Content feed Comments Feed

Nelson Mandela’nın hayatını kaybetmesinin ardından, Afrika Ulusal Kongresi tarafından yazılı bir açıklama yapıldı.


Yoldaşlar ve dostlar,
Mandela ailesi,
Sevgili Güney Afrikalılar,

Her ulusun yaşamında, halkının tarihine silinmez ve ebedi bir damga vuran, tarihin hem ürünü, hem yapıcısı olan şahıslar vardır. Ve göçtüklerinde, yeni ve daha iyi bir yaşam vizyonu ve bunu kazanacak ve inşa edecek araçlar bırakırlar.

Derin bir keder ve içten bir kaybetme hissiyle, “Isithwalandwe”miz* ve eski başkanımız olan yoldaş Nelson Rolihlahla Mandela’nın hayatını kaybettiğine dair üzücü haberi aldık.

Ulusumuz bir devi, burada ve başka ülkelerdeki milyonların bir tevazu, eşitlik, adalet, barış, ve umut timsalini kaybetti.

Madiba (Mandela’nın kendi kabilesi tarafından takılan ve herkesçe kullanılan lakabı; ç.n.) Güney Afrika’ya sevdalıydı. 27 yıl sonra cezaevinin dışına adımını attığında havada salladığı yumruğunun gücünü ve sevgili yurdumuzun özgürlüğü için görüşmeler sırasındaki uzlaşmazlığını anımsıyoruz. Hep var olan gülümsemesini, neşeli Madiba jive dansını, çocuklarına sevgisini ve ülkesinin kadınlarına yönelik büyük saygısını anıyoruz.

Afrika’yı, Güney Afrika’yı sevdiği kadar seven büyük Afrika Baobabı devrildi. Gövdesi ve tohumları, önümüzdeki on yıllarca dünyayı besleyecek.

Isithwalandwe – Seaparankwe, Nelson Mandela, sömürgeci ve ırkçı baskının ve sömürünün ağırlığıyla bilinen eski Transkei ‘bantustan’ının** Qunu köyünde doğdu. 1942 yılında Afrika Ulusal Kongresi’ne katıldı. ANC içinde yer alan bilge öğretmeni Walter Sisulu’ya olan inancıyla ikna oldu. Mandela şöyle der:

“Bazen insan, bir örgütü ona bağlı olan insanlarla değerlendirir ve şunu biliyordum ki, Walter’ın üyesi olduğu bir örgüte bağlı olmakla gurur duyacaktım.”

ANC’ye sevdalıydı. Bu nedenle, öldükten sonra “cennetteki en yakın ANC örgütlülüğüne katılacağı”nı sıklıkla söylerdi.

Afrika Ulusal Kongresi’ndeki mücadele yaşamı boyunca, çeşitli önderlik pozisyonlarını üstlendi ve bunlara atandı. Şerefle hizmet etti. ANC kolektif önderliğinin bir parçasıydı ve önce yoldaşlarıyla düşünüp taşınmadan karar almadı. Oysa, yapılacak doğru şeyin ilkesiyle mücadele edecekti.

Madiba aynı zamanda, merkez komitesinde hizmet verdiği Güney Afrika Komünist Partisi’nin üyesiydi.

Tercihi, kendinin ve halkının tarihinin sadece ürünü değil, yapıcısı da olmaktı.

Cezaevinden çıktıktan kısa süre sonra ANC Başkanlığı –nihayetinde ülkenin başkanlığı- gömleğini giydi ve demokratik bir Güney Afrika’nın ilk devlet başkanı oldu. ANC ve özgür Güney Afrika için yorulmaksızın çalıştı. Irkçılık ve bağnazlıktan nefret etti; ırkçılığın, cinsiyetçiliğin olmadığı, herkesin eşit olduğu demokratik bir toplum arayışında oldu. Bir zamanlar cezaevinde söylediği gibi;

“Bizimkisi düşük ölçekte bir eşitlik talebi değil
Bizimki, bir üst mertebede eşitlik kazanma kavgası.”

Asasını, sevgili hareketi ANC’nin yeni nesline, eşit ve adil bir toplum meydana getirme tasavvurunun peşini bırakmamaları için verdi. ANC; onunla ve yaşayan ya da göçmüş onun nesliyle çıktığı bu yolda devam ediyor. Gerçekten de, Nelson Mandela gibi erkekler ve kadınlar;

“…göçtüklerinde, yeni ve daha iyi bir yaşam vizyonu ve bunu kazanacak ve inşa edecek araçlar bırakırlar.”

Yaşamı, bize, açlığı ve yoksulluğu sona erdirme yolunda gelişme ve mesafe alma için ileri gitme cesaretini verdi. O yaşarken ve şimdi söylediğimiz gibi;

“Sana, Madiba’ya, yolumuza rehberlik eden en yakın ve parlak yıldız olarak sahibiz. Yolumuzu kaybetmeyeceğiz.”

Mandela’nın bütün ailesine, içten taziyelerimizi sunuyoruz. Sizin olduğu kadar bizimdi; muhtemelen ANC ailesine adanmışlığı sizden babanızı çaldı. Şu dakikadan itibaren, her zaman olduğu gibi bu yolculuğun sonuna dek sizinle yürüyeceğiz.

ANC’deki ve yerkürenin her yerindeki dostlarına sesleniyoruz; içiniz rahat olsun.

Güney Afrika halkına sesleniyoruz; yüreğinizde elem olmasın. Her birinizde ve evlerinizde yaşıyor, çünkü kendini hepimize verdi.

Şu andan itibaren bize verdiği armağanı analım.

Anısını, önderliğinde olduğu gibi ağırbaşlı şekilde onurlandıralım.

Son yolculuğuna uğurlanana dek, onuruna örgütlenen tüm etkinliklere disiplinli ve saygılı bir şekilde katılalım.

Huzur içinde uyu Yoldaş Başkan,
Isithwalandwe-Seaparankwe,
Nelson Rolihlahla Mandela.

Amandla ngawethu***
Matla ke a rona****
Bütün iktidar halka!

Afrika Ulusal Kongresi Genel Sekreterliği




*Isithwalandwe:
Afrika Ulusal Kongresi tarafından, ulusal kurtuluş mücadelesine katkı koyanlara verilen en büyük nişandır.
**Bantustan: Güney Afrika’da 1994 öncesinde siyahların nüfusuna kayıtlı olduğu, birlikte yaşadığı ve böylece Güney Afrika’da seçme-seçilme gibi haklardan yoksun bırakıldıkları, yirmi kabileden oluşan bölgeye verilen isim.
***Amandla ngawethu: Zulu dilinde, “Bütün iktidar halka”.
****Matla ke a rona: Setswana dilinde, “Zafer kesindir”.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü / Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

ABD'li sosyolog Immanuel Wallerstein, ABD'nin olası Suriye saldırısı ve saldırının muhtemel aktörlerinin beklenti ve çekincelerine dair bir makale kaleme aldı:


En azından son bir ay için dünya, Amerika’nın Beşir El-Esad’ın Suriye rejimine karşı bir şekilde ceza niteliği taşıyan bir hava saldırısına ne zaman ve nasıl girişeceğinden başka bir şey tartışmıyor. Bu tartışmaya dair üç şey öne çıkıyor: (1) Bu, muhtemelen ve özellikle Rusya’nın, Suriye’nin kimyasal silahlarının bazı uluslararası aracılara teslim edilmesini öngören son teklifini de kapsayan her yönüyle sonsuz sürprizlerle dolu bir mesele. (2) Amerikan askeri müdahalesine karşı dünya çapında muhalefet derecesi oldukça yüksek. (3) Gerçek endişe ve niyetlerini yansıtmayacakmış gibi görünen hemen hemen tüm aktörler basın açıklamaları düzenlemekte.

Suriye Dışişleri Bakanı’nın da onayladığı, sözde beklenmedik Rusya teklifiyle başlayalım. Bu gerçekten askeri bir müdahaleye karşı Amerikan halkının desteğini alması adına, önceki gün Başkan Obama’nın savunması için planlanan ve Ruslar tarafından akıllıca sahiplenilen, Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry’nin seviyesiz ve ciddiyetsiz sözlerinin bir sonucu mu? Öyle değil gibi. Görünüşte, Kerry ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov böylesi bir olasılığı bir yılı aşkın bir süredir sessizce tartışıyorlar.

Bir Amerikan saldırısına karşı dünya çapında ve Amerika’nın kendi içindeki muhalefet, iki yönden dikkat çekici. 1945’ten beri özellikle Kongre’de, şimdiye dek hep rutin bir şekilde desteklenen, böylesine bir operasyon tezkeresine karşı bu seviyede bir iç muhalefet olmadı.

Dahası, muhalefet, onu bu denli güçlü kılacak şekilde birçok nedenden ötürü çok farklı yönlerden geliyor. Başkan Obama muhalefeti zayıflatmak adına, ‘sınırlı’ bir operasyon yapma sözü verdi. Bu ise, Amerika’da, Orta Doğu’da ya da bir başka yerde ‘sınırlı’ bir operasyonun savunulamaz, mutlak surette etkisiz ve açık bir biçimde kabul edilemez olduğunu çünkü bunun sınırlı bir operasyon olacağını söyleyen insanların da eklenmesiyle muhalefeti artırdı.

Öyleyse, Obama beceriksiz ya da aldatıcı mıydı yoksa yalnızca, dünya üzerinde Amerika’nın gücünün bu göreceli düşüşünden dolayı köşeye mi sıkışmıştı? Muhtemelen üçü de. Meclise ilettiği mesajlarda ve kurmaylarının açıklamalarında, eylemlerinin ardındaki motive edici güç açıkça görülebiliyor. Obama’nın yardımcı ulusal güvenlik danışmanı Benjamin J. Rhodes bunu netleştirdi: “Amerika onlarca yıldır küresel güvenlik mimarisinin ve uluslararası norm dayatmasının alttan desteklenmesinde önemli bir rol oynadı. Ve herhangi bir şekilde bu işin dışına çıktığımıza dair bir mesaj yollamak istemiyoruz.”

Bu, başlı başına bir sorundur. Artık, Amerika’nın kararlarını uygulayacak gücü yok. Ancak Obama gerçeği kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, Amerikan kamuoyunun çoğu onun ilerisinde. Ve bu birçok muhalif tarafından açıkça vurgulanan bir gerçektir. Yalnızca ikisinden bahsedelim: Cizvit (bir Hıristiyan tarikatıdır; ç.n.) tarikatının lideri Peder Adolfo Nicolas ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin. Peder Nicolas, “Ben bir Amerikan müdahalesinin, gücün kötüye kullanılması olduğunu düşünüyorum. Amerika, dünya mahallesinin büyük çocuğu gibi hareket etmekten ve tepki vermekten vazgeçmelidir” dedi. Putin de New York Times’ın serbest kürsü sayfasında, Obama’nın Amerikan ayrıksıcılığı hakkındaki açıklamalarıyla aynı fikirde olmadığını belirtti. “Halkın kendini üstün olarak görmesini teşvik etmek son derece tehlikelidir.” Joseph Stalin’in Amerika hakkında böyle bir beyanatta bulunduğunu ve New York Times’ın bunu yayımladığını bir hayal edin. Dünya artık çok değişti.

Son olarak bu, herhangi bir aktörün basın açıklamasını, neden olduğu gibi kabul etmemeniz gerektiğini açıklar. Örneğin, silahlar isyancılara tedarik ediliyor. CIA’in, Suudi Arabistan’ın, Katar’ın birtakım silahlar gönderdiğine dair şüphem yok. Ama ne kadar? Bu üç ülke de, gönderdikleri bu silahların en sonunda gerçek düşmanlarını güçlendirme ihtimalinden korkuyorlar. Bölgedeki hemen hemen hiç kimse için Esad problem değil. Onlar için El-Kaide’den daha iyi. Bu, özellikle veya hatta İsrail için bile geçerli. Ama hepsinin, içinde Suriye’nin bulunmadığı birtakım endişeleri var. İsrail, Amerika’nın İran’a müdahale başlangıcı olarak askeri operasyon sözü vermesini istiyor. Suudi Arabistan, Suriye’ye yapılacak makul bir askeri müdahaleyle Arap dünyasındaki liderliğini kanıtlamak istiyor. Katar, Suudi Arabistan’ın da müdahil olmasını isterken, Mısır ordusu ise elbette Esad’ı herkese tercih ediyor.

O zaman nereye yöneliyoruz? Suriye iç savaşı uzun bir süre daha devam edecek. Bu, çeşitli silahlı güçlerin kontrolündeki birçok derebeylikle sonuçlanabilir. Orada yaklaşık iki bin yıldır var olan Hıristiyan cemaati adeta ortadan kaybolabilir. Daha geniş çaplı bir savaş isteyen şahinler her yerde bunu zorlamaya devam edecektir. Bu genişletme ihtimali küçük ama sıfırdan büyük bir ihtimal. Suriye’de haksız bir Amerikan müdahalesine karşı muhalefet büyük bir enerjiyle muhafaza edilmelidir.


http://www.agenceglobal.com/index.php?show=article&Tid=3080 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Doruk Köse / Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Taksim Meydanı’ndan öğrenmek

21 Haziran 2013 Cuma

İngiliz Marksist arkeolog ve tarihçi Neil Faulkner, Taksim Meydanı'nda başlayıp tüm Türkiye'ye yayılan protestoları counterfire.org için değerlendirdi:

İstanbul Taksim Meydanı şu andan itibaren küresel direnişin sembolü olan Atina’nın Sintagma, Kahire’nin Tahrir, Madrid’in Puerta del Sol meydanlarının arasına katıldı. On binlerce protestocu, iki hafta boyunca meydanın hâkimiyeti için çevik kuvvet ile çarpıştı.

Protestocular geçici olarak geri püskürtülürken ve meydanın dışındaki binalara ve barikatların ardına sığınmaya zorlanırken çarpışma, defalarca çevre sokaklara sıçradı. Bu merkezi kamusal alanın hâkimiyeti mücadelesini yenileyerek tekrar tekrar meydana akın ettiler. Yakındaki varoşlarda, sayısız apartman balkonundan çalışan tencere ve tavaların çınlaması yankılandı –aşağıda sokakta mücadele edenlerle dayanışmanın sesleri-.

Yeni bir kitle hareketinin demokrasisi, kendisine kafa tutulmayan on yıllık iktidar süresinde küstahça büyüyen rejimin otoriterliğine itiraz ediyor. Genç protestoculardan oluşan kalabalık, çeşitlilik arz ediyor –sosyalistler, komünistler, anarşistler ve Kemalistler; sendikacılar, öğrenciler ve çevreciler; Kürtler, Aleviler, Sünniler ve Hıristiyanlar; feministler, LGBT aktivistleri, insan hakları mücadelesi verenler ve başka birçok kesimler. Ve kitlesel düzeydeki çevik kuvvetle sokakların hâkimiyeti için mücadele ederken coplarla, tazyikli suyla, biber gazıyla ve ses bombalarıyla yüz yüze geldiler.

Kitlesel mücadelenin yeni bir modeli


Taksim, aşağıdan bir kitlesel mücadele şeklindeki yeni modele uyuyor: otoriter neoliberal devlet ile radikal öncülerden oluşan genç sokak protestocuları arasında süreklilik arz eden bir kamusal alan mücadelesi. Parlamenter demokrasinin içinin boşaltılması, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin zayıflatılması ile tekel iktidarının ileri götürülmesi ve neoliberal seçkinler birleştiğinde iktidardaki yönetimlerden geniş çaplı kopuşu ortaya çıkarmakta. Öte yandan sosyal medya, esnek ağların yaratılmasını ve atomize edilmiş bireylerin hızla harekete geçmesini kolaylaştırdı. Böyle olunca, karşıt kültürün birbirine benzemeyen radikalleri bir araya geldiklerinde bir kitle hareketi olduklarını keşfettiler.

Ulusal farklılıklar vardı, fakat bu geniş model su yüzüne çıkmıştı. Bu, başlıca mücadelelerde olduğu gibi, daha küçük olan yüzlercesinde ve binlerce yerel protestoda da bunun tekrarlandığı görülebilir.

Kasım-Aralık 2010’daki İngiltere öğrenci ayaklanması, üniversite harçlarının arttırılmayacağına dair verilen ve tutulmayan söz ile tetiklenmişti. Bu ayaklanma daha sonra, öğrencilerin, demokrasinin alaşağı edildiği parlamento binası dışındaki bir kamusal alanı işgal etmeye çalışmalarıyla, Parlamento Meydanı’ndaki meydan muharebesi ile son buldu.

Bir yıl sonra, Ocuupy London hareketi, neoliberal şehir içinde yeniden bir demokratik alan yaratıp bu kez devasa bir kumarhane ve bankacılar mafyası tarafından yönetilen küresel süper zenginler için bir vergi cenneti olan Londra şehri otoritesine meydan okuyarak St. Paul Katedrali dışındaki bir alanda kamp oluşturdu.

Erdoğan: İslami karakterli bir neoliberalizm

Hiç kimse, Gezi Parkı’ndaki derme çatma protesto kampına şiddetli bir polis saldırısının, Türkiye genelinde böylesi bir öfke dalgası ve direnişi patlatacağını tahmin edemezdi. Polis hâkimiyeti uzun zamandan beri itiraz kabul etmezdi. Protestoculara yönelik şiddet rutin hale gelmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üç seçim zaferi ve on yıllık iktidarının ardından ciddi bir meydan okumadan uzak görünüyordu. Neoliberal İstanbul’da, protestoya sıfır tolerans kural haline gelmişti.

Ancak kültürel muhafazakârlık ve tekel egemenliği şeklindeki Erdoğan karışımı, pırıltının altındaki zehir olmuştu. Erdoğan, bacaklarını iki ayrı dünya üzerine koyarak ayırıyor. Bunlardan biri, yaşamların yoksullukla kavrulduğu ve zihinlerin köy imamlarınca uyuşturulduğu Anadolu’nun uzak kesimlerindeki tipik geri kalmış köyünde ya da muhtemelen kente göçenlerin, metropol kapitalizminin püsküllerine tutunmak için mücadele ettiği, insanların doluştuğu kent varoşunda.

Sefalete dair istatistikler korkunç. Türkiye, 34 gelişmiş OECD ülkesi içerisinde, sosyal adaletsizliğin en yüksek olduğu ikinci (Meksika’nın ardından) ülke. Her 6 Türk’ten biri yoksulluk sınırının altında ve bu oran tarımda çalışan nüfus arasında yüzde 40’a yükseliyor. Türkiye’de 300 bin civarında çocuk işçi olduğu tahmin edilirken, her üç kadından birinin iş sahibi olması (OECD ortalamasının yarısı) ayrımcılığa işaret ediyor.

Erdoğan’ın diğer dünyası, Türk burjuvazisinin dünyası –milyon dolarlık köşklerin, Boğaz’da salınan yatların ve çok katlı yeraltı otoparkı, 1000 dolarlık çantalardan 10 bin dolarlık saatlere, 100 bin dolarlık spor arabalara kadar her şeyin satıldığı 300 seçkin dükkanıyla bir yaratıcı kapitalizm mabedi olan İstinye Park’ın dünyası.

Erdoğan’ın otoriter neoliberalizminin temsili, yere göğe sığdırılamayan mega inşaat projelerinin başarısıdır. İstanbul’un elde kalan sayılı yeşil alanlarından olan Gezi Parkı için tasarlanan yeni alışveriş merkezi, bunlardan sadece sonuncusu. “Toplumsal arındırma” kuşaklarının yeniden inşa edilmesi ve İstanbul’un merkezi bölgelerinin soylulaştırılması gerekmektedir. Şehir, neoliberal sermaye ve yeni zenginlerce sömürgeleştirilirken, yoksullar sürülmüş ve emekçiler, gençler yükselen kiralarla sıkıştırılmıştır.

Hoşnutsuzluklar kenti

Erdoğan’ın AKP yönetimi, İslami bayrağı dalgalandırarak ve kürtajın, evlilik dışı ilişkinin ve alkolün yasaklanması gibi simgesel muhafazakâr politikaları destekleyerek Türkiye toplumunun en geri kesimleri arasında bir sandık dayanağı oluşturdu. Oysa bu, geriye kalan küresel politik seçkinlerce desteklenenlerden asli olarak ayırt edilemez olan sert neoliberal programın etrafına sarılmış ince bir yeşil zardan ibaret.

Ekonomide devlet denetimini kaldırarak, yabancı sermayeyi davet ederek, IMF borçlarını güvence altına alarak, Erdoğan, iktidardaki on yılının büyük kısmında yıllık ortalama yüzde 7’lik büyümeyle Türkiye kapitalizmini üreten ve ihraç eden bir etkin güce dönüştürdü. Bu zenginliğin çok küçük kısmı, sıradan vatandaşa yarar sağladı. Askeri yönetim dönemi kanunlarıyla boyunduruk altına alınan sendikalarla, istihdamda rutin ayrımcılığın öznesi olan kadınlarla, sürekli yüksek olan işsizlik oranı ve artan kiralarla ömrü çürütülen gençlerle yıllardır hoşnutsuzluk inşa edilmekte.

Erdoğan’ın dış politikadaki tutumu, neoliberalizminin bir uzantısı. Filistinlilere verdiği retorik desteğe karşın, esas meselesi, bütünleşik kemer sıkma ve özelleştirmeleriyle ve Suriye krizinde Batı emperyalizmiyle aynı hizada durarak Türkiye’nin AB üyeliği için iknaya çalışmasıdır.

Protestocular arasında –başka Türkiyeli Müslümanlarla birlikte- eski AKP seçmenlerinin olması pek de şaşırılacak bir şey değil.

Her şeye karşın, sokaktaki radikaller, hesaplama 50 ya da daha fazla başlıca şehir göz önünde bulundurularak yapılsa da Türkiye’deki 76 milyon insanın epey küçük bir azınlığı. Ancak Türkiye toplumunun derinlerindeki geniş çaplı hoşnutsuzluğu ifade ettiler. Milyonlarca emekçi arasında direnişin mümkün olduğu duygusunu yeniden uyandırıyorlar. Ve AKP rejimini –payanda, kibirli ve savaşçı- krize sürüklemiş durumdalar.

Rejimin inatçılığı ve polis şiddeti şu anki dalgayı yenilgiye uğratabilir. Ama sonuç ne olursa olsun, Türkiye toplumunu küçük düşüren çelişkileri ortadan kaldırmayacak ve vücut bulan kitlesel direniş hareketini yok etmeyecek. Türkiye, Taksim öncesi normalliğe dönmeyecek. Yeni bir protesto çağı başlıyor.

Yeni hareket

Her kitlesel halk hareketi, gelişecekse üç temel görevle karşı karşıya kalır. Bunlar üç kelimeyle özetlenebilir: birlik, demokrasi ve açıklık. Birliğe, olabilecek azami toplumsal güçler mücadeleye birlikte katıldığında erişilir. Demokrasi, aktif kitlelerin iradelerine doğrudan ifade imkânı verebilecek halk örgütlülüğü biçimlerinin yaratılmasını gerektirir. Ve hem amaç, hem de yön açıklığı, hareketi yönlendirmek, desteği en üst noktaya eriştirmek ve bunu radikal değişime doğru sürüklemek için gereklidir.

Sol görüşlü ekonomist ve gazeteci Paul Mason, Taksim Meydanı hareketini 1871 Paris Komünü ile karşılaştırmaktadır. Komün, 50 gün sonunda yenildi. Nedeni kısmen tutkunun sınırlılığıydı. Kadınlara haklarını tanımayı başaramadı ve devrimi şehirlerin ötesine yayma konusunda ciddi bir girişimi olmadı. Gerici Versailles hükümeti, devrimci Paris’i ezmek için köylü askerlerden oluşan bir orduyu kullanabilmişti.

Mısır Devrimi’nin mevcut durumu da başka bir tarihsel ders sunuyor. Orada devrimci öncü, yani Tahrir Meydanı’nın kentli kitle hareketi İslamcı liberallere köylerden verilen oy dağlarının altında dümdüz oldu. Devrim durduruldu.

Zafer elde etmek için, kitlesel halk hareketi hareketsiz durmamalı. Elini uzatmalı, tabanını genişletmeli ve mücadeleye yeni güçler dâhil etmeli. Bunu yapmak için de şehirdeki demokrasi için mücadeleyi işçi, köylü ve yoksul kitlelerin sosyal reform mücadeleleri ile birleştirmeli.

Tarihteki en güzel örnek olarak 1917 Rusya’sının Bolşevik Partisi önümüzde duruyor. Partinin “Barış, Ekmek ve Toprak” sloganı devrimci hareketin amaçlarını belirginleştirmişti ve olabilecek en geniş kitleleri devrimci öncünün önderliği ardında birleştirmişti. “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı işçi, asker ve köylü konseylerini, harika bir doğrudan demokrasi ağını, eski devlet aygıtına alternatif olacak şekilde yüceltmişti. Ekim Devrimi, bu iki sloganın pratikte gerçekleştirilmesiydi.

Yeni bir dünya kurma mücadelesinde henüz daha iyi bir formül –birlik, demokrasi, açıklık- oluşturulmuş değil.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/analysis/16514-learning-from-taksim-square adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Almanya’da yayımlanan Der Spiegel dergisinin elektronik versiyonu olan Spiegel Online ile bir söyleşi gerçekleştiren David Harvey, günümüz sınıf mücadelelerinin giderek artan bir biçimde kentlerde vücut bulduğunu ifade ederken, kentleşmenin önümüzdeki dönemde gerçekleşecek toplumsal çatışmalarda nasıl bir rol oynayacağı üzerinde duruyor:


Spiegel Online: Bir Marksist, bugünlerde işçi sınıfı yerine neden büyük kentlerle ilgilenmeli?

David Harvey:
Geleneksel Marksistler kuşkusuz ki endüstriyel işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak görürler. Buna karşın, bunun Batılı deendüstrializasyonun sonucunda unutulmasından dolayı, insanlar kentsel çatışmaların muhtemelen belirleyici olacağını kavradılar.

Spiegel Online: Borç krizi sırasında Yunanistan’da maaşlar düştü ve sosyal yardımlar tırpanlandı. Tüm bunlar olurken, genel grevler değişiklikleri iptal ettirecek yeterlilikte baskı yaratamadı. Bu, sizin, geleneksel proletaryanın artık devleti felce uğratamayacağı şeklindeki teorinizi destekleyen bir kanıt olarak görülebilir mi?

David Harvey:
Evet. Günümüz işçi sınıfı, mücadelenin, kentin kendisini merkez aldığı sınıfların daha geniş bir biçimleniminin bir parçası. Ben, geleneksel sınıf mücadelesi kavramını, kent yaşamını üreten ve yeniden üretenlerin tamamının mücadelesi ile değiştiriyorum. Sendikalar kentin gündelik yaşam biçimini –gelecekteki toplumsal çatışmaların bir kilit noktası olarak- göz önüne almalılar. Örneğin ABD’de bu AFL-CIO’yu (AFL-CIO: ABD’de 56 sendikanın çatı örgütü olan “Amerika Emek Federasyonu-Endüstriyel Örgütler Meclisi”; ç.n.) ev hizmetlileri ve göçmenlerle işbirliği yapmaya teşvik etti.

Spiegel Online: Son kitabınız Asi Şehirler’deki temel tezlerden biri, kentsel gelişimin sermaye fazlası sorununu çözdüğü yönünde. Birileri kredi ile yollar inşa ediyor ve mülkiyeti genişletiyor–böylece ekonomik durgunluktan kaçmaya çalışıyor-

David Harvey:
San Francisco’daki ABD Merkez Bankası (ABD Merkez Bankası, ülkenin 12 ayrı bölgesinde bulunmaktadır; ç.n.) durumu bu şekilde açıklayan yakın tarihli bir raporunda, ABD’nin, tarih boyunca ekonomik durgunlukları her zaman konut inşa ederek ve bunları eşyalarla doldurarak aştığını belirtiyor. Kentleşme, krizi çözebilir –ama bu, her şeyden çok krizden sıyrılmanın bir yöntemidir.

Spiegel Online:
Bu stratejinin güncel örnekleri var mı?

David Harvey:
Ekonomi bugünlerde nerelerde en hızlı büyüyor? Çin ve Türkiye’de. İstanbul'da ne görürüz? Her yerde vinçler. Ve 2008 yılında kriz patladığında Çin altı ay içinde, ABD tarafından ithal edilen tüketim ürünlerindeki fiyat kırımlarından dolayı 30 milyon kişilik istihdam yitirdi. Ancak sonrasında Çin hükümeti 27 milyon kişilik istihdam yarattı. Nasıl? Çinliler, muazzam dış ticaret fazlalarını, devasa kentsel gelişim ve altyapı programını oluşturmaya kullandılar.

Spiegel Online:
Böylesi bir acil kriz stratejisi, Çin’inki gibi otoriter bir yönetime sahip olmakla desteklenmiyor mu?

David Harvey: Yalnızca, Obama’nın Goldman Sachs’a (ABD merkezli çokuluslu yatırım bankası; ç.n.), müteahhitlere para verme talimatı verdiğini farz edin –iyi şanslar! Ama bir Çin bankası Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden bir talimat aldığında, istendiği kadar çok borç verir. Çin hükümeti, bankaları imar projelerine büyük miktarlarda para tedarik etmeye zorladı.

Spiegel Online:
Bu türden bir kentleşme muhakkak kötü bir şey mi?

David Harvey: Kentleşme, sermaye fazlasının üst sınıf için şehirler inşa etmesi doğrultusunda akıtmak için bir kanal. Bu, şehirlerin yaklaşık olarak ne olduğunun yanı sıra kimin orada yaşayabileceğini ve kimin yaşayamayacağını yakın zamanda tanımlamış etkili bir süreç. Ve şehirlerdeki yaşam kalitesini insanlar yerine sermayenin şartlarına bağlı olarak belirliyor.

Spiegel Online:
Bununla birlikte İstanbul’da devletin konut edindirme kurumu olan TOKİ yoksullar için birtakım konutlar inşa ediyor. Bu sizin tezinizle çelişiyor mu?

David Harvey: Hayır, çünkü “Gecekondu” denilen evlerin sakinleri, kestirme yoldan şehir merkezinden 30 kilometre uzaklıktaki gelişmekte olan alanlara nakledilmiş durumda. Devasa bir uzaklaştırma.

Spiegel Online: ABD’deki yüksek faizli konut kredisi krizi (ABD'de, kredi notu düşük olan yoksullara, daha yüksek faiz oranından kredi verilmektedir; ç.n.) tamamen alt sınıfları ev sahipliği kapsamına alma girişiminden baş gösterdi. En yoksullar bile kredi alabilsinler diye tedbirsiz finansal ürünler yaratıldı.

David Harvey: Kredi ver! Bu slogan, neoliberal gündeme kabul ettirildi. Ancak bu yeni bir şey değil. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki McCarthy döneminde hâkim sınıflar, konut sahipliğinin, toplumsal kargaşayı önlemede önemli bir rol oynadığını fark etmişlerdi. Diğer taraftan, sol faaliyetlere Amerikan karşıtı olduğu iddiasıyla savaş açılmıştı. Öte yandan inşaat sektörü finansal reformlar ve ipoteğe ilişkin reformlar ile desteklendi. 1940’larda ABD’de oturduğu mülk kendisinin olanların oranı hâlâ yüzde 40’ların altındaydı. 1960’larda hâlihazırda yüzde 65’ti. Ve 2000’lerdekison gayrimenkul patlaması süresince yüzde 70’e yükseldi. 1930’ların sonundaki ipotek reformuna ilişkin tartışmalarda anahtar cümle şuydu: “Borçlu konut sahipleri greve gitmez.”

Spiegel Online: Düşünürler Michael Hardt ve Tony Negri, (Türkçeye çevrildiği ismi ile; ç.n.) “Ortak Zenginlik” isimli kitaplarında, kentin, kamu yararının üretildiği bir fabrika olduğunu iddia ederler. Aynı fikirde misiniz?

David Harvey:
“Kent müşterekleri”nin tanımı etrafında hayli dönüyor. New York ve Londra’daki işgal hareketlerinin özelleştirilmiş parkları teslim aldıklarında ispat ettikleri üzere, merkezi meydanların kamuya ait olduğu gerçeği, kent hakkı bakımından önemli. Bu bağlamda, Paris Komünü’nün sunduğu tarihsel örneği beğeniyorum: Kenar mahallelerde yaşayan insanlar, dışına atıldıkları şehri geri kazanmak üzere kent merkezine dönmüştü.

Spiegel Online:
İşgal hareketi, kent hakkını ısrarla istemeli mi? Ev ev, park park?

David Harvey: Hayır, bunun için siyasi güce ihtiyacınız var. Ancak şu günlerde sol, kent politikalarını gerektiren geniş çaplı projelerden ne yazık ki uzak duruyor. Bana göre gönüllü olarak iktidarı teslim ediyor.

Spiegel Online: Siz bir Marksist ve toplumsal teorisyensiniz. Son kitabınızda, sermayenin yerel çelişkilerden ekstra kâr sağlaması anlamında “rant sanatı”ndan bahsediyorsunuz. Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

David Harvey: Basitçe söylemek gerekirse, bir tekelci çok rağbet gören malı için değerinden yüksek bedel isteyebilir. Bugünlerde kentler, kendilerini kültürel anlamda eşsiz ilan ederek yüksek bedeller istemeye çalışıyorlar. 1997 yılında Bilbao’da Guggenheim Müzesi’nin inşa edilmesinden sonra dünyanın her yanından kentler bu örneği takip ettiler ve simge projeler geliştirmeye başladılar. Amaç şunu söyleyebilmek: “Bu kent eşsiz ve burada bulunmak için özel bir fiyat ödemenizin gerekmesinin nedeni bu.”

Spiegel Online:
Ama tüm şehirlerin bir Guggenheim Müzesi ya da şu anda Hamburg’da inşası süren filarmonik binası (Muhabir burada, Hafen City Filarmonik Binası inşaatından bahsediyor; ç.n.) gibi yapıları olursa, amiral gemisi projelere ulaştıklarında başarısız olmalarına sebep olacak bir çeşit enflasyonist etki olmayacak mı?

David Harvey:
Balon İspanya’da şimdiden patladı ve birçok dev proje yarısı tamamlanmış halde duruyor. Aklıma gelmişken; Olimpiyat Oyunları, futbol Dünya Kupası ve müzik festivalleri gibi önde gelen birçok etkinlik de aynı amaca hizmet ediyor. Şehirler pazarda kendilerine birincil bir konum sağlamaya çalışıyorlar. Fevkalade güzel bir mahsulün nadir bulunan şarabı gibi.

http://www.spiegel.de/international/world/marxist-and-geographer-david-harvey-on-urban-development-and-power-a-900976.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Erkan Çınar / Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Venezuela’da Hugo Chavez’in ölümünün ardından yerine aday gösterdiği Nicolas Maduro devlet başkanı seçilirken, önümüzdeki dönemde ABD politikalarının hangi yönde seyredeceği az çok tahmin edilebiliyor. Democracy and Class Struggle web sitesi, Maduro’nun seçiminin ardından neler olabileceği konusunda bir ipucu olması açısından, Wikileaks tarafından sızdırılan ve ABD Büyükelçiliği’nin Venezuela’da geçmişte ne tür faaliyetlerde bulunduğunu ifşa eden belgelere ilişkin bir metin yayımladı:



“Demokrasi ve Sınıf Mücadelesi” aşağıdaki bu raporu, Amerikan Büyükelçiliği’nin Anti Chavez Grupları, halka Venezuela siyaseti üzerinde geçmişte ve günümüzdeki Amerikan müdahalelerini hatırlatmaları için finanse etme talebine dayanarak yayınlamaktadır. Bu hikaye, fark edilebilir biçimde batı medyasında bulunmaz.


En son Wikileaks bültenlerinde, Venezuela’daki muhalefet gruplarını finanse etmek için Karakas’taki ABD Büyükelçiliği’nden Dışişleri Bakanlığı, CIA, Ulusal Güvelik Konseyi ve diğer Amerikan kuruluşlarına gönderilen ek fon taleplerine işaret eden telgraflar mevcut. Telgraflar, Venezuela’daki Güney Amerika Hükümeti’ni istikrarsızlaştırmak ve devirmek adına aktif bir biçimde çalışan Anti-Chavez Grupları ve siyasi partileri desteklemek adına süregelen Amerikan fonlarını kanıtlayan ve Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası (FOIA) sayesinde elde edilen dokümanları doğrulamakta.

Büyükelçi John Caulfield tarafından yazılan Mart 2009 tarihli bir belge, Karakas’taki Amerikan Büyükelçiliği aracılığıyla sağlanan 10 milyon dolarlık bir fonun, hükümet ve yerel yönetimlerdeki muhaliflerin yanı sıra çok sayıda sivil toplum örgütü, gençlik grupları ve siyasi kampanyaların Chavez hükümetine karşı mücadelesine ayrıldığını ortaya koyuyor. Gizli telgrafta Caulfield garip bir biçimde, (hali hazırda onaylanmış 7 milyon dolara ek olarak) Venezuela’nın ‘siyasi haritasındaki’ değişimden kaynaklı ek 3 milyon dolar talebinde bulunuyor. ‘Kasım 2008 seçimleri ve Şubat 2009 referandumunun Venezuela için yeni bir siyasi harita yarattığı düşünülürse, sivil toplumu güçlendirme programlarını sürdürme ve 2010 seçimlerindeki bir sonraki raunda hazırlanmanın yanı sıra, yeni seçilen hükümet ve yerel yönetimleri aşma çabalarını arttırmak için ilave bir 3 milyon dolar talebi var.’

Caulfield fon talebini gerekçelendirmek adına açık siyasi niyetini belli ederek ekliyor; “gayretimizi artırmamız, Chavez hükümetinin artan otoritarizmiyle mücadele için gereklidir”. Amerikalı diplomat, muhalefet partilerinin 23 eyaletten 6’sını ve düzinelerce belediye seçimini kazandıkları 2008’deki bölgesel seçimlere işaret ediyordu.

Anlaşılan, Büyükelçilik çabalarını güçlendirmek için bu bölgelere acil yardım sağlamaya hevesliydi.

Yasadışı müdahale

Elçilikler, konsolosluklar ve diplomatların, Viyana Konvansiyonu’nun Diplomasi ve Konsolosluk İşleri Bölümü altında, ev sahibi ülkenin iç işlerine ve siyasetine müdahalesi yasaktır. Siyasi gruplar ve kampanyaların yabancı hükümetlerden fon sağlaması Amerika’da olduğu gibi, Venezuela’da da illegal ve yasaktır.

Yine de Cauldfield ‘…Chavez hükümetiyle mücadele için …çabamız gereklidir” diye yazarken niyetlerini hiç de gizlemiyordu. Cauldfield aynı zamanda, Amerikan hükümetinin sağladığı fonların, Venezuela’da birçok organizasyonun yaratılmasında kullanıldığı ve bu yardımları alan grupların Amerikan desteği olmadan var olamayacağını ya da hayatta kalamayacağını kabul ediyor.

‘Bizim devam eden desteklerimiz olmadan, …oluşmasını sağladığımız organizasyonların kapatılmaya zorlanması muhtemel. Finansmanımız, bu organizasyonlara ihtiyaç duydukları daha fazla yaşam ömrünü sağlayacaktır.’

Amerikan yardımlarını alan Venezuela gruplarının çoğu 2002’den sonra ortaya çıktı -Dışişleri Bakanlığı, Amerikan Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın siyasi bir şubesi niteliğindeki resmi olmayan Geçiş İnisiyatifi Ofisi’ni (OTI) kurduğunda-. Aynı yıl, özetle, Venezuela Devlet Başkanı’nı devirmek için askeri bir darbe gerçekleşti. Takip eden 48 saat içinde, kendisine sadık silahlı kuvvetler ve milyonlarca Venezuelalı tarafından kurtarıldı.

Darbeye müdahil olanların hepsi, Büyükelçilik ve Amerikan Meclisi tarafından finanse edilen Demokrasi İçin Ulusal Bağış (NED) isimli bir ajans aracılığıyla Amerika’dan maddi yardım ve destek alıyordu. Mütemadiyen finanse edilen ve stratejik olarak düzinelerce Venezuelalı siyasi parti ve sivil toplum örgütü aracılığıyla Amerikan vergi mükelleflerinin yıllık milyonlarca Amerikan dolarıyla desteklenen Geçiş İnisiyatifi Ofisi, 2011 başlarında, Venezuela’da illegal olaylara karıştığı ortaya çıkıp da deşifre olunca, apar topar kapatıldı.

Her şeye rağmen, Başkan Obama yine de 2012 bütçesinde, Venezuela’daki muhalif grupları desteklemek için 5 milyon dolarlık ek bir bütçe talebinde bulundu. Bu meblağın Venezuela’da sonraki sene yapılacak başkanlık ve bölgesel seçimlerin hazırlığını yapan diğer Amerikan ajanslarının desteğiyle artması bekleniyordu. Yerel muhalif yönetimlere ve ‘sivil toplum’ gruplarına Amerikan Büyükelçiliği tarafından servis edilen 10 milyon dolar, ‘demokratik gelişim (örneğin demokratik bir şekilde seçilmiş hükümet) yolundaki temel meseleler konusunda bir bekçi köpeği gibi çalışmaları için yerel sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi’ için ayrılmıştı. Beş milyon dolar ise, siyasi partilerin ve yerel yönetimlerin, yeni seçilmiş muhalif hükümetlere ‘Kasım 2008’ deki siyasi kampanyaları süresince halka vaat ettiklerini gerçekleştirdiklerini göstermeleri’ adına yardımda bulunmalarına yönelik.

Bu gerçekten Amerikan vergi mükelleflerinin ödediği paraların gitmesi gereken yer mi? Diğer bir 4 milyon dolar ‘…Venezuela gençlik hareketi adına sosyal yardım programlarını artırmaları ve genç liderler yetiştirmeleri için ilgili siyasi partilere’ gitti. Amerikan finansal desteğinin diğer bir belirli hedefi de, geçtiğimiz 3 yılda, birden ortaya çıkan ve medyada gereğinden fazla yer bulmuş ve yabancı ilgiyi çekmiş Anti Chavezci öğrenciler ve gençlik hareketi. Bu desteğin diğer bir milyon doları, 2010’daki yasamaya ilişkin kampanyalara zemin hazırlamak için kullanıldı. Öte yandan, 2010 boyunca, Venezuelalı muhaliflere hem Amerika hem de Avrupa’daki kuruluşlar tarafından ek 57 milyon dolar sağlandı.

Para ve müdahale

Eylül 2009’da Amerikan Büyükelçisi Patrick Duddy tarafından gönderilen diğer bir telgrafta Büyükelçi, kendisi ve küçük bir muhalefet partisi olan Podemos’tan üç temsilci arasında yapılan toplantıyı aktardı.

Toplantı boyunca, parlamenter ve Podemos lideri Ismael Garcia, Chavez’e karşı mücadele etmek için özellikle, daha fazla Amerikan hükümeti fonu ve müdahalesi talebinde bulundu. Geçmişte de defalarca yaptığı gibi, ABD’nin, Demokrasi İçin Ulusal Bağış (NED) ya da Amerikan Hükümeti kanalları aracılığıyla, Podemos’a yardım etmek için neler yapabileceğini sordu. Molina ve Garcia, Amerikan desteğinin, Podemos’un bir internet ya da kablolu tv temelli ağ kurmasında kullanılabileceği önerisinde bulundular.

Büyükelçi, Garcia’ya karşılık; Amerikan’ın Venezuela’da müdahalede bulunmadığını ancak “Artık başlama vaktinin geldiğini” vurguladı. Bu dokümanların kanıtladığı, Amerikan hükümetinin müdahalesi ve ikiyüzlülüğünün yanı sıra, Washington ve Venezuela muhalafeti arasındaki bağlılıktır.

Chavez yönetimini düşürmek için ABD’nin çabaları büyük ölçüde, ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Chavez’e karşı mücadele etmek adına muhalefetin kapasitesine bağlıdır. Şu an tamamen Amerikan hükümetinin desteğine bağlı bu gruplara yapılan multi milyon dolarlık yatırımların üzerinden geçen onca yıldan sonra, biraz yol katedildi.

Bu senaryo, Obama yönetiminin Venezuela’ya karşı takındığı yaptırım uygulama, kasten Chavez hükümetini terörizmle ilişkilendirmek ve ‘başarısız bir devlet’ imajı yaratmak gibi mevcut tavırlarını açıklayabilir.


http://democracyandclasstruggle.blogspot.com/2013/04/venezuela-victory-maduro-wins-election.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü / Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

İngiliz siyasetçi George Galloway, Hugo Chavez’in ölümünün ardından İngiltere’nin The Independent gazetesinde kaleme aldığı makalesinde, Chavez’in ölümünün Güney Amerika’nın yoksulları ve ezilenleri için büyük bir darbe olduğunu belirtiyor.

Hugo Chavez’in daha 58 yaşında yaşamını yitirmesi, bütün Latin Amerika’daki ve daha geniş bir dünyadaki yoksullar ve ezilenler için büyük bir darbe. Modern çağın en çok seçilen lideri olan Chavez, Venezuela’yı iradesinin gücüyle ve ötekileri, etnik azınlıkları, işçileri ve onu gerçek bir Spartaküs olarak gören ilerici entelijensiyanın kilit kısmını içine alan halk devrimiyle dönüştürdü.

Kölelerin değil, odunu kesenler ve petrolü çıkaranlar eskiden zengini daha zengin yaparken oligarşi tarafından hakir görülenlerin ordusunu topladı. Chavez’in devrimi döneminde, petrol zenginliği sürekli artan maaşlara ve bilhassa tutkulu toplum mühendisliğine pay edildi. Çok sayıda yeni üniversite kurarak dünyanın beşinci büyük öğrenci kitlesini oluşturdu. Venezuelalıların yüzde 90’ından fazlası, ülke tarihinde ilk kez günde üç öğün yemek yedi. Kitleler için nitelikli konut edindirmesi, tüm Venezuelalıların -artık yarım kalan- başkanlık dönemi sonunda saygın konutlarda yaşayacaklarına dair verdiği söz ile ilke haline geldi.

Chavez’in sevdası sadece Venezuela ile sınırlı değildi. Kıta genelinde demokratik ve sosyalist hareketleri destekleyerek Latin Amerikalıların birliğini geliştirdi. Güney Bankası, Güney Üniversitesi ve hatta bir Güney –Tele Sur- televizyonu kurdu. Ve dahası, yurtsuz Filistinli mültecilere vatandaşlık vererek uzaktaki Filistin davasını savundu. Ve 2006 yılında İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde İsrail büyükelçisini Karakas’tan kovdu –ve ilişkiler hâlâ kopuk. Kuzey Amerikan hegemonyasına karşı koydu ve dünyanın her yerindeki emperyal egemenlik kurbanlarının yanında oldu.

Onu sıcakkanlı bir koca oğlan olarak, bir doğal fenomen olarak tanıdım.

Eşim ve ben, geçen yılın sonlarında başkanlık kampanyasında çalışırken onunla hemen hemen iki hafta geçirdik. Onun bir başka büyük siyasi zaferinden çok kısa süre sonra ölümünün ne anlam geldiğini yazmak yürek parçalayıcı. O, halkı için yaşayan ve ölen biri, bir paraşütçü, bir tank komutanı ve bir başkan olarak hatırlanacak. Sonsuza dek kumandan. Yaşıyor!

http://www.independent.co.uk/voices/commentators/hugo-chavezs-death-is-a-body-blow-for-the-poor-and-oppressed-throughout-latin-america-8521834.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

“Ya Latin Amerika Dünyayı Yönetirse?” kitabının yazarı ve Londra Üniversitesi Öğretim Üyesi Oscar Guardiola-Rivera, Guardian gazetesinde Hugo Chavez’in ardından icraatlarını ve Latin Amerika siyasetine verdiği yönü değerlendiren bir makale kaleme aldı.
Yazdı, okudu ve çoğunlukla konuştu. Öldüğü açıklanan Hugo Chavez, kelama adanmıştı. Halka açık biçimde haftada ortalama 40 saat konuşurdu. Başkan olarak düzenli kabine toplantılarını desteklemezdi; çoğunu radyo ve televizyondan canlı yayınlanacak toplantılara dönüştürürdü. Politikaların özetlendiğiğ ve tartışıldığı “Alo Başkan” programının sınırları, senaryosu ve telepromptırı yoktu. Progrmaın bir oturumu Caracas’ın gecekondu mahallelerindeki sağlık hizmetini, rap müziği, petrol parası politikasına alışkın ve başkanı bir sihirbaz olarak gören Venezuela halkının özeleştirel irdelenişini, Nikaragua’dan gelen bir heyetle dostane muhabbeti ve yabancı bir gazeteciyle daha az dostane olanını içerirdi.

Nikaragua; Venezuela’nın, ilk adımını Chavez’in attığı ve Küba, Ekvador ve Bolivya’nın yanı sıra bölgedeki neoliberalizme karşı oluşturulmuş bir örgütlenme olan ALBA’daki (Amerika İçin Bolivarcı İttifak; ç.n.) müttefiklerinden biriydi. Birlik şu anda Vietnam’ın gözlemciliği ile birlikte bir dizi Karayip ülkesi ve Meksika’yı kendine katılmaya davet eden bir varlığa sahip durumda. ALBA, Chavez’in en kalıcı mirası, kelamlarının ve tarihsel vizyonunun somut simgesi olacak. Bolivarcı devrim, birçok Latin Amerika hükümeti tarafından paylaşılan ve uygulanan daha geniş bir felsefe için önemli olmuştur. Amacı, yerel ve bölgesel müdahalelerle ve demokrasiyle sıkı bağlar kurarak küresel sorunların üstesinden gelmek ve devletten elini çekmek ya da onu yok etmeye çalışmaktansa devlet ile halk arasındaki ilişkiyi değiştirmektir.

Bu ortak bakış nedeniyle, Brezilyalılar, Uruguaylılar ve Arjantinliler Chavez’i bir aykırılık değil, bir müttefik olarak algıladılar ve Venezuela’nın Mercosur (Güney Amerika Ortak Pazarı; ç.n.) ittifakına alınmasını desteklediler. Chavez’in toplumsal hizmetleri, daha önce dışlanmış olan insanlara yaşamlarını ve siyasi bakış açılarını değiştirirken sağladığı sağlık hizmeti ve okuryazarlık, bu dönüştürücü niyetin boyutunu kanıtlamıştır. Bu, bir çeşit yeni “New Deal”ın (ABD’de Büyük Buhran sonrasında başvurulan ve tüketimin arttırılarak ekonominin canlandırılmasını amaçlayan, belirli düzeyde devletçi/müdahaleci politikaları ve geniş kamusal yatırımları içeren ekonomik uygulamalar; ç.n.) kitle ve halk örgütlülüğüne dayanan toplumsal değişim ile birleştirilmiş halinin düzeltme gayretine benzetilebilirdi.

Gerçeklerin kendisi konuşuyor: hane halkı yoksulluk oranı 1995 yılındaki yüzde 55’ten, 2009 yılında yüzde 26.4’e indi. Chavez başkanlık yemini ettiğinde işsizlik yüzde 15 oranındaydı; Haziran 2009’da bu oran yüzde 7.8 oldu. Bunu Avrupa’daki mevcut işsizlik rakamlarıyla karşılaştırın. Bu süreç içinde Chavez 1998 yılında oyların yüzde 56’sını, 2000’de yüzde 60’ını aldı, 2002 yılında bir darbeden kurtuldu, 2006’da 7 milyondan fazla oy aldı ve geçtiğimiz Ekim ayında oyların yüzde 54.4’ünü elde etti. Ender bulunan bir şeydi; ABD ve Avrupa’da dünyayı Maniheist prizmadan görmeye devam edenler için neredeyse anlaşılmazdı: aynı zamanda bariz bir demokrat olan bariz bir Marksist. Kitlelerin sözlerinin sınırlanması ya da ciddi siyasi işlerde yerleri olmaması gerektiğini düşünenler için Chavez’in mitinglerindeki tüm konuşmalar ve olanlar lanetliydi, üçkağıtçı ve popülist olduğunun ispatıydı. Ancak farkında olan ve mitinglere hep beraber katılan insanlara göre bu, sadece kültürlü, zengin ve tahsilliler için olmayan bir siyaset ve gerçek demokrasiydi.

Tüm bu konuşmalar ve doğrudan temas, Chavez ile Venezuela halkı arasında verilen sözün sürekli yeniden doğrulanması anlamına geliyor. Chavez, kendini sadece kendi içine bakara keşfetmedi, Latin Amerikalıların utanç verici koşullarına ve onların geçmişine bakarak da yaptı bunu. Kendini, Bolivar’ın verdiği kurtuluş sözünde keşfetti. Şöyle yazmıştı: “Ağustos 1805’te Bolivar, Roma yakınlarındaki Monte Sacro’ya çıkmış ve kutsal yemin etmişti.” Chavez, Bolivar gibi Latin Amerika’yı güçlü olanın iradesine bağlayan zincirleri kırmaya söz verdi. Yaşamı boyunca, sömürge ve dolaylı imparatorluk bağları çözüldü. Gümüş Nehri’nden Orinoco Nehri’nin ağzına dek Latin Amerika artık birilerinin arka bahçesi değil. Bu kurtuluş projesi, 2002 yılındaki askeri darbe ya da ABD tarafından tasarlanan Latin Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’yle karşılıklı meydan okuma gibi bir etkileyici mücadeleden bir diğerine atılan milyonlarca kadın ve erkeği kapsadı. Bunlar kazanıldı, başkaları kaybedildi.

Proje tamamlanmamış durumda. Ebedi olabilir ve dolayısıyla Chavez’in gidişinden sonra da mücadele sürecek. Ancak gelecek her nasıl devam edebilirse etsin, Latin Amerikalılar bir ses kazandıkları mevcut durumu kurtarmak için savaşacaklar. Bu insanlar, Latin Amerika’da Chavez’i darbeden sonra yeniden başkanlığa getirdiler. Askeri isyan ya da ilk seçim zaferi değil, bu, Chavez’in siyasi yaşamında kilit olaydı. Bu noktada onun içinde bir şeyler değişti: disiplini zırhla kaplı, sabrı yenilmez, siyaseti ise daha net hale geldi. Chavez ve Castro arasındaki ilişkide dikkate alınan her şeyde daha az bilinen gerçek, Chavez’in siyasi eğitimini, aynı zamanda bariz bir demokrat olan bir diğer Marksist başkana borçlu olduğuydu: Şili Devlet Başkanı Salvador Allende. Chavez, bir keresinde, “Allende gibi pasifist ve demokratız. Allende’nin aksine silahlıyız” demişti.

Allende’nin 1973 yılındaki yenilgisinden Chavez tarafından çıkarılan ders çok önemli. Aşırı sağ ya da Kolombiya’nın devlet bağlantılı paramiliterleri gibi bazıları “Chavizm”in içeriye doğru patlamadığını görmekten memnun olabilir ve sınırları boyunca karmaşaya şahit olmaktan çekinmeyebilir. Ordunun ve Venezuela kitlelerinin desteği ve Brezilya gibi güçlü ve duygudaş komşularının desteği, Bolivarcı devrimin kaderini belirleyecek. Latin Amerika nihayet kendi ayakları üzerinde durduğundan kimse istikrarsızlık istemez. Chavez son günlerinde halk iktidarının kurulmasının gerekliliğini vurgulamıştı ve Comuna gazetesi ile ilgili geçmiş eleştirilerini geliştirmişti. Devrim geriye doğru gitmeyecek. Hayranı olduğu Bolivar’ın aksine Chavez “denizi pullukla sürmedi”.



http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/mar/05/hugo-chavez-people-venezuelan-president adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri:
Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in hayatını kaybetmesinin ardından, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP) tarafından bir açıklama yapıldı.

Merkez Sekretarya imzası ile yapılan "Sonsuza dek kumandan Hugo Chavez" başlıklı FARC-EP açıklamasında, Hugo Chavez “büyük lider” olarak nitelendirilirken, şu ifadeler kullanıldı:

“Hugo Chavez; ülkesi, Latin Amerika, Karayipler ve dünyanın tüm ezilen halkları için bağımsızlık, demokrasi ve adaletin yolunu göstererek daha şimdiden Simon Bolivar ve Ezequiel Zamora’nın ardından Venezuela tarihindeki onurlu yerini almıştır. Fikirleri ve yaptıkları, özgürlük için mücadele eden tüm halkların evrensel mühimmatının bir parçasıdır. Çok yaşa Hugo Chavez’in ebedi hatırası ve örneği! Yaşayacak ve savaşacağız!”

Venezuela; Kolombiya hükümeti ve ABD tarafından “FARC gerillalarına yataklık yapmak” ile suçlanırken, Venezuela ile FARC-EP arasındaki ilişkiler, önceki sene örgütün önde gelen isimlerinin Venezüella hükümeti tarafından Kolombiya’ya teslim edilmesi ile birlikte gerilmişti.

Asi kentler & Kentsel direniş

8 Ocak 2013 Salı

Körfez Savaşı gazilerinden olan Vince Emanuele, Veterans Unplugged Radio için Profesör David Harvey ile son kitabı “Asi Kentler”den yola çıkarak, geçmişin ve günümüzün kentleşme anlayışı ve kentin sermaye beklentileri doğrultusunda dizaynına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdi.

Vince Emanuele: Kitabınız, “Asi Kentler”in önsözüne, 1970’ler süresince Paris’te yaşadığınız deneyimi tanımlayarak başlıyorsunuz; “Uzun, devasa inşaatlar, otoyollar, ruhsuz sosyal konutlar ve eski Paris’i yutma tehdidi taşıyan sokaklardaki tekelleştirilmiş metalaştırma… Paris, 1960’lardan itibaren açık şekilde varoluşsal bir krizin ortasındaydı. Eski Paris varlığını sürdüremedi. Ayrıca 1967 senesi aynı zamanda Henry Lefebvre’in ufuk açıcı ‘Kent Hakkı’ kitabını yazdığı senedir.” 1960’lar ve 70’lerdeki bu dönemden bahsedebilir misiniz? Nasıl kent düzeni ile ilgilenir hale geldiniz? Ve “Asi Kentler”i yazmanızdaki itici güç neydi?

David Harvey: Dünya çağında 1960’lara tarihsel olarak çoğunlukla kentsel krizler dönemi olarak bakılır. Örneğin ABD’de 1960’lar birçok kentin tutuştuğu bir zamandır. Los Angeles, Detroit gibi birçok kentte isyanlar oldu, neredeyse devrimler gerçekleşiyordu ve tabii ki 1968 yılında Dr. Martin Luther King suikastının ardından 120’den fazla Amerikan kenti irili ufaklı toplumsal kargaşa ve isyan hareketine maruz kaldı. ABD’dekilerden bahsediyorum, çünkü gerçekte meydana gelen kentin modernize edilmesiydi. Kent, otomobil çevresinde modernize ediliyordu; varoşlar çevresinde modernize ediliyordu. Şu anda “Eski Kent” ya da 1940’lar ve 50’ler boyunca kentin politik, ekonomik ve kültürel merkezi olan şey geride kalmış durumda. Hatırlayın; bu yönelimler ileri kapitalist dünya genelinde vuku buluyordu. Dolayısıyla sadece ABD’de değildi. Eski yaşam tarzının parça parça edildiği İngiltere ve Fransa’da da ciddi problemler vardı –bunun, kendisine özlem duyulması gerektiğini düşündüğüm bir yaşam tarzı olduğunu düşünmüyorum, fakat bu eski yaşam tarzı bir kenara itildi, yerine ticarileştirme, mülkiyet, emlak spekülasyonu, otoyol inşası, otomobiller, varoşlaşma temelli yeni bir yaşam tarzı geldi ve tüm bu değişimlerle birlikte artan eşitsizlik ve toplumsal huzursuzluğa şahit olduk.

Söz konusu zamanda nerede olduğunuza bağlı olarak, bunlar katı sınıfsal eşitsizlikler veya belirli azınlık gruplarını odağına almış sınıfsal eşitsizliklerdi. Örneğin, ABD’de bunlar açık biçimde, istihdam olanağı ya da kaynağı bakımından çok az şeye sahip olan şehir merkezinde yoksul mahallelerde yerleşik Afro-Amerikalılardı. Dolayısı ile 1960’lar dönemi, kentsel kriz olarak bahsedilen bir zamandı. Geriye gidip 1960’lardan beri kentsel krize ilişkin ne yapıldığını araştıran tüm komisyonlara baktığınızda, İngiltere’den Fransa’ya ve ABD’ye dek uygulanmış hükümet programları vardır. Benzer bir şekilde hepsi de bu “kentsel kriz”den bahsetmeye çalışıyordur. Ben bunu üzerinde çalışma yapmak için çok enteresan bir başlık ve yaşamak için travmatik bir deneyim olarak buldum. Biliyorsunuz, giderek daha zengin hale gelen bu ülkeler, arkalarında, kentleştirilmiş gettolarda tecrit edilen ve mevcut olmayan insanlarmış gibi davranılan insanlar bıraktılar. 1960’ların krizi can alıcı ve Lefebvre’in çok iyi anladığını düşündüğüm bir krizdi. Lefebvre, bu alanlardaki insanların söz konusu alanların nasıl görünmesi gerektiğine ve buralarda ne türden bir kentleşme sürecinin meydana geleceğine karar verecek bir ses olması gerektiğine inanıyordu. Aynı zamanda, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin tamamında kentsel alanları tamamen sarmaya başlayan emlak spekülasyonu dalgasını etkisiz hale getirmeyi umarak direnenlerin…

Vince Emanuele: Kitabın birinci bölümünde şöyle yazıyorsunuz: “Ne tür bir kent istediğimiz sorusu, nasıl bir insan olmak istediğimiz, ne türden toplumsal ilişkiler amaçladığımız, üzerine titrediğimiz doğayla nasıl ilişkiler amaçladığımız, ne tür bir yaşam arzuladığımız, hangi estetik değerleri savunduğumuz sorusundan ayrılamaz.” Bununla birlikte, söz konusu görüşe, içinde yaşadığımız neo-liberal bağlamdan açık bir şekilde bahsederek giriş yapıyorsunuz. Bölümün ileriki kısımlarında, “kent hakkı”nın nasıl görünebileceğini kafamızda canlandırmamıza muhtemelen yardım edecek ve incelenecek bir tarihsel olay olarak Paris Komünü’nden bahsediyorsunuz. Üzerine kafa yorabileceğimiz ve Paris Komünü’nü de içeren başka tarihsel olaylar var mı? Karşılaştığımız meydan okumalardan, özellikle de neo-liberal bağlam dâhilindekilerden bahsedebilir misiniz?

David Harvey: İnşa etmeyi arzuladığımız kent planının, kişisel arzularımızı ve ihtiyaçlarımızı çok önemli bir plan olarak yansıtması gerektiğini düşünüyorum. Biliyorsunuz; toplumsal, kültürel, ekonomik, siyasi ve kentsel çevre çok önemlidir. Bu yaklaşım ve yönelimleri nasıl geliştiririz? Bu önemli. Dolayısıyla, New York gibi bir şehirde yaşıyorsanız şehri gezmelisiniz, kendiniz taşımalısınız ve diğer insanlarla çok belirli bir düzen içinde uğraşmalısınız. Herkesin bildiği üzere New Yorklular birbirine karşı soğuk ve hareketli olma eğilimi gösterirler. Bu, birbirlerine yardım etmedikleri anlamına gelmiyor, ancak günlük koşuşturmayla ve sokaklardaki, altgeçitlerdeki devasa miktardaki insanla başa çıkmak için, kentle belirli bir düzen içinde pazarlık etmelisiniz. Aynı sebeple, kenar mahallelerdeki etrafı çevrili güvenlikli sitelerde yaşamak, günlük yaşamın neden ibaret olması gerektiğine ilişkin belli bir düşünüş biçimine neden olur. Ve bunlar, çoğunlukla belli toplulukları, çevrede meydana gelen şeyler pahasına güvenlikli ve seçkin tutmayı içeren farklı politik yaklaşımlara evrilir. Bu toplumsal ve politik yaklaşımlar, oluşturduğumuz çevrenin niteliğiyle yaratılır. Bu, benim için çok önemli bir fikirdir: kentsel çevreye devrimci müdahalelerin birçok tarihsel emsali vardır. Örneğin 1871 yılında Paris’te, insanların farklı bir kentleşme biçimi istedikleri bir yaklaşım türü vardı; farklı niteliklerden insanlarsın orada yaşamasını istediler; bu, zenginler sınıfına, o zaman meydana gelen spekülatif müşteri gelişimine bir tepkiydi. Bu yüzden orada farklı türden ilişkiler talep eden bir ayaklanma vardı: sosyal ilişkiler, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve sınıfsal ilişkiler.

Buna bağlı olarak, diyelim ki kadınların rahat hissedeceği bir şehir kurmak istiyorsanız, şu anda tipik olarak sahip olduklarımızdan çok daha farklı bir şehir kurarsınız. Tüm bu sorular, ne türden bir şehirde yaşamak istediğimiz sorusuyla birbirine bağlı. Bunu, nasıl bir insan olmak istediğimizden, nasıl cinsiyet ilişkileri, nasıl sınıfsal ilişkiler istediğimizden ve benzerlerinden ayıramayız. Bana göre, farklı bir yöntemle, farklı bir felsefeyle, farklı amaçlarla kent kurma projesi çok önemli bir fikir. Bazen, devrimci hareketler bu fikrin arkasında olmuştur; Paris Komünü gibi. Ve 1919’da Seattle dolaylarında gerçekleşen genel grev gibi bahsetmemiz gereken birçok başka örnek var. 2001 yılında Buenos Aires’de söz konusu benzer şeyler oluyordu. 2003’te El Alto’da başka bir çeşit patlama oldu. Fransa’da son 20-30 yıl boyunca isyanlara ve devrimci hareketlere karışan banliyö bölgelerine şahit olduk. İngiltere’de zaman zaman, gerçekten de yaşanmakta olan hayat biçimine karşı bir protesto olan bu türden isyan ve ayaklanmalar gördük. Şu anda kentsel alanlardaki devrimci hareketler çok yavaş gelişiyor. Bütün kenti bir gece içinde değiştiremezsiniz. Bununla birlikte, şahit olduğumuz şey neo-liberal dönemde kentleşme biçimindeki dönüşümdür. Önceden, diyelim ki 1970’lerin ortalarında kentleşme, bu protestoların birçoğuyla karakterize edilirdi; birçok ayrışma vardı ve aslına bakılırsa bu protestoların çoğuna yanıt, özgüven, kişisel sorumluluk alma, rekabet, şehrin etrafı çevrili sitelere ve imtiyazlı alanlara bölümlenmesi şeklindeki bu neo-liberal ilkelere bağlı olarak şehrin yeniden tasarlanmasıydı. Neyse ki insanlar, 2001 yılında fabrika yönetimi devralmalarına ve meclisler kurulmasına öncülük eden hareketlerin olduğu Buenos Aires’teki gibi, zamanın belli bir noktasında vuku bulan devrimci dönüşümün kimi biçimlerine dair düşünmeye zorlandı. Gerçekten de, birçok bakımdan şehrin nasıl düzenleneceğini belirleyebiliyorlardı ve ciddi sorular sormaya başladılar: Kim olmak istiyoruz? Doğayla ne şekilde ilişkileneceğiz? Ne tür bir kentleşme istiyoruz?

Vince Emanuele: Bu dönemlerin bazılarından bahsedebilir misiniz? Mesela, varoşlaşmayı “ihtiyaç fazlası mamulün emilmesi ve böylece sermaye fazlası emilimi sorununun çözülmesi yöntemi”nin bir sonucu olarak ele alabilir misiniz? Başka bir deyişle, neden şehirlerimizin içi, bu belirli biçimlenişle oyulmakta? Bu soru, özellikle son 30-40 yıl boyunca tamamen harap edilmiş kuzey bölgelerindeki dinleyicilerimiz için önceden bilinen bir duruma ilişkin. Örneğin şu anda arabanızı Chicago şehir merkezine bir günlük park etmeniz 60 dolara mal olurken, varoşlarda eroin kullanımında patlama var ve azınlık mahalleleri, şiddetin, yoksullaştırmanın ve polis baskısının istilası altında. Bu süreçlerden bahsedebilir misiniz?

David Harvey: Bu bir kez daha çok uzun süren bir süreç. 1930’lara ve Büyük Buhran’a dönmeme izin verin. Şu soruyu soralım: Büyük Buhran’dan nasıl çıktık? Ve Büyük Buhran süresince sorun neydi? Herkesin saptadığı büyük sorunlardan biri, güçlü bir piyasa olmamasıydı. Üretim kapasitesi vardı. Ancak sorunu çözmek için gelir akışı yoktu. Bu nedenle, çevrede gidecek yeri olmayan bir sermaye fazlası mevcuttu. 1930’lar boyunca, bu artık sermayeyi harcamanın yöntemini bulma arayışıyla ümitsiz girişimler gerçekleşmişti. Elinizde Roosevelt’in “İş Programı” gibi şeyler vardı. Biliyorsunuz; otoyollar ve bu türden şeyler yapmak. Yani o dönemlerde etrafta gezen artık sermaye ve artık emeği temizlemeye çalışmak. Ancak 1930’larda, II. Dünya Savaşı’nın gelişine dek bulunmuş gerçek bir çözüm yoktu. O andan sonra tüm artık, acilen savaş çalışmalarının içine –savaş malzemeleri ve benzerlerinin üretimine- çekildi. Çok sayıda insan orduya katıldı; çok miktarda emek bu yöntemle emildi. Böylelikle, II. Dünya Savaşı görünüşte Büyük Buhran sorununu çözdü. Bu durumda 1945 sonrasını sorabilirsiniz: Savaş bittikten sonra ne olacaktı? Bu fazladan sermayeye ne olacaktı? Sonrasında ABD’nin varoşlaşması vardı. Aslına bakılırsa, varoşların kuruluşu -o zamanlarda bu, zengin varoşların kurulması oluyor- artık sermayenin temizlenmesinin yöntemiydi. Önce otoyol sistemini kurdular, sonra herkes otomobil sahibi olmak zorunda kaldı ve sonrasında banliyödeki ev, işçi sınıfından kitleler için bir çeşit “saray” haline geldi. Tüm bunlar, ardında, şehir merkezindeki yoksul mahallelerinde yoksullaştırılmış bir ahali bırakmasına karşın gerçekleşti. Bu, 1950’ler ve 60’larda gerçekleşen kentleşme modeliydi. Sermayenin her zaman ürettiği artıklar şöyle bir işlev gördü: kapitalistler güne belirli miktarda bir parayla başlarlar, günü daha fazla parayla bitirirler. Şu soru ortaya çıkıyor: Günün sonunda bu parayla ne yaparlar? Bununla yatırım yapacakları, genişleyecekleri alan bulmaları gerekir.

Kapitalistlerin her zaman şu sorunu vardır: Daha fazla para elde etmek için genişleme ve fırsatlar nerede? II. Dünya Savaşı’nın ardından büyük genişlemeci fırsatlardan biri kentleşmeydi. Askeri-endüstriyel kompleks gibi ve buna benzer başka fırsatlar da vardı. Ancak başlıca fırsat, artıkların emildiği varoşlaşma aracılığıylaydı. Bu, 1960’ların sonlarındaki kentsel kriz gibi birçok sorun yarattı. Zira, sermayenin bilfiil kent merkezine geri döndüğü ve akabinde şehir içindeki yoksul mahallesini yeniden işgal ettiği bir süreçteyiz. Ondan sonra modeli tersine çevirir. Yoksullaştırılmış topluluklar artan bir biçimde dış kesimlere sürülmüş ve zengin kitleler şehrin merkezine geri taşınmıştır. Örneğin 1970’te New York’ta şehrin merkezinde neredeyse yok pahasına bir yer alabilirdiniz çünkü ortada muazzam bir emlak fazlası vardı ve kimse kentte yaşamak istemiyordu. Ancak bu tamamen değişti: şehir, tüketicilik ve finans için bir merkez haline geldi. Bahsettiğiniz gibi, arabanıza bir çatı temin etmek, bir insana ev temin etme bedeli kadar tutuyor. Gerçekleşen dönüşüm bu. Özetle, 1940’lar süresince meydana gelen kentleşme süreci 1960’lara da uzadı. Çok geçmeden, 1970’leri takip eden süreçte “yeniden kentleşme” vuku buldu. 1970’lerden sonra kentin merkezi aşırı zengin hale geliyor. Aslında Manhattan 1970’lerdeki satın alınabilir yer konumundan, aşırı zengin ve güçlüler için göz alabildiğine etrafı çevrili siteler güvenlikli bölgesi haline geldi. Bir yandan da, genellikle azınlık toplulukları olan yoksullaştırılmışlar, şehrin dışına sürüldü. Ya da New York’dan bahsedersek, insanlar şehrin dışındaki küçük kasabalara ya da Pennsylvania’ya kaçtılar. Bu genel kentleşme modeli, sermaye yatırımı için kârlı fırsatları nerede bulduğun sorusuyla ilgili. Gördüğümüz üzere, kârlı fırsatlar yaklaşık son 15 yıldır yetersiz. Bu süre boyunca, devasa miktarda para konut piyasasına, konut inşasına ve bununla ilgili geri kalan şeylere akıtıldı. Sonrasında, konut edindirme balonunun patladığı 2008 sonbaharına ne olduğunu gördük. Dolayısı ile kentleşmeye, artan üretkenliğin ve şayet varlığını sürdürecekse, bileşik büyüme anlamında yıllık yüzde 3 büyümesi gereken son derece devingen kapitalist toplumun ürününün soğurulacağı yöntemler arayışının bir ürünü olarak bakabilirsiniz. Kendi adıma soru şu: Önümüzdeki yıllarda yüzde 3’lük büyümeyi geçmişin kentleşme/varoşlaşma açmazını savuşturacak bir şekilde nasıl soğuracağız? Neye benzeyebileceğini kafada canlandırmak ilgi çekici.


http://www.zcommunications.org/rebel-cities-and-urban-resistance-by-david-harvey adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Erkan Çınar / Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi