Content feed Comments Feed

İspanya merkezli dijital dergi Contexto y Acción (Bağlam ve Eylem) muhabiri Antonio Pineda, İsveçli akademisyen-yazar Andreas Malm ile yeni kitabı “Korona, İklim ve Kronik Acil Durum” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Malm söyleşide, pandemilerin kaynağı olduğunu ifade ettiği iklim krizine karşı, oluşturduğu büyük tehdide rağmen mevcut üretim biçimleri ve piyasa ilişkilerinden ötürü gerekli tedbirlerin alınmadığını ve fosil yakıtlardan vazgeçilmeden iklim felaketinin önüne geçilemeyeceğini vurguluyor. 


 

 

Kitapta, tüm gezegenin pandemiyi kontrol altına almak için büyük çaba sarf ederken, iklim krizine karşı ise çok az çaba göstermesini eleştiriyorsunuz. Neden sağlıkla ilgili gerekçeler dünyanın durması için yeterli olurken iklim değişikliği olmuyor?

Devletlerin, bu salgının yayılmasını durdurmak için neden gündelik hayatla, özel mülkiyet özgürlüğüyle ve piyasalarla köprüleri atacak kadar ileri gitmeye hevesli olduğuna dair benim tam bir yanıtım olduğundan emin değilim. Hükümetlerin, şu anda ikinci dalgada da mağazaları kapanmaya zorlaması, özel işletmelere derinlemesine müdahale etmesi garip. Pandemi sürecini yönetmede becerikli olmayanların bunun bedelini seçimde ödeme riski var. Donald Trump’ın pandemiyle mücadeledeki beceriksizliği ona başkanlığa mal oldu. Hükümetler, salgını sınırlandırma konusunda becerili ve etkili olmazlarsa onları bir sonraki seçimde cezalandıracağımızın farkındalar.

Aralarında aşırı sağcı siyasetçilerin de olduğu Covid-19’a yakalanan siyasetçilerin oluşturduğu uzun bir liste var. Boris Johnson, Jair Bolsonaro, Donald Trump. Bu insanların hepsi Covid-19 ile hastalandı ama hiçbiri küresel ısınmanın sonuçlarından kişisel olarak olumsuz etkilenmedi. Muhtemelen bu pandemi, kuzey yarımküredeki hükümetlere daha önemli geliyor çünkü vatandaşlarını üst sınıf konumlarına rağmen doğrudan vuruyor. Yine de hükümetler, pandeminin tetikleyicilerini kontrol konusunda, küresel ısınmanın nedenleriyle mücadelede yaptığı kadar az şey yaptı.

Küresel ekonomi ve sağlık için böylesine talihsiz bir yılın ardından, bunun bir daha olmayacağının nasıl garanti edileceğini merak eden hükümetlerle bir toplantı yapmamız gerektiğini düşünebiliriz; bunun nasıl olacağını soruyor olsalardı başlangıç olarak ormansızlaştırmaya karşı bir şeyler yapmaları gerektiğini hızla fark ederlerdi, ama yapmadılar.  Bu yıl tropikal kuşağın kritik bölgelerinde ormansızlaştırma patlaması yaşandı. Örneğin yakın zamanda Endonezya hükümeti, ormanlarını esasen sınırsız sömürüye açmaya karar verdi. Aynısı Brezilya, Bolivya ve Arjantin’de de oldu ve pandeminin tetikleyicileri hakkında bir şeyler bilen biri, bu durumun tekrar yaşanmasını istemiyorsak ormansızlaştırmanın durdurulması ve tersine çevrilmesi gerektiğini de bilir.

Özel mülkiyetten bahsettiniz. Bu bağlamda nasıl etkilendi?

Çeşitli şekillerde etkilendi, ancak en önemli yanı, vahşi hayvanları özel mülkiyete dönüştürmeye devam etmemiz oldu. Danimarka’da, en zengin tüketicilere tedarikte bulunan devasa bir kürk endüstrisi var. Bunu yapmak için milyonlarca vizonu küçük kafeslere dolduruyorlar ve koronavirüs bu hayvanların vücuduna girdi, vizonlarla temas edince mutasyon geçirdi, böylece biz de aynı koronavirüsün yeni bir zorluğuyla karşı karşıya kaldık ve bunun, geliştirilen aşılara karşı dirençli olabileceği gibi büyük bir risk var.

Temel sorun, bu milyonlarca vizonu bir başka özel mülk haline getiren, onları katleden ve bu hayvanları üst sınıflara geçici heves olarak satılacak kürklere dönüştüren işletmelerin var olmasına izin vermemizdir. İsveç’te de Danimarka’dakine benzer bir vizon endüstrimiz var ve sol, bunun ortadan kaldırılması çağrısında bulunuyor. Hayvan bedeni biçimindeki özel mülkiyet hakkına son verilmelidir ki bu da, yaban hayatı ticaretinin durdurulması anlamına gelir. Koronavirüse tuhaf Çin kültürünün sebep olduğunu düşünme eğilimindeyiz, fakat aynı sorun her yerde, şirketlerin vahşi hayvanları yakalayıp minicik kafeslere kilitledikleri, hastalık yapıcıların evrim geçirmek ve hızla mutasyona uğramak için ihtiyaç duydukları eksiksiz koşulları yarattıkları Danimarka, İsveç ya da ABD gibi ülkelerde de var.

Aynısı, ormanları özel mülkiyete çevirip ağaçları kesen ve sonrasında bu arazileri tarlalara ya da otlaklara dönüştüren müteşebbislerin başlıca sebebi olduğu ormansızlaştırma için de geçerli. Bunların olmaya devam etmesini istemiyorsak, doğaya ekonomik amaçla her istediğini yapma özgürlüğü sınırlandırılmalı.

Eko-kapitalizm ya da yeşil kapitalizm diye bir şey olabilir mi?

Bu çok iyi bir soru. Şu sorulmalı: kapitalizm, fosil yakıtlar olmaksızın varlığını sürdürebilir mi? Tarihsel olarak sürdürdü. Kapitalizm tarihsel olarak, geniş çaplı fosil yakıt yakılmasından önce vardır, bu nedenle enerjinin başka biçimlerini kullanan kapitalizm olması mantıksal olarak imkânsız değil. Ancak buna iklim perspektifinden bakarsanız, fosil yakıtların yakılmasına son vermek istiyorsanız, kapitalist sistemin belirli bir kısmının ya da sermaye sınıfının bir kesiminin faaliyetini durdurmanız gerektiği açıktır. Exxon Mobil, Total, BP, Suudi Aramco gibi şirketlerin hepsinin petrol, gaz ve kömür üreten şirketler olarak varlıklarına son vermeleri gerek. Bu çok açık, iklim biliminin ABC’si. İklim sorununa çare bulma arayışındaki her çözüm, kapitalist modelin bu belirli bölümünü saf dışı bırakmalıdır. BU çok büyük bir zorluk ve kamulaştırma vasıtasıyla başarıya ulaşabilir; devlet bu şirketlerin kontrolünü almalı ve bunları, başka işlere adanmış işletmelere dönüşme doğrultusunda üretimlerini durdurmaya zorlamalıdır. Bunu yapmak, bugün bildiğimiz şekliyle kapitalizmde büyük bir yarık açmak anlamına gelecektir ve bu yarık sayesinde farklı bir politik-ekonomik sisteme doğru dönmeye başlayabilirsiniz.

Sonrasında ne olacağını elbette bilemeyiz, daha önce hiç zaman böyle bir geçişin parçası olmadık ve diğer tarafta ne olduğunu bilmiyoruz. Ne olacağını bilmiyoruz, fakat hiç değilse muhtemelen kapitalizmin geride bırakılacak ya da kapitalizmin yeni sınırları olan ekolojik bir versiyonunu getirecek veya hatta belki de daha otoriter bir versiyonunu. Ne olacağını kesin biçimde tahmin etmek çok zor ama bildiğimiz şey, iklim sorununa yönelik her türlü çözümün, fosil yakıt endüstrisini tamamen devre dışı bırakmayı içerdiğidir.

Kapitalist sistemin bu en kötü halini uzaklaştırmak için böyle bir kriz gerekli mi?

Kapitalizm iyi işliyor görünürken, örneğin 1990’lar ya da 1950’ler Avrupa’sında, onu sorgulamak için bir sebep yoktu. Ancak bunun gibi bir kriz olduğunda insanlar sistemin işlemediğinin ve bunu frenlememiz, hatta belki de ortadan kaldırmamız gerektiğinin farkına varır. Ancak sorun şu ki, bugün çoğu kişi virüs ile kapitalizm arasında bağlantı kurabiliyor gibi görünmüyor. Hastalık hâlâ tesadüfi bir olaymış gibi, yıldırım çakması veya meteor düşmesi gibi az önce olan bir şey olarak algılanıyor. Bunun böyle olduğuna dair dikkate değer bilimsel temeller mevcutken, kapitalizmin pandemileri nasıl ürettiğine ilişkin çok az tartışma var.

Kitabınızın İspanyolca baskının ismi “Koronavirüs, İklim Değişimi ve Toplumsal Savaş.” Neden bu savaş çığırtkanı terminolojiyi kullanmayı seçtiniz?

Nisan ayında kitabı yazdığımda siyasetçiler savaşta olunduğundan epeyce bahsediyorlardı. Örneğin Fransa’da Macron bu savaş terminolojisini kullandı ve kullanmaya devam ediyor: virüse karşı bir savaştayız ve kendimizi savaş gibi bir mücadelenin aktörü olarak düşünmeliyiz. Dünyanın çeşitli yerlerinden birçok başka siyasetçi de aynı söylemi kullandı. Ancak felaketten kurtulmak istiyorsak bu enerjiyi, küresel ısınmadan, gezegenin bozulmasından ve bulaşıcı hastalıklardan bizzat sorumlu olarak soruna neden olanlara yönlendirmeliyiz. Bu yüzden, eğer savaştan bahsedeceksek, bu tamamen metaforik bir savaş olsa bile, bu savaşı bizi felakete götüren toplumsal süreçlere karşı vermemiz daha iyi olur. Savaş, Amazon Ormanları’nı ve Güneydoğu Asya’daki başka tropikal ormanları kesen şirketlere karşı verilmeli.

Kitabınız, gelecekteki okurlara yönelik bir uyarı mı, yoksa tanıklık mı?

İşler şimdi yaptıkları gibi devam edecekse, gelecekteki insanların endişelenmeleri gereken kendi felaketleri olacak. 2020’de ne olduğunu okumaları gerekmeyecek. Bu kitap, benim insanları silkelemek ve onlara “bakın, kilitli yaşamanın berbat olduğunu düşünüyorsanız ya da covid-19 nedeniyle ölen bir sevdiğinizin kaybının yasını tutuyorsanız veya bizzat kendiniz hastalandıysanız muhtemelen buna neyin sebep olduğunu ve bunun nasıl önlenebileceğini öğrenmek istersiniz” demek için mütevazı bir girişimim.

Hadi Nostradamusçuluk oynayalım. Bir sonraki küresel felaket nerede ve ne olacak gibi görünüyor?

(Gülüyor) Bu bir varsayım ve çok nitelikli bir varsayım da değil. Ancak çeşitli şekillerde olağanüstü hava olayları yaşamaya devam edeceğiz. Bu, Karayiplerde bir kasırga, herhangi bir ülkede büyük bir sel, Çin’de kesintisiz bir kuraklık olabilir. Bunu öngörmek için Nostradamus olmanız gerekmez. Bununla birlikte, pandemiler gibi iklim sisteminden kaynaklanan daha büyük bir felaketten kaçınmak çok daha zor. Bu alanda çalışan bilim insanları uzun zamandan beri büyük bir pandeminin gelmekte olduğunu söylediler ancak bunun tam olarak Çin’den geleceğini ve tam olarak böyle bir şey olacağını söyleyemediler. Söylemeye devam ettikleri şey, piyasalar her zamanki gibi devam ederse, vahşi yaşama böyle davranmaya devam edersek yeni pandemilerimizin olacağı. Bu pandemi üç ya da beş yıl içinde mi gelecek veya Danimarka’daki vizonlarda tespit edilen salgın yeni bir pandemiye mi dönüşecek, kimse bilmiyor.

Koronavirüsle ilişkili birçok komplo teorisine şahit olduk. Bazıları artık bilime güvenmediğimizi söylüyor, ancak ben bilimin bizim için yorumlama aracı olarak hiçbir zaman yeterli olmadığına inanıyorum. Şimdiye kadar gerçekten bir şey değişti mi?

Bilimin bazı yönleri siyaseti etkiler. Bunun bir örneği, aktiviteyi nasıl azaltmaya zorlandığımızdır. Çoğu siyasetçi (hepsi değilse de), siyaset yaparken bu tür bilimsel tavsiyeleri dinlemeye hevesli görünür. Merkel, İspanya hükümeti, sonunda Boris Johnson bile, şu anda Joe Biden bu bilim insanlarını dinlemeye hazırdır. Ancak bu pandemilerin neden ortaya çıktığını izah eden bilim veya iklim değişikliğinin arkasındaki bilim, siyasetçiler üzerinde aynı etkiye sahip değil. Siyasetçiler bu bilimi kabullenmeye hazır değil çünkü ekonomilerimizin işleyiş biçiminin doğruluğunu ve güçlü maddi çıkarlarını sorguluyor. Sorgulayan veya tehdit eden bilim açık biçimde ıskartaya çıkarılır ya da reddedilir.

Eko-Leninizm’den bahsederken ne demek istiyorsunuz?

Egemenlerin sebep olduğu Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’yı ve ardından dünyanın geri kalanını milyonlarca insanın beyhude biçimde katledilmesine sürükledi. Lenin ve yoldaşları görevimizin bu felaketi, bu krizi bizi felakete mahkûm eden sınıflardan kurtulacağımız bir devrimci krize çevirmek olduğunu söylüyorlardı ve Lenin ile Bolşeviklerin gerçekten yaptıkları da buydu. Onlara karşı çok şeyiniz olabilir, fakat Rusya’daki burjuvazi hükümetini devirip Rusya’yı savaştan çekip çıkardılar ve bu felaketi söz verdikleri gibi sonlandırdılar. Bugün belirli açılardan benzer bir durumla karşı karşıyayız. Bir felaket, ama başka türlü bir felaket: bir ekolojik kriz ve daha belirgin biçimde bir iklim krizi. Ve bu kriz egemenler ve fosil yakın endüstrisi dediğimiz şey tarafından ateşleniyor. Görevimiz, Lenin ve yoldaşlarının karşı karşıya oldukları ile aynı, yani bu krizi, sorumluları için bir krize çevirmek.

Bir felaketten diğerine, bunların getireceği ölümler ve acısını çekenlerle geçip cefasını çekmek yerine, bu kısıtlayıcı momentleri o insanlara ve bu felaketin sürmesini sağlayacak olan o süreçlere karşı kullanmalıyız. Eko-Leninizm’in temel fikri bu. Ancak bu sadece bir analoji, aynen olması amaçlanmayan bir benzetme. Açıkçası, bu durum ile bahsi geçen arasında tam bir örtüşme yok, fakat bazı benzerlikler var ve son derece hızlı hareket etmemiz lazım. Lenin, sabırsız, tez canlı, huzursuz mizaçlı bir devrimciydi ve hem 1917 hem de 1918’de acilen iktidarı alarak Almanya ile bir barış anlaşması imzalamaları gerektiğini savunuyordu. Eylemi sürekli ertelemeye devam etmenin ölümcül olacağının farkına varmalıyız. Ve dahası Lenin, anarşistlerin aksine, bir acil durum anında devleti tamamen es geçemeyeceğimizin farkındaydı. Bu acil durumdan kurtulmak için devletin gücüne ihtiyacımız var. Bunların hiçbiri, Lenin’in yaptığı her şeyi desteklememiz gerektiği anlamına gelmiyor. Bu sadece, mevcut durumla nasıl baş edileceğine dair bir stratejik düşünme yöntemi.

Öyleyse, bu değişim sürecinde devletin rolü ne olmalı? Sadece bazılarının eylemlerini sınırlayarak devleti temel bir devrim mümkün müdür?

Devrimden bahsediyorsak, bu sadece bir devlet sorunu olamaz. Ve eğer fosil yakıtları kullanmayan ve doğadan geriye kalanları yok etmeyen, bunları onarmaya çalışan bir ekonomiye doğru geçişten bahsediyorsak bu tek bir devlet sorunu da olamaz. Öncelikle, açıktır ki devletler kendi kendilerine bu yönde hareket etmeye başlamayacaklar. Devlet dışındaki güçler tarafından, halk güçleri tarafından bu doğrultuda zorlanmalılar. İnisiyatifi alalım ve devletlerden harekete geçmelerini ve ne gerekiyorsa onu yapmalarını talep edelim. Her türden sivil toplum aktörü geçiş sürecine dâhil olmalı, ancak devletin merkezi rol oynamadığı bir geçişi tahayyül etmek zor. Örneğin, eğer İspanya, İsveç, Almanya, ABD ya da Çin gibi ülkelerde emisyonları yılda aşağı yukarı yüzde 7 ya da 10 oranında düşürmek istiyorsanız, bu süreci devletlerden başka denetleyecek birilerini akılda canlandırmak çok zor. Bu geçişte her şeyin devletin görevi olduğu anlamında söylemiyorum ancak başrol oynaması gerekir.

Bir sabah İspanya başbakanı olarak uyandığınızı farz edin. İlk göreviniz ne olurdu?

(Gülüyor) Hiçbir zaman kendimi bu konumda bulmayacağımı umuyorum. İkinci bir görüş istemek, diğer siyasi güçlere ve halka danışmak olurdu, ancak yapılacak ilk iş –İspanya’da ya da bir başka ülkede çok uzun zaman önce yapılmış olması gereken-, fosil yakıtlara dayalı tesislerin büyümesini durdurmak ve sonra da bunları sökmeye başlamaktır. İspanya hükümetini 10-15 yıl içinde fosil yakıtlardan kurtaracak bir ulusal plan öneririm. Yıldan yıla düşecek emisyon kotaları ve bunlara uymayan şirketler için cezalar planlardım. Uçakları fosil yakıtlar olmaksızın nasıl çalıştıracağımızı bilmediğimizden iç uçuşların yasaklanması ve bunun yerini yaygı demir yolu ağı alması gerekirdi. İspanya ya da İsveç gibi ülkelerde kolaylıkla yapılabilecek şeylerden bazıları bunlar. Ayrıca, bütün bir otomobil filosunu elektrikliye çevirmek değil, bunun yerine otomobil temelli ulaşımın büyük kısmını otobüs, banliyö, bisiklet, yürüme gibi başka ulaşım yöntemlerine dönüştürmek anlamına gelecek biçimde benzin ve özel araç kullanımını da yasaklardım.

Uygulanması gereken tedbirlerin listesi çok uzun ve adımlar iyi biliniyor. Bu pandemi –veya genel olarak pandemiler- söz konusu olduğunda bile, devletin yapması gereken ilk iş, tedarik zincirindeki doğrudan kontrolü sağlamak ve daha fazla ormansızlaşmaya neden olamayacağını, bunun yerine yeniden ağaçlandırmayı teşvik edeceğini garanti etmek için, ekonomisindeki hangi tedarik zincirlerinin tropikal bölgelerdeki ormansızlaşmayla bağlantılı olduğunu araştırmaya çalışmak olmalıdır. Ve tabii ki, tropikal bölgelerde ormansızlaşmaya neden olan ithal malların üzerinde devlet kontrolünün yanı sıra yaban hayvanı ticaretiyle radikal mücadele için tedbirler. En temel talepler bunlar.

Peki, bu tedbirlerin ekonomimizi tahrip edeceğini düşünenlere ne dersiniz?  

Yeşil Yeni Düzen destekçileri, bu tedbirlerin bir bütün olarak ekonomiye zarar verici olmaması gerektiğini gösterdiler. Bunlar sadece belirli ekonomi sektörlerine çok zarar verirler. Örneğin, tamamıyla ortadan kaldırılması gereken fosil yakıt endüstrisi. Açıkçası bu sektör zarar görür, fakat bu önlemler, yenilenebilir enerji, toplu taşıma ve hatta karbondioksitin atmosferden çıkarılmasını sağlayan yeni teknolojiler gibi ekonominin başka sektörlerinin genişlemesi ile tamamlanmalıdır. Fosil yakıtlardan kurtulmak için ekonomiyi yarıya bölmek gerekmiyor. En azından geçişin ilk aşamasında, ekonominin diğer sektörlerini büyütmek gerekiyor. Yeşil Yeni Düzen, fosil yakıt sektöründe çalışan işçiler için güvenli, iyi ve kalıcı şekilde ekonominin diğer sektörlerine yumuşak bir geçişi garanti etmekten bahsediyor. Ve böylesi garantilere sahip olmanın çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum.   

İklim değişikliği için ne daha tehlikeli: beslenme biçimimiz mi, milliyetçilik mi?

Farklı kefelerde çalışırlar. Aklınızdan et ya da sütçülüğü geçiriyorsanız, beslenme biçimimiz ya da genel olarak gıda üretimi metan, karbondioksit ve sera gazı salınımlarının doğrudan sebebi. Milliyetçilik doğrudan bir salınıma neden olmuyor ama dolaylı olarak statükoyu ve piyasayı şimdiye kadar olduğu haliyle devam ettiriyor. İkisini karşılaştırmak zor. Belki milliyetçiliğin daha kötü olduğunu söyleyebilirsiniz çünkü milliyetçi siyaset muhtemelen hiçbir zaman ekonomilerimizde değişimi teşvik etmeyecek ya da radikal salınım düşüşlerine ilham vermeyecek. Politik açıdan kendimi milliyetçilik karşıtı olarak görüyorum ve iklimdeki herhangi bir ilerlemenin onu iktidardan uzak tutan politik bir güç olarak milliyetçiliğin yenilgisinden önce gelmesi gerektiğine inanıyorum. Ben aynı zamanda etten ve süt ürünlerinden uzak durulması taraftarıyım fakat buna rağmen insanlar yumurta, tavuk ve etin başka biçimlerini yemeye devam etseler de iklim sorununda bir ilerleme kaydedilmesi mümkün. Dolayısı ile evet, milliyetçilik belki de yenilgiye uğratılması gereken en önemli şeydir.

 

https://ctxt.es/es/20201201/Politica/34364/Antonio-Pineda-entrevista-Andreas-Malm-capitalismo-crisis-climatica-coronavirus.htm  adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Uruguaylı gazeteci-yazar Raúl Zibechi, La Bottega del Barbieri isimli blog ile gerçekleştirdiği söyleşide pandemi koşulları vasıtasıyla dayatılan otoriterleşme ve özgürlük alanının kısıtlanmasının yanı sıra, sisteme alternatif yaratacak pratikler üzerine görüşlerini paylaştı.



Güney Amerika’da pandemi dönemini devletler demokratik erişilebilirlik alanlarını kısıtlamak için nasıl fırsat olarak kullandı?

Pandemi; sokaklardaki polis gücü sayısını arttırmak, en ufak kamusal tartışma olmaksızın kontrol ve kısıtlama tedbirleri uygulamak, otoriter tedbirler vasıtasıyla bir çeşit tekno-bilimsel diktatörlük tatbik etmek için kusursuz bir bahane.

Güney Amerika’da gördüğümüzün devletin ve baskı aygıtlarının tek taraflı bir büyümesi olmasının yanında devlet bağlantılı şiddetin de yoğunlaşmasıdır: paramiliter gruplar Kolombiya, Brezilya ve Meksika’da tamamen özgür faaliyet gösteriyor, uyuşturucu trafiğinde daha fazla hareket var ve bu, çoğu kez paramiliterlerle ittifak halinde yapılıyor. Bu şiddet dolayısıyla yerli ve siyah halk arasında, köylülerde ve kentlerin kenar mahallelerinde yaşayanlar arasında cinayetlerin artmasına neden oluyor.

Kolombiya’da devlet bağlantılı şiddet olayları geçtiğimiz Eylül ayında Bogotà’da gençlerin ayaklanmasını tetikledi ve ayaklanma sonucunda 20 civarında polis karakolu yakıldı. Meksika’da, Chiapas dağlarındaki Aldama alanlarında Zapatista topluluklarına yönelik aralıksız saldırganlık karşısında Lopez Obrador hükûmeti susuyor, paramiliter şiddetin suç ortağı olarak susuyor.  

Bununla paralel biçimde, daha az görünür olarak ancak daha az acı olmayan biçimde, çıkarmaya dayanan projeler, özellikle de madencilik sömürüsü ve büyük altyapı işleri arttı. Şili’de Mapuche halkı, pandemi Yerli Halklar ve Kabile Halkları Sözleşmesi (OIT) kapsamında düzenlenecek büyük toplantılara katılımı engellediğinden rızaları şöyle dursun, sorgulanmaksızın izin verilen onlarca projeye karşı koyuyor.

Özetle; pandemi, hareketlerin boynunda sıkılaştırılarak onları hareketsiz kılan ve direnişlerini engelleyen bir boyunduruk gibi militarizasyonu, baskıyı ve çıkarmaya/madenciliğe dayalı ekonomiyi kuvvetlendirdi.

Hareketlerin, daralan demokratik alanlara ve devletlerin otoriter tedbirlerine karşı en iyi yanıtı ne olur?

Halklar ve hareketler, farklı şekillerde tutuldukları boyunduruğu kırmak için harekete geçtiler: Şili ve Bolivya’da bu, bütün beklentilerin ötesinde kitlesel seçimler yolu ile oldu. Yerli Bolivya köylülerinin, etkileyici seferberlikler ve yol kapatmalarla darbe hükûmetini seçim tarihi belirlemeye zorladığını kabul etmek gerekir; Şili’de referandum zaferi, sokaklardaki geniş çaplı seferberlikle desteklendi.

Kolombiya’da, özellikle de Bogotà’da polis şiddetine karşı kendiliğinden ve öfkeli bir militanlığa şahit olduk ve ABD’de George Floyd’un katledilmesindeki tarzı hatırlatan şekilde bir avukatın katledilmesine karşı polis karakollarının yakılması ve çatışmalarla bu militanlık doruğa ulaştı.

Kolombiya’daki Nasa del Cauca yerlileri de bunun yerine, Santander di Quilichao’da başlayıp on günde 500 kilometre giderek Cali ve Bogotà’da sona eren yürüyüşle şiddet olaylarını kınamak üzere harekete geçtiler.  

Aynı şekilde; yerli, siyah ve köylü olan Minga halkı devletten şiddetin sona erdirilmesi değilse de ordu, paramiliterler ve uyuşturucu çeteleri tarafından işlenen cinayetlerin kınanması haricinde hiçbir şey istemedi –başka olaylarda yaptığı gibi-.

Yerli ve siyahlar ile halklarını ve hareketlerini koruyan toplum muhafızlarının (şimdiden 70 bin birim mevcut) rolünün altını çizmek önemli.

Ve son olarak Zapatistaların durumu: önümüzdeki baharın sonları için programlanan Avrupa ülkelerine yönelik çığır açıcı yolculuk girişimi, hareketlerin savunmada olduğu böylesi bir zamanda bir politik inisiyatif alma yöntemidir. Ana akım medya, polis, ekonomi, erkek egemen ve sömürgeci sistem tarafından üstümüzde uygulanan çok yönlü boyunduruktan kendimizi kurtarmak için onlarca Avrupalı kolektif ile geniş ittifak gerektiren bir inisiyatif.

Pandemi, sonu gelmeyen kriz ve olağanüstü hal ışığında kâr ekonomisi ile karşılaştırdığımızda, buna karşı başka bir dünya beklentisine doğru giden bir “birbirine özen toplumu”, karşılıklı yardımlaşma, otonom dayanışma yöntemleri çöküşe çözüm olabilir mi? 

Özen toplumu, yaşadığımız krize iyi bir çözümdür ve bu bir devlet politikası değil, hareketler tarafından, aşağıdan bir şekilde toplum tarafından, kapitalizm ve hükûmetlerce dayatılana karşıt olarak benimsenen bir yöntemdir.

Şöyle açıklayayım: tepede, iktidar ve kapitalizm kontrolü ve birikim sistemini kuvvetlendiriyor ve şu anda pandemi korkusuyla önemli bir toplumsal destek elde etmiş durumdalar. Bu onlar için büyük bir fırsat. Korku aracılığıyla bir grubu disipline etmek, en asi olanları yalnızlaştırmak ve büyük oranda pasif destek kazanmak istiyorlar. Bunun için, “özen toplumu”nun yukarıdan değil, yukarıdakilere karşı başlayacağından eminim. Bence, pandemiye, devletlerin boyunduruğuna ve kapitalizme en iyi yanıt, hareketlerin devreye soktuğu yanıttır.

Şili’de meclisler ve ortak inisiyatifler (500’den fazla) kolektif biçimde yemek yapmak ve yemek için süpermarketleri atlayıp doğrudan çiftçileri hedefledi. Kolombiya’da yerli halklar patates, mısır ve meyvelerini takas ettikleri takas pazarları kurdular. Zaten yapmışlardı, ancak şu anda bu pazarlar, her ailenin ihtiyaçlarına göre takas yaptığı ürünler bakımından çoğaldı. Topluluklar, şehirlere gıda ürünü gönderiyor ve bunun karşılığında sağlık malzemesi dönüyor. Brezilya’daki Topraksızlar hareketi, kent banliyölerine binlerce ton gıda bağışladı ve aynı zamanda bunların oradaki dağıtım organizasyonuna da destek oldu. Ayrıca, Batı tıbbı ile geleneksel yerli tıbbını harmanlayan halk klinikleri kıta genelinde çoğaldı. Bu “özen toplumu”nda kullanım değerleri, piyasanın değişim değerlerine baskındır. Birçok aile, halklar ve bireyler arasındaki karşılıklı yardım ve dayanışma pratikleri vasıtasıyla kendi kendini besler, kendi sağlık durumunu tespit eder ve gerçek ihtiyaçlarının üstesinden gelir.     


http://www.labottegadelbarbieri.org/intervista-a-raul-zibechi/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Michael Löwy, Crisis and Critique dergisi için mevcut pandemi krizi ve ekolojik kriz arasındaki bağları üretim ilişkileri ve tüketim alışkanlıkları üzerinden irdelediği 15 tezden oluşan bir makale kaleme aldı. Löwy tezlerinde, insanlığın kurtuluş ihtimalinin eko-sosyalizmde olduğunu savunurken, buna dair mücadelenin de, bu mücadelenin birincil öznelerinin geçmiş yüzyılın toplumsal mücadelelerinden farklı olduğunu belirtiyor.

 


I-                 COVID-19 pandemisi, en iyi uzmanlara göre, doğal çevrenin modern tarım tarafından istilasının ve yabani hayvan türlerinin pazarlanmasının bir sonucu. Pandemi, küresel düzeyde ekolojik krizin çeşitli yönlerinden biri. Bireylerin ve malların yeryüzü genelinde muazzam taşınımını beraberinde getiren küreselleşme, virüsün hızla yayılmasına da neden oldu.

 

II-                  Ekolojik kriz, şimdiden 21. yüzyılın en önemli toplumsal ve politik sorunu ve önümüzdeki aylar ve yıllarda daha da fazla olacak. Gezegenin ve dolayısıyla insanlığın geleceğine, önümüzdeki on yıllarda karar verilecek. Birtakım bilim insanlarının 2100 yılı senaryolarına dair hesaplamaları, iki sebeple çok da kullanışlı değil: 1) bilimsel: hesaplanması imkânsız olan bütün geribildirimler hesaba katıldığında, bir asrı kapsayan projeksiyon oluşturmak çok risklidir. 2) politik: yüzyılın sonunda hepimiz, çocuklarımız ve torunlarımız ölmüş olacak, öyleyse kimin umurunda?

 

III-                IPCC’nin (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) açıkladığı üzere, ortalama sıcaklık, sanayi öncesi dönemin 1,5 derece üstüne çıkarsa dönüşü olmayan bir iklim değişikliği sürecinin tetiklenmesi riski var. Ekolojik kriz, tehlikeli sonuçları olan çeşitli görünüşlere sahip, ancak iklim sorunu kuşkusuz en çarpıcı tehdit. Bunun sonuçları neler olur? Sadece birkaç örnek: Avustralya’dakinin benzeri mega yangınların çoğalması; nehirlerin yok olması ve arazilerin çölleşmesi, kutup buzullarının erimesi ve yer değiştirmesi, deniz seviyelerinin onlarca metreye ulaşabilecek düzeyde yükselmesi. İki metre yükselme ile Bangladeş, Hindistan ve Tayland’ın çok büyük bölümü ile birlikte Hong Kong, Kalküta, Venedik, Amsterdam, Şangay, Londra, New York, Rio gibi başlıca şehirler denizin altında yok olacak. Sıcaklık derecesi ne kadar yükselebilir? Hangi derecede, gezegendeki insan yaşamı tehdit altında olacak? Bu sorulara kimsenin bir yanıtı yok.

 

IV-               Bunlar, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş felaket riskleridir. İklim değişikliğine bağlı olarak gelecekte gerçeklik haline gelebilecek şeye benzer iklim koşullarını bulmak için milyonlarca yıl öncesine, Pliyosen dönemine geri gidilebilir. Çoğu jeolog, yeni bir jeolojik çağa, Antroposen’e girdiğimiz değerlendirmesinde bulunuyor; gezegenin koşulları insan davranışıyla ne zaman değişti? Hangi davranışla? İklim değişikliği, 18. yüzyıl Sanayi Devrimi ile birlikte başladı, ancak 1945 sonrasında neoliberal küreselleşmeyle beraber niteliksel bir sıçrayış yaptı. Bir başka deyişle, modern kapitalist sanayi medeniyeti, atmosferdeki karbondioksit birikiminden, dolayısıyla küresel ısınmadan sorumlu.

 

V-                 Yaklaşmakta olan felakette kapitalist sistemin sorumluluğu yaygın biçimde kabul edilmektedir. Papa Francis, Laudato Si’de ‘kapitalizm’ kelimesini telaffuz etmeden, yalnızca “kâr maksimizasyonu ilkesi”ni temel alan yapısal olarak bozuk bir ticari ilişkiler ve mülkiyet ilişkileri sisteminin hem sosyal adaletsizlikten hem de ortak evimizin, doğanın tahribinden sorumlu olduğunu açıkça söylüyordu. Ekoloji eylemlerinde tüm dünyada küresel olarak atılan slogan “İklimi değil, sistemi değiştirin” şeklindedir. Sistemin başlıca temsilcileri, her zamanki gibi ticaret savunucuları –milyarderler, bankacılar, ‘uzmanlar’, oligarklar, politikacılar- tarafından sergilenen yaklaşım, 15. Louise’ye atfedilen cümle ile özetlenebilir: “Benden sonrası tufan”.

 

VI-               Sorunun sistemik doğası, hükümetlerin davranışlarıyla gaddarca resmedilmektedir. Hepsi (çok nadir istisnalar hariç) sermaye birikiminin, çok uluslu şirketlerin, fosil yakıt oligarşisinin, genel metalaştırmanın ve serbest ticaretin hizmetinde hareket ediyor. Bazıları –Donald Trump, Jair Bolsonaro, Scott Morrison (Avustralya)- açık biçimde “ekosid”ci (Ekolojiye zarar verici eylem, ekolojik kırım anlamında; ç.n.) ve iklim inkârcısı. Diğerleri, ‘makul’ olanları, belirsiz ‘yeşil’ retoriği ve tam bir eylemsizliği ön plana çıkaran yıllık toplantılarda gidişatı belirliyor. En başarılısı, Paris’teki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı-COP 21, taraf olan tüm devletlerin emisyonları azaltmak için verdiği resmi sözlerle sonuçlanmıştı –birkaç Pasifik ada devleti haricinde tutmadılar-. Bilim insanları, sözlerini tutsalar bile sıcaklığın 3,3 derece daha yükseleceğini hesapladılar.

 

VII-             “Yeşillendirme” devam ederken ve emisyonlar hızla yükselip felaket gitgide yaklaşırken “yeşil kapitalizm, “karbon piyasaları”, “tazminat mekanizmaları” ve “sürdürülebilir piyasa ekonomisi” denilen şeyin diğer manipülasyonlarının tamamen faydasız oldukları ispat oldu. Kapitalizm yani verimlilik, tüketimcilik, ‘pazar payları’ üzerine vahşi mücadeleye, sermaye birikimine, kâr maksimizasyonuna adanmış bir sistem çerçevesinde ekolojik krize çözüm yok. Tabiatı gereği bozuk olan mantığı kaçınılmaz olarak, ekolojik dengenin bozulmasına ve ekosistemlerin yıkımına sebep oluyor.

 

VIII-           COVID-19 pandemisi süresince, malların üretim ve nakliyesinde kayda değer azalma meydana geldi. Bu da karbon emisyonlarını düşürdü, ancak çok sınırlı bir ölçüde. Salgın kontrol altına alınır alınmaz –bir aşının keşfi sayesinde-, “her zamanki işler”e hızlı bir dönüş olacak. COVID-19 krizi sonrasında “her şeyin değişeceğine” ve daha önceki duruma dönüş olmayacağına dair bir yanılsamaya düşülmemeli.

 

IX-                Felaketi önleyebilecek etkili yegâne alternatifler radikal olanlar. ‘Radikal’, kötülüğün kökenine saldırmak anlamına geliyor. Kökeninde kapitalist sistem varsa sistem karşıtı alternatiflere, yani 21. yüzyılın zorluklarına uygun ekolojik bir sosyalizme, eko-sosyalizm gibi anti-kapitalist alternatiflere ihtiyacımız var. Eko-feminizm, toplumsal ekoloji (Murray Bookchin), André Gorz’un politik ekolojisi ya da küçülme gibi diğer radikal alternatiflerin eko-sosyalizm ile pek çok ortak noktası var: karşılıklı etki ilişkileri son yıllarda gelişmiştir.

 

X-                  Sosyalizm nedir? Birçok Marksist’e göre, üretim ilişkilerinin –üretim araçlarının kolektif kullanımı yoluyla-, üretici güçlerin özgür gelişimine imkân verecek şekilde dönüşümüdür. Eko-sosyalizm, Marx’a sahip çıkar, ancak bu yaklaşımdan ve Stalinist ilhamlı verimliliğe dayalı ve anti-ekolojik örnekten açık bir şekilde ayrışır. Tabii ki kolektif mülkiyet vazgeçilmezdir, ancak üretici güçlerin kendileri de dönüşüme uğramalıdır: a) enerji kaynaklarını değiştirerek (fosil yakıtlar yerine yenilenebilir kaynaklar); b) küresel enerji tüketimini düşürerek; c) emtia üretimini düşürerek (küçülme), faydasız faaliyetleri (reklam) ve zarar vericileri (pestisitler, savaş silahları vb.) ortadan kaldırarak; d) planlı eskimeye bir son vererek. Eko-sosyalizm bir dönüşümü de kapsar; demokratik tartışma sürecinin ardından tüketim şekillerinin, nakliye biçimlerinin, şehirciliğin ve ‘yaşam biçiminin’ dönüşümünü. Kısacası, mülkiyet şekillerinin değişiminden çok daha fazlasıdır: dayanışma, demokrasi, eşit ve özgür olma, doğaya saygı değerlerine dayalı olarak medeniyet anlayışının değişimidir. Eko-sosyalizm, verimlilikçi ve tüketimcilik anlayışıyla ayrışır; bunu da daha kısa çalışma lehine yapar, böylece sosyal, politik, eğlencelik, sanatsal, erotik ve daha başka aktiviteler için daha fazla boş zaman ayrılabilir. Marx, bu hedefe “özgürlük âlemi” isimlendirmesiyle atıfta bulunmuştur.

 

XI-                Eko-sosyalizme geçişe erişebilmek için iki kıstasla yönlendirilen demokratik planlama gerekir: gerçek ihtiyaçların karşılanması ve gezegenin ekolojik dengesine saygı. İnsanların kendisi –reklam saldırısı ve kapitalist piyasanın yarattığı tüketim saplantısı ortadan kalkınca- gerçek ihtiyaçlarının neler olduğuna demokratik bir şekilde karar verecek. Eko-sosyalizm, halk sınıflarının demokratik rasyonalitesi üzerine girilen bir iddiadır.

 

XII-              Bu, gerçek bir toplumsal devrim gerektirir. Eko-sosyalist projeyi uygulamak için kısmi reformlar yeterli olmayacaktır. Böylesi bir devrim nasıl tanımlanabilir? Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” tezlerinden (1940)bir nota atıfta bulunabiliriz: Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir”. 21. yüzyıl ifadelerine çevirirsek: Hepimiz intihara doğru giden ve Modern Endüstriyel Kapitalist Medeniyet ismi verilen bir trende yolcuyuz. Bu tren, felaket getirecek bir uçuruma doğru gidiyor. Devrimci eylem, bunu –çok geç olmadan- durdurmayı hedefler.

 

XIII-            Eko-sosyalizm hem bir gelecek projesi hem de burada ve şimdi mücadele için bir stratejidir. “Koşulların olgunlaşmasını” beklemek söz konusu değildir. Toplumsal ve ekolojik mücadeleler arasında yakınsamayı teşvik etmek ve sermayenin hizmetindeki güçlerin en yıkıcı teşebbüsleriyle mücadele etmek gereklidir. Naomi Klein’ın Blockadia dediği şey budur. Bu tür bir seferberlik dâhilinde, mücadeleler sırasında bir anti-kapitalist bilinç ve eko-sosyalizme ilgi ortaya çıkabilir. Fosil enerjiden etkin bir şekilde vazgeçmeyi gerektiren radikal biçimlerinde Yeşil Yeni Mutabakat gibi teklifler bu mücadelenin parçasıdır –ancak ‘yeşil kapitalizm’i geri dönüştürmekle sınırlı olanları değil-.

 

XIV-           Bu mücadelede özne kim? Önceki yüzyılın işçici/endüstriyalist dogması artık geçerli değil. Şu anda meydan okumanın ön safında yer alan güçler gençler, kadınlar, yerli halklar ve köylülerdir. Greta Thunberg’in çağrısı –gelecek için en büyük umut kaynaklarından- ile başlatılan müthiş gençlik başkaldırısında kadınlar epey mevcut idiler. Eko-feministlerin bize izah ettikleri gibi, kadınların seferberliklere bu kitlesel katılımları, onların, sitemin çevreye verdiği zararın birincil kurbanları olmalarından kaynaklanıyor. Sendikalar da zaman zaman katılmaya başlıyor. Bu önemli, çünkü son tahlilde nüfusun çoğunluğunu oluşturan kent ve kır işçilerinin aktif katılımı olmaksızın sistemi alt edemeyiz. Her hareket için ilk koşul, ekolojik hedefleri (kömür madenlerini veya petrol kuyularını ya da kömür yakıtlı santralleri kapatmak vb.), harekete dâhil olan işçilerin güvence altına alınmış istihdamı ile birleştirmektir.  

 

XV-             Çok geç olmadan bu muharebeyi kazanma şansımız var mı? Felaketin kaçınılmaz ve her türlü direnişin anlamsız olduğunu ısrarla iddia eden “çöküş bilimciler” denilen kişilerin aksine, geleceğin açık olduğunu düşünüyoruz. Bu geleceğin eko-sosyalist olacağının bir garantisi yok: bu Pascalcı (bkz. Pascal Bahsi; ç.n) anlamda bir bahsin konusudur; bütün güçlerimizi bir “belirsizlik için emek”e adadığımız bir bahis. Ancak Bertolt Brecht’in muazzam ve yalın bir bilgelikle söylediği gibi: “Savaşan kaybedebilir. Savaşmayan ise çoktan kaybetmiştir”.


            https://crisiscritique.org/uploads/24-11-2020/michael-lowy.pdf?v=1 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

                Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

                  Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi