Content feed Comments Feed

Taksim Meydanı’ndan öğrenmek

21 Haziran 2013 Cuma

İngiliz Marksist arkeolog ve tarihçi Neil Faulkner, Taksim Meydanı'nda başlayıp tüm Türkiye'ye yayılan protestoları counterfire.org için değerlendirdi:

İstanbul Taksim Meydanı şu andan itibaren küresel direnişin sembolü olan Atina’nın Sintagma, Kahire’nin Tahrir, Madrid’in Puerta del Sol meydanlarının arasına katıldı. On binlerce protestocu, iki hafta boyunca meydanın hâkimiyeti için çevik kuvvet ile çarpıştı.

Protestocular geçici olarak geri püskürtülürken ve meydanın dışındaki binalara ve barikatların ardına sığınmaya zorlanırken çarpışma, defalarca çevre sokaklara sıçradı. Bu merkezi kamusal alanın hâkimiyeti mücadelesini yenileyerek tekrar tekrar meydana akın ettiler. Yakındaki varoşlarda, sayısız apartman balkonundan çalışan tencere ve tavaların çınlaması yankılandı –aşağıda sokakta mücadele edenlerle dayanışmanın sesleri-.

Yeni bir kitle hareketinin demokrasisi, kendisine kafa tutulmayan on yıllık iktidar süresinde küstahça büyüyen rejimin otoriterliğine itiraz ediyor. Genç protestoculardan oluşan kalabalık, çeşitlilik arz ediyor –sosyalistler, komünistler, anarşistler ve Kemalistler; sendikacılar, öğrenciler ve çevreciler; Kürtler, Aleviler, Sünniler ve Hıristiyanlar; feministler, LGBT aktivistleri, insan hakları mücadelesi verenler ve başka birçok kesimler. Ve kitlesel düzeydeki çevik kuvvetle sokakların hâkimiyeti için mücadele ederken coplarla, tazyikli suyla, biber gazıyla ve ses bombalarıyla yüz yüze geldiler.

Kitlesel mücadelenin yeni bir modeli


Taksim, aşağıdan bir kitlesel mücadele şeklindeki yeni modele uyuyor: otoriter neoliberal devlet ile radikal öncülerden oluşan genç sokak protestocuları arasında süreklilik arz eden bir kamusal alan mücadelesi. Parlamenter demokrasinin içinin boşaltılması, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin zayıflatılması ile tekel iktidarının ileri götürülmesi ve neoliberal seçkinler birleştiğinde iktidardaki yönetimlerden geniş çaplı kopuşu ortaya çıkarmakta. Öte yandan sosyal medya, esnek ağların yaratılmasını ve atomize edilmiş bireylerin hızla harekete geçmesini kolaylaştırdı. Böyle olunca, karşıt kültürün birbirine benzemeyen radikalleri bir araya geldiklerinde bir kitle hareketi olduklarını keşfettiler.

Ulusal farklılıklar vardı, fakat bu geniş model su yüzüne çıkmıştı. Bu, başlıca mücadelelerde olduğu gibi, daha küçük olan yüzlercesinde ve binlerce yerel protestoda da bunun tekrarlandığı görülebilir.

Kasım-Aralık 2010’daki İngiltere öğrenci ayaklanması, üniversite harçlarının arttırılmayacağına dair verilen ve tutulmayan söz ile tetiklenmişti. Bu ayaklanma daha sonra, öğrencilerin, demokrasinin alaşağı edildiği parlamento binası dışındaki bir kamusal alanı işgal etmeye çalışmalarıyla, Parlamento Meydanı’ndaki meydan muharebesi ile son buldu.

Bir yıl sonra, Ocuupy London hareketi, neoliberal şehir içinde yeniden bir demokratik alan yaratıp bu kez devasa bir kumarhane ve bankacılar mafyası tarafından yönetilen küresel süper zenginler için bir vergi cenneti olan Londra şehri otoritesine meydan okuyarak St. Paul Katedrali dışındaki bir alanda kamp oluşturdu.

Erdoğan: İslami karakterli bir neoliberalizm

Hiç kimse, Gezi Parkı’ndaki derme çatma protesto kampına şiddetli bir polis saldırısının, Türkiye genelinde böylesi bir öfke dalgası ve direnişi patlatacağını tahmin edemezdi. Polis hâkimiyeti uzun zamandan beri itiraz kabul etmezdi. Protestoculara yönelik şiddet rutin hale gelmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üç seçim zaferi ve on yıllık iktidarının ardından ciddi bir meydan okumadan uzak görünüyordu. Neoliberal İstanbul’da, protestoya sıfır tolerans kural haline gelmişti.

Ancak kültürel muhafazakârlık ve tekel egemenliği şeklindeki Erdoğan karışımı, pırıltının altındaki zehir olmuştu. Erdoğan, bacaklarını iki ayrı dünya üzerine koyarak ayırıyor. Bunlardan biri, yaşamların yoksullukla kavrulduğu ve zihinlerin köy imamlarınca uyuşturulduğu Anadolu’nun uzak kesimlerindeki tipik geri kalmış köyünde ya da muhtemelen kente göçenlerin, metropol kapitalizminin püsküllerine tutunmak için mücadele ettiği, insanların doluştuğu kent varoşunda.

Sefalete dair istatistikler korkunç. Türkiye, 34 gelişmiş OECD ülkesi içerisinde, sosyal adaletsizliğin en yüksek olduğu ikinci (Meksika’nın ardından) ülke. Her 6 Türk’ten biri yoksulluk sınırının altında ve bu oran tarımda çalışan nüfus arasında yüzde 40’a yükseliyor. Türkiye’de 300 bin civarında çocuk işçi olduğu tahmin edilirken, her üç kadından birinin iş sahibi olması (OECD ortalamasının yarısı) ayrımcılığa işaret ediyor.

Erdoğan’ın diğer dünyası, Türk burjuvazisinin dünyası –milyon dolarlık köşklerin, Boğaz’da salınan yatların ve çok katlı yeraltı otoparkı, 1000 dolarlık çantalardan 10 bin dolarlık saatlere, 100 bin dolarlık spor arabalara kadar her şeyin satıldığı 300 seçkin dükkanıyla bir yaratıcı kapitalizm mabedi olan İstinye Park’ın dünyası.

Erdoğan’ın otoriter neoliberalizminin temsili, yere göğe sığdırılamayan mega inşaat projelerinin başarısıdır. İstanbul’un elde kalan sayılı yeşil alanlarından olan Gezi Parkı için tasarlanan yeni alışveriş merkezi, bunlardan sadece sonuncusu. “Toplumsal arındırma” kuşaklarının yeniden inşa edilmesi ve İstanbul’un merkezi bölgelerinin soylulaştırılması gerekmektedir. Şehir, neoliberal sermaye ve yeni zenginlerce sömürgeleştirilirken, yoksullar sürülmüş ve emekçiler, gençler yükselen kiralarla sıkıştırılmıştır.

Hoşnutsuzluklar kenti

Erdoğan’ın AKP yönetimi, İslami bayrağı dalgalandırarak ve kürtajın, evlilik dışı ilişkinin ve alkolün yasaklanması gibi simgesel muhafazakâr politikaları destekleyerek Türkiye toplumunun en geri kesimleri arasında bir sandık dayanağı oluşturdu. Oysa bu, geriye kalan küresel politik seçkinlerce desteklenenlerden asli olarak ayırt edilemez olan sert neoliberal programın etrafına sarılmış ince bir yeşil zardan ibaret.

Ekonomide devlet denetimini kaldırarak, yabancı sermayeyi davet ederek, IMF borçlarını güvence altına alarak, Erdoğan, iktidardaki on yılının büyük kısmında yıllık ortalama yüzde 7’lik büyümeyle Türkiye kapitalizmini üreten ve ihraç eden bir etkin güce dönüştürdü. Bu zenginliğin çok küçük kısmı, sıradan vatandaşa yarar sağladı. Askeri yönetim dönemi kanunlarıyla boyunduruk altına alınan sendikalarla, istihdamda rutin ayrımcılığın öznesi olan kadınlarla, sürekli yüksek olan işsizlik oranı ve artan kiralarla ömrü çürütülen gençlerle yıllardır hoşnutsuzluk inşa edilmekte.

Erdoğan’ın dış politikadaki tutumu, neoliberalizminin bir uzantısı. Filistinlilere verdiği retorik desteğe karşın, esas meselesi, bütünleşik kemer sıkma ve özelleştirmeleriyle ve Suriye krizinde Batı emperyalizmiyle aynı hizada durarak Türkiye’nin AB üyeliği için iknaya çalışmasıdır.

Protestocular arasında –başka Türkiyeli Müslümanlarla birlikte- eski AKP seçmenlerinin olması pek de şaşırılacak bir şey değil.

Her şeye karşın, sokaktaki radikaller, hesaplama 50 ya da daha fazla başlıca şehir göz önünde bulundurularak yapılsa da Türkiye’deki 76 milyon insanın epey küçük bir azınlığı. Ancak Türkiye toplumunun derinlerindeki geniş çaplı hoşnutsuzluğu ifade ettiler. Milyonlarca emekçi arasında direnişin mümkün olduğu duygusunu yeniden uyandırıyorlar. Ve AKP rejimini –payanda, kibirli ve savaşçı- krize sürüklemiş durumdalar.

Rejimin inatçılığı ve polis şiddeti şu anki dalgayı yenilgiye uğratabilir. Ama sonuç ne olursa olsun, Türkiye toplumunu küçük düşüren çelişkileri ortadan kaldırmayacak ve vücut bulan kitlesel direniş hareketini yok etmeyecek. Türkiye, Taksim öncesi normalliğe dönmeyecek. Yeni bir protesto çağı başlıyor.

Yeni hareket

Her kitlesel halk hareketi, gelişecekse üç temel görevle karşı karşıya kalır. Bunlar üç kelimeyle özetlenebilir: birlik, demokrasi ve açıklık. Birliğe, olabilecek azami toplumsal güçler mücadeleye birlikte katıldığında erişilir. Demokrasi, aktif kitlelerin iradelerine doğrudan ifade imkânı verebilecek halk örgütlülüğü biçimlerinin yaratılmasını gerektirir. Ve hem amaç, hem de yön açıklığı, hareketi yönlendirmek, desteği en üst noktaya eriştirmek ve bunu radikal değişime doğru sürüklemek için gereklidir.

Sol görüşlü ekonomist ve gazeteci Paul Mason, Taksim Meydanı hareketini 1871 Paris Komünü ile karşılaştırmaktadır. Komün, 50 gün sonunda yenildi. Nedeni kısmen tutkunun sınırlılığıydı. Kadınlara haklarını tanımayı başaramadı ve devrimi şehirlerin ötesine yayma konusunda ciddi bir girişimi olmadı. Gerici Versailles hükümeti, devrimci Paris’i ezmek için köylü askerlerden oluşan bir orduyu kullanabilmişti.

Mısır Devrimi’nin mevcut durumu da başka bir tarihsel ders sunuyor. Orada devrimci öncü, yani Tahrir Meydanı’nın kentli kitle hareketi İslamcı liberallere köylerden verilen oy dağlarının altında dümdüz oldu. Devrim durduruldu.

Zafer elde etmek için, kitlesel halk hareketi hareketsiz durmamalı. Elini uzatmalı, tabanını genişletmeli ve mücadeleye yeni güçler dâhil etmeli. Bunu yapmak için de şehirdeki demokrasi için mücadeleyi işçi, köylü ve yoksul kitlelerin sosyal reform mücadeleleri ile birleştirmeli.

Tarihteki en güzel örnek olarak 1917 Rusya’sının Bolşevik Partisi önümüzde duruyor. Partinin “Barış, Ekmek ve Toprak” sloganı devrimci hareketin amaçlarını belirginleştirmişti ve olabilecek en geniş kitleleri devrimci öncünün önderliği ardında birleştirmişti. “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı işçi, asker ve köylü konseylerini, harika bir doğrudan demokrasi ağını, eski devlet aygıtına alternatif olacak şekilde yüceltmişti. Ekim Devrimi, bu iki sloganın pratikte gerçekleştirilmesiydi.

Yeni bir dünya kurma mücadelesinde henüz daha iyi bir formül –birlik, demokrasi, açıklık- oluşturulmuş değil.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/analysis/16514-learning-from-taksim-square adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi