duruma dair bir tartışmadır.
Dünya solunu tüketen ikinci temel tartışma, benim “kalkınmacılık” adını verdiğim şey ile uygarlıksal değişim önceliği adı verilebilecek şey arasındaki tartışmadır. Bu tartışmayı, dünyanın birçok bölgesinde gözlemleyebiliriz. Bunu, Latin Amerika’da hükümetlerle yerli halk hareketleri arasındaki gerçekten hiddetli tartışmalarda görürsünüz –örneğin Bolivya, Ekvador, Venezüella’da. Kuzey Amerika ve Avrupa’da çevreciler/Yeşiller ile mevcut olan istihdamı koruma ve genişletmeye öncelik veren sendikacılar arasındaki tartışmalarda görürsünüz.
Bir tarafta “kalkınmacı” seçenek; ister sol hükümetler, ister sendikalar tarafından ortaya koyulsun; ister ülke içindeki, ister ülkeler arasındaki kutuplaşmadan bahsedelim, böylesi bir ekonomik büyüme olmadan günümüz dünyasının ekonomik dengesizliği hiçbir şekilde düzelmez. Bu grup, karşıtlarını, en azından nesnel olarak ve belki de öznel olarak sağcı güçleri desteklemekle suçlar.
Anti-kalkınmacı seçeneğin savunucuları, ekonomik büyümeye yoğunlaşmanın iki sebepten yanlış olduğunu söyler. Bu, sistemin en kötü özelliklerini tamamen devam ettiren bir politikadır. Ve bu, tamir olunamaz hasara –ekolojik ve toplumsal hasar- neden olan bir politikadır.
Bu ayrışma, seçimlere katılmaya dair olandan daha bile fazla hararetlidir. Bunun tek çözüm yolu, durum özeline dayanan ödünleşmelerle olur. Bunu olası kılmak için her iki grubun, diğerinin sol referanslı iyi niyetini kabul etmesi gerekir. Bu kolay olmayacak.
Önümüzdeki beş-on yılda soldaki bu ayrışmaların üstesinden gelinebilir mi? Emin değilim. Fakat üstesinden gelmezlerse, dünya solunun, kapitalizm açık bir şekilde çökerken, hangi sistemin onun varisi olacağına dair önümüzdeki 20-40 yıl içindeki mücadeleyi kazanabileceğine inanmıyorum.
http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2710 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
Mısır’ın Al-Masry Al-Youm gazetesinin haftalık eki olan Egypt Independent, Noam Chomsky ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Egypt Independent ile yaptığı söyleşide, Mısır’daki “geçiş dönemi”ni değerlendiren Chomsky, ABD’nin gerçek bir demokrasiyi büyük tehdit olarak gördüğüne işaret ediyor:
Egypt Independent: Ordunun geçiş periyoduna dair gelişen olaylara ilişkin bakışınız nedir? Ve ABD bunun neresinde duruyor?
Noam Chomsky: Başlangıçtan beri tabii ki sıkı müttefik olan ABD ve ordunun, demokrasinin işleyişini sınırlamak için elinden gelen ne varsa yapacağının beklenmesi için her türlü gerekçe var.
Egypt Independent: Size göre, bunlar özellikle hangi gerekçeler?
Noam Chomsky: Ordunun aşikâr gerekçeleri: siyasi kontrolü olabildiğince elinde tutmayı ve hatırı sayılır ölçüdeki ekonomik çıkarlarını devam ettirmeyi istiyorlar. ABD hükümeti için birtakım gerekçeler: En dar biçimiyle, en prestijli ABD kamuoyu araştırma kuruluşlarınca yapılan anketlerde bildirildiği şekliyle Mısır kamuoyunun görüşünün oldukça farkındalar ve istedikleri son şey bu görüşlerin işlevli bir demokraside olduğu gibi siyasete yansıması. Genel olarak daha geniş gerekçe şu ki, demokrasi, ülke içinde de iktidar çıkarları için bir tehdit olarak görülüyor. Dışarıda ise ABD’nin demokrasiyi ancak ve ancak stratejik ve ekonomik çıkarlarına uygunsa desteklediği başlıca bilim çevrelerince iyice anlaşılmıştır ve acınacak durumda olsa bile anlaşılır da olan bu bağlılığın değiştiğine dair en ufak bir belirti yoktur.
Egypt Independent: Washington’dan gelmeye devam eden açıklamalar neden ordunun gaddarlığını kınıyor ve demokrasinin ilerlemesini savunuyor?
Noam Chomsky: Tabii ki tüm devletler adına demokrasiye ve tüm güzel şeylere yönelik retoriksel bir bağlılık vardır, fakat ileri sürülen bu iddiaları ancak en saflar ciddiye alır. Ve son deneyimde de olduğu gibi pratikte, geleneksel doktrinlere tamamen uygun düşer.
Egypt Independent: “Geleneksel doktrinler”le neyi kastediyorsunuz?
Noam Chomsky: Defalarca olduğu gibi, desteklenen bir diktatör tehlikeye düştüğünde, Washington tam anlamıyla açık bir süreç izler: Olabildiğince uzun süre onu destekler. Artık bu olası değilse, örneğin ordu diktatörün karşı safına geçerse demokrasiye istemimize dair açıklamalar yayımlar ve eski egemenlik sistemini ve mevcut otoriteyi olabildiğince korumak için çok çalışır. Bol miktarda örnek var: Somoza, Marcos, Duvalier, Chun, Çavuşesku, Mobutu, Suharto ve başkaları. Mübarek olayında da aynı sürecin izlenmiş olması kimseyi şaşırtmamalı.
Egypt Independent: ABD’nin İsrail ve Camp David anlaşmaları gibi çıkarları korumak için insan hakları gibi ilkelerden ödün vermeye razı olacağı kanısında mısınız?
Noam Chomsky: “İnsan hakları” gibi ilkeler gerçek anlamda tehlikeye atılamaz, çünkü bunlar gerçekten birincil olarak desteklenmez –tabii ki düşmanlar hususu hariç veya başlıca güç çıkarlarının tehlikede olduğu yerler haricinde. Bunun kanıtı çok fazla, tabii ki sadece ABD içi değil, o kadar fazla ki pek çok örnekten bazılarını hatırlamak bile gereksiz. ABD iktidar merkezleri, devlette ve özelde, bölgede uzun süredir devam eden ve hayati derecede önemli olduğunu düşünmeye devam ettikleri stratejik ve ekonomik endişelere sahip. Fransa ve İngiltere’nin de halkın gözü önünde yaptığı günlerdeki gibi, hükümet politikaları bu endişeleri yansıtmakta (ve hâlâ daha küçük güçler olarak bile). Ve diğerlerinin doğrusuyla aynı.
Egypt Independent: ABD açısından, herkesin geniş kapsamlı olarak aynı görüşte olduğuna inanıyor musunuz? Yani Dışişleri Bakanlığı, Kongre, Beyaz Saray, Savunma vs.
Noam Chomsky: İktidar sistemleri homojen değildir, bu nedenle hükümet bünyesinde ve iç ve dış politikanın düzenlenmesinde önemli rolü olan şirket temelli iktidar merkezleri dâhilinde bazı farklar vardır. Fakat spektrum çok geniş değildir. Tabii ki fikir birliğinden ayrılanlar, Kennedy-Johnson Ulusal Güvenlik Danışmanı McGeorge Bundy’nin “tetikte bekleyen vahşi adamlar” olarak tanımladığı kişiler vardır. Ve dışarıda, halkın büyük parçaları örgütlü ve aktif olduğunda kamuoyu görüşünü de içeren güçler vardır. Fakat etkin spektrum dâhilinde, raporun açıkça gösterdiği gibi, sadece kısıtlanmış fikirler hoş görülür.
Egypt Independent: Son raporlar, ABD Senatosunun 2012 mali yılı için yıllık 1,3 milyar Amerikan dolarlık askeri finansmanını –insan hakları ihlaline ve göz yaşartıcı gaz, vs.nin “yanlış kullanımına” dayanarak- sivil bir hükümete yetki transferine bağlı hale getirmek için harekete geçtiği iddiasını gün yüzüne çıkardı. Buna ne anlam veriyorsunuz?
Noam Chomsky: “İddiaya göre” sözü önemlidir. ABD’nin işkenceye, ciddi insan hakları istismarına ve diğer suçlara – örneğin, İsrail’in Cenevre Sözleşmelerini işgal edilmiş [Filistin] topraklarda tamamıyla ihlal etmesi – başvuran devletlere silah transferini yasaklayan kanunları vardır. Stratejik ve ekonomik çıkarlara engel olduklarında, hiç önemli ölçüde uygulanıyorlar mı?
Egypt Independent: Kamuoyu açısından, özellikle 25 Ocak’tan sonra Mısır’da ordu ve protestocular arasındaki çatışmaları çarpıtan haber röportajları bakımından, karşı devrimci propagandanın resmi basın aracılığıyla devamlı kullanılmasına ilişkin görüşleriniz nelerdir?
Noam Chomsky: Otoriter rejimler tabii ki düşünce ve ifadeyi kısıtlamaya ve kontrol etmeye çalışır. Nazi Almanya’sı gibi bazıları bunu yapmakta oldukça başarılı olmuştur, Bolşevik Rusya’sı da kısmen daha az başarılı olmuştur; ancak bu, harekete geçen bir kuvvet olarak devam eden askeri çatışma olmaksızın çok daha uzun bir dönemdi.
Egypt Independent: Fakat Mısırlıların bu yılın başında resmi basına karşı artan kuşkuculuğuna rağmen, devlet propagandası zamanla kamuoyu görüşünü çarpıtmakta ve saptırmakta oldukça etkili olmaya devam ediyor. Sizce bunun nedeni nedir?
Noam Chomsky: Sanıyorum bu daha temel endişelerin bir yansıması. Sert ve acımasız sistemlere karşı mücadelenin bedeli ağırdır. İnsanlar hayatta kalmak zorundadır, bu her şeyden önce yaşamın ucundakiler için belli bir endişe meselesidir. Mücadele devam ettikçe ve insanlar günlük yaşamlarında somut edinimler görmedikçe – bunun yerine parçalanma ve güvensizlik—birçoklarının denge arayışı içinde olması doğaldır ki bu iktidara boyun eğmek demektir. Bir yan etki, suçu, özgürlük ve adalet mücadelesinin zorluklarına yükleyen propagandayı kabullenmekteki daha fazla istek olabilir. Tarih boyunca bu, bu tür mücadelelerde yaygın bir olay olmuştur.
Egypt Independent: Son zamanlarda bağımsız medya ve resmi basın arasında, bazılarının “basın savaşı” olarak tanımladığı şey mevcut. Sizce bu tehlike arz eden yatay/sosyal medyanın artan platformları arasındaki aslında iki taraflı bir “mücadele” mi, yoksa kurulu bilgi hiyerarşileri üzerinde gerçekten etki bırakmak için çok mu marjinal?
Noam Chomsky: Muhtemel etkili, güvenli bir görüş vermek için yeterince bilmiyorum. Görüş ne olursa olsun, yapılması gereken açık: meydan okumayı uzat ve daha büyük grupların katılımını sağla. Şüphesiz ki bu eşit olmayan bir savaş, fakat iktidar yapıları mutlaka kazanacak diye bir şey yok. Mübarek’in devrilmesi sadece bir örnek. Bu kaybedilmiş bir savaş olmak zorunda değil. Yapılması gereken şey, doğrudan dâhil olanların takdirine bağlı.
Egypt Independent: Güçlü ABD bağları olan önceden gözdağı verilmiş diktatörlüklere gelince, sizin de “geleneksel doktrinler” konusunda bahsettiğiniz gibi, bu sefer işlerin nasıl biteceği ile ilgili görüşleriniz nelerdir ve/ya da iyimser umutlarınız var mı?
Noam Chomsky: En büyük iyimser umut, acımasız bir rejimi devirmek için Tahrir Meydanı’nda büyük tehlike altına giren, dünya çapında başkalarına ilham veren cesur insanlar tarafından ve tarih boyunca ve bugün adaletsizlik ve baskı karşısında sessizce sinmeyi reddeden onlar gibi birçokları tarafından sağlanır. İşte dünya, geri çekilme olmaksızın değil, genellikle eziyet verici derecede yavaş adımlarla da olsa, birçok önemli zaferlerle daha iyi bir yer haline gelmiştir.
http://www.almasryalyoum.com/en/node/573036 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız