Content feed Comments Feed


Geçtiğimiz sene meydana gelen gazeteci ölümlerinin dörtte biri Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde gerçekleşti.


Geçen sene dünya genelinde 41 gazeteci öldürülürken bir gazetecileri savunma grubu olan Gazetecileri Koruma Komitesi bunların 10’unun Latin Amerika ve Karayipler’de gerçekleştiğini belirtti. Komite, gazetecilerin yaptıkları haberler veya bir haber kuruluşuyla ilişkileri nedeniyle ya görev sırasında öldürüldüğünü ya da suikast ile öldürüldüklerini açıkladı.


Komiteye göre bölgedeki diğer ülkelerden fazla biçimde Meksika’da geçen sene dört adet teyit edilmemiş öldürülme vakasıyla birlikte bir gazeteci öldürüldü. Komite, Meksika’da 2000 yılından bu yana 8’i doğrudan yaptıkları haberlere misilleme amaçlı olmak üzere 24 gazetecinin öldürüldüğünü ve Meksika’nın basın için Amerika kıtasındaki en tehlikeli bölge olduğunu vurguladı.


Meksika’da öldürülenler arasında Tabasco’da suç karşıtı bir kampanya yürüten radyo programcısı Alejandro Zenón Fonseca Estrada da yer alıyor. Estrada, Eylül ayında silahla vurularak öldürüldü. Geçen sene ayrıca ölümleri hâlâ çözümlenmeyen 4 Meksikalı gazeteci daha öldürüldü. Komite, ülkede yedi gazetecinin de 2005 yılından bu yana kayıp olduğunu ekledi.

Bolivya’da, La Paz yakınlarındaki bir devlet radyosu olan Radio Muncipal çalışanı gazeteci Carlos Quispe de geçen sene belediye başkanının istifasını isteyen göstericiler tarafından ciddi biçimde dövülmesinden iki gün sonra 29 Mart’ta öldürüldü. Birkaç başka olay da henüz teyit edilmemiş durumda.

Haziran ayında Caracas merkezli Reporte Diario de la Economía gazetesinin müdür yardımcısı Pierre Fould Gerres kimliği belirsiz bir motosikletli tarafından silahla öldürüldü. Komite, Gerges ve gazetenin müdürü olan kardeşi Tannaus’un son bir yıldır ölüm tehditleri aldığını belirtti.

Geçtiğimiz Ağustos ayında Dominik Cumhuriyeti’nde suç ve uyuşturucu kaçakçılığına dair haberler içeren günlük haber programı Detrás la Noticia’nın kameramanı Normando García Reyes kafasından beş, göğsünden de dört kurşunla vuruldu.

Guatemala’da da geçen yıl içinde iki gazeteci öldürüldü. Mayıs ayında güneybatıdaki Coatepeque şehrinde Prensa Libre muhabiri Jorge Mérida Pérez bilgisayar başında çalışırken evine zorla girildi ve kafasından vurularak öldürüldü. El Periódico grafikeri Abel Girón Morales da kim ayında Guatemala şehrinin dışında öldürüldü.

Gazetecileri Koruma Komitesi, uyuşturucu ticareti ve paramiliterleri de içeren şiddet gruplarının da gazetecileri işlerini yapmaktan yıldırarak oto-sansürü kuvvetlendirdiğini ifade etti.


Komitenin Amerika kıtası program koordinatörü Carlos Lauría yaygın yolsuzluk ve hukuki işlevsellik ile zayıflatılan hükümetler giderek artan biçimde güvenlik garantisi temin edemez duruma geliyor ve bu da haber medyasını daha fazla tehlikeye atan bir sorumluluk yoksunluğu yaratıyor” diye konuştu.

http://www.lapress.org/articles.asp?item=1&art=5806 adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.

Şirin Ebadi tehdit altında

27 Şubat 2009 Cuma

ABD merkezli Barış ve Demokrasi İçin Kampanya isimli oluşum, Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı hukukçu Şirin Ebadi'ye yönelik artan devlet baskısını protesto etmek için bir imza kampanyası başlattı. İranlı yekililere yönelik yayımlanan açık mektubun imzalanması yoluyla katılabilinen kampanya aynı zamanda son aylarda İran'da emek hareketi aktivistlerine yönelik baskı ve saldırıları da kınamayı amaçlıyor. Öte yandan Barış ve Demokrasi İçin Kampanya tarafından yayımlanan mektupta ABD'nin demokrasi konusundaki ikiyüzlü politikalarına da dikkat çekilerek İran'a yönelik olası bir ABD saldırısına karşı çıkıldığı vurgulanıyor:

Nobel Barış Ödülü sahibi kadın ve insan hakları savunucusu İranlı hukukçu Şirin Ebadi’yi savunmak için ABD’li barış aktivistleri tarafından imzaya açılan açık mektubu lütfen imzalayın. Desteğiniz bir fark yaratabilir.

Barış ve demokratik hakların son derece iç içe geçmiş olduğuna inanıyoruz ve yansıtılan görüşlere katılsak da katılmasak da ifade özgürlüğünü savunuyoruz. Bununla birlikte, barış aktivistleri olarak özellikle ABD’nin İran’a yönelik askeri güç kullanmasına ve kullanma tehdidine karşı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Şirin Ebadi’ye yönelik zulümden endişeleniyoruz. Örneğin 4 Şubat 2009’da Ebadi, Amy Goodman ile “Democracy Now!” isimli programında görüştü. Goodman, Ebadi’ye “Siz ve diğerlerinin maruz kaldığı baskıyı göz önünde bulundurduğunuz zaman, eğer ABD İran’a saldırırsa bu durum İran’daki demokratik harekete yararlı olur mu” şeklinde bir soru sordu. Ebadi ise kararlı biçimde yanıtlayarak, “İran’a yönelik bir askeri saldırı ya da askeri saldırı tehdidi insan haklarını ve kadın haklarını geriletecektir, çünkü bu durum devlete onları çok daha fazla baskı altında tutmak için bahane verecektir” dedi.

Şirin Ebadi İran’da güvende değilse, ülkedeki tüm barışçı sivil toplum aktivistleri büyük tehlike altındadır. Aslında, Ebadi’ye yönelik son saldırılar yükselen devlet baskısının arka planıdır. Mansour Osanloo ve Ebrahim Maddadi’nin aralarında bulunduğu sendika liderleri cezaevinde; iki kadın emek aktivisti, Sussan Razani ve Shiva Kheirabadi 1 Mayıs kutlamalarına katılmaları nedeniyle 18 Şubat 2009 tarihinde kırbaçlandı. “Bir Milyon İmza Kampanyası” katılımcılarını da içeren kadın hakları savunucuları, insafsızca yargılanıyor ve mahkum ediliyor. Mahremiyet ve haysiyet kuşatma altında. Kadının ve erkeğin nasıl davranması gerektiğini buyuran ataerkil yasalara meydan okuyan ve eşcinsel yönelimlerde bulunduğundan şüphelenilen insanlar düzenli olarak mağdur ediliyor, sıklıkla şiddet görüyor. En son Tahran’daki Amir Kabir Üniversitesi öğrencilerini de içeren öğrencilere zulmediliyor ve vahşice saldırılıyor. 11 Ocak’ta Gazze’ye karşı saldırıyı protesto eden Barış Anneleri sivil giyimli güvenlik ajanlarının saldırısına uğradı.

Bu gelişmeler her iki taraftaki savaş çığırtkanlarının seslerini güçlendirdi ve bu nedenle İran’a yönelik askeri operasyona karşı olan barış hareketin ilerlemesine yönelik bir tehdit oluşuyor.

İlk imzacılar arasında Ervand Abrahamian, Janet Afary, Michael Albert, Medea Benjamin, Noam Chomsky, Ariel Dorfman, Martin Duberman, Carolyn Eisenberg, Daniel Ellsberg, John Feffer, Arun Gupta, Michael Hirsch, Adam Hochschild, Doug Ireland, Kathy Kelly, Assaf Kfoury, Naomi Klein, Jesse Lemisch, Kevin Martin, Scott McLemee, David McReynolds, Charlotte Phillips MD, Katha Pollitt, Danny Postel, Matthew Rothschild, Stephen Shalom, Alice Slater, David Swanson, Chris Toensing ve Cornel West yer alıyor. (ilk imzacıların daha geniş bir listesi mektubun sonunda bulunuyor)

Eğer siz de mektubu imzalamak istiyorsanız www.cpdweb.org adresine girebilirsiniz.

İçtenlikle,

Joanne Landy, Thomas Harrison, Stephen Shalom, Jesse Lemisch

Barış ve Demokrasi İçin Kampanya

İmzaya açılan mektup şu şekilde:

İranlı insan hakları lideri şirin Ebadi tehlikede.

Barış aktivistleri tahran’dan Ebadi’nin güvenliğinin sağlanmasını istiyor.

Ayetullah Ali Hamaney

Başkan Mahmud Ahmedinejad

İran İslam Cumhuriyeti BM Elçisi ve Sürekli temsilcisi Mohammad Khazaee’ye;

Bu mektubu İnsan Hakları Savunucuları Merkezi’nin ve Mayın Kurbanlarını Koruma Örgütü’nün ortak kurucularından Şirin Ebadi’ye karşı tırmanan tehditleri protesto etmek için yazıyoruz. 2003 Nobel Barış Ödülü sahibi Ebadi, ülkesindeki herkes için kadın ve insan hakları talebini gayretle ve tekrar tekrar dile getiriyor. Ebadi aynı zamanda uluslararası toplantılarda İran’a yönelik askeri operasyona karşı barışın etkili bir sesi ve etkili bir savunucusu.

Ebadi bugün bir hayli tehlikede. 21 Aralık 2008’de yetkililer İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 60. yılı dolayısıyla yapılması planlanan kutlamaları engelledi ve Ebadi’nin kurulmasına yardım ettiği İnsan Hakları Savunucuları Merkezi’nin (DHRC) kapatılmasını zorladı. Merkez, İran’daki insan hakları ihlali kurbanları için yasal savunma sağlıyor. Merkez, halka kapalı olan bu kutlamaya 300’e yakın insan hakları savunucusu ve destekçi çağırdı. Programın başlamasından birkaç saat önce, devletin güvenlik güçlerinin üyeleri ve sivil giyimli ajanlar DHRC binasına girdiler. Çevreyi görüntülediler ve envanter kaydı yaptılar ve tüm üyeleri bütün çıkışları kilitlemeden dışarı çıkmaya zorladılar.

29 Aralık’ta Ebadi’nin Tahran’daki özel hukuk bürosuna giden yetkililer kendilerini vergi denetmeni olarak tanıttılar ve Ebadi’nin belgelerin koruma altındaki avukat-müvekkil ilişkisine dair bilgileri kapsayarak durumu protesto etmesine rağmen belgeleri ve bilgisayarları aldılar.


Ebadi’nin eski sekreteri gözaltına alındı ve 1 Ocak’ta 150 kişilik bir grup evinin önünde toplanarak Ebadi’ye karşı sloganlar attı. Aynı binada bulunan hukuk bürosunun tabelasını kopararak indirdiler ve binanın duvarına yazılar yazdılar. İzinsiz barışçıl gösterileri sona erdirmekte hızlı olan polis, bu barbarlığı durdurmak için hiçbir şey yapmadı.

Benzer durumlarda, İranlı yetkililer çoğu kez resmi baskın ve belirsiz cezalarla neden olan yargılamalara neden olan gelişigüzel gözaltı ve engellemelerle taciz yolunu izlemişti.

Barış aktivistleri olarak Şirin Ebadi için özel olarak endişeye sahibiz. Ebadi bizim gibi İran’a yönelik ABD saldırısına karşı açıkça konuşuyor. Ebadi The New York Times’ta 8 Şubat 2005’te Hadi Ghaemi ile birlikte yazdığı “İran’a saldırı karşısında insan hakları sorunu” başlıklı yazısında, “ABD’nin Ortadoğu’ya, özellikle de İran’a yönelik politikaları insan haklarını destekleyen bir dille süsleniyor. Kimse bu amacın önemini reddedemez. Ancak İran’daki insan hakları savunucuları için, İran’a yönelik bir askeri saldırı amaçları için su katılmamış bir yıkımı temsil ediyor” ifadelerini kullanmıştı.

Biz, İran’a karşı ABD ya da başka devletler tarafından yapılacak herhangi bir askeri saldırıya karşıyız. Aynı zamanda ABD’nin İran’daki baskıları protesto ederken, müttefikleri Suudi Arabistan, Mısır veya işgal ettiği bölgelerde İsrail gibi ülkelerin yaptığı daha kötü baskıyı teşvik etmek veya buralara kör gözlerle bakmak şeklindeki ikiyüzlülüğünü reddediyoruz. Ve aynı zamanda kendisi işkenceyle meşgulken ve kendi ülkesinde yurttaş özgürlüklerini baltalarken İran’ı eleştiren Washington’ın çifte standardını da kınıyoruz. Ancak bu bizi İran halkının başlıca demokratik haklarının reddedilmesini kınamaktan hiçbir şekilde alıkoymaz. Protesto ediyoruz, çünkü bu haklara inanıyoruz ve aynı zamanda İran’daki ve dünyadaki tüm ülkelerdeki sosyal adalet aktivistlerini barışçıl ve demokratik bir dünya kurma mücadelesinde müttefikimiz olarak görüyoruz.

Sizi, Şirin Ebadi’ye yönelik tehditleri durdurmaya ve bundan vazgeçmeye, daha fazla tacizi önlemek için harekete geçmeye ve Şirin Ebadi’nin emniyetini ve güvenliğini garanti altına almaya çağırıyoruz.

İlk imzacılar:

Ervand Abrahamian, Janet Afary, Michael Albert, Kevin B. Anderson, Bettina Aptheker, David Barsamian, Rosalyn Baxandall, Medea Benjamin, Michael Bérubé, Norman Birnbaum, Eileen Boris, Roane Carey, Joshua Cohen, Noam Chomsky, Gail Daneker, Manuela Dobos, Ariel Dorfman, Martin Duberman, Carolyn Eisenberg, Jethro Eisenstein, Zillah Eisenstein, Daniel Ellsberg, Jodie Evans, Gertrude Ezorsky, Samuel Farber, John Feffer, Barry Finger, Joseph Gerson, Jill Godmilow, Arun Gupta, Thomas Harrison, Nader Hashemi, Michael Hirsch, Adam Hochschild, Nancy Holmstrom, Doug Ireland, Melissa Jameson, Jan Kavan, Nikki Keddie, Leslie Kielson, Ian Keith, Kathy Kelly, Assaf Kfoury, Naomi Klein, Dan La Botz, Joanne Landy, Jesse Lemisch, Sue Leonard, Mohammed Mamdani, Betty Mandell, Marvin Mandell, Kevin Martin, Scott McLemee, David McReynolds, Ali Moazzami, Claire G. Moses, Molly Nolan, David Oakford, Bertell Ollman, Christopher Phelps, Charlotte Phillips MD, Katha Pollitt, Danny Postel, Dennis Redmond, Sonia Jaffe Robbins, Matthew Rothschild, Jason Schulman, Stephen Shalom, Adam Shatz, Alice Slater, Stephen Soldz, Stephen Steinberg, David Swanson, Chris Toensing, David Vine, Lois Weiner, Naomi Weisstein, Reginald Wilson, Kent Worcester, Cornel West ve Stephen Zunes

http://www.zmag.org/znet/viewArticle/20690 adresinde yer alan metinden çevrilmiştir.

Ghalia Hussein’in kocası, 22 günlük bombardıman ortasında İsrail sınırının yakınlarında bulunan Refah’taki evlerini boşaltmayı reddetmiş. Merdivenlerinin tepesindeyken düşen bir füze sonrasında ambulanslar onu almayı denerken kan kaybından ölmüş. Ghalia’yı üç çocuk, yıkılmış bir ev ve sözü edilecek bir geliri olmaksızın bırakmış.

“Çocuklarla birlikte kaçmalıydım. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu” şeklinde konuşan Ghalia, çatışmalar süresince sığınak olarak kullandığı BM okulundan konuşuyor ve “Şimdi hiçbir şeyim yok. Nasıl hayatta kalacağız” diye soruyor.

Kıyı şeridindeki yerleşim birimlerindeki 1.5 milyon insanın yarısı İsrail’in öldürücü Dökme Kurşun Operasyonu’nun en şiddetli kısmından bunalmış. BM’ye göre onlar savaş sonrası sürecin en savunmasız kesimi.

Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’na göre İsrail’in üç haftalık saldırısında 114 kadın öldü ve bine yakını yaralandı. Ve Ghalia gibi sayısız kadın şimdi savaştan ekonomik ve psikolojik olarak yara almış durumda. Saldırıda toplamda bin 300’den fazla kişi yaralandı ve 5 bin 300’den fazla kişi de yaralandı.

Yine BM’ye göre, savaşta kocaları ve oğullarını kaybeden ve yüzde 49’luk bir işsizlik oranıyla yaşayan Gazzeli kadınlar giderek artan biçimde insani yardıma bel bağlamaya başlayacak.

Kadınlar, savaş süresince durmak bilmeyen zorluklarla ve trajediyle yüzleştiler ölen erkek yakınlarının sorumluluklarını aldılar, saldırı altındayken aileleri için yiyecek aradılar ve çocuklarını molozdan kazarak çıkardılar.

Bu ayın başlarında BM Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi, “Gazze’deki kadınların insan haklarının, özellikle de barış ve güvenlik, serbest hareket, geçimini sağlama ve sağlık haklarının askeri çatışma süresince ciddi biçimde ihlal edildiğini” açıkladı.

Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre ise kadınlar Gazze’deki kuşatılmış hastanelere erişme denemelerinde en büyük zorlukla karşılaşırken, kadın ve çocuklar yemek kıtlığından en sert biçimde etkilendi.

Ateşkesten hemen önce, 16 Ocak’ta Han Yunus’taki Al-Naser Hastanesi’nin acil servisinde bulunan Abu Haitem, “Kızım insülin almasının üzerinden günler geçti. Ancak evden çıkmak çok tehlikeliydi. Sonra yanımızdaki ev bir roket tarafından vuruldu ve biz de kaçmak zorunda kaldık” şeklinde konuşmuştu. Abu Haitem, sonunda 14 yaşındaki diyabetli kızını hastaneye getirmek için 7 çocuğunun Han Yunus dışındaki köylerinde bir yabancıya bırakmak zorunda kalmıştı. Kocası ise hemen yanında bir roket saldırısında ölmüştü.

Doğum ve düşükler arttı

BM Nüfus Fonu (UNFPA), hamile kadınlar ve onların doğmamış ya da yeni doğmuş çocuklarının, savaşın en fazla olduğundan az belirtilen kayıpları olduğunu belirtiyor.

BM tarafından yapılan bir değerlendirmeye göre 22 gün boyunca Gazze’nin kuzeyine yönelik İsrail bombardımanının, deniz saldırılarının ve kara saldırısının şiddetli doğası, şok ve travma sebebiyle gereğinden fazla düşüğe ve prematüre doğuma neden oldu. UNFPA’nın Gazze’deki yardımcı temsilcisi Ziad Yiash’a göre, normalde bir ayda Gazze’de 4 bin bebek doğarken, Ocak ayında 5 bin bebek doğdu ve düşük miktarı yüzde 51 arttı. Yiash, “Çok sayıda kadının psikolojik etki nedeniyle erken doğurduğunu” söylüyor.

34 yaşındaki Fatima Al-Zaid, saldırı sırasında Han Yunus’taki evinde bir kız çocuğu doğurmuş. Ertesi gün hastaneye erişebilmiş ve kızı yaşamış. Fatima, “Kocam ona ‘savaşçı’ ismini vermek istedi. Fakat Amal ismini koymayı kararlaştırdık” diyor. Amal, umut anlamına geliyor. Yiash, birçok kadının evlerinde ya da yerel sığınaklarda kadın aile üyelerinin gözetimi altında doğum yaptığını söylüyor. Bölge sakinleri, hamile kadınlara tıbbi yardım istemek için cami hoparlörünü kullanmış. Birçoğu hastane yolunda ölmüş, özellikle de Gazze’nin kuzeyindekiler.

Ancak kadınlar hastaneye güvenli biçimde ulaştırılabilseler bile, yaralılar için acil tıbbi müdahale birimlerine çevrilmiş doğum koğuşlarıyla karşılaşmışlar. UNFPA, kadınların doğumun üzerinden henüz 30 dakika geçmişken evlerine gönderildiklerini belirtiyor. Gazze genelindeki elektrik kesintileri, kuvözlere ve solunum cihazlarına bağlı olan prematüre bebeklerin hayatını riske atmış ve sonuç olarak bazıları ölmüş.

Saldırının sonuçları fiziksel yaraların ötesine geçiyor. Ziad Yiash, “Bir kadın bana savaş süresince çocuğunun üzerinde yattığını söyledi. Onlar öldüklerinde yaşamayı istemiyormuş, hep birlikte ölmek istiyormuş” şeklinde konuşuyor.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dul kadınlar ve kadınların sorumluluğundaki aileler savaşın sonucu olarak psikolojik desteğe en çok ihtiyaç duyan kişiler durumundalar. Ciddi biçimde yaralanan veya sakat kalan kadınlar, yaralarının ailedeki geleneksel üretkenliklerini zayıflatmasından korkuyor.

Filistinli kadın hakları savunucusu ve Batı Şeria’daki Bir Zeit Üniversitesi profesörü Islah Jad, “Bu tür durumlarda, savaşın yükü ve sosyal dokunun yeniden örgütlenmesi kadına bırakılıyor. Bir kez daha, Filistinli kadınlar yükselen yoksulluk ve işsizlik düzeyiyle karşı karşıya kalmakla meşgul olacak ” diyor.

Jad ve diğer kadın aktivistleri, zamanlarının ve enerjilerinin daha acil insani ve ailevi ihtiyaçlara yöneleceğinden ve Gazze’deki geniş kadın hakları hareketinin savaşla birlikte yıllarca geriye gidebileceğinden korkuyor. Jad, “Tüm hayallerimiz yasal reformla dair, elverişli cinsiyet ihtiyaçlarımız ve toplumsal cinsiyete dair. Şimdi tüm bunlar yıllarca rafa kaldırıldı” şeklinde konuşuyor.

http://www.ipsnews.net/news.asp?idnews=45897 adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.

Ari Folman’ın Waltz With Bashir filmini izlemek, bana ister istemez Eran Riklis’in, İsrail’in 1982’deki Lübnan işgalini anlatan İsrail yapımı filmi Cup Final’ı hatırlattı.

Cup Final 1992’de gösterime girdiğinde, bana İsrailliler ve Filistinliler için ortak bir geleceğin mümkün olduğunu düşündürdü. Walt With Bashir’den de aynısını bekledim. İki film de İsrail’in dehşet dolu 1982 savaşı sırasında iki genç askerin öyküsüyle ilgili. İkisi de ciddi beğeni kazandığı halde Waltz With Bashir’in topladığı 10 ödül karşısında Cup final sadece bir ödül kazandı.

Ancak benzerlikler orada bitiyor. Waltz With Bashir’in aksine, Cup Final sadece İsrail askerlerinin değil, o zamanlar Güney Lübnan’da üslenen Filistinli gerillaların sesini de veriyordu. Film, bir askerin kaderinden yakınmasıyla başlıyor: Asker, biletlerine sahip olduğu İspanya’daki Dünya Kupası’na gitmek yerine savaşmak zorundadır. Arkadaşının sert cevabına göre, sağcı Likud’a oy vermesinin cezasını çekmektedir.

İki asker yakışıklı Filistinli aktör Muhamad Bacri önderliğindeki Filistinli gerillalar tarafından kaçırılarak Güney Lübnan’dan Beyrut’a götürülür, böylece Filistinli mahkumlarla değiştirilebileceklerdir. Yolda, paylaşılan futbol sevdasından ve İsraillilerin İsrail-Filistin çatışmasının gerçek sebebiyle ilgili gelişen kavrayışından kaynaklanan, olacağı tahmin edilemeyen bir arkadaşlık gelişir.

Bana göre filmin en eğlenceli ve en kederli anı, İsrailli askerin Kudüs aşkından hiddetle bahsetmesiyle birlikte geliyor. Kendini esir alan Filistinlilerden biri Kudüslüdür ve memleketini görmeye ne kadar uzun süredir hasret kaldığını söyler. İsrailli, sadece ziyaret için bile neden gitmediğini merak eder.

Filistinli ve İsrailli uzun, çok uzun süre birbirlerine dik dik bakar. Filistinli karakterin düşüncelerini benimkilermiş gibi net biçimde hissedebildim. Her şeyden önce, ailesinin Lübnan’da mülteci olmasıyla sonuçlanan 1948 yılında 700 bin Filistinlinin kovulması ve göç etmesini anlatmakla mı başlamalıydı? Yoksa tarihe eğilerek 1897’de Siyonizm’in kuruluşuna ya da İngiltere’nin 1917’de Filistin’i Siyonist Yahudilerin eline teslim etmeye söz vermesine ve bunu takip eden Yahudi göçüne mi dönmeliydi?

Waltz With Bashir neyi görmezden geliyor?

Sonuçta Filistinli, “Bu uzun bir hikâye” diyordu. Bu gerçekten uzun, ama basit bir hikâye. Bu basitlik, Cup Final’ın yönetmeni Riklis tarafından tüm karmaşıklığıyla yakalanmış. Sonuç trajik biçimde kaçınılmaz.

Waltz With Bashir de izleyiciyi sarsılmış halde bırakıyor. Fakat bağlamının bulunmayışı sorunlu, çünkü sadece tamamlanmamış değil, aynı zamanda çarpıtılmış bir hikâye de üretiyor. Çarpıklık, filmin tanıtım malzemeleri ile ve onu kucaklayan, film için bir izleyici rehberi yayınlayacak kadar ileri giden uluslararası Siyonist örgütler tarafından kasıtlı olarak besleniyor.

İşte filmin web sayfasından, izleyici rehberinde de tekrarlanan ve eksik bağlamı örnekleyen bir cümle: “Haziran 1982’de, İsrail’in kuzey şehirlerinin yıllarca Lübnan topraklarından bombalanmasının ardından İsrail ordusu Güney Lübnan’ı işgal etti.”

İsrail ile Filistin Kurtuluş örgütü arasında resmi olmayan bir ateşkesin tam dokuz ay boyunca sınırda huzur sağladığından hiç bahsedilmiyor. Daha sonra Savunma Bakanı Ariel Sharon, İsrail’in Londra Büyükelçiliği’ne yönelik, aynı zamanda Filistin Kurtuluş Örgütü karşıtı olan bir örgütün saldırısını saldırıya bahane olarak kullanmıştı.

Bunlardan bazıları tanıdık geliyor mu? Aralık 2008’de Sharon’un politik mirasçıları, sözde İsrail’in güney şehirlerine yönelik roket saldırılarını durdurmak için Gazze’ye yönelik iğrenç bir saldırı başlattı. Yine İsrail ile Hamas arasında Haziran 2008’den beri resmi olmayan ve söz konusu şehirleri huzurlu kılan, İsrail’in dört Hamas savaşçısını öldürdüğü ve saldırı için bahane sağlayan roket saldırılarının yeniden başlamasına neden olan saldırısına kadar süren bir ateşkes vardı.


Waltz With Bashir, Lübnan savaşının sebeplerini sorgulamıyor ya da bir İsrail soruşturmasının söylediği gibi savaşın sonundaki Sabra ve Şatila katliamlarındaki “dolaylı sorumluluğunun” ötesindeki İsrail rolünü bile sorgulamıyor. Ancak İsrail’in doğrudan sorumlu olduğu 3 aylık savaş boyunca 18 binden fazla Lübnanlı ve Filistinli öldürüldü.

Lübnan savaşı, Gazze savaşı gibi gayrı meşru idi. Aynı zamanda gereksizdi, çünkü birbirine ateş eden düşmanlar barış anlaşmasına varabilirdi; dostlar ise ihtiyaç duymazdı. Ne yazık ki, Folman’ın filmi İsrail’in savaşa zorlanan ahlaklı bir ülke olduğuna dair genellikle benimsenen görüşe katkıda bulunuyor.

Barış olası ve olası olmalı. Waltz With Bashir’in aksine Cup Final gibi filmler buna yardım eder çünkü bu tür filmler adalete öncülük edecek bir anlayışa, kavramaya katkıda bulunur. İlk filmi tekrar hatırlayacak olursak, umarım bir gün Riklis, Bacri ve diğer rol alanlarla tanışırım. Belki de gelecek yıl Kudüs’te.

Nadia Hijab: Filistin Araştırmaları Enstitüsü’nde öğretim üyesi.

http://counterpunch.org/hijab02252009.html adresine yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Şili Devlet Başkanı Michelle Bachelet döneminde, “anti-terör yasası” kapsamında suçlanan ilk Mapuche yerlisi Miguel Huenulef oldu. IPS’e konuşan anne Ida Huenulef, polislerin makineli tüfeklerini kendilerine doğrultarak evlerine daldıklarını belirterek, “Oğlumu koridorda buldular ve saçlarından kavradılar. Onu yere yatırdılar ve dövdüler” diye konuştu.

Aile üyeleri, özel kuvvetlere ve polise bağlı 11 kişilik grubun Santiago’nun batısındaki Lo Prado semtindeki evlerini herhangi bir kimlik göstermeden veya arama izni olmadan bastıklarını ifade etti. Miguel Tapia Huenulef, 11 Şubat gece yarısı ailesinin gözü önünde silahla tehdit edilerek ve korkutularak gözaltına alındı. Ida Huenulef, polislerin 20 günlük torununa nasıl davrandığını anlatırken, “Kızımı bulmaya gittim ve kafasına makineli tüfek dayadıklarını gördüm. Kızım, 20 günlük çocuğunu aldığında ise başka bir polis gelerek onun küçük kafasına silahını dayadı” dedi.

45 yaşındaki Miguel Tapia Huenulef, Santiago’nun 600 kilometre güneyindeki Lautaro eyaletindeki bir malikânenin Ocak ayında kundaklanması girişiminin şüphelisi olarak gözaltına alındı. Huenulef ayrıca Aralık ayında Aruacania eyaletinin başkenti Temuco’da Savunma Dairesi Bürosu’na yönelik saldırıya katıldığı iddiasıyla da aranıyordu. Araucania kırsalı, bölgenin kalbi konumunda ve Mapucheler tarafından geleneksel yurtları olarak biliniyor. Bölge yerli aktivizminin de merkezi konumunda. (Mapuche kelimesi yerli dilinde “Toprağın insanları” anlamına geliyor.)

Polis, evde yaptığı aramada aralarında bir adet 9 mm’lik yarı otomatik tüfeğin de bulunduğu silahlarla birlikte bomba yapımında kullanılan malzemeler ve birkaç hintkeneviri fidanı bulduğunu iddia etti. Huenulef ailesi ile Mapuche örgütleri ise Miguel Tapia Huenulef’in tartaklandığını ve silah bulunmasının sadece yerli olmasından dolayı ona suç yüklemek amacıyla tasarlanmış bir oyun olduğunu dile getirdi.

Polisin yatak odasında hiçbir şey bulamadığını belirten anne ise, “Çünkü plisler hiçbir şey bulamadan gittiler. Ancak sonra sırt çantaları ve bavullar taşıyarak geçen insanlar gördüm” dedi.

Bachelet sözünü tutmadı

Meli Wixán Mapu (Anlamı “dünyanın dört köşesi”) isimli yerli örgütü sözcüsü Enrique Antileo, ev baskınının yetkililerin baskıcı politikalarının bir örneği olduğunu vurgulayarak, “Bu bir tertip, silahları yerleştirdiler, buna yemin edebiliriz. Aileyi tamamen sağlam biçimde destekleyeceğiz. Olay, Mapuche toplumsal hareketini bastırma politikasının devamı” diye konuştu.

Ailesi, gözaltına alınmasından bir hafta sonra bile Miguel’i göremedi ve Miguel, Araucanio bölgesine nakledildi. Olay “sosyalist” Michelet Bachelet yönetiminin anti-terör yasasını bir Mapuche yerlisine karşı kullandığı ilk vaka. Yerli Halkların Haklarını Gözlemevi (ODPI) Başkan Yardımcısı Rodolfo Valdivia ise, Bachelet’in seçim kampanyası süresince bu yasayı Mapuche halkıyla ilgili olaylarda kullanmama sözü verdiğini hatırlatarak, “Onların, taleplerini destekleyen mücadeleleri terörist eylem değildir. Gerçekte, halkın arasında korku ekmeyi amaçlayan ya da yasada terör suçu olarak tanımlanan suçları işleyecek hiçbir örgüt yok” dedi. Anti-terör yasası, yerli örgütlerinden ve insan hakları gruplarından en çok eleştiri alan diktatörlük mirası. Hükümet, sıkıntıyı reddediyor ve Mapuche politik tutuklularının varlığını kabul etmiyor. ODPI Başkan Yardımcısı Valvidia ise buna karşı çıkarak, “İnsan hakları bakış açısından onlar tabii ki politik tutuklular. Düşünme tarzlarından ve Mapuche halkı için özerkliğin tanınmasını istemelerinden dolayı cezaevindeler” şeklinde konuşuyor.

Yerliler, Bachelet’in Şili’nin anayasada çok kültürlü bir ülke olarak tanınması yönündeki adımlarını ve eğitim, sağlık alanında yerlilere yönelik pozitif ayrımcılık girişimlerini kabul ve takdir ediyor. Ancak hükümet Mapuchelerin toprak iddiasını da içeren tarihsel taleplerine kayıtsız kalıyor. Mapuchelerin, özerkliklerinin tanınması talepleri umursanmıyor ve çatışmalar çıktığında adalet sistemi tarafından suçlu bulunmakla tehdit ediliyorlar. Meli Wixán Mapu örgütüne göre 40 yerli ortak taleplerinden dolayı halen tutuklu durumda. Ülkede diktatörlüğün sona erdiği 1990 yılından bu yana 500 Mapuche yerlisi hakkında dava açıldı. Onları siyasi tutuklu olarak gören Meli Wixán Mapu sözcüsü Enrique Antileo ise, “Onlar suçlu değiller. Silahlı soygun, tecavüz ya da benzeri bir suç işlemediler. Yaptıkları tek şey, haklarımızı geri almak için yürütülen halk hareketi çerçevesinde eylemde bulunmak” diye konuşuyor.

http://www.ipsnews.net/news.asp?idnews=45861 adresinde yer alan haberden özetlenerek çevrilmiştir.

Savaşın ön cephelerinden bağımsız biçimde haber vermek, başlıca uluslararası medya kuruluşları adına çalışan gazeteciler için giderek artan biçimde seyrekleşen bir sorumluluk. Irak’tan Afganistan’a, muhabirler giderek daha çok Batılı askeri güçlere eklemleniyor, serbestlik olmadan çalışıyor.

İsrail askeri güçleri Gazze Şeridi’ne yönelik işgal başlattığı zaman, uluslararası basının bölgeye girişi İsrail Yüksek Mahkemesi’nin hükümete uluslararası muhabirlerin girişine izin verme çağrısına rağmen İsrail hükümeti tarafından yasaklandı. CNN ve BBC’nin de aralarında olduğu başlıca uluslararası medya kuruluşları sonunda gerçek çatışma bölgesinden kilometrelerce uzakta İsrail kontrolündeki bölgedeki tepelerin doruklarından haber vermeye başladı.

İngiliz gazeteci Robert Fisk, on yıllardır şiddetle Ortadoğu’nun her yanından çatışmaların bağımsız haberlerini veriyor. Beyrut merkezli çalışan Fisk, İngiliz Independent gazetesi için haber yapıyor ve dünyada yaygın olarak okunuyor. Fisk, aktivist ve gazeteci Stefan Christoff ile Gazze’deki son savaşa medya tepkisi üzerine konuştu:

Stefan Christoff: Ortadoğu’dan geçilen günlük haberlerde genelde tarihsel bağlam yer almaz. Gazze’deki son savaşa dair herhangi bir tarihsel bakış açısı sunabilir misiniz?

Robert Fisk: Yaygın olarak kabul edilen rakamla 750 bin Filistinli, 1948 yılında evlerini terk etti veya sürüldü. Kuzeydekiler Lübnan’da bulunan ve daha sonra İsrial’in içine dahil olan Galilee’ye, Kudüs’tekiler doğuya doğru, şimdi Batı Şeria dediğimiz yere vgüneydekiler de şu anda Gazze Şeridi adı verilen yere kaçtılar.

Örneğin 2000 yılında, İsrail Lübnan’daki 22 yıllık işgalini bitirip sınırın karşı tarafına geçtiğinde Lübnan’daki birçok Filistinli sınıra indi ve karşıya baktı. Bunu Kuzey İsrail’e bakmak için değil, kendi bildikleri şekliyle Filistin’in kuzey parçasına bakmak için yaptılar. Bazıları 1948’de ailelerinin veya atalarının geldiği köyleri gerçekten görebildi.

Bu nedenle israil'in dört bir yanında, evleri sınırın öte yanında kaldığı için evlerine gidemeyen bu bütün Diaspora var. Bu gerçeklik, BM Genel Kurulu’nun Filistinli mültecilerin evlerine dönme hakkı olduğunu belirten 194 sayılı kararına odaklı.

Gazze’de yaşayanların yarısından fazlası, bugün İsrail olan bölgeye 10-12 mil uzakta yaşayan Filistinlilerden geriye kalanlardan ya da onların torunlarından oluşan aileler. Bu nedenle, İsraillilerin teröristlerin İsrail’e roket ateşlediklerini duyduğunuzda Gazze’deki Filistinliler birçok durumda, “Torunum şehrime roket atıyor, çünkü 1948’den önce o alanlar Filistinlilerin malıydı” diyebilir.

Stefan Christoff: Gazze’deki son savaştaki medya yayınlarına dair algılamalarınızdan bahsedebilir misiniz?

Robert Fisk: Burada olan iki şey var. Birincisi, uluslararası basın kendi aşağılanmasına izin verdi: İsrail basına Gazze’ye gidemeyeceklerini söyledi ve onlar da gerçekten denemediler, bu nedenle basın Gazze dışında oturdu ve iki mil uzaktan ahkâm kesti. İsrail uluslararası basını Gazze’nin dışında tutmak istedi ve tuttu, olan bu.

Başlıca Batılı medya kuruluşlarından hiçbirinin savaş başladığında orada olmak üzere Gazze’de muhabirinin bulunmadığına dikkat etmek öğretici. Şüphesiz, Gazze’ye yerleşmiş bir BBC muhabirinin kaçırılmasından sonra uluslararası haber ajanslarının buraya muhabir yerleştirmek konusunda çekingen olması şaşırtıcı değil. Bununla birlikte, bugün pek bahsedilmediği biçimde BBC muhabirini Hamas hükümetinin serbest bıraktırdığına dikkat etmek de öğretici.

“Muhabirler kendi hikâyelerini anlattılar”

Stefan Christoff: Durum böyle olunca, Gazze’de kalan muhabirlerin Batılı medya üzerinde ne türden yaygın etkileri oldu?

Robert Fisk: Gazze’de kalan gazetecilerin sadece Filistinli muhabirler olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalındığında başlıca iletişim ağları haber verme işlerini, çoğu Gazze’nin içinde mülteci olan Filistinli Araplara devretmek zorunda kaldı. Bu, sahada kendi halkları hakkında konuşan ve Batılı muhabirlerin sorgulamalarından ya da hikâyenin yüzde 50’sini bir taraftan, yüzde 50’sini öteki taraftan kurmaya gayret etmekten bağımsız Filistinli muhabirlere sahip olmanız anlamındaydı.


El Cezire, gazeteciliğin kahramanı olarak ortaya çıktı çünkü kendi uluslararası servislerine, İngilizce servislerine ve aynı zamanda Gazze’nin içinde kullanıma hazır Arapça servislerine sahiplerdi. Uluslararası basın kuruluşları için çalışan Filistinli bireyler, yetenekli gazeteciler olabileceklerini gösterdiler ve Gazze’nin dışında duran Batılı gazeteciler onların Ortadoğu haberlerine kendilerine yakışır biçimde olabildiğince acıklı baktılar.

Independent’ın Gazze’de bulunan Filistinli muhabiri, İngilizce bilen iyi eğitimli eski bir Filistinli yargıç olan babasının bir hava saldırısında bahçesinde öldürülmesi olayındaki gibi Filistinli muhabirler kendi öykülerini anlatıyorlardı. Böyle olunca Independent olarak, bahçesinde dururken İsrail hava saldırısında bedeni parçalara ayrılan bu masum adamın korkunç ve trajik hikâyesini, kendi oğlu tarafından haberleştirilen hikâyeyi ön sayfadan verdik.

Bu, Filistin’den Batılı basında şimdiye kadar görmediğimiz türden bir gazetecilikti, sonuçta Gazze’ye girişi yasaklanan uluslararası basın tepetaklak olmuştu. Bununla birlikte, uluslararası muhabirlerin işi gerçekten acınacak durumda.

Stefan Christoff: Montreal’de yaşayan bir gazeteci.

http://www.rabble.ca/news/robert-fisk-gaza-and-media adresinde yer alan söyleşiden çevrilmiştir.

Danny Boyle’un Slumdog Millionaire filminin bu gece düzenlenecek olan Oscar Ödül Töreni’nde çeşitli dallarda Oscar kazanması beklenirken, Hindistanlıların filme yönelik eleştirileri de devam ediyor. Filmi eleştiren kişilerden olan Hindistanlı akademisyen Mitu Sengupta, Slumdog Millionaire’in “içi boş bir sosyal adalet mesajından ibaret” olduğunu iddia ediyor:


Slumdog Millionaire, biraz da “kader” yardımıyla Mumbai’nin rezil kenar mahallelerinde sefaletini sona erdirme konusunda zafere ulaşan aşka tutulmuş bir genç olan Jamal’ın, Raca’ya çaput bağlama hikâyesini anlatan son zamanların en çok övülen filmlerinden. Slumdog, coşkulu eleştiri yazılarının dalgasına binerek şimdi Hollywood’un en büyük övgüsünü, En İyi Görüntü dalında Akademi Ödülü’nü almaya hazır. Bu onurlandırma, Oscar kazananlara genellikle olduğu gibi Slumdog’un gişe gelirlerine 100 milyon dolar ekleyebilir. Ancak aynı zamanda Hindistan’ın kent yoksullarının hayatlarının güvenilir bir temsili olarak zaten sahip olduğu kuvvetli şöhreti arttıracak. Şimdiye kadar, film tarafından kazanılan ödüllerin çoğu “çocukların” adına kabul edildi, kendi oyuncularının filmi bir eğlencelik, sinematik olarak muhteşem bir kurgu olarak düzenlemedikleri, taraf olmanın güçlü bir aracı olduğu iddia edildi. Aksi yönde aldatmalarına rağmen sosyal adalete dair bariz mesajın içini boşaltan Slumdog’un yoksulların yetkilerini almadan öykülerini anlatmasından daha endişe verici bir şey olamazdı.

Birçok Hindistanlı Slumdog tarafından kızdırıldı, çünkü ülkelerinin büyüyen bir ekonomik bir güç ve demokrasinin deniz feneri şeklindeki imajını lekeliyor. Bu anlaşılabilir ancak hak verilemez. Zaman zaman utandırıcı şekilde yapmacık olmasına rağmen, filmin yürek parçalayıcı senaryosunun çoğu bir hüzün yansıtıyor, ancak detaylı olarak hazırlanmış bir gerçeklik. İşkence polisler arasında duyulmamış olmamasına rağmen, hiçbiri yükselen bir medya fenomeni olan konuşkan bir adamı hedefleyecek kadar aptal değil. Onu sadece dokunarak tanımlamak şöyle dursun, böyle bir çocuğun ömrü boyunca 100 dolarlık bir banknota rastlama ihtimali olmamasına rağmen, dilenci yapıcılar, terkedilmiş çocukları toparlıyorlar ve onları daha sempatik hale getirmek için sakatlıyorlar.

İlle de fark aranacaksa, Boyle’un büyülü masalı, inandırıcı olmayan tek boyutlu karakterleriyle ve saçma komplo düzenekleriyle, Hindistanlı yoksullar arasındaki acının derinliğini küçümsüyor. Örneğin, Jamal’ın harabeye çevrilmiş hayatından taze bir cilt ve üst sınıf aksanıyla çıkması imkânsız. Ancak Slumdog’daki asıl problem, yoksulluğun sığ tasviri değil, adlarına konuştuklarını iddia ettiklerinin yapabileceklerini ve hatta temel insanlıklarını küçümsemesi.

Dharavi’nin gösterilmeyen yüzü

Filmin, Mumbai’nin kalbine yayılan kenar mahalleler olan Dharavi’deki yaşamı yansıtma niyetinde olduğu açık. Film, Dharavi’yi sınıfın, halkın veya merhametin ufak bir açıklamasıyla vahşi bir çöl olarak betimliyor. Çocuklardan başka kimse en ufak ölçüde bile iyi niyetli değil. Fahişeler ve aşağılık yerel diktatörler cinnet geçiriyor ve hatta Jamal’ın öğretmeni nedeni anlaşılmaz biçimde duyarsız. Bölge tamamen kötülüğün ve çürümenin mekânı.


Fakat gerçeklikten daha öte bir şey yok. Dharavi canlılıkla dolu ve tahmini senelik iş hacmi 50 ile 100 milyon dolar arasında olan küçük ölçekli sanayinin merkezi. Dharavi ne yönetim yapılarından ne de verimli sosyal ilişkilerden yoksun. Sakinleri çoğunlukla kastın ve dini inancın uçucu olması imkân dahilinde olan sınırı karşısında güçlü işbirliği ağları kurmuş. Birçok kooperatif şirket, çoğunlukla devletin ihtiyaçlarını karşılamadaki üzücü yetersizliğinin yerini doldurarak, bölge sakinlerine temel sağlık, eğitim, çöp yok etme gibi olmazsa olmaz hizmetleri sağlamak için sivil toplum örgütleriyle birlikte çalışıyor. Eziyet verici yoksulluklarına rağmen Slumdog’da büyütülerek gösterildiğinin aksine kenar mahallelilerin gelişigüzel ve bireyci biçimde en güçlü olanın egemenliğini sürdürmesi türünde bir yaşamdan uzak oldukları ve itibar, asalet ve beceriklilik dolu bir hayatları olduğu gerçeğiyle birlikte bu yetersiz bütçeli örgütler sadece buzdağının meşhur görünen kısmına dokunsa da, çabalarının hakkı teslim edilmeliydi.

Eninde sonunda film tüm rahatsız edici politik akıl yürütmeleriyle yoksulluğun insanlıktan çıkarılmış bir görüntüsünü sunuyor. İç kaynaklar ve yaratıcı fikir ve işlerde kabiliyetli kişiler olmadığına göre tüm “çözümler” dışarıdan gelmeli. Anarşik bir yığın içindeki yürek parçalayıcı hayattan sonra, Jamal için kurtuluş sadece “kader” sayesinde başarılı olduğu ithal bir bilgi yarışmasıyla geliyor. Soğukkanlı Jamal gibi diğer bahtsızlar da sabırla yabancı bir el tarafından kurtarılacakları kendi kaderlerini mi beklemeliler? Bu “yılın iyi hissetme filmi”, bizim yeryüzünün şanslı kişileri olarak “iyi hissetmemize” yardım edebilirken, bunun dışındakilere hor gören, sömürgeci ve sonuç olarak düzmece bir ifade iletiyor.

Mitu Sengupta: Toronto’da bulunan Ryerson Üniversitesi’nin Siyaset ve Kamu Yönetimi bölümünde yardımcı doçent.

http://counterpunch.org/sengupta02202009.html adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Michael ve Osha Neumann isimli iki Yahudi kardeş, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarını protesto ederek İsrail Devlet Başkanı ve Yad Vashem Anıtı yöneticilerine yazdıkları mektupla, soykırım kurbanlarından olan büyükannelerinin adının anıtın duvarından silinmesini istediler:



“Jean-Moise Braitberg örneğini takiben, büyükannemizin isminin Yad vashem duvarından silinmesini talep ediyoruz. İsmi Gertrud Neumann. Kayıtlarınız onun 6 Haziran 1875’te Kallowitz’de doğduğunu ve Theresienstadt’ta öldüğünü belirtiyor.


Jean-Moise Braitberg, isteğini kusursuz nedenler ve dokunaklı bir kişisel tanıklıkla iletti. Sözleri teşvik ediciydi ama size çok fazla itibar veriyor. Ben onun yerine kısa keseceğim. Lütfen bunu devletinizden ve onun temsil ettiklerinden tiksinmemin ve nefretimin bir ifadesi olarak alın.
Büyükannem, İsrail’in uzun süredir çok kan dökmesine neden olan etnik üstünlük düşüncesinin aynısının kurbanı. Ben, kendi soyumuza acı vermesine rağmen bu düşünceye dair hiçbir şey düşünmeyen birçok Yahudi’den biriydim. En sonunda ne kadar aptal olduğumuzu fark eden kadar bu düşünce binlerce Filistinlinin hayatını aldı.


Suç ortaklığımız alçakçaydı. Böylesine rezil bir rahatlıkla adlarına birçok suç işlediğiniz Yahudi halkının, üzerimize attığınız lekeden kendisini kurtarabileceğine inanmıyorum. Nazi propagandası, tüm iftiralarına rağmen hiçbir zaman Yahudileri utandırıp bozmadı, siz bunu başardınız. Kendi sadistçe eylemlerinizin sorumluluğunu alacak cesaretiniz yok: eşsiz bir saygısızlıkla, davranışınızı onaylıyormuşuz gibi kendinizi geri kalan tüm ulusun sözcüsü olarak tayin ettiniz. Ve ismimizi sadece eylemlerinizle değil, yalanlarınızla, utangaç bahanelerinizle, sırıtan kibrinizle ve tarihimizi abartan, allayıp pullayan çocuksu bilmişliğinizle de karaladınız.


Sonuçta, Filistinlilere devletin kırıntılarını vereceksiniz. Suçlarınızın bedelini hiçbir zaman ödemeyeceksiniz ve ahlaki üstünlük yanılsamanızın tadını çıkararak kendi kendinizle övünmeye devam edeceksiniz. Ancak şımarık çocuk vahşiliğinizle hiçbir şey sağlamadan, bugünden sonsuza dek öldürecek, öldürecek ve öldüreceksiniz. Hayattayken, büyükannem yeterince acı çekti. Ölüyken onu bu dehşetin ortağı yapmayı bırakın.”


Michael Neumann



“Kardeşim Michael Neumann’ın büyükannemizin isminin Yad Vashem’den, soykırım anıtından çıkarılması isteğine katılıyorum.


Bu anıtı görmüştüm. Yapılarını, döşenmiş avlularını, manzaralı araziler üzerinde otoriter biçimde yayılmış meydanlarını. Anıt, soykırımı İsrail devletinin kuruluşunun başlangıcı olarak düzenliyor. Ölüm kamplarının hatıralarını mumyalıyor ve ulusal hazine olarak koruyor. Bu hazine İsrail’e ait değil. Anıt ancak, herhangi bir ulusun kendi seçilmiş halkına ahlakın ve terbiyenin sınırlarından muafiyet talep etme izni vermemesi gerekliliğinin hatırlatıcısı olarak hizmet ederse hazinedir.


İsrail soykırımı, daha fazla soykırım yapmanın mazereti olarak çarpıttı. Soykırım kurbanlarına dünyanın duyduğu sempati hazinesini, Filistinlileri katledip onlara işkence yaparken ve onları vahşi işgalin altında boğarken kendini eleştirilerden korumak için verdiği nafile çabasında harcadı. Büyükannemin anısının bu gayrı meşru projede kaydedilmesini istemiyorum.
Ben Yahudilerin, tarihsel misyonu faşizme karşı birleşik cephede etnik kökeni aşmak olan bir etnik grup olduğuna inanarak büyüdüm. Yahudi olmak anti-faşist olmaktı. İsrail beni, Yahudilerin faşistlerle değişmez ilişkisine dair dogmatik uyuklamamdan uzun süre önce uyandırdı. Yahudi işkencecilerin ve savaş suçlularının görüntüleriyle bir deri bir kemik toplama kampı kurbanlarının görüntülerini birleştirdi. Ben bu birleşmeyi tiksindirici buluyorum. Bunun parçası olmak istemiyorum. Büyükannemin anısının emanetçisi olma hakkını kaybettiniz. Yad Vashem’in onun anıtı olmasını istemiyorum.”

Osha Neumann



*: Yad Vashem, Kudüs’te bir tepede bulunan ve İsrail devleti tarafından soykırım kurbanlarının anısına yapılan müzedir.


Michael Neumann: Bir Kanada üniversitesinde felsefe profesörü.” What's Left: Radical Politics and the Radical Psyche and The Case Against Israel”in yazarı.


Osha Neumann: Berkeley’de savunma avukatı ve “Up Against the Wall MotherF**ker: a Memoir of the 60s with Notes for Next Time” kitabının yazarı.


Çarşamba gecesi çeşitli taleplerle işgal edilen New York Üniversitesi öğrencilerine, işgali sonlandırmaları için üniversite yönetimi tarafından gece yarısı 1’e kadar verilen süre dolarken, üniversite önünde toplanan yüzlerce kişi, işgalci öğrencilere destek verdi. Üniversitenin kafeteryasını işgal eden öğrencilere destek veren kalabalık bir ara içeri girmeye çalışsa da polis barikatlarıyla engellenerek geri itildiler. Arbede sırasında biber gazı kullanılırken gözaltına alınan olmadı. Sürenin dolduğu saat 1’de üniversite önündeki kalabalık artarken işgalci öğrenciler de 3. katta bulunan kafeterya balkonundan ellerindeki megafonla destek çağrısı yaptılar. Öğrenciler, talepleri kabul edilene kadar işgali sürdürmekte ısrarcı olduklarını belirtirken, öğrencilerin talepleri arasında üniversite bütçesinde şeffaflık, üniversite çalışanların sendikasıyla yönetim arasında kesilen pazarlıkların yeniden başlatılması, harçların dondurulması ve önümüzdeki sene için Gazze İslam Üniversitesi’nden 13 öğrenciye New York Üniversitesi’nde okumaları için burs isteği yer alıyor.

Bazıları fularlarla yüzlerini yarıya kadar kapatan ve ellerinde “Resist (Direniş)” yazan siyah bayraklar taşıyan göstericiler gece 2 dolaylarında polis tarafından üniversite önünden uzaklaştırılırken, gece boyunca birkaç arbede yaşandı.

Öğrencilerin işgal eylemine dair gelişmeler http://takebacknyu.com/ adresinden takip edilebilmekte.

http://www.commondreams.org/headline/2009/02/20-7 adresinde yayımlanan haberden özetlenerek çevrilmiştir.


Greenpeace, ABD altın madenciliği şirketi Newmont’a çevresel ve toplumsal ihlalleri nedeniyle “anti-ödül” verdi. Greenpeace’in İsviçre kolu ve bir İsviçre demokratik kitle örgütü olan Berne Deklarasyonu, aynı zamanda dünyanın en büyük maden üreticisi olan ABD’li Newmont’u, sorumsuzluğundan dolayı Küresel Ödül ve Halkın Ödülü olmak üzere iki adet Halk Gözü ödülüne layık gördü.

Colorado merkezli şirket, Davos Dünya ekonomik Forumu’na denk gelecek şekilde ödüllendirildi. Greenpeace, ödül için Newmont’un seçildiğini çünkü şirketin, bölgedeki çiftçilerin su ve toprak kirlenmesinden dolayı geçim kaynaklarını yitirdiği Gana’daki 1915 hektarlık madenindeki çevresel ve toplumsal hasarı reddettiğini belirtti. Ancak şirket Peru’da, Bolivya’da ve Meksika’da da faaliyet gösteriyor ve Peru’nun kuzeyindeki Cajamarca eyaletinde bulunan kıtanın en büyük altın madenlerinden Yanacocha madeninde 1993 yılından bu yana süren faaliyetlerinden dolayı da sürekli eleştiriliyor.

Yanacocha’daki faaliyetler, çevredeki topluluklarla kötü ilişkilerin yanı sıra ciddi çevresel ve insan sağlığına yönelik yıkımlarla suçlanıyor. 2004 yılında bölge sakinlerinin protestoları şirketi Cerro Quilish denilen su zengini tepede planladığı araştırma faaliyetlerinden vazgeçirmişti. Dört yıl önce bir şirket kamyonunun Choropampa köyüne cıva dökmesi halk arasında ciddi sağlık problemlerine neden olmuştu.

Newmont ile birlikte Kanada’dan Barrick Gold ve İngiltere merkezli Anglo American şirketleri, İsviçreli danışmanlık şirketi Covalence SA’nın 2008 raporuna göre en kötü çevresel ve toplumsal şöhrete sahip şirketler listesinin tepesinde.

Anglo American, Kolombiya’da Avustralya’dan BHT Billliton ve İsviçre’den Xstrata şirketleri ile ortak çalışıyor ve Tabaco isimli Afro-Kolombiyalı köyünü, halkın topraklarını devralmak amacıyla yok etmekle suçlandığı El Cerrejón kömür madeninde faaliyet gösteriyor. Söz konusu maden bunun yanı sıra köyden geçen nehri kirletmek ve köy halkının sağlığını bozmakla da suçlanıyor.

Greenpeace ayrıca iki Kolombiyalı sendika liderini, Maden Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı Jairo Quiroz Delgado ile sendikanın Puerto Bolivar Şubesi Başkanı Freddy Lozano’yu da Halk Gözü Olumlu Ödülü ile ödüllendirdi. Sendika liderlerine ödül, El Cerrejón madenindeki 10 bin işçinin çalışma koşullarının iyileştirilmesini şirkete kabul ettiren mücadeleleri, yine bölgede, özellikle de Tabaco’da meydana gelen toplumsal zararın giderilmesi için şirketin bölge halkına ödeme yapması için sürdürdükleri mücadele ve bölgedeki sosyal projeleri nedeniyle verildi.



http://lapress.org/articles.asp?item=1&art=5798 adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.

2050’de açlık görünüyor

19 Şubat 2009 Perşembe

Dünya çapındaki besin ihtiyacının önümüzdeki 40 yıl içinde düzenli olarak büyümesi bekleniyor, fakat acil önlem alınmazsa “çevresel bozulma” ile birlikte 2050 yılında dünyadaki besin üretiminin yüzde 25’i kaybedilmiş olabilecek.

Bu mesaj, Kenya’nın Nairobi kentinde iklim değişikliği ve diğer çevresel sorunları görüşmek üzere 140 ülkenin çevre bakanlarının bir araya gelmesiyle düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) İdari Konseyi toplantısının ardından yayınlanan belgeden alındı.

“Çevresel Besin Krizi: Gelecekteki Besin Krizini Önlemede Çevrenin Rolü” başlıklı belge, 2050 yılında dünya üzerinde yaşayacak olan tahminen 2.7 milyar fazladan insanın ihtiyaçlarını karşılamak için besin üretimini arttırma çağrısı yapıyor. Belgede ayrıca, artan besin fiyatlarının insanların gelirlerinin yüzde 70-80’ini besine harcamasına neden olduğu da vurgulandı.

UNEP toplantısına ev sahipliği yapan Kenya’da, ciddi besin krizi girdabının içine çekilmiş durumda ve ülkede 10 milyondan fazla insan düşük yağışlar ve yüksek gübre fiyatları nedeniyle açlıkla yüz yüze durumda. Ülkede temel besin kaynağı olan mısır ununun kilogram fiyatı bugünlerde günde 80 cent (ABD centi) civarına yükselmiş durumda. Bu fiyat, nüfusunun yarısı günde 1 doların altında parayla yaşayan bir ülke için çok fazla. Bir yıl önce, mısır unu fiyatı 30 cent düzeyine denk geliyordu.

Benzer şekilde Kamerun’da da vücut bulan abartılı fiyat artışları Şubat 2008’de ülkede karışıklığa neden olmuş, sokakları dolduran protestocular besin fiyatlarında büyük indirimler talep etmişti. Protestolar, bu Orta Afrika ülkesinde son 15 yılda meydana gelen en büyük olaylardı.

Afrika’daki besin üretiminin düşüşünde, diğer faktörlerin yanında hükümetlerin çiftçilere yönelik sübvansiyonlarını kesmesi ya da azaltması da büyük pay sahibi. Yüksek fiyatlar nedeniyle gübre ve tohum alamayan çiftçilerin yaptıkları üretimler, gerekli gübrenin kullanılmaması nedeniyle yeterince verimli olmuyor ve çiftçiler bu nedenle sübvansiyonların arttırılmasını talep ediyor. Ancak diğer birçok ülkede olduğu gibi Kenya ve benzer Afrika ülkelerinde uluslararası ticaret görüşmelerinde buna şiddetle karşı çıkılıyor.

http://www.ipsnews.net/news.asp?idnews=45811 adresinde yer alan haberden yararlanılarak hazırlanmıştır.

Obama = İnsan yüzlü emperyalizm

18 Şubat 2009 Çarşamba

ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın yarın (19 Şubat Perşembe) gerçekleşecek olan Kanada ziyareti öncesinde Kanada merkezli yayın yapan http://www.rabble.ca sitesi editörü Derrick O'Keefe, yazar Tarık Ali ile bir söyleşi gerçekleştirdi. O'Keefe, son kitabı The Duel’de (Düello) Afganistan’daki savaşı genişletmenin sadece daha fazla yıkımın tohumunu ekeceğini ve ülkedeki değişken, patlamaya hazır durumu ağırlaştıracağını savunan Ali ile savaşı, Obama döneminde Filistin’e dair olasılıkları, Sam Amca’nın arka bahçesinde yükselen sol eğilimler ve uzun süredir İngiltere’de yaşayan Michael Ignatieff üzerine düşüncelerini konuştu:

Derrick O'Keefe: Bu hafta Başkan obama ilk resmi yurtdışı gezisini Kanada’ya, Steven Harper (Kanada Başbakanı) tarafından iyi karşılanacağı Ottowa’ya yapıyor. ABD’deki eylemciler için, Obama’nın görevi devralmasının, dönüm noktasını tanıyan, fakat bununla birlikte talepleri vurgulayan sloganlarla, “Tebrikler Obama. Kail’den, ırak’tan derhal dışarı” şeklinde karşılanmasını önerdiniz. Kanada’daki ilericiler Obama’yı nasıl karşılamalı?

Tarık Ali: Politik açıdan çoktan eskidiği hissedilen “tebrikler”i bırakmalılar, bunu “merhaba” ve aynı anlama gelen başka şeylerle değiştirmeliler. Sadık Demokratlar olan birtakım köşe yazarlarının, giderek artan biçimde Obama-Biden ekibi tarafından simgelenen “değişen bir şey yok” yaklaşımının eleştiricisi haline gelmesini gözlemlemek enteresan. Ortadoğu’da, İsrail’in bir tek eleştirisini yapmadılar, Irak’tan geri çekilme sürecine dair sözlerinden dönüyorlar ve geçmişte olduğu gibi hiç kuşkusuz bölgedeki “seçilmemiş” yönetimleri desteklemeye devam edecekler.

Emperyalizm, insani yüz elde etmiş olabilir ama eylemlerinden dolayı yargılanmalı. İyi görünmüyor. Ekonomide denenen iki partiyi de temsil etme Obama’nın yüzünde patladı ve The New York Times’ta yayımlanan Paul Krugman’ın eleştirisi hafif ama eksiksizdi.

Derrick O'Keefe: Obama’nın “diplomatik dalgalanması”, Afganistan’daki birliklerinin varlığını arttırmak için Kanada gibi NATO ülkelerini elde etmekte kesinlikle üstün gayret gösterecek. Bu “sevimli saldırganlığa” dair olasılıklar neler? Afganistan giderek artan biçimde tamamen bir ABD savaşı haline mi gelecek?

Tarık Ali: Bu olacak. Avrupa ülkelerinin çoğu son derece gergin. İngiltere’nin Kabil Büyükelçisi savaşın kazanılamayacağını belirtti. Afganistan’dan dönen bir Alman generali de aynı şeyi tekrar etti. Söylentilere göre İspanyollar çekilmek üzere.

20 bin ABD askeri daha göndermek durumu daha köyü yapacak, daha iyi değil. Benim izlenimim Obama’nın danışmanlarının bu belirsizlik konusunda bölündüğü. Oysa hepsi amacın artık ulus inşası olmadığı, en yakın zamanda Karzai’siz, yandaş ya da en azından Batı karşıtı olmayan bir yönetim elde etmek olduğu fikrinde birleşti. Bu düşündükleri kadar kolay olamayabilir.

Derrick O'Keefe: Son olarak Newsweek, “Afganistan: Obama’nın Vietnam’ı” isimli bir kapak konusu yayımladı. Pakistan onun Kamboçya’sı olabilir mi ve Richard Holbrooke’un Pakistan’daki temsilcisi olarak atanmasının belirtisi ne?

Tarık Ali: Holbrooke mesaj taşıyıcısı bir çocuktan biraz fazlası. Beyaz Saray ne isterse onu yapacak. Ancak birkaç olayı kapsayan son gezisinde bir şeyler kavramış olmalı. Pakistan’daki büyük çoğunluk Afganistan’dan çıkış stratejisi istiyor. Son olarak yeni kitabımda böylesine bir stratejinin önemli olduğunu iddia ettim. Bununla birlikte, Ruslar yenildikten sonra olduğu gibi bu da Afganistan’ı Pakistan ordusuna devretmeyi gerektirmemeli.

Bizim, İran’ı, Rusya’yı, Çin’i, Hindistan’ı ve bunun yanında tabii ki Pakistan’ı içeren bölgesel bir çözüme ihtiyacımız var. Bu olmazsa, Afgan savaşı bu ülkede ve Pakistan’da ilâve tahribata neden olacak biçimde kontrolsüz hale gelecek. Zaten bölgedeki kaos sınır vilayetlerinde dinci köktenciliği cesaretlendirmiş ve dini savaş lordları Swat vadisini tımara çevirmiş (toprakları hizmetler karşılığında oradakilerin işletmelerine bırakmış) durumda. Pakistan devletinin, meşru şiddet tekelinden vazgeçmesi ve silahlı çetelerin okulları yakmasına ve kadınlara baskıya izin vermesi kararının dudak uçuklatıcı olduğu söylenmeliydi. Yurttaşlarını iç ya da dış şiddete karşı koruyamayan bir devlet çökmeye mahkumdur. Aslında, belli olduğu üzere Swat vadisindeki olaylar, devletlerin bu gruplarla kendilerini Washington’a çeşitli yollardan baskı yapmak için kullanmak amacıyla gizlice anlaşmadığını gösteremiyor.

Derrick O'Keefe: Görünürde, George W. Bush’un mezhepsel mantığından ödünç alan Kanada’daki bazı savaş destekçisi yorumcular, savaş karşıtı harekete Taliban’ın destekçileri oldukları çamurunu atıyorlar. Onlardan biri, son yıllarda, kesinlikle politik yelpazenin karşısında olan aşırı sağ geçen eski bir Yeni Demokrat parti (NDP) aktivisti Tarek Fatah, bu ithamı kişisel olarak size bulaştırıyor. Kitabınız “Fundamentalizmler Çatışması”nın bir okuması, savaş karşıtı harekete bu eleştirilerin bir sıralaması mı?

Tarık Ali: görüşlerim, kitaplarımı ve makalelerimi geçmişte ve günümüzde okuyan veya Fatah’ın eski televizyon programlarından görüntüleri izleyenlere gün gibi açık olan şekliyle hiçbir biçimde değişmedi. Geçenlerde, Afganistan’daki geçmiş Taliban yönetimini “kötü huylu toplumsa düzen” olarak yazmıştım ve bu sebeple NATO’nun çekilmesinin ardından ülkede ulusal ittifakta ısrar etmiştim. Savaşın ve işgalin sonucu olarak Taliban’ın yeni versiyonuna destekteki büyük artış ortada olduğuna göre, oluşturulacak hükümet onların temsilcilerini içermeli.

Batı’nın Hamas’ı tanımayı reddetmesi İsrail’in Gazze saldırısından doğrudan sorumluydu. Geçmişte Hamas’ı şiddetle eleştirdim ancak basit bir şeklide onlarla aynı fikirde olmamam, onların bir seçimde çoğunluğu kazandığı ve muhaliflerinin her düzeyde yozlaştığı gerçeğini reddetmem için bir gerekçe değil.

İsteyen tarihte daha da geriye gidebilir. Sudan’da (İngiltere’ye karşı), Cezayir’de (Fransa’ya karşı) ve Libya’da (İtalya’ya karşı) emperyalist yağmaya karşı ilk ayaklanmaların hepsine dini liderler öncülük etti. 1922’de Bakü’deki Doğu İşçileri Konferansı’nda Bolşevikler bu gerçeği fark ettiler ve Zinovyev emperyalizme karşı cihadı destekleme çağrısı yaptı. Ancak bu sorun ilk olmamasına rağmen şartlar farklı.

Sorun şu ki NATO işgalini destekleyen birçok Afgan komünistinin laik gayeyi desteklemesi muhtemel değil.

Gazze katliamı süresince sessizliğine ve Hillary Clinton atamasına rağmen, bazıları Obama yönetimiyle birlikte Ortadoğu’da barış ve adalet için bir başlangıç görüyor. İyimserlik için sebep var mı?

İsrail’e boykot, tecrit ve yaptırım genişleyecek

Tarık Ali: Kendi adıma görmüyorum. İsrail’de aşırı sağın ve faşist partilerin zaferi yazık ki İsraillilerin çoğunluğunun görüşünü yansıtıyor. Başka türlü iddia etmenin gereği yok. Açık ki ABD böyle bir yönetimi desteklemeye ilgili değil, ama bunu yapacak. Boykot, tecrit ve yaptırım kampanyası ilerideki tek yoldur ve bunun gerçekten uluslararası duruma gelmesinden memnunum.

Bu ayın sonunda Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda, eski Güney Afrika İstihbarat Bakanı ve Siyonizm’e muhalif bir Yahudi olan Ronnie Kasrils ile İngiltere’de boykot, tecrit ve yaptırım kampanyasını organize etmek için konuşacağım.

Derrick O'Keefe: Güney ve merkez Asya ile Ortadoğu’dan uzaklaşırsak, Obama’nın Küba, Latin Amerika Bolivar Alternatifi (ALBA) ve genel olarak Güney Amerika Ülkeleri Birliği (UNASUR) hakkındaki politikalarına dair beklentileriniz neler? Obama, ABD’nin son on yılda ciddi oranda sola kayan arka bahçesiyle daha mı çok ilgilenecek?

Tarık Ali: Nixon’ın Pekin ile yaptığını yapmak istiyorsa Havana’ya uçmalı ve yaptırımları sona erdirmeli. Daha sonra Karakas’a uçmalı ve Venezüella, Bolivya, Ekvador ve Paraguay’ın Bolivarcı başkanlarıyla tanışmalı. Ve eminim ki Brezilya’dan Lula ve Arjantin’den Kirschner, Obama’nın aklına Kolombiya Planı’nın bir felaket olduğunu sokmak için uçacaktır.

Ancak onun Demokrat Parti pisliğine battığından korkuyorum. Ekonomik durgunluk bile başkanlık için bir cazibe merkezi. Ekonomideki bilinmezlikte yükselecek ya da düşeceğiz ve bu nedenle Güney Amerika’da ciddi bir şeyler yapmak çekici seçenekler olarak görünmeyecek.

Derrick O'Keefe: Obama-manya dünyadaki tüm siyasi işleyişlerin istifade etmek istedikleri bir politik olağanüstülük. Burada, Kanada’da, birileri Michael Ignatieff’e bile “Kanada’nın Obamas’sı ya da “yeni Trudeau” (eski Kanada Başbakanı) olarak oy topladı. İngiltere’deki 10 yıldan fazla süren görevi boyunca Ignatieff hakkındaki izlenimleriniz nelerdi?

Tarık Ali: Trudeau, bağımsız fikirli bir liderdi, komşu ülkenin yardakçısı değildi. Ignatieff, Irak’taki savaşı destekledi, işkenceyi savundu ve Bush-cheney çetesinin köpek gibi kilitlenmesine hizaladı. Kanadalılar onu Başbakan olarak seçtilerse, ABD’ye de katılabilirler.

Bunlardan, İngiltere’deki görevi sırasındaki izlenimlerimin bütünüyle olumlu olmadığını toparlayacaksınızdır.

http://www.rabble.ca/news/interview-tariq adresine yer alan söyleşiden çevrilmiştir.

Daha önce blogumuzda hep dünyada yaşanan gelişmelere dair haberlere, yorumlara, izlenimlere yer vermiştik. Bu kez 15 Şubat Pazar günü İstanbul’da düzenlenen “Emek ve Demokrasi Mitingi”ne dair Türkiye’de yaşayan bir İngiliz’in dünyayla paylaştığı gözlemleri sayfada yer buldu. Daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı “köpek” olarak gösteren bir kolaj çalışması nedeniyle yargılanan Michael Dickinson isimli İngiliz aktivist-öğretmen, gözlemlerini counterpunch’ta aktardı:

İstanbul’da tedirginlik

Pazar sabahı saat 10’da, İstanbul Kadıköy’deki evime çok uzak olmayan ve yürüyüşlerle politik mitinglerin genelde yapıldığı yer olan deniz kıyısındaki meydanda kızgın konuşmacıların yükselen seslerinin ve alkışların arasına serpiştirilmiş bangır bangır çalan müzik ve şarkılar evimin içine doldu. Bunun neyle ilgili olduğunu, paranın olmadığı bir dünya fikrinin propagandasını yapan, benim de üye olduğum Money-Free isimli web sitesine (http://money-free.ning.com/) yüklemek amacıyla, Ktunnel aracılığıyla Youtube’a girip (Youtube Türkiye’de yasaklandı) uygun videolar ve materyaller ararken belli belirsiz merak ettim. Merakıma rağmen, öğrenmek için meydana inmek ile meşgul değildim.

Bundan 3 yıl önce orada, İsrail’in Lübnan bombardımanını protesto eden bir mitingde, sert bir biçimde gözaltına alınarak arabayla polis karakoluna götürülmüştüm ve sözde beni kafama taktığım siyah takkeden dolayı bir Yahudi kışkırtıcı sanan “İsrail karşıtı kalabalığın linçinden kurtarılırken” sürüklendiğim sırada çekilen görüntülerim, ertesi gün televizyon haberlerinde ve çeşitli gazetelerin ön sayfalarında hatalı bir özdeşlikle yayımlanmıştı. Bu tehlikeye yeniden girmeyi canım istemedi. Nasıl olsa dışarı soğuktu.

Naomi Klein’in “The Take” belgeselini, Arjantin’de işçilerin bir fabrikayı ele geçirmesini anlatan filmi, George Bernard Shaw’ın The Millionaires’inden 1974’te bi televizyon yapımına dönüştürülen başrolünde Maggie Smith’in olduğu filmi, Blur’dan Common People’ı ve İngiltere’deki grevlerle ilgili bir yazıyı siteye ekledim. Daha sonra öğleden sonraki dersimi vermek üzere yakındaki dil okuluna gittim. Sokak soğuktu, çiseliyordu ve rahatsız edici sesli bir konuşmacının sesi mitingden gökyüzünde taşınıyordu. Saat 2’de ulaştığımda birkaç öğrenci kantinde bekliyordu.

Öğrencilerden biri, “Polis barikatlarından dolayı buraya gelemeyebileceğinizi düşündük” dedi.

“Hiç görmedim” şeklinde yanıtladım. “Ne oluyor? Gösteri neyle ilgili?”

“İşsizliğin artmasıyla ilgili, grev istiyorlar” dediler.

“Neee” diye bağırdım. “Keşke önceden bilseydim’ Burada bekleyin. Bir şeyler almak için eve gidiyorum. 5 dakika içinde döneceğim.”

Evi altüst ettim ve toparladığım şeylerle derhal döndüm. Kesmeye devam ettiğim 100 dolarlık banknot fotokopilerinin yer aldığı sayfalarla. Banknotların diğer yüzlerinde Türkçe olarak şu mesaj yazıyordu:

“Siz de paranın yürürlükten kaldırılmasının problemlerimizin çoğu için iyi bir çözüm yolu olduğunu ve her şeyin –yiyecek, içecek, giysi, barınma, su, ısınma, eğitim, sağlık, eğlence- herkes için ücretsiz olması gerektiğini düşünüyorsanız, neden 2012 Olimpiyat Oyunları’nın açılış gününde dünya çapındaki greve katılmayasınız?

Grev, sembolik olimpiyat ateşi tutuşturulmasıyla, paranın yürürlükten kaldırılmasını destekleyen herkesin işi durdurmasının ve gerçek özgürlük ve adaletin yeni adil dünyasını isteyenlerin işareti ile başlayacak.

Parasız bir dünya istiyoruz!”

Öğrencilerime, küçük bildirileri yürüyüşe katılanlara dağıtmak için benimle gelmek isteyip istemediklerini sordum, ancak gözaltına alınmaktan korktuklarını söylediler. Ben de kendi başıma aceleyle sahile giderken bunun yerine yapmaları için tercüme çalışması belirledim ve 15 dakika içinde döneceğimi söyledim.

Oraya ulaştığımda mitingin henüz bittiğini ve kalabalığın dağıldığını, parkalar ve atkılarla evlerine yol aldıklarını, bazılarının afişlerini, bayraklarını, dövizlerini trafiğe kapalı caddeye attığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Hâlâ bazıları kalkanlı, kaldırımları kordon altına alan büyük bir mavi üniformalı silahlı polis varlığı mevcuttu, ama koyu mavi barikatlarının bazıları yayalarla boşluk yaratmak için genişletilmişti ve ana sahil yoluna ulaştım. Yola koyulan dağınık kalabalığın ardından, kimin yürüyüşte yer aldığından veya kimin sadece sıradan insan olduğundan emin olmadan, elimdeki bildirileri rulo yapılmış afişleri taşıyanlara, turuncu plastik baretler giymiş adamlara, kamera taşıyan insanlara, uzun saçlı-sakallı gençlere ve sadece doğru gibi görünen kişilere dağıttım. Bazıları kuşkuyla tepki gösterdi, ancak çoğu önerilen sahte dolarları kabul etti ve arkadaki mesaja baktı. Baretli genç bir işçi, “İyi bir fikir gibi görünüyor” dedi ama tartışmak için zaman yoktu. Der için geri dönmeliydim ve bildiriler bitiyordu.

“Yasak hemşerim!”

Keskin bir dönüş yaptım ve geriye kalan bildirileri dağıtarak geldiğim yolun diğer tarafından geri yürüdüm. Sokakta geriye kalanları süpüren bir çöpçü bildiriyi almayı reddetti. Bildirilerden birini içlerinden biri turuncu eldiven giyen iri yarı, koyu parkalı dört adama verdiğimde geriye 5 tane kaldı. Yere atılmış lolipop döviz ve bayraklardan oluşan yığını görüp şaşkına döndüğümde okula dönmek üzere karşıdan karşıya geçiyordum. Birkaç tanesini hatıra olarak almaya karar verdim.

Tam seçerken arkamdan bir ses duydum:

“Heey, sen!”

Döndüm ve iri arı, koyu parka giymiş dörtlünün üstüme geldiğini gördüm.

“Polisiz. Bizimle birlikte gelmen gerektiğini düşünüyoruz.”

Hayret ettim. “Neden? Yanlış bir şey yapmadım.” (Bu arada, Türkçe olarak söyledim)

Şapşal olanı kendisine verdiğim bildiriyi sallayarak, “Bu” dedi.

“Sokakta bildiri dağıtmak suç mu?” diye sordum. “Herkes bunu yapıyor.”

Elindeki bildiriyi tehditkâr bir tavırla sallayarak “Ama bu suça neden olabilir” dedi.

“Nasıl olabilir? Bu adalet, eşitlik ve özgürlük ile ilgili” diye sordum.

“Bu kanuna aykırı. Bundan başka var mı? Onları ver.”

Sakladığım bildirileri verdim ve bana kimlik sordular. Henüz almış olduğum üç aylık turist vizesine işaret ederek İngiliz pasaportumu verdim.

İçlerinden biri aceleci biçimde, “Fotoğraf! Fotoğraf!” dedi ve ben de ona kitabın arkasındakini gösterdim.

“Michael Dickin…” diye okudu.

Başka biri ciddi biçimde, “Onu tanıyorum” dedi. “İki yıl önceki Lübnan gösterisinden. Linç…”

Kabul ederek, “Benim İsrailli olduğumu düşündüler. Ama sonuçta iyi sonuçlandı” dedim.

Birisi, “Tamamdır, gidebilirsin” dedi ve diğerleri de onayladı. “Ama daha fazla bildiri dağıtma. Yasak!”

Parmaklarımı çapraz yaparak” Tamam” dedim. “Ama bu fikirden arkadaşlarınıza bahsetmeyi unutmayın.”

Uzaklaşırken omuzlarını silktiler ve hâlâ özgür olduğum için derin bir nefes aldım.

O günkü küçük Pazar gezintimden bu yana, kaçırdığım gösteri ile ilgili daha fazla şey öğrendim. Meğer, işsizlik oranı yüzde 12.3’ü geçmiş.

Yürüyüşe 40 bin işçi, kadın, öğrenci örgütü, sendika “Krizin bedelini ödemeyeceğiz: İşsizlik ve yoksulluğa karşı birleşik mücadele için emek ve demokrasi yürüyüşü” sloganı altında katılmış.

Protestocular, “Faşizme karşı omuz omuza” ve “Yaşasın devrimci dayanışma” sloganları atmışlar ve konuşmalar yapılmış.

Hükümeti suçlayan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi şunları söylemiş: “Onlar ki kulakları var duymuyorlar, gözleri var görmüyorlar, bugün on binlerin sesini duyamazlar, bizi göremezler. İşten çıkarmalara, işsizliğe ve yoksulluğa hayır diyoruz. Krizi ücretleri düşürmenin bahanesi olarak kullanmayın diyoruz. Demokrasi ve barış istiyoruz.”

KESK Genel Başkanı Sami Evren de krizin, kayıt dışı ekonominin desteklenmesinin bahanesi olarak kullanıldığını belirterek şöyle konuşmuş: “Emeğimizi yok sayıyorsunuz. İşimizi ve aşımızı tehlikeye atıyorsunuz. Toplu sözleşme ve grev hakkımızı ortadan kaldırmayı sürdürüyorsunuz. Bizi korkutabileceğinizi sanmayın, cesaretimizi göstermek için buradayız.”

Evrensel dayanışma!

http://counterpunch.org/dickinson02172009.html adresine yer alan yazıdan çevrilmiştir.

11 Şubat 2009 tarihinde öğrencilerin çeşitli taleplerinin karşılanması amacıyla işgal ettikleri İskoçya’nın Edinburgh Üniversitesi’nde işgal eylemi öğrencilerin kazanımlarıyla sona erdi. Üniversitenin konferans salonunu işgal eden öğrencilerin talepleri arasında Gazzeli 5 öğrencinin üniversitede öğrenim görmesinin önünün açılması da yer alıyordu. Öğrencilerin işgalin sona erdirilmesi karşılığında kabul edilen talepleri şu şekilde:

- Eden Springs şişe sularının gelecek akademik yılın (2009-2010) başlangıcından itibaren kampüste satışının tamamen sona ermesi.

- Üniversitenin etik olmayan yatırımları / atamaları konusundaki sorunlarımızı doğrudan Üniversite Oturumu’na götürme fırsatı.

- Gazzeli 5 öğrenciye Edinburgh Üniversitesi’nde öğrenim görmeleri için burs, düşürülmüş barınma ücretleri, seyahat ödenekleri ve vize desteği.

- Üniversite yönetimi, öğrenci kitlesi ve bir demokratik kitle örgütü arasında Gazze’ye gönderilmek üzere çeşitli malzemeler toplamak ve bunun uygulanması için gereken paranın toplanması doğrultusunda işbirliği.

- Filistin-İsrail çatışmasına dair çeşitli konularda üniversite personellerini ve konuk konuşmacıları kapsayan konferans ve tartışma dizisi. (İlk katılımcılar muhtemelen Ilan Pappe ve Noam Chomsky olacak)

Öğrenciler, işgaldeki kazanımın “İsrail devletinin ve ordusunun Filistin’deki işgali ve zulmünde üniversitenin işlevini sona erdirme hareketinin başlangıcı olduğunu” hissettiklerini belirterek üniversite araştırmalarında silah ve savunma şirketlerinin aktif rolüne dikkat çektiler. İşgalin, taleplerinin karşılanması için basit bir taktik ya da pazarlık kozu olarak anlaşılmaması gerektiğini vurgulayan öğrenciler, kontrol altında tuttukları alanda kolektif karar almanın hiyerarşik olmayan bir yolunu gösterdiklerini ifade ettiler.

İşgal süresince kendilerine destek olan birey ve gruplara teşekkür eden öğrenciler açıklamalarının sonunda, “Son olarak, Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere, onlar özgür ve bağımsız oluncaya dek yanlarında dayanışma içinde mücadele edeceğimize dair söz vermek istiyoruz” dediler.

İşgale dair diğer haberleri http://edinburghunioccupation.wordpress.com/ adresinden takip edebilirsiniz.

http://pulsemedia.org/2009/02/16/edinburgh-university-student-occupation-wins-demands/#more-7713 adresinde yer alan haberden özetlenerek çevrilmiş ve haberleştirilmiştir.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi