Content feed Comments Feed

İtalyalı tarihçi-yazar Enzo Traverso, Jacobin için, 2019 Sonbahar’ında Şili’deki isyanda başlayan, ABD’deki ırkçılık karşıtı eylemlerde daha görünür olan ve birçok ülkeye yayılan heykel yıkma eylemlerinin politik kökenleri ve meşruiyet kaynaklarına ilişkin bir yazı kaleme aldı.

Traverso, “Köle sahiplerinin ve soykırım faillerinin heykellerini yıkan protestocular sıklıkla ‘geçmişi silmek’ ile suçlanıyorlar. Ancak eylemleri, bu heykellerin andığı figürlerin dikkatle incelenmesine neden olur –tarihin, kurbanlarının bakış açısından tekrar anlatılmasına olanak verir” diyor.




Irkçılık karşıtlığı, bir hatıra savaşımıdır. Minneapolis’te George Floyd’un öldürülmesinin ardından dünya genelinde yükselen protesto dalgasının en dikkat çekici özelliklerinden biri bu. Her yerde, ırkçılık karşıtı hareketler kölelik ve sömürgeciliğin mirasını temsil eden heykelleri hedef alarak geçmişi sorguladılar: Virginia’da konfederasyon ordusu generali Robert E. Lee, New York City’de Theodore Roosevelt, birçok ABD kentinde Kristof Kolomb, Brüksel’de Belçika Kralı II. Leopold , Bristol’de köle taciri Edward Colston, Fransa’da 14. Louis’nin Finans Bakanı ve utanç verici Code Noir’ın (Kara Kod, 14. Louis döneminde oluşturulan ve köleliğe yasal zemin sağlayarak kölelerin haklarını tanımlayan yasal düzenlemelere verilen isimdir; ç.n.) yazarı Jean-Baptiste Colbert, modern İtalyan gazeteciliğinin babası ve faşist sömürgeciliğin geçmişteki propagandacısı Indro Montanelli ve daha başka heykeller.

İster devrilmiş, ister tahrip edilmiş, ister boyanmış, isterse üstüne graffiti çizilmiş olsun; bu heykeller mücadelenin yeni bir boyutunun örneğini veriyorlar: haklar ve hatıra arasındaki bağlantı. Damgalanmış ve gaddarca davranılmış azınlıklar olarak siyahların konumu ile sömürgecilik sonrası öznelerin karşıtlığına ve ezenlerine, kamusal alanda –aynı zamanda gündelik yaşamlarımızda kentsel çevremizi de oluşturan bir alan- verilen simgesel yere ışık tutuyorlar.

Devrimlerin, bir “ikona kırıcı öfke” barındırdığı iyi bilinir. İster İspanya İç Savaşı’nın ilk aylarında kiliselerin, haçların, kutsal emanetlerin tahrip edilmesi gibi kendiliğinden olsun, ister Paris Komünü sırasında Vendôme Sütunu’nun yıkılması gibi daha dikkatle planlanmış olsun, bu ikona kırıcılık patlaması yerleşik düzenin devrilmesini şekillendirir.

Yönetmen Sergei Eisenstein, Rus Devrimi’ne ilişkin başyapıtı Ekim filmini Çar 3. Alexander’ın bir heykelini deviren kalabalığın görüntüsüyle açmıştı ve 1956 yılında Budapeşte’deki isyancılar Stalin’in heykelini tahrip etmişti. 2003 yılında –bu tarihsel kuralın ironik bir teyidi olarak- ABD güçleri, işgallerini bir halk ayaklanması kılığına büründürmek amacıyla çok sayıda iliştirilmiş televizyon kanalının da suç ortaklığıyla Saddam Hüseyin’in Bağdat’taki heykelinin devrilmesini tertiplediler.

Bu vakanın aksine, protesto hareketlerinin ikona kırıcılıklarının hakiki olduğu her yerde bu davranış daima öfkeli tepkiler canlandırır. Komünarlar, “vandallar” olarak tariflenmişlerdi ve sütunun devrilmesinden sorumlu olanlardan biri olan Gustave Courbet cezaevine atılmıştı. İspanyalı anarşistlere gelirsek, onlar da acımasız barbarlar olarak suçlanmışlardı. Benzer bir öfke son haftalarda filizlendi.

Boris Johnson, Churchill’in heykellerinden birinin üstüne “ırkçı” –hem Afrikalıları tasviri hem de 1943 yılındaki Bengal kıtlığı ile ilişkili güncel tartışmalarla bağlantılı olarak bilimsel fikir birliğinin olduğu bir gerçek- yazıldığında rezalet çıkardı.

Emmanuel Macron, Fransız ulusuna, ırkçılığın katiyen bahsi geçmeyen bir mesajda benzer ikona kırıcılıktan öfkeyle yakındı: “Sevgili yurttaşlarım; bu akşam size Cumhuriyet’in, tarihindeki hiçbir izi ya da figürü silmeyeceğini açık bir şekilde söylüyorum. Başarılarının hiçbirini unutmayacak. Hiçbir heykelini yıkmayacak.”

İtalya’da, Milano’daki bir parkta bulunan Indro Montanelli’nin heykelinin üstüne kırmızı boy atılması, Il Manifesto haricindeki gazetelerin ve medyanın ittifakıyla “faşist” ve “barbarca” bir eylem olarak kınandı. 1970’lerde solcu “teröristlerce” yaralanan Montanelli, demokrasi ve özgürlüğün kahraman savunucusu olarak kutsanmıştı.

Boya atanlar tarafından heykelinin maruz bırakıldığı “alçak saldırı”nın ardından Corriere Della Serra’nın editoryal yazarlarından biri, böylesi bir kahramanın “kutsal” bir figür olarak hatırlatılması gerektiği konusunda ısrar etti. Yine de bu “barbarca” eylem, Montanelli’nin “kutsal” başarılarının neler olduğunu birçok İtalyan için açığa vurma bakımından verimli oldu: 1930’larda genç bir gazeteci iken faşist imparatorluğu ve ırka dayalı hiyerarşileri övmüştü; Etiyopya’ya savaş muhabiri olarak gönderilmiş, cinsel ve ev yaşamına dair ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere derhal 14 yaşındaki bir Eritreli kız çocuğunu satın almıştı. Pek çok yorumcuya göre bunlar “zamanın gelenekleri” idi ve bu nedenle sömürgeciliği, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği desteklemeye dair bir suçlama haksız ve mesnetsizdir. Hatta, 1960’larda hâlâ Montanelli ırklar arası evliliği, doğrudan Arthur Gobineau’nın “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Demene 1853-55”inden ödünç aldığı argümanlarla medeniyetin çöküşünün bir sebebi olarak mahkûm ediyordu. Bunlar aslında, aynı periyotta ABD’deki Yurttaş Hakları hareketine karşıtlığında Ku Klux Klan tarafından güçlü bir şekilde savunulan argümanların aynılarıydı. Her türlü kanıta karşın, iki nesil İtalyan gazeteciliğinin manevi babası, faşist ordunun Etiyopya Savaşı sırasında gaz bombardımanları gerçekleştirdiğini şiddetle reddetmişti. Milano “barbarları”, bizlere bu basit gerçekleri hatırlatmak istemişti.

Doğrusu, mevcut “vandalizm” dalgası ile öfkelenen çoğu siyasi liderin, entelektüelin ve gazetecinin, tekrar eden polis şiddeti vakalarına, ırkçılığa, adaletsizliğe ve protestonun doğrudan yöneldiği sistemik eşitsizliğe yönelik benzer bir öfkeyi asla ifade etmemiş olmalarını gözlemlemek ilgi çekici. Böylesi bir durumda kendilerini oldukça rahat hissettiler.

Birçoğu, 30 yıl önce Orta Avrupa’da Marx, Engels ve Lenin’in heykellerinin yıkıldığı bir diğer ikona kırıcı akımı övmüştü bile. Oysa bu tür heykeller arasında tahayyül edilen yaşam olasılığı katlanılamaz ve bunaltıcı iken, Batı toplumlarının patrimonyal mirasını oluşturan konfederasyon ordusu generallerinin, köle tacirlerinin, soykırımcı kralların, beyaz üstünlükçülüğün kanuni mimarlarının ve faşist sömürgeciliğin propagandacılarının heykelleriyle hayli gurur duyuyorlar. Israrcı oldukları gibi “tarihimizden hiçbir izi ya da figürü silmeyeceğiz”.

Fransa’da, sömürgeciliğin ve köleliğin anıtsal kalıntılarını yıkmak çoğu zaman bir tür “cemaatçilik” olarak tarif edilir –şu anda aşağılayıcı algı veren kelime, dolaylı olarak bu tür kalıntıların, kamusal alanı çerçeveleyen estetik, tarihsel ve anıtsal normları saptayan beyaz çoğunluğu değil, özellikle kölelerin ve sömürgeleştirilenlerin torunlarını rahatsız ettiği anlamına gelir. Aslında, Fransa’nın sözde “evrenselliği”, çoğu zaman “beyaz cemaatçiliğin” nahoş tadını barındırır.

Atalarının yaptığı gibi, küresel çapta şehir şehir yayılan “ikona kırıcı öfke”, hoşgörü ve yurttaşların bir arada yaşamının yeni biçimlerini talep ediyor. Geçmişi silmek şöyle dursun, ırkçılık karşıtı ikona kırıcılık kent peyzajını kaçınılmaz bir şekilde etkileyen yeni bir tarihsel bilinç taşıyor. İtiraz edilen heykeller, kaldırılmalarını meşru kılan yalın bir gerçeklik olarak geçmişi ve onun aktörlerini övüyor. Kentler; ihtiyaçlara, değerlere ve sakinlerinin arzularına bağlı olarak değişim gösteren yaşayan bedenlerdir ve bu dönüşümler her zaman politik ve kültürel çatışmaların ürünüdürler.

Geçmişin egemenlerini anan heykelleri devirmek, bugünkü ırkçılığa ve baskıya karşı mücadelelere tarihsel bir boyut bahşediyor. Muhtemelen ondan daha fazlası anlamına geliyor. Bu, kentlerin tarihsel yerleşim alanlarının, maddeleştirilmiş ve fetişleştirilmiş yerleşim yerleri şeklinde başkalaşıma uğramasını beraberinde getiren şehirlerimizin soylulaştırılmasına karşı çıkmanın bir başka yolu. Bir kent, UNESCO tarafından “dünya mirası” olarak sınıflandırıldıktan sonra ölmeye mahkûmdur. Heykelleri deviren “barbarlar” tam olarak, eş zamanlı biçimde alt sınıfları kent merkezlerinden süren ve buraları donuk kalıntılara dönüştüren mevcut neoliberal politikalara karşı bir protestodur. Eski kölecilik ve sömürgeciliğin sembolleri, gayrimenkul kapitalizminin göz kamaştırıcı çehresiyle birleşmiş durumda –ve bunlar, protestocuların hedefleri.

Daha sofistike ve sapkın bir argümana göre, ırkçılık karşıtı ikona kırıcılık, geçmişin reddine yönelik şuursuz bir arzuyu ifade ediyor. İleri sürülen ve geçmişte olduğu kadar baskıcı ve tatsız olan bu argüman değiştirilemez. Kesinlikle doğru. Ancak geçmişi çalışmak –özellikle de ırkçılık, kölelik, sömürgecilik ve soykırımlardan müteşekkil bir geçmişi-, devrilen heykellerin birçoğunun yaptığı gibi onu göklere çıkarmak anlamına gelmez.

Almanya’da, Nazi geçmiş, eziyet çektirenlerinin yerine onun kurbanlarını anan anıtlarla kent meydanları ve sokaklarında çok kuvvetli bir şekilde sergileniyor. Berlin’de Holokost Anıtı, gelecek nesillere bir uyarı olarak dikilmektedir. SS’in suçları, Heinrich Himmler’i öven bir heykel aracılığıyla anılmıyor; bunun yerine, eski bir SS ofisinin yerinde bulunan “Terörün Topografyası” isimli açık ve kapalı bir sergi vasıtasıyla yapılıyor.

İşledikleri günahları hatırlamak için Hitler’in, Mussolini’nin ve Franco’nun heykellerine ihtiyacımız yok. Pedro Sánchez hükümetinin, Caudillo’dan (el Caudillo, diktatör Francisco Franco’nun “önder” anlamına gelen lakabıdır; ç.n.) geriye kalanları anıt mezarından çıkarmaya karar vermesi, tam da İspanyolların, Frankoculuğu unutmamasındandır. Sadece, Valle de los Caídos’un (Franco’nun mezarının, taşındığı 24 Ekim 2019 tarihine kadar bulunduğu anıt; ç.n.) kutsallıktan arındırılmasıyla, unutkan olmayan demokratik bir toplumda bu faşist anıt hatıra âlemine sevk edilebilir.

Mevcut ırkçılık karşıtı ikona kırıcılığımıza, antik damnatio memoriae (hatıranın lanetlenmesi) niyeti atfedilmesi bu nedenle son derece yanlıştır. Antik Roma’da bu uygulama, mevcudiyetleri yeni hükümdarlarla çatışan imparatorların ya da başka kişiliklerin kamusal olarak anılmalarını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Unutulmalıydılar.

Stalinizm döneminde Leon Troçki’nin resmi Sovyet fotoğraflarından silinmesi, damnatio memoriae’nin bir başka biçimiydi ve George Orwell’ın 1984’üne ilham vermişti. Kurgusal ülke Okyanusya’da, tarihin tamamen yeniden yazıldığını yazmıştır: “Heykeller, yazıtlar, anıtsal taşlar, sokak isimleri –geçmişe ışık tutabilecek her şey sistematik biçimde değiştirilmişti.”

Bu örnekler, yanıltıcı karşılaştırmalardır; çünkü geçmişin, güçlü olan tarafından silinmesinden bahseder. Zira, ırkçılık karşıtı ikona kırıcılık kışkırtıcı bir şekilde geçmişi onların elinden kurtarmayı, onu, galip gelenlerin değil, yönetilenlerin ve yenilgiye uğratılanların bakış açısından yeniden düşünerek “geçmişi tersine süpürmeyi” amaçlıyor.

Mimari ve sanatsal mirasımızın, ezmenin mirasıyla yüklü olduğunu biliyoruz. Walter Benjamin’in ünlü aforizmasının belirttiği gibi, “Hiçbir medeniyet belgesi yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.” Heykelleri devirenler kör nihilistler değiller: Kolezyum’u ya da piramitleri yıkmayı istemiyorlar.

Bundan ziyade, Bertolt Brecht’in dikkat çektiği gibi, bu olağanüstü anıtların köleler tarafından inşa edildiğini unutmamayı tercih ederler. Edward Colston ve II. Leopold unutulmayacaklar: heykelleri müzelerde korunmalı ve sadece kim olduklarını ve olağanüstü başarılarını açıklayan şekillerde sergilenmemeli, şahıslarının neden ve nasıl erdemlilik ve insancıllığın, saygı nesnesinin örnekleri haline geldiği de –kısaca, medeniyetlerinin vücut bulmuş halleri de- açıklanmalı.

Bu ırkçılık karşıtı ikona kırıcı dalga küreseldir ve istisnaları kabul etmiyor. İtalyanlar (İtalyan-Amerikalılar da dâhil) ve İspanyollar Kolomb ile gurur duyuyor, fakat Amerika’yı “keşfeden” adamın heykelleri, yerliler için aynı sembolik anlamı taşımıyor.

Bu heykel kırıcılık, meşru bir şekilde kendi belleklerinin ve bakış açılarının kamusal olarak kabul ve kaydını talep ediyor: dört yüzyıl süren bir soykırımı resmen başlatan “keşif”. Martinik’in başkenti Fort-de-France’da 22 Mayıs’ta Victor Schœlcher’in –geleneksel olarak Fransa Cumhuriyeti tarafından 1848 yılında köleliğin kaldırılmasının sembolü olarak sunulan- iki heykeli yıkıldı. Sağcı gazete Le Figaro’nun bize söylediği şekliyle, “Yeni sansürcüler, gerçeğe sahip olduklarına ve erdemliliğin koruyucuları olduklarına inanıyorlar.”

Gerçekte, “yeni sansürcüler” (yani ırkçılık karşıtı genç eylemciler), Fransız “evrenselciliği”nin ataerkil ve kurnazca ırkçı geleneğinin sayfasının yerine yeni bir sayfa arzuluyorlar. Bu gelenek, her zaman aydınlanmış Cumhuriyet tarafından köleliğin kaldırılmasını, kölelere bir ödül olarak tariflemiştir –Macron’un yukarıda alıntılanan konuşmasında güzel bir şekilde özetlenen gelenek-.

“Yeni sansürcüler”, 1952 yılında Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabında bu klişeyi çözümleyen Frantz Fanon’un düşüncesini paylaşıyorlar: “Siyah insanın Beyaz insana karşı beslediği minnet duygusundan şikâyeti yok; bunun en güçlü ifadesi, Fransa'nın her yerinde ve kolonilerde meydanlara dikilen ve zincirlerinden yeni kurtulmuş sempatik Zencilerle, onların başlarını okşayan Beyaz efendilerin birlikte sergilendiği o etkileyici heykellerde görülür.” (bu bölüm, kitabın Cahit Koytak çevirisi olan Nisan 2016 Türkçe baskısından alıntılanmıştır; ç.n.)

Geçmişi çalışmak, soyut bir görev ya da tamamen entelektüel bir çalışma değildir. Daha ziyade, kolektif çaba gerektirir ve politik eylemden ayrıştırılamaz. Son günlerdeki ikona kırıcılığın anlamı budur. Gerçekten de, küresel ırkçılık karşıtı seferberlik içinde ortaya çıkmasına karşın, bunun zemini, çok sayıda kuruluş ve eylemci tarafından yürütülen yılların anıt karşıtı kararlılığı ve tarihsel araştırma ile zaten hazırlanmıştı.

Bütün kolektif eylemler gibi, anıt kırıcılık da ilgiyi ve yapıcı eleştiriyi hak ediyor. Onu aşağılayarak damgalamak, adeta ezme tarihine kendini haklı gösterecek savunma sağlamaktır.


https://jacobinmag.com/2020/06/statues-removal-antiracism-columbus adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

İtalya merkezli yayın yapan web dergisi DİnamoPress’ten Tania Rispoli, siyaset felsefecisi ve edebiyat kuramcısı Michael Hardt ile göçmenlik ve ağırlıklı olarak ABD’den başlayarak birçok ülkeye yayılan ırkçılık karşıtı hareketin yapısı ve dinamikleri üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdi.



- Son iki yıl boyunca, Atlas of Transitions çağdaş tahayyülde göçmenlik ve sınır paradigması konularında çok dikkat çekici bir etki yaptı. Bu yılın teması Direniş Sergileme ve bu öğleden sonra Sandro Mezzadra ile birlikte siz, Atlas of Transitions inisiyatifi kapsamında son yıllardaki en kayda değer direniş deneyimlerine dair konuşacaksınız: Akdeniz. Geçtiğimiz günlerde İyon Denizi gemisi, 3 Eylül 2019’da güvenlik gerekçesiyle el koyulmasının ardından Akdeniz’deki faaliyetlerine yeniden başladı. Bu süre zarfında, Avrupa ülkeleri ile Libya arasında yapılan anlaşmalara bağlı olarak göçmen gemileri batmaya devam etti. Bu aşamada Mediterranea’nın (Akdeniz’de göçmen hareketlerini gözlemleyerek boğulma tehlikesi altındaki göçmenleri kurtarmayı amaçlayan projenin ismi; ç.n.) rolünü nasıl görüyorsunuz?

Amaçları, göçmenleri denizden kurtarmak ve İtalya-Libya anlaşmalarının soykırımsal politikalarına müdahale olan projenin kendisi için çok fazla değilse de Mediterranea projesinin bu iki yılda çok şeyi değiştirdiğine inanıyorum. Yolculuk neredeyse iki yıl önce başladığında, Mediterranea akıntıya karşı bir projeydi; yalnızca İtalya’da denizdeki göçmenleri kurtarma taraftarı olan çok fazla insan olmadığından değil, kurumsal politik durum nedeniyle de. Özellikle de Matteo Salvini ve hükümetinin söylemi nedeniyle böyle bir proje uygulanabilir olmamasından öte neredeyse imkânsızdı. İyon Denizi gemisi denize indiğinde, göçmenleri koruma fikri hâkim politik söylem bakımından gerçek bir meydan okuma teşkil ediyordu. Bugün durum bana değişmiş görünüyor, özellikle de güçlü bir şekilde ırkçılık karşıtı harekete ve ırkçılık karşıtlığını başlıca amaçlarından biri yapan topluma odaklandığımız son birkaç haftada. Mediterranea başlangıçta korkunç politik atmosfere karşın hâlâ yapılabilecek bir şeylerin olduğunu gösterdiyse –böylece bize, direnmenin hâlâ mümkün olduğunu gösterdi-, yine de bugün rolü bir dizi süreci hızlandırmaktır. Mediterranea, Avrupa ve ABD’de haftadan haftaya büyüyen direniş biçimlerini ve hareketleri destekleyebilir. Sonuç olarak, Mediterranea’nın rolü, bu yeni ve güçlü duruma uyum sağlamak.

- ABD’de son birkaç haftadır devam eden şey fevkalade, muazzam nicelikte ve mevcut durumu tamamen yeniden şekillendiriyor görünüyor. Bu hareketi nasıl değerlendiriyorsunuz ve ne tür bir yenilik getirdiğini düşünüyorsunuz?

Gözlemlediğim yeniliklerden biri, bu hareketin, son yıllardaki başka hareketlere göre mesela kesişimsellik ana fikri ve metodu gibi bazı konularda daha derin politik bilince sahip olması. Fakat daha genel olarak, bu hareket çok daha olgun bir politik bilince sahip. Bu “olgunluk” iki şekilde anlaşılabilir; bir yandan toplumsal cinsiyet ve cinsiyet hiyerarşisinin çok farkında olmasının yanı sıra trans-feminist hareketlerin örneklerini de barındıran (geçen Pazar New York’ta gerçekleşen büyük gösterilerde olduğu gibi) ırkçı yapılara karşı bir hareket ve bu perspektiften, mücadelelerin kesişen bağlarının tamamen bilincinde olan bir hareket. Diğer yandan, şiddet olgusunun sadece farkında olmakla kalmayıp bu şiddeti, daha geniş ve köklü toplumsal yapıların sorunsallaştırılmasıyla çerçeveleyen bir hareket. Bu protestoların ve hareketin kıvılcımının şiddet içeren bir polis eylemi, yani George Floyd’un vahşice katledilmesi olduğu açık; fakat hareket için, bu şiddetin Amerikan toplumunun ırkçı toplumsal yapısı şeklindeki çok daha köklü bir sorunun yan tesiri ve belirtisi olduğu da aynı derecede açık. İşte, bu bana hareketin olgunluğunun müthiş bi işareti gibi geliyor. Dahası, genellikle çok genç ve 20-25 yaş arasında olan aktivistlerin söylem, dil ve tahayyülleri, üniversite sınıflarında gerçekleştirilen ve ırkçılığın yapısal analizine niyet eden türden konuşmalara çok yakın. Hareket, çok sofistike ve incelikle işlenmiş bir dil kullanıyor.

- Bazı analizciler, şu anda ABD’de hareketi onaylayan ya da destekleyen devlet içi çatışmalar olduğunu iddia ediyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Şüphesiz bazı bölgelerde, Trump politikalarına şiddetle karşı olan yerel yönetimlerle göstericiler arasında temiz bir ilişki var. Örneğin, hem Seattle hem de Washington’da –benim de gösterilere aktif bir şekilde katıldığım iki şehir- belediye başkanları polislere, göstericilere karşı durmama emri verdiler. Washington’da en son gerçekleşen devasa gösteride, tek bir polis bile görülmedi fakat Ulusal Muhafızlar, Beyaz Saray önünde durdular. Dolayısıyla, hem Seattle hem de Washington’da belediye başkanları, Trump’a karşı göstericileri destekliyor. Bunun, yerel yönetimlerle federal hükümet arasında gerçek bir çatışmanın yansıması olup olmadığını görmeliyiz.

- Diğer yandan, tarihsel olarak genellikle tersi olmuştur; yani federal hükümet daha ileri kararlar teklif ederken eyaletler daha tutucu bir pozisyon almıştır.

Evet, 60’ların ortalarında söylenen buydu ve özellikle de federal hükümet bunu yapmaya zorlanırken ırk ayrımcılığını sona erdirmek istemeyen güney eyaletleri bakımından aşağı yukarı doğruydu. Bugünkü, bir tür ilgi çekici geri dönüş ve bir tür Trump’a baskı uygulama ve onu köşeye sıkıştırmayı ifade ediyor. Kesinlikle çok ilginç olan ve ne kadar güçlü olabileceğini göreceğimiz bir devlet içi çatışma mevcut. Merkezi hükümet ile yerel yönetimler arasındaki bu türden bir karşıtlık İtalya’da da meydana geldi; örneğin Riace belediye başkanının, Salvini’nin göçmen karşıtı politikalarına karşı çıkmasıyla. Tabii ki Washington, tıpatıp Riace değil! ABD’de gerçek yenilik, yerel yönetimci dönüşüm hareketi meydana geldiğinde İspanya’da gerçekleşene benzer bir şeye şahitlik etmek olacaktır. Açıkçası bu tür bir süreçten uzaktayız, ancak bunlar akılda tutulması gereken dinamiklerdir.

- Bugünlerde, 2014-2015 Ferguson hareketinin, belirli dil bakımından adeta bir “eğitim” rolü oynadığını düşünüyorum ve muhtemelen, üniversitelerin rolü de önemliydi, çünkü Afro-Amerikan Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları bölümlerine gösterilen ilgi göz önünde bulundurulduğunda, üniversiteler ırkçılık ve toplumsal cinsiyet meselelerine dair bir ortak akıl oluşturulmasına katkı sundular.


Kesinlikle üniversiteler önemli bir rol oynadılar, ancak bu hareketin olgunluğunun, işaret edilmesi gereken bir başka boyutu var: örneğin, Ferguson ile karşılaştırıldığında mücadeleye katılan çok daha fazla beyaz var. Ve bu, daha önce dayanışma içinde olmadıklarından değil, onları katılabilir hale getiren daha bütünlüklü bir oluşum bulunması nedeniyle. Şu anda ırkçılık karşıtı mücadeleye nasıl katılacaklarını ve içinde nasıl kalacaklarını bilen tamamen yeni bir beyaz nesil olduğuna inanıyorum. Ve bu da, hareketlerin içindeki siyasi oluşum meselesidir. Afro-Amerikalılar, Latinler, Asyalılar ve beyazların katıldığı bu olaylarda, bunun sadece bir dayanışma gösterme ya da bir ittifakı ifade etme meselesinden ibaret olmadığı, tamamen sorunun parçası olunduğunu hissetme meselesi olduğu açık. Irkçılık meselesi gerçekten de herkesin sorunu. Sadece “yoksul siyah kurbanlarla” dayanışma göstermekle ilgili değil, ırkçı bir toplumun herkes için kötü olduğunun tamamen farkına varmakla ilgili.

- Amerika’daki bu hareketin en çarpıcı gücü, dünya çapında genelleşebilme yetisi. Devasa gösteriler sadece başlıca ABD şehirlerinde değil; Londra, Berlin, Paris ve İtalya’da da gerçekleşti. Yapısal ırkçılığa karşı bir mücadele nasıl olur da hızla genelleşmeyi başarabilir?

Amerikan basınının sunduğu ve benim tamamen yanlış olduğuna inandığım imaj, Avrupa’daki, Avustralya’daki ve başka yerlerdeki hareketlerin Afro-Amerikanlar ile dayanışma hareketleri olduğu şeklinde. Bana, denizaşırı mücadelelerin genelleşmesi ve yayılması, Avustralya’da olduğu gibi Avrupa’daki her ülkedeki yapısal ırkçılığın farkında olma hali ile meydana gelmiş görünüyor. Bu haftalarda gördüğümüz mücadeleler, ABD’deki hareketlerden ortaya çıkan ve ırkçılık meselesiyle yüzleşmek için eşit derecede olgun durumda olan Avrupa ülkelerine ulaşan bir kıvılcım. Tabii ki, bu küresel hareketin her ifadesi yerel özelliklere de sahip olacak, ancak özellikle İtalya, Fransa ve İngiltere’de (kendi içlerinde çok farklı başlangıç kaynakları olan ülkeler) polis şiddetine ve genel olarak yapısal ırkçılığa karşı hâlihazırda çok gelişmiş ve ileri bir mücadele mevcuttu. ABD’deki bu olay, bu katılımcı ve geniş çaplı ayaklanma, mücadeleler ve anlatımlar bakımından zaten olgunlaşmış bir durumda tabiri caizse zaten hazır olan bir alana indi.

- Antonio Negri ile birlikte yazdığınız Meclis kitabınızda, birçok sayfayı güncel hareketlerin “lidersizlik” boyutuna ayırmıştınız. Black Lives Matter hareketi, bu özelliği bilhassa açık şekilde ifade ediyor gibi görünüyor. Mevcut hareketin bu yönü bize ne söylüyor?

BLM’nin merkezi olmayan ve bu nedenle de sözcüsüz ya da lidersiz bir hareket olduğu sabit bir gerçektir. Ve diğer yandan, bu neslin bütün hareketleri, merkezileşme olmaksızın kendilerini örgütleme ihtiyacına göğüs germeli. Ancak etkili ve başarılı olabilen tüm hareketler gibi, merkezi bir yapı olmasa bile, hatırı sayılır bir örgütlenme çabasına ihtiyaçları var –ve bu, son haftalarda çok göze çarpan bir boyut. Herkesin bildiği üzere Black Lives Matter, tam anlamıyla bir örgütlenme değil: merkez komitesi ve lideri yok. Black Lives Matter, herhangi bir yerel grubun kullanabileceği ve kendilerininkini oluşturabileceği bir ortak isim. Bununla birlikte, son haftalarda gözlemlediğimiz şey, hareketlerin ABD’de ne kadar iyi örgütlendiğidir. Her şehirde, etkinlikler mükemmel organize ediliyor; pratik yönleriyle de böyle. Örneğin, Washington’da geçen hafta 20-30 binden fazla insanı bir araya getiren dev gösteri, en ufak ayrıntısına kadar organize edilmişti: herkes için ücretsiz su, atıştırmalıklar, dezenfektan ve hatta güneş kremi bile mevcuttu; çünkü o gün çok yakıcı bir güneş vardı. Bu örnek vasıtasıyla söylemek istediğim şu ki, böylesi bir hareket lidersiz olsa bile örgütlenme eksikliği yok, aslında daha fazla örgütlenme gerektiriyor. Ve mevcut hareketin yaptığı iş ile gördüğümüz şey bu –ve bu kadar uzun sürmesinin ve bu kadar başarı elde edebilmesinin de sebepleri- çünkü Black Lives Matter denilen yerel grupların her biri, bir güce ve böylesine yüksek bir örgütsel kapasiteye sahip.

- Bugünlerde Black Lives Matter meydanlarının dillere pelesenk sloganlarından biri “polisin mali kaynaklarını kes” ve hatta bazen “polis teşkilatını feshet”. Bu talebi nasıl görüyorsunuz ve devletin zor aygıtlarına yönelik bu ilginin neyin ifadesi olduğunu düşünüyorsunuz? Sizce bunun, mevcut aşamadaki merkeziliği nedir?

“Polisin mali kaynaklarını kes” şiarı bana göre ilgi çekici. Bir yandan bu, mali kaynakları, ille de polisin varlığını gerektirmeyen ya da polisin varlığının uygun olmayacağı durumları idare edebilecek başka devlet kuruluşlarına vererek polisin sorumluluklarını sınırlamayı talep eden epey ılımlı bir reform talebi oluşturabilir. Ancak diğer yandan, -“polis teşkilatını feshet” şiarından da görülebileceği üzere- on yıllardır cezaevinin ve dolayısıyla da polisin ilgasına dair süren düşünceye dâhil edilmesi gereken oldukça radikal bir talep de var: fikir, tam olarak, polisin de bir parçası olduğu bütün bir cezaevi yapısının ilgası. Bir yandan, “polisin mali kaynaklarını kes” ılımlı bir tasarı olarak görünebilirse de, bütün bir polis ve cezaevi sistemini dönüştürme fikri de hakikaten devrimci bir tasarıdır. Hareketlerin amacı, polis sisteminin dönüşümünün –mali kaynakların kesilmesi yoluyla asgari biçimde bile olsa- her zaman, yapısal ırkçılık ve nihayetinde ırkçı toplumun sorgulanması ile ilişkili çok daha derin bir sorunun belirtisi olarak görülmesidir. Elbette, polisi yeniden biçimlendirmek iyi bir ilk adım olabilir, ancak hareketlerin arzusu çok daha yüksek ve daha radikal ve yapısal bir dönüşüm arayışındalar. Amaç, bizatihi toplumu dönüştürmektir.



https://www.dinamopress.it/news/atlas-of-transitions-2-intervista-michael-hardt/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi