İtalyalı tarihçi-yazar Enzo Traverso, Jacobin için, 2019 Sonbahar’ında Şili’deki isyanda başlayan, ABD’deki ırkçılık karşıtı eylemlerde daha görünür olan ve birçok ülkeye yayılan heykel yıkma eylemlerinin politik kökenleri ve meşruiyet kaynaklarına ilişkin bir yazı kaleme aldı.
Traverso, “Köle sahiplerinin ve soykırım faillerinin heykellerini yıkan protestocular sıklıkla ‘geçmişi silmek’ ile suçlanıyorlar. Ancak eylemleri, bu heykellerin andığı figürlerin dikkatle incelenmesine neden olur –tarihin, kurbanlarının bakış açısından tekrar anlatılmasına olanak verir” diyor.
Irkçılık karşıtlığı, bir hatıra savaşımıdır. Minneapolis’te George Floyd’un öldürülmesinin ardından dünya genelinde yükselen protesto dalgasının en dikkat çekici özelliklerinden biri bu. Her yerde, ırkçılık karşıtı hareketler kölelik ve sömürgeciliğin mirasını temsil eden heykelleri hedef alarak geçmişi sorguladılar: Virginia’da konfederasyon ordusu generali Robert E. Lee, New York City’de Theodore Roosevelt, birçok ABD kentinde Kristof Kolomb, Brüksel’de Belçika Kralı II. Leopold , Bristol’de köle taciri Edward Colston, Fransa’da 14. Louis’nin Finans Bakanı ve utanç verici Code Noir’ın (Kara Kod, 14. Louis döneminde oluşturulan ve köleliğe yasal zemin sağlayarak kölelerin haklarını tanımlayan yasal düzenlemelere verilen isimdir; ç.n.) yazarı Jean-Baptiste Colbert, modern İtalyan gazeteciliğinin babası ve faşist sömürgeciliğin geçmişteki propagandacısı Indro Montanelli ve daha başka heykeller.
İster devrilmiş, ister tahrip edilmiş, ister boyanmış, isterse üstüne graffiti çizilmiş olsun; bu heykeller mücadelenin yeni bir boyutunun örneğini veriyorlar: haklar ve hatıra arasındaki bağlantı. Damgalanmış ve gaddarca davranılmış azınlıklar olarak siyahların konumu ile sömürgecilik sonrası öznelerin karşıtlığına ve ezenlerine, kamusal alanda –aynı zamanda gündelik yaşamlarımızda kentsel çevremizi de oluşturan bir alan- verilen simgesel yere ışık tutuyorlar.
Devrimlerin, bir “ikona kırıcı öfke” barındırdığı iyi bilinir. İster İspanya İç Savaşı’nın ilk aylarında kiliselerin, haçların, kutsal emanetlerin tahrip edilmesi gibi kendiliğinden olsun, ister Paris Komünü sırasında Vendôme Sütunu’nun yıkılması gibi daha dikkatle planlanmış olsun, bu ikona kırıcılık patlaması yerleşik düzenin devrilmesini şekillendirir.
Yönetmen Sergei Eisenstein, Rus Devrimi’ne ilişkin başyapıtı Ekim filmini Çar 3. Alexander’ın bir heykelini deviren kalabalığın görüntüsüyle açmıştı ve 1956 yılında Budapeşte’deki isyancılar Stalin’in heykelini tahrip etmişti. 2003 yılında –bu tarihsel kuralın ironik bir teyidi olarak- ABD güçleri, işgallerini bir halk ayaklanması kılığına büründürmek amacıyla çok sayıda iliştirilmiş televizyon kanalının da suç ortaklığıyla Saddam Hüseyin’in Bağdat’taki heykelinin devrilmesini tertiplediler.
Bu vakanın aksine, protesto hareketlerinin ikona kırıcılıklarının hakiki olduğu her yerde bu davranış daima öfkeli tepkiler canlandırır. Komünarlar, “vandallar” olarak tariflenmişlerdi ve sütunun devrilmesinden sorumlu olanlardan biri olan Gustave Courbet cezaevine atılmıştı. İspanyalı anarşistlere gelirsek, onlar da acımasız barbarlar olarak suçlanmışlardı. Benzer bir öfke son haftalarda filizlendi.
Boris Johnson, Churchill’in heykellerinden birinin üstüne “ırkçı” –hem Afrikalıları tasviri hem de 1943 yılındaki Bengal kıtlığı ile ilişkili güncel tartışmalarla bağlantılı olarak bilimsel fikir birliğinin olduğu bir gerçek- yazıldığında rezalet çıkardı.
Emmanuel Macron, Fransız ulusuna, ırkçılığın katiyen bahsi geçmeyen bir mesajda benzer ikona kırıcılıktan öfkeyle yakındı: “Sevgili yurttaşlarım; bu akşam size Cumhuriyet’in, tarihindeki hiçbir izi ya da figürü silmeyeceğini açık bir şekilde söylüyorum. Başarılarının hiçbirini unutmayacak. Hiçbir heykelini yıkmayacak.”
İtalya’da, Milano’daki bir parkta bulunan Indro Montanelli’nin heykelinin üstüne kırmızı boy atılması, Il Manifesto haricindeki gazetelerin ve medyanın ittifakıyla “faşist” ve “barbarca” bir eylem olarak kınandı. 1970’lerde solcu “teröristlerce” yaralanan Montanelli, demokrasi ve özgürlüğün kahraman savunucusu olarak kutsanmıştı.
Boya atanlar tarafından heykelinin maruz bırakıldığı “alçak saldırı”nın ardından Corriere Della Serra’nın editoryal yazarlarından biri, böylesi bir kahramanın “kutsal” bir figür olarak hatırlatılması gerektiği konusunda ısrar etti. Yine de bu “barbarca” eylem, Montanelli’nin “kutsal” başarılarının neler olduğunu birçok İtalyan için açığa vurma bakımından verimli oldu: 1930’larda genç bir gazeteci iken faşist imparatorluğu ve ırka dayalı hiyerarşileri övmüştü; Etiyopya’ya savaş muhabiri olarak gönderilmiş, cinsel ve ev yaşamına dair ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere derhal 14 yaşındaki bir Eritreli kız çocuğunu satın almıştı. Pek çok yorumcuya göre bunlar “zamanın gelenekleri” idi ve bu nedenle sömürgeciliği, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği desteklemeye dair bir suçlama haksız ve mesnetsizdir. Hatta, 1960’larda hâlâ Montanelli ırklar arası evliliği, doğrudan Arthur Gobineau’nın “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Demene 1853-55”inden ödünç aldığı argümanlarla medeniyetin çöküşünün bir sebebi olarak mahkûm ediyordu. Bunlar aslında, aynı periyotta ABD’deki Yurttaş Hakları hareketine karşıtlığında Ku Klux Klan tarafından güçlü bir şekilde savunulan argümanların aynılarıydı. Her türlü kanıta karşın, iki nesil İtalyan gazeteciliğinin manevi babası, faşist ordunun Etiyopya Savaşı sırasında gaz bombardımanları gerçekleştirdiğini şiddetle reddetmişti. Milano “barbarları”, bizlere bu basit gerçekleri hatırlatmak istemişti.
Doğrusu, mevcut “vandalizm” dalgası ile öfkelenen çoğu siyasi liderin, entelektüelin ve gazetecinin, tekrar eden polis şiddeti vakalarına, ırkçılığa, adaletsizliğe ve protestonun doğrudan yöneldiği sistemik eşitsizliğe yönelik benzer bir öfkeyi asla ifade etmemiş olmalarını gözlemlemek ilgi çekici. Böylesi bir durumda kendilerini oldukça rahat hissettiler.
Birçoğu, 30 yıl önce Orta Avrupa’da Marx, Engels ve Lenin’in heykellerinin yıkıldığı bir diğer ikona kırıcı akımı övmüştü bile. Oysa bu tür heykeller arasında tahayyül edilen yaşam olasılığı katlanılamaz ve bunaltıcı iken, Batı toplumlarının patrimonyal mirasını oluşturan konfederasyon ordusu generallerinin, köle tacirlerinin, soykırımcı kralların, beyaz üstünlükçülüğün kanuni mimarlarının ve faşist sömürgeciliğin propagandacılarının heykelleriyle hayli gurur duyuyorlar. Israrcı oldukları gibi “tarihimizden hiçbir izi ya da figürü silmeyeceğiz”.
Fransa’da, sömürgeciliğin ve köleliğin anıtsal kalıntılarını yıkmak çoğu zaman bir tür “cemaatçilik” olarak tarif edilir –şu anda aşağılayıcı algı veren kelime, dolaylı olarak bu tür kalıntıların, kamusal alanı çerçeveleyen estetik, tarihsel ve anıtsal normları saptayan beyaz çoğunluğu değil, özellikle kölelerin ve sömürgeleştirilenlerin torunlarını rahatsız ettiği anlamına gelir. Aslında, Fransa’nın sözde “evrenselliği”, çoğu zaman “beyaz cemaatçiliğin” nahoş tadını barındırır.
Atalarının yaptığı gibi, küresel çapta şehir şehir yayılan “ikona kırıcı öfke”, hoşgörü ve yurttaşların bir arada yaşamının yeni biçimlerini talep ediyor. Geçmişi silmek şöyle dursun, ırkçılık karşıtı ikona kırıcılık kent peyzajını kaçınılmaz bir şekilde etkileyen yeni bir tarihsel bilinç taşıyor. İtiraz edilen heykeller, kaldırılmalarını meşru kılan yalın bir gerçeklik olarak geçmişi ve onun aktörlerini övüyor. Kentler; ihtiyaçlara, değerlere ve sakinlerinin arzularına bağlı olarak değişim gösteren yaşayan bedenlerdir ve bu dönüşümler her zaman politik ve kültürel çatışmaların ürünüdürler.
Geçmişin egemenlerini anan heykelleri devirmek, bugünkü ırkçılığa ve baskıya karşı mücadelelere tarihsel bir boyut bahşediyor. Muhtemelen ondan daha fazlası anlamına geliyor. Bu, kentlerin tarihsel yerleşim alanlarının, maddeleştirilmiş ve fetişleştirilmiş yerleşim yerleri şeklinde başkalaşıma uğramasını beraberinde getiren şehirlerimizin soylulaştırılmasına karşı çıkmanın bir başka yolu. Bir kent, UNESCO tarafından “dünya mirası” olarak sınıflandırıldıktan sonra ölmeye mahkûmdur. Heykelleri deviren “barbarlar” tam olarak, eş zamanlı biçimde alt sınıfları kent merkezlerinden süren ve buraları donuk kalıntılara dönüştüren mevcut neoliberal politikalara karşı bir protestodur. Eski kölecilik ve sömürgeciliğin sembolleri, gayrimenkul kapitalizminin göz kamaştırıcı çehresiyle birleşmiş durumda –ve bunlar, protestocuların hedefleri.
Daha sofistike ve sapkın bir argümana göre, ırkçılık karşıtı ikona kırıcılık, geçmişin reddine yönelik şuursuz bir arzuyu ifade ediyor. İleri sürülen ve geçmişte olduğu kadar baskıcı ve tatsız olan bu argüman değiştirilemez. Kesinlikle doğru. Ancak geçmişi çalışmak –özellikle de ırkçılık, kölelik, sömürgecilik ve soykırımlardan müteşekkil bir geçmişi-, devrilen heykellerin birçoğunun yaptığı gibi onu göklere çıkarmak anlamına gelmez.
Almanya’da, Nazi geçmiş, eziyet çektirenlerinin yerine onun kurbanlarını anan anıtlarla kent meydanları ve sokaklarında çok kuvvetli bir şekilde sergileniyor. Berlin’de Holokost Anıtı, gelecek nesillere bir uyarı olarak dikilmektedir. SS’in suçları, Heinrich Himmler’i öven bir heykel aracılığıyla anılmıyor; bunun yerine, eski bir SS ofisinin yerinde bulunan “Terörün Topografyası” isimli açık ve kapalı bir sergi vasıtasıyla yapılıyor.
İşledikleri günahları hatırlamak için Hitler’in, Mussolini’nin ve Franco’nun heykellerine ihtiyacımız yok. Pedro Sánchez hükümetinin, Caudillo’dan (el Caudillo, diktatör Francisco Franco’nun “önder” anlamına gelen lakabıdır; ç.n.) geriye kalanları anıt mezarından çıkarmaya karar vermesi, tam da İspanyolların, Frankoculuğu unutmamasındandır. Sadece, Valle de los Caídos’un (Franco’nun mezarının, taşındığı 24 Ekim 2019 tarihine kadar bulunduğu anıt; ç.n.) kutsallıktan arındırılmasıyla, unutkan olmayan demokratik bir toplumda bu faşist anıt hatıra âlemine sevk edilebilir.
Mevcut ırkçılık karşıtı ikona kırıcılığımıza, antik damnatio memoriae (hatıranın lanetlenmesi) niyeti atfedilmesi bu nedenle son derece yanlıştır. Antik Roma’da bu uygulama, mevcudiyetleri yeni hükümdarlarla çatışan imparatorların ya da başka kişiliklerin kamusal olarak anılmalarını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Unutulmalıydılar.
Stalinizm döneminde Leon Troçki’nin resmi Sovyet fotoğraflarından silinmesi, damnatio memoriae’nin bir başka biçimiydi ve George Orwell’ın 1984’üne ilham vermişti. Kurgusal ülke Okyanusya’da, tarihin tamamen yeniden yazıldığını yazmıştır: “Heykeller, yazıtlar, anıtsal taşlar, sokak isimleri –geçmişe ışık tutabilecek her şey sistematik biçimde değiştirilmişti.”
Bu örnekler, yanıltıcı karşılaştırmalardır; çünkü geçmişin, güçlü olan tarafından silinmesinden bahseder. Zira, ırkçılık karşıtı ikona kırıcılık kışkırtıcı bir şekilde geçmişi onların elinden kurtarmayı, onu, galip gelenlerin değil, yönetilenlerin ve yenilgiye uğratılanların bakış açısından yeniden düşünerek “geçmişi tersine süpürmeyi” amaçlıyor.
Mimari ve sanatsal mirasımızın, ezmenin mirasıyla yüklü olduğunu biliyoruz. Walter Benjamin’in ünlü aforizmasının belirttiği gibi, “Hiçbir medeniyet belgesi yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.” Heykelleri devirenler kör nihilistler değiller: Kolezyum’u ya da piramitleri yıkmayı istemiyorlar.
Bundan ziyade, Bertolt Brecht’in dikkat çektiği gibi, bu olağanüstü anıtların köleler tarafından inşa edildiğini unutmamayı tercih ederler. Edward Colston ve II. Leopold unutulmayacaklar: heykelleri müzelerde korunmalı ve sadece kim olduklarını ve olağanüstü başarılarını açıklayan şekillerde sergilenmemeli, şahıslarının neden ve nasıl erdemlilik ve insancıllığın, saygı nesnesinin örnekleri haline geldiği de –kısaca, medeniyetlerinin vücut bulmuş halleri de- açıklanmalı.
Bu ırkçılık karşıtı ikona kırıcı dalga küreseldir ve istisnaları kabul etmiyor. İtalyanlar (İtalyan-Amerikalılar da dâhil) ve İspanyollar Kolomb ile gurur duyuyor, fakat Amerika’yı “keşfeden” adamın heykelleri, yerliler için aynı sembolik anlamı taşımıyor.
Bu heykel kırıcılık, meşru bir şekilde kendi belleklerinin ve bakış açılarının kamusal olarak kabul ve kaydını talep ediyor: dört yüzyıl süren bir soykırımı resmen başlatan “keşif”. Martinik’in başkenti Fort-de-France’da 22 Mayıs’ta Victor Schœlcher’in –geleneksel olarak Fransa Cumhuriyeti tarafından 1848 yılında köleliğin kaldırılmasının sembolü olarak sunulan- iki heykeli yıkıldı. Sağcı gazete Le Figaro’nun bize söylediği şekliyle, “Yeni sansürcüler, gerçeğe sahip olduklarına ve erdemliliğin koruyucuları olduklarına inanıyorlar.”
Gerçekte, “yeni sansürcüler” (yani ırkçılık karşıtı genç eylemciler), Fransız “evrenselciliği”nin ataerkil ve kurnazca ırkçı geleneğinin sayfasının yerine yeni bir sayfa arzuluyorlar. Bu gelenek, her zaman aydınlanmış Cumhuriyet tarafından köleliğin kaldırılmasını, kölelere bir ödül olarak tariflemiştir –Macron’un yukarıda alıntılanan konuşmasında güzel bir şekilde özetlenen gelenek-.
“Yeni sansürcüler”, 1952 yılında Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabında bu klişeyi çözümleyen Frantz Fanon’un düşüncesini paylaşıyorlar: “Siyah insanın Beyaz insana karşı beslediği minnet duygusundan şikâyeti yok; bunun en güçlü ifadesi, Fransa'nın her yerinde ve kolonilerde meydanlara dikilen ve zincirlerinden yeni kurtulmuş sempatik Zencilerle, onların başlarını okşayan Beyaz efendilerin birlikte sergilendiği o etkileyici heykellerde görülür.” (bu bölüm, kitabın Cahit Koytak çevirisi olan Nisan 2016 Türkçe baskısından alıntılanmıştır; ç.n.)
Geçmişi çalışmak, soyut bir görev ya da tamamen entelektüel bir çalışma değildir. Daha ziyade, kolektif çaba gerektirir ve politik eylemden ayrıştırılamaz. Son günlerdeki ikona kırıcılığın anlamı budur. Gerçekten de, küresel ırkçılık karşıtı seferberlik içinde ortaya çıkmasına karşın, bunun zemini, çok sayıda kuruluş ve eylemci tarafından yürütülen yılların anıt karşıtı kararlılığı ve tarihsel araştırma ile zaten hazırlanmıştı.
Bütün kolektif eylemler gibi, anıt kırıcılık da ilgiyi ve yapıcı eleştiriyi hak ediyor. Onu aşağılayarak damgalamak, adeta ezme tarihine kendini haklı gösterecek savunma sağlamaktır.
https://jacobinmag.com/2020/06/statues-removal-antiracism-columbus adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız