Content feed Comments Feed

Tunus'ta işsizlik isyanı sürüyor

29 Aralık 2010 Çarşamba

Tunus'ta iş bulamadığı için seyyar satıcılık yapan 26 yaşındaki Mohammed Bouazizi'nin 17 Aralık günü seyyar arabasına yetkililerce el konulmasının ardından kendini yakarak intihar girişiminde bulunmasıyla başlayan işsizlik protestoları devam ediyor. Özellikle Sidi Bouzid kentine yoğunlaşan ve diğer kentlere de sıçrayan protestoların en yoğun olduğu 24 Aralık günü 18 yaşında bir genç polis tarafından kafasından vurularak öldürülürken, bir başka işsiz genç de intihar ederek hayatını kaybetti.


Dün, Gafsa kentinde sendikalar tarafından organize edilen bir yürüyüş güvenlik güçleri tarafından engellenirken başkent Tunus'ta da yaklaşık 300 avukat hükümet sarayına bir yürüyüş gerçekleştirdi. El Cezire'ye konuşan Tunuslu blogger ve araştırma görevlisi Lina Ben Mhenni, Salı akşam saatlerinde yürüyüşe katılan iki avukatın gözaltına alındığına dair bir duyum aldığını belirterek, "Protestocular, eylemlerini Sidi Bouzid'dekiler ile dayanışma amacıyla yapıyorlar ve aynı zamanda devlet başkanının istifasını istiyorlar" dedi. Ben Mhenni, bunun dışında üniversite öğrencileri sendikası tarafından da Eğitim Bakanlığı önünde bir eylem düzenlendiğini sözlerine ekledi.

Maghreb Review'den analist Mohamed Ben Madan, gösterilerin, son 23 yıl içinde Tunus'ta yapılan en büyük gösteriler olduğunu ifade ederken, "Beni şok eden şey böyle şeyler İran ya da Moskova'da olması halinde küresel medyada yer bulacakken, Tunus'ta olması nedeniyle kimsenin umrunda olmaması" diye konuştu.

Tunus parlamentosunda yer alan dört parti ise El Cezire'yi "ülkeyi istikrarsızlaşmaya çalışmak ve Sidi Bouzid'deki olaylara dair yayınları ile ayaklanmayı sürdürmek" ile itham ediyor.

Ülkede işsizlik oranı yüzde 14 iken, üniversite mezunları arasındaki oranın bu rakamın iki katı civarında olduğu tahmin ediliyor. Tunuslular, ülkede yatırımların yüzde 90'ına yakınının sahil kesimlerine yapılmasından şikayet ederken, 1987'den bu yana iktidarda olan Devlet Başkanı Zine al-Abidine Ben Ali, El Kaide'ye karşı Batılı devletlerle yoğun bir işbirliği içinde.



Not: Çeşitli haber kaynaklarından derlenerek çevrilmiştir.


Tecrit altındaki Manning kötü durumda

22 Aralık 2010 Çarşamba

Gazeteci Kristen Saloomey, Wikileaks kurucusu Julian Assangge'e gizli belgeleri sızdırdığı iddiasıyla şu anda ABD'de cezaevinde tutulan Er Bradley Manning'in arkadaşlasrından David House ile görüştü. House, Manning'in arkadaşlarının da FBI tarafından baskı altında tutulduğunu ve tecrit koşullarının Manning'in fiziki ve ruhsal durumunu giderek bozduğunu belirtti:


Wikileaks’in kurucusu Julian Assange, kameralar karşısında (ya da “ev hapsinde” tutulduğu Birleşik Krallık’taki görkemli malikanesinde) yasal mücadelesini verirken, ona gizli ABD hükümeti belgelerini uçurmakla suçlanan Amerikan askeri, kamuoyunun bakışlarından uzak tutulmakta. Er Bradley Manning, yedi aydır Virginia’daki bir askeri cezaevinde tecritte mahkeme gününü bekliyor.

Geçenlerde, Manning’in kim olduğu ve nereden geldiğine dair fikir edinmek adına, memleketi Crescent Oklahoma’ya doğru yola koyuldum.

Aynı zamanda kendini Boston merkezli bir bilgisayar araştırmacısı ve Manning’in arkadaşı olarak tanımlayan David House’la da e-posta aracılığıyla görüştüm. House’a göre Manning’in tecriti ağır darbeler vurmaya başladı. Manning’in destekçilerinin de yetkililer tarafından taciz edildiğini söylüyor. İşte e-posta trafiğimizden bazı alıntılar:


Saloomey: Manning’i nereden tanıyorsunuz? Nasıl biridir?

House: Ben Boston’da bir bilgisayar araştırmacısıyım ve Manning’le birçok ortak arkadaşımız var. Tutuklanma öyküsü ilk patladığında, adil yargılama hakkı tehlikedeymiş gibi görünüyordu. Bradley’in savunması için yasal finansmanın arttırılmasına dair Bradley Manning Destek Ağı’nın çerçevesinin ne olacağı ve yargı sürecinin ihlal edilmemesinin garanti edilmesi adına işe koyuldum. Birçok bilgisayar bilimcisi gibi, kendimi bu davanın özünde pozitif şeffaf hükümetin açığa çıkarılmasıyla tanımlarım.

İyi olup olmadığını kontrol etmek ve akıl sağlığını yerinde tutmak için ayda iki defa Bardley’i ziyaret ediyorum. O karakterist olarak mükemmel birisidir, gerçi son birkaç haftadır fiziki ve akıl sağlığında ciddi bir düşüş saptadım. Kuşkusuz onun bu hücredeki tecriti, akıl sağlığına ağır darbeler vurmuştur ve askeri cezaevi düzenlemelerinin bir sonucu olarak fiziksel zayıflığı öngören mentalite nedeniyle egzersiz de yapamayarak fiziksel olarak da etkilenmiştir.

Saloomey: Bradley hakkında yetkililer tarafından sorgulandınız mı?

House: Bradley’in yasal savunma kampanyasıyla ilgili oluşum yüzünden, FBI bir uçuş esnasında kişisel bilgisayarıma el koydu. Bilgisayarımı iade etmediler ve bununla alakalı olarak hiçbir tazminat teklifinde bulunmadılar.

Saloomey: Siz ve Bradley’in Boston bölgesindeki diğer arkadaşları bu davayla ve büyüyen sorunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?

House:
Bradley’in Boston bölgesindeki arkadaşları, yapmış olduğu iddia edilen eylemlerle ilgili son derece destekleyiciler. Bununla beraber, hükümetin onun Bostonlu arkadaşlarına yönelik –sürekli gözetim, dayanaksız olarak bilgisayarlarına el koyma ve hatta rüşvete varan- tacizleri son derece korkutucu bir etki yaratmış durumda ki insanlar artık onun adına konuşmaktan korkar durumdalar. Tüm samimiyetimle hükümetin verdiği böylesine bir gözdağı, özgür bir toplumun bireyleri tarafından tolere edilmemelidir diye düşünüyorum ve -zaten özel yaşamları ve mal kayıpları yüzünden acı çeken- karşı koymaktan korkan bu insanları direnmeye ve Er Manning’e destek vermeye çağırıyorum.


http://blogs.aljazeera.net/americas/2010/12/19/alleged-wikileaker-suffering-solitary-confinement adresinde yayımlanan röportajdan çevrilmiştir.

Tarık Ali: Nobel Savaş Ödülü

14 Aralık 2010 Salı

Pakistan asıllı İngiliz yazar Tarık Ali, 2010 Nobel Barış Ödülü'nün Çinli Liu Xiaobo'ya verilmesini eleştiren kısa bir yazı yazdı. Ali'ye göre Liu Xiaobo ABD'nin işgallerini ve sömürgeciliği destekleyen bir savaş çığırtkanı:

Geçen yılın Nobel Barış Ödülü sahibi, ödülü aldıktan birkaç hafta sonra Afganistan'daki savaşı genişletti. Ödül, Obama'yı bile şaşırttı. Bu yıl Çin hükümeti, Çin PEN'in başkanı ve neo-con olan Liu Xiaobo'yu kurban haline getirerek ahmaklık yaptı. Liu Xiaobo hiçbir zaman tutuklanmamalıydı, ancak komiteyi oluşturan eski bir İşçi Partili başakan olan Thorbjørn Jagland liderliğindeki Norveçli politikacılar Çin'e bir ders vermek istediler. Ve bu nedenle kahramanlarının görüşlerini gözardı ettiler. Ya da kendi görüşlerinin farklı olmadığını düşünürsek belki de değil. Komite, Bush ve Blair'e Irak'ı işgal ettikleri için ortak bir ödül vermeyi düşünmüştü, ancak kamuoyu itirazı geri adım atmaya zorlamıştı.

Dikakt edilsin, Liu Xiaobo açık biçimde görüşü olarak şunları açıklamıştı:

(a) Çinîn trajedisi şudur ki, ülke en az 300 yıl boyunca bir Batılı güç ya da Japonya tarafından sömürgeleştirilmemiştir. Anlaşılan bu, onu sonsuza dek medenileştirecekti.
(b) ABD tarafından verilen Kore ve Vietnam savaşları, totalitarizme vkarşı savaşlasrdı ve ABD'nin "ahlaki güvenilirliğini" arttırdı.
(c) Bush, Irak savaşına girmekte haklıydı ve Senatör Kerry'nin "iftira borazanlığı"ydı.
(d) Afganistan? Burada da sürpriz yok. NATO'un savaşına tam destek.

Bu düşüncelere hakkı var, ancak bunlar barış ödülü mü getirmeli?

Norveçli hukukçu Fredrik Heffermehl, komitenin mirası ile ödülleri finanse eden dinamitin mucidinin geride bıraktığı arzusunu ve vasiyetini çiğnediğini iddia ediyor: "Nobel komitesi ödül parasını serbestçe kullanmak için almadı, ancak para barışı yaratmada, silahlanma yarışının ve askeri güç oyunlarının korkunç çemberini kırmada esas unsur olana verilmek üzere emanet edildi. Bu bakış açısından, 2010 Nobel 'i gayrimeşru bir komite tarafından verimiş gayrimeşru bir ödüldür."


http://www.lrb.co.uk/blog/2010/12/11/tariq-ali/the-nobel-war-prize/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

İngiltere'de SOAS işgali sürüyor

8 Aralık 2010 Çarşamba

Londra Üniversitesi bünyesindeki The School of Oriental and African Studies (SOAS), 21 Kasım 2010 tarihinden beri öğrenciler tarafından işgal edilmiş durumda. İngiliz hükümetinin yüksek öğrenim ücretlerini yüzde 300 oranında arttırmayı planlamasına bir tepki olarak gerçekleşen işgal eylemi 60 öğrenci ile başlarken ve bu sayı zamanlasr artarken, eyleme bugüne kadar Tarık Ali, Ken Livingstone, Samir Amin gibi isimler öğrencileri ziyaret ederek destek sundu. Öğrencilere, üniversite bünyesindeki onlarca akademisyenden de destek açıklamaları geldi. İşgal süresince film ve tiyatro gösterimleri, edebiyat söyleşileri ve çeşitli atölye çalışmaları yapılırken, işgali destekleyen akademisyenler de öğrencilere yönelik eğitim çalışmaları düzenliyor. Okul yönetimi ise işgale destek veren akademisyenleri kendilerine yaptırım uygulamakla tehdit ediyor. Geçtiğimiz günlerde yaptıkları oylamayla işgali devam ettirme kararı alan öğrencilerin talepleri ise şu şekilde:

"Biz, ülke çapındaki diğer üniversite işgalleri ile ve hükümetin zalim ve abes kesintilerine direnen herkesle dayanışma içindeyiz. Üniversite yönetimini, eğitimi savunma kavgamızda bize katılmaya davet ediyoruz. Özellikle taleplerimiz:

Bu işgale ve geçmiştekilere katılanların ve harçlara ve kesintilere dair gelecekteki eylemlere katılacak öğrencilerin kurban edilmemesi.

24 Kasım'daki yürüyüşe katılan öğrencilerin derslerden veya eğitimlerden yok sayılmaması.

Okul bütçelerinde ve finansal kararlarında daha fazla şeffaflık.

SOAS müdürü Paul Webley'in yükseköğrenime dair tüm kesintileri ve öğrenci harçlarındaki artışları açıkça kınayan bir mektup yazması ve ülke çapındaki rektör yardımcılarının yükseköğrenime yönelik tehditlere karşı birleşmesini talep eden açık mektup şeklinde bir yazıyı hükümete yazması.

Paul Webley ve SOAS yönetiminin, kesintili bütçeyi reddetmesi ve hasrçları yükseltmeme taahhüdünde bulunması.

İşgal alanı tüm öğrencilere ve üniversite personellerine açıktır ve herkesi işgal etkinliklerine katılmaya teşvik ediyoruz."

İşgale dair haberlere http://soasoccupation2010.wordpress.com/ adresinden ulaşılabilir.

Chossudovsky: Savaşa dur deyin!

28 Kasım 2010 Pazar

Kanadalı ekonomi profesörü Michel Chossudovsky, Güney ve Kuzey Kore arasında yükselen gerginliğin yarattığı tehlikeye dikkat çekerek, Kore Savaşı'nda Kuzey Kore'nin nüfusunun yüzde 30'unu yitirdiğini hatırlattı ve ABD, Kanada ve NATO ülkeleri halklarına olası bir savaşa karşı durma çağrısı yaptı:



Dünya tehlikeli bir kavşakta.

ABD, Kuzey Kore'ye savaş açmak için bahane arıyor.

Kuzey Kore'nin, küresel güvenliğe tehdit oluşturduğu söylenmekte.

Truman Doktrini'nden Obama'ya. 1950'ler Kore'sinin tarihi, Kore halkına karşı geniş kapsamlı savaş suçlarının işlendiğini doğruluyor. General Curtis Lemay'in açıklaması ile doğrulandığı gibi:

"Üç yıl veya bu civarda bir süre boyunca nüfusun yüzde 20'sini öldürdük."

Kuzey Kore, nüfusunun yüzde 30'unu 1950'lerde ABD öncülüğündeki bombalamalar sonucunda yitirdi. ABD askeri kaynakları, yoğun bombalamalarla geçen üç yıllık süreçte Kuzey Kore nüfusunun yüzde 30'unun öldürüldüğünü doğruluyor:

"Kuzey Kore'nin 78 şehrini ve binlerce köyünün yok edilmesi ve sayısız sivilin öldürülmesinden sonra Generel Lemay, 'Üç yıl veya bu civarda bir süre boyunca nüfusun yüzde 20'sini öldürdük' açıklamasını yaptı. Şu anda, 38. paralele zorlanmış kuzey halkının, 1950-1953 arasında 37 ay süren 'sıcak' savaş süresince 8-9 milyonluk nüfusunun yaklaşık üçte birini kaybettiğine inanılıyor, muhtemelen bir ülkenin bir başkasıyla savaşına bağlı olarak ortaya çıkan emsalsiz bir ölüm yüzdesi."

İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere nüfusunun yüzde 0.94'ünü, Fransa yüzde 1.35'ini, Çin yüzde 1.892unu, ABD ise yüzde 0.32'sini kaybetti. Kore Savaşı boyunca Kuzey Kore nüfusunun yüzde 30'unu yitirdi.

Kuzey Kre'deki sivil ölümlerine dair bu rakamlar Lancet (uluslararası bir tıp dergisi, ç.n.) tarafından yapılan çalışmayla Irak için derlenenlerle de karşılaştırılmalı. Çalışma, ABD öncülüğündeki işgali takiben (Mart 2003-Haziran 2006 arasında) 655 bin Iraklı sivilin öldüğünü tahmin ediyor.

ABD, Kanada ve NATO ülkeleri halklarını hükümetleri üzerinde baskı oluşturmaya davet ediyoruz.

Kuzey Kore'ye yönelik bir savaş bütün bölgeyi içine çekecektir.

Barış yurtseverdir.

Kore'ye karşı savaşa hayır deyin.

Askeri gerginliğe hayır deyin.


http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=22131 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


El Cezire televizyonu, Sri Lanka'da geçtiğimiz sene binlerce Tamil'in ölmesiyle sonuçlanan çatışmalara dair yeni fotoğraflar ele geçirdi. Fotoğraflarda, askerler tarafından gözleri ve elleri bağlanarak öldürülmüş ve bir traktörün arkasında üst üste yığılmış birçok ceset görüntüsü yer alırken, yan yana yatan cesetlerden birinin ise Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları lideri Velupillai Prabhakaran'a ait olduğuna inanılıyor. Bir fotoğrafta ise ilk gençlik yıllarında oldukları sanılan çıplak bir kadın ve genç erkek cesedi yer alıyor.

Fotoğraflar El Cezire'ye Tamiller ile ilişkisi olan ve fotoğrafları Sri Lanka ordusu içindeki kişiler vasıtasıyla elde ettiklerini iddia eden şahıslar tarafından ulaştırıldı. Aynı zamanda eski İnsan Hakları Bakanı olan Sri Lankalı milletvekili Rajiva Wijesinha, fotoğraflara dair "bağımsız" bir soruşturma başlatıldığını belirterek, "Biz, bütün iddiaların soruşturulacağını her zaman söylemişiszdir. Devam eden tahkikatımızın tamamen bağımsız olduğuna inanıyoruz" diye konuştu. Ancak Avustralya Tamil Meclisi sözcüsü Dr. Sam Par, vahşete dair uluslararasın bağımsız bir soruşturma başlatılmasına izin verilmesi için Sri Lanka hükümetine dış baskı yapılması gerektiğini ifade etti. Pari, bu baskıyı apma sorumluluğunun Sri Lanka ile ticaret, turizm gibi şekillerde ilişki içerisinde olan ülkelere düştüğünü dile getirerek, "Bu nedenle söz konusu hükümetler Sri Lanka'ya yönelik ticari yaptırımlar ve seyahat yasaklarını hayata geçirirlerse, Sri Lanka hükümeti de savaş suçlarına dair bağımsız uluslararası soruşturmaya izin vermeye mecbur kalacak" dedi. Sri Lanka Devlet Başkanı Mahinda Rajapaksa, Mayıs ayında hükümetlerinin Sri Lanka ordusunu "terörizmi yenilgiye uğrattığı" gerekçesiyle cezalandırmayacağını söyleyerek, "Eğer uluslararası toplum Sri Lanka'yı terörizmi yenilgiye uğrattığı için cezalandırmayı istiyorsa ben bunu yapmayacağım" ifadelerini kullanmıştı.

Sri Lanka, Birleşmiş Milletler'in en az 7 bin sivilin öldüğünü tahmin ettiği Tamillere yönelik saldırıya dair bağımsız uluslararası soruşturma taleplerini ısrarla reddediyor. Başka tahminlere göre ise kayıp rakamı 20 bin civarında ve ölümlerin çoğu hükümetin bombardımanı sonucu gerçekleşti.

Sri Lanka soruşturma çağrılarına, "Alınan Dersler ve Uzlaşma Komisyonu" adını verdiği ve aklama aracı olarak eleştirilen bir komisyonun soruşturması ile yanıt veriyor. Hem Human Rights Watch, hem de Uluslararası Af Örgütü ise soruşturmaya katılmayı komisyonun bağımsızlık ve tarafsız tahkikat konularında uluslararası standartları karşılamadığı gerekçesiyle reddediyor. İnsan hakları örgütleri, yeni görsel kanıtların bağımsız soruşturmayı gerektirdiğini vurguluyor.

Ocak ayında da Sri Lanka askerlerini Tamil Kaplanları savaşçılarını infaz etmelerine dair görüntüler yayınlanmıştı.

Uyarı: Aşağıda yer alan bazı fotoğraflar rahatsız edici içerikte olabilir.




http://english.aljazeera.net/video/asia/2010/11/2010111010021857352.html adresinde yayımlanan haberden yararlanılarak hazırlanmıştır.


Geçtiğimiz günlerde bir panelde yaptığı Keşmir’in özgür olması gerektiğine dair açıklamalar nedeniyle “isyana teşvik” suçlamasına maruz kalan ve gözaltına alınıp yargılanma tehlikesi yaşayan Hindistanlı yazar Arundhati Roy, ülkesindeki milliyetçi grupların boy hedefi haline geldi. Pazar günü Roy’un evinin önünde gerçekleşen bir gösteride, göstericiler evin bahçesine girdiler ve bazı eşyaları kırdılar. Roy, medyanın da olaylara çanak tuttuğunu belirterek yaşananlara ve endişelerine dair bir açıklama yaptı:

Yaklaşık 100 kişiden oluşan bir kalabalık bu sabah (31 Ekim 2010 Pazar)evimin önüne geldi. Bahçe kapısını aştılar ve eşyaları kırdılar. Keşmir’e dair görüşlerim nedeniyle benimle ilgili sloganlar attılar ve beni bana ders vermekle tehdit ettiler.

Onlar gelmeden önce NDTV, Times Now ve News 24 canlı yayın araçlarının olayı canlı yayınlamak üzere orada olduğu göze çarpıyordu. Tv haberleri, kalabalığın ağırlıklı olarak BJP’nin (Bharatiya Janapa Party – Hindistan Halk Partisi: Ülkenin muhafazakar, liberal, milliyetçi görüşlere sahip olan ikinci büyük partisi; ç.n.) kadın kolları olan Mahila Morcha’dan oluştuğunu söylüyor.

Onların gitmesinin ardından polis bize gelecekte civarda gezinen canlı yayın araçları görmemiz halinde kendilerini haberdar etmemizi tavsiye etti, çünkü bunun bir kalabalığın yolda olduğunun işareti olduğunu söyledi. Bu yılın Haziran ayında, gazetelerde yer alan Press Trust in India’da (PTI) kaynaklı yanlış bir haberin ardından iki motosikletli adam evimin camlarını taşlamaya teşebbüs etti. Onlara da televizyon kameramanı eşlik ediyordu.

Bir piyes peşindeki medyanın bu kesimleri, kalabalık ve suçlular arasında ne türden bir anlaşma var? Kendisini önceden “sahnede “ konumlandıran medya, saldırı ve gösterilerin şiddet içermeyeceğine dair garantiye sahip mi? Suç olan bir haneye tecavüz (bugün olduğu gibi) veya daha da kötüsü olursa ne olur? Bu durumda medya suç ortağı olur mu?

Bazı tv kanallarının ve gazetelerin bana karşı kalabalıkların öfkesini kışkırttığını düşünürsek bu soru önemli.

Sansasyonculuk yarışında, haber vermek ile haber üretmek arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. Birkaç kişi televizyon ratingleriene kurban olmak zorunda kalırsa ne olacak?

Hükümet, bana ve Keşmir’e Özgürlük panelindeki diğer konuşmacılara karşı isyana teşvik suçlamasını devam ettirme niyetinde olmadığının sinyallerini vermekte. Böyle olunca, görüşlerimden dolayı beni cezalandırma görevi sağcı fırtına birlikleri tarafından üstlenilmiş gibi görülmekte.

Bajrang Dal (Hindu milliyetçisi Dünya Hindu konseyi /VHP’nin gençlik örgütü; ç.n.) ve RSS (Hindu milliyetçisi Ulusal Gönüllüler Örgütü; ç.n.) açıkça bana ülkenin her yanında davalar açmayı da içeren her anlamda “ayar çekeceklerini” açıkladı. Bütün ülke ne yapabileceklerini, ne kadar ileri gidebileceklerini geçmişten beri görmekte.

Peki hükümet bir derece olgunluk gösterirken medyanın bazı kesimleri ve demokrasi savunucuları kendilerini kalabalığın adaletine inananlara mı kiralamış?

BJP’nin Mahila Morcha’sının beni, Ajmer Sharif’de birkaç insanın öldüğü, birkaçının da yaralandığı bombalı saldırıya dair CBI (Hindistan ulusal güvenlik teşkilatı, FBI’ın Hindistan’daki muadili; ç.n.) iddianamesinde adı geçen RSS aktivisti Indresh Kumar üzerindeki dikkati dağıtmak için kullandığını anlıyorum.

Ancak anaakım medyanın bazı kesimleri neden aynısını yapıyor?

Benimsenmeyen görüşleri olan bir yazar, bir bombalı saldırı şüphelisinden daha mı tehlikelidir? Ya da bu bir ideolojik olarak hizaya getirme meselesi mi?


http://www.zcommunications.org/statement-on-media-and-mobs-by-arundhati-roy adresinde yayımlanan açıklamadan çevirilmiştir.

"Sosyal Adalet ve Şehir", "Umut Mekanları" ve "Yeni Emperyalizm" gibi kitapların da yazarı olan Marksist akademisyen-düşünür David Harvey, Mark Fischer ile günümüz ekonomik krizi, krizin geleceği ve bugün devrimci hareketlerin izlemesi gereken yola dair bir söyleşi gerçekleştirdi. Marksizm'e yönelik ilginin şu günlerde arttığını belirten ve "kendiliğinden" hareketlerin önemine vurgu yapan Harvey, krizin olası yeni merkezi olarak da Çin'i işaret ediyor:


- Hem Marksist olan, hem Marksist olmayan bakış açısına sahip olan birçok yorumcu şu anki krizi öngörmüştü. Ancak bu noktada sizi şaşırtan nitelikler var mı?

Krizin kendisini sunuşuna dair beni şaşırtan bir şey, insanların krize aşırı dar görüşlü olarak bakması. Sadece kendi arka bahçelerinde oluyormuş gibi görüldü -ve hatta kendi bahçelerinin sadece bazı kısımlarında .

ABD'de bazıları krizin bittiğini söylüyor, çünkü borsa dirildi. Bu durumun nedeni, bir sınıfın krizin tanımlanmasındaki saptırmasında saklı. Bu, sermayenin başarılı olduğu anlamına geliyor. Ancak örneğin peki ya işsizlik ve eksik istihdam? -Amerika nüfusunun yaklaşık beşte birini etkileyen müsibet.

Eee, krizin sona ermesine dair düşünce nereden geliyor? Bunun en ufak bir geçerliliğinin olması şaşırtıcı. Bu durum, ekonomi basınının borsadaki bir yükselişi krizin bitmesi ile eşdeğer tuttuğunda buna gerçekten inanması gibi. Doğrusunu isterseniz, kriz aslında yayılıyor ve derinleşiyor. Bu nedenle beni şaşırtan şey bu krizin niteliğinin açık ve netliği ve -çelişkili bir biçimde- insanların kriz burunlarının dibine geldiğinde dahi ne olduğunu ve neden olduğunu kavramak konusundaki acizliği.

- Krizlerin kaynaklarını çoklu çelişkilerde, sermayenin faaliyetinin yabancılaşan bir sosyal yapı olarak kendi kendini çeşitli biçimlerde sınırlandırmalarında görme eğilimindesiniz. Mevcut krizin almış olduğu şekille bunun doğruluğunun kanıtlandığını düşünüyor musunuz?

Analiz çalışmalarım bu doğrultuda, aynı şekilde sermaye krizi coğrafi olarak yakınındakilere kaydırıyor, böylece kriz bir görünümden diğer görünüme taşınıyor. Gelişiminin bir evresinde, kriz kârın azalması gibi görünebilir, çünkü sermaye görece olarak emekten zayıftır.

Şimdi aklı başında olan hiç kimse günümüz krizini emeğin çok fazla güçlü olduğu fikrine bağlamayacaktır. 70'lerdekinin aksine, şu sıralar açgözlü birliklerin bu suçlamayı yaptığını duymadım. O zaman, krizin gerçekten emek piyasasında ve işçilerin kontrolünde olduğunu söyleyebilirdiniz.

O gün bugündür, üretimin bazı aşamalarının ülke dışına taşınması ve teknolojik değişimler yoluyla işçi sınıfının kitlesel olarak terbiye edilmesinden bıktık. Bu "barışçıl" süreç işlemeseydi, Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve general Pinochet gibi insanlar bunu şiddetle yapmayı "keşfedecekti".

Emeği terbiye edebilirsiniz, ama bu efektif talepte açık yaratır. Sonra ortaya çıkan soru, ücretler yükselmezken ürünlerinizi nasıl satacaksınız sorusudur. Tercih edilen yanıt herkese kredi kartı vermekti. Böylece borç ekonomisi yaratılmıştır, hane halkı giderek daha fazla borçlu hale gelir. Ancak bu süreci yönetmek için, borcu idare etmeye başlayacak finansal kuruluşlara ihtiyaç duyarsınız. Bu nedenle şu anda mali güç sorununun perde arkasında etkili bir talep problemi mevcut.

Bu sebeple bu kez krizin tezahürü farklı. Benim savım her zaman, krizi "tek kurşun teorisi" (Kennedy suikastine hem Kennedy'nin, hem de vali John Connally'nin tek silahtan çıkan tek bir kurşunla vurulduğuna dair teori, ç.n.) ile inceleyeyeceğiniz. Her zaman onun dinamik gelişimine bakmalısınız, bir alandaki görünümünden bir diğerine hareketine. Bir uğrakta, düşük tüketim sorunu gibi görünebilir (halihazırda tartışma ciddi bir problem olarak düşündüğüm düşük tüketime dair). Devam ediyor ve kendisini bir kâr azalması sorunu olarak sunuyor. Daha sonra, düşen kâr oranı olarak beliriyor (kârlar, etkin talep olmamasının da aralarında olduğu binbir türlü gerekçeyle düşebilse de, alışılagelmiş Marksist teoride kısıtlı, teknik bir anlamı olan). Kriz mefhumunu, sistemin her tarafına yayılmış olarak görüyorum.

Bu bağlamda, Marx'ın sınırlar ve engellerden bahsettiği Grundrisse'de kullandığı bazı ifadelerle epey ilgileniyorum. Akıl almaz derecede dinamik bir sistem olarak sermaye, gelişimi önündeki sınırlara tahammül edemez. Bu sınırları aştığı ve alt ettiği engellere dönüştürür.

Kriz teorisinin, hareketli (seyyar) kriz biçimi fikri etrafından yeniden yazılması gerektiğini düşünüyorum. Ben buna, hareketli şölene karşıt olarak hareketli kıtlık diyorum. Bir dakikada bu kredi kıtlığı iken, bir sonraki dakikada emek piyasasasında kıtlıktır. Bu, hammadde kıtlığı da olabilir, bu nedenle teknolojik değişimle aşılması gereken doğa tarafından dayatılan bir sınır da olabilir. Söz konusu durumu tarihsel olarak birçok kez gördük.

Benim kriz teorim bu hareketle çok fazla ilgili -Sermayenin Gizemi kitabımda, bunu çok daha fazla belirginleştirdim ve umuyorum ki geniş okuyucu kitlesi için oldukça anlaşılır hale getirdim. Amacım, bir hayli karmaşık kitaplardan çevremizde ne olup bittiğini açıklığa kavuşturacak ve krizlerin ortaya çıkacağı çeşitli biçimleri gösterecek ana fikirleri basit bir yolla su yüzüne çıkarmaktı.

Kesinlikle söyleyebileceğimiz şey krizin sistemin kendine özgü hastalığı olduğu. Bu krizin, kapitalizmi topyekün başımızdan atmadığımız sürece bir bakıma bir sonrakine zemin hazırladığını açığa çıkaracağız. Düşündüğüm, hepimizin diriltmesi gereken bir tasarım -uzak değil, yakın gelecek için.

- Bunun zaman çizelgesi, sizin kapitalizmin hangi aşamada olduğunu düşündüğünüze bağlı. Kapitalizmin, üretici güçleri, dünya piyasasını ve küresel bir işçi sınıfını geliştirmek konusunda hâlâ ilerici görevi var mı, yoksa yolun sonunda mı?

Kapitalizmin sonundan veya son aşamalarından bahsetmenin her zaman için kötü bir fikir olduğunu düşünüyorum. Sermaye çok akışkan ve yaratıcı bir sistemdir. Tarihte, daimi olarak devrimci güç olmuştur. Dolayısı ile kapitalizme içkin olan devrimci dönüşümler hâlâ dünyayı kökten farklı yöntemlerle yeniden şekillendirmeye muktedir. Bunlar, sizin veya benim memnuniyetle karşılayacağımız ya da üzerinde yaşamayı isteyeceğimiz bir dünyayı yaratacak yöntemler olmayabilir.

Bu takdirde, kapitalizm uzun süren bir tarihsel süreçte ayakta kalabilir mi? Cevap: evet, kalabilir, ancak ne pahasına?

Örneğin, büyüme hatrına büyümenin giderek daha büyük bir problem haline geldiğini düşünüyorum. Sermaye, her zaman daha çok değerle neticelendirmeniz gerektiği anlamına gelen artı değer üretimi ile ilgilidir. Daha fazla değer, sistem tarafından kolaylıkla soğrulmak yerine, dolaşımda olmalı. Kapitalizm, büyümenin toplumsal, siyasi ve çevresel bedeline bakılmaksızın iyi ve kaçınılmaz biçimde gerekli olduğunu otomatik olarak düşündürecek kadar çok hegemonik -ekonomik ve kültürel olarak- olagelmiştir. Büyümemiz sıfır olduğunda doğası gereği krizdeyizdir: herkes panikler ve onu yeniden başlatmaya öncelik verir. İnsanların bahsettiği istenilen en küçük büyüme oranı yüzde 3. Tarihsel olarak 1750'den veya o civardaki yıllardan beri, sermaye ortalama olarak yıllık yüzde 2.25 civarında büyümüş. Bunun için göz önüne aldığımız yıllık bileşik büyüme oranı yüzde 3. Bunun, kârlı yatırım fırsatları açısından ne anlama geldiğini kendinize sorun.

1970'te ürün ve hizmetlerin toplam hacmi göz önüne alındığında, bu her yıl muhtemel 0.4 trilyon dolarlık yeni yatırım fırsatları bulmak zorunda olduğunuz anlamına gelirdi. Şimdi bu 1.5 trilyon dolar tutacak. 2030 yılı için yıllık 3 trilyon dolar yeni yatırım fırsatından söz ediyoruz. Bu üretim fazlaları için kârlı pazarlar bulma olasılığının giderek azalmaya başlıyor göründüğü bir yere hapsolmuş durumdayız.

1970'lerden beri, sermaye sonuç olarak zorluklarla karşılaşmıştır. Aslında, insanların ihtiyaç duyduğu gerçek şeyleri yapmak üzere yatırımda bulunmamış, varlık, mülk veya borsalara yatırım yapmıştır. Böyle borsalar garip bir Ponzi (Ponzi Schme: Kısacası, bir nevi saadet zinciri, ç.n.) karakterine sahiptir. Birileri borsaya yatırım yaparak topu yuvarlamaya başlar. Hisse değeri yükseldikçe yükselir, bu nedenle insanlar "Bu, para kazanmak için iyi bir yol -Tekrar yatırım yapacağım" diye düşünür ve borsa daha da yükselir. Aynı kırılgan süreç, emlak piyasasının da gerçeğidir.

Bir varlık piyasası, maddi mallar piyasasının olduğu şekilde şeffaf değildir, diyelim ki otomobiller, çok farklı bir karaktere sahiptirler. Böyle piyasalara çok daha fazla sermaye yatırılır, sonuçta bu varlık balonlarına sahip oluruz. Elektroniğe dayanan yeni 1990'lar ekonomisi çakıldığında, çok zenginler sanat piyasalarına ve buna benzer şeylere girerken insanlar emlak piyasasına girdi. Ekonomi, insanlar için işlevli olan gerçek şeyler yapmak konusunda çok daha az örgütlüdür. Bu, daha fazla bir biçimde gerçekte başka hiçbir şey yapmaksızın, para yaratacak yatırım planlarıyla ilgilidir.

Benim özen gösterdiğim nokta, kapitalizmin tarihinde yüzde 3'lük bileşik büyümenin belirsiz süreyle sürdürülmesinin giderek daha az olanaklı olduğu bir dönüm noktası olarak adlandırdığım şey. Bu, tarihi bir tercihle karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor. Kapitalizmi başımızdan atmak üzere örgütlenebiliriz veya kapitalizm zirve yapan, kabaran ve patlayan yeni, daima soyut aktif piyasaları bulmayı sürdürebilir. Bugün bahsettikleri önemli şey karbon piyasası. Vadeli hava işlemlerine yatırım yapabilirsiniz. Olağanüstü, hayali ve kurgusal yatırımlar dünyasında yaşıyoruz.

İnsanlar açlık çekerken ya da günde iki dolarla yaşamaya çalışırken, başkaları söz konusu kurgusal yatırım pazarlarında ticaret yaparak inanılmaz miktarlarda paralar kazanıyor. Sadece geçen yıl, beş yatırım fonu yöneticisinin her birinin geliri bir yıl için 3 milyar dolar oldu. Tüm bunlar olurken, Haiti'de buna eşlik eden depremden önce bile tarihteki en korkunç yoksulluğa doğru hızla geriliyordunuz. Ne biçim bir dünyada yaşadığımızı sorgulamalısınız.

Bu nedenle, evet, sermaye tutunabilir, kendini koruyabilir ve hatta geliştirebilir -aslında kriz aracılığıyla ziyadesiyle zenginleşiyorlar. Bununla birlikte, belli bir noktada insanlar gitgide artan sınıfsal kutuplaşmayı göz önüne alacaklar, "artık yeter" diyecekler ve buna dair bir şeyler yapacaklar.

- Yakın vadeden orta vadeye kadar yeni bir çöküşten korunmak üzere yeterince sermaye çıkarılmış durumda mı?

Bunu söylemek çok zor. Sermaye, krizlerde geziniyor dediğimde bu, bir dahakinde nereye gideceğini görebildiğimiz anlamına gelmiyor. Yunanistan patlak verdiğinde ve büyük bir sorun haline geldiğinde biraz şaşırdım. Ancak bu, bir dereceye kadar bankacılık sektörünün ve finansal kuruluşların sağlamlaştırıldığını belli etti. Söz konusu unsurlar, onlara mali destek veren devlet gücüyle sağlamlaştırıldı. Böylece kriz bankalardan devlet borcuna kaydı. Şimdi bunu Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İrlanda'da görüyoruz. Ve dış borcun çok da uzak olmayan bir gelecekte İngiltere için de sınav konusu olacağını düşünüyorum.

ABD'nin devlet borcu sorgulanacak. ABD ile ilgili gerçekten enterasan olan şeylerden biri şu ki, ülkedeki borçların hepsini -federal, devlet, şirket ve birey borçları- üst üste koysaydık, bunun yüzde 40'ını mortgage piyasası oluşturacaktı. Krizin buraya odaklanmış olmasının nedeni de bu.

Krizin bir dahaki sefere nereye gideceğini bilmiyorum, ancak gerçekten endişelendiğim yerlerden biri Çin. Bu ülke konusunda uzman değilim, ama hakkında duyduğum her şey -geçen yıl Şangay'da emlak fiyatlarının ikiye katlanması gibi- sorunların mayalandığı belirtisi gösteriyor. Ülkede devam eden bir emlak artışı var; ABD'deki gibi ve son on yıl boyunca İngiltere'de olduğu gibi.

Krizi bertaraf etme yöntemlerinden biri, kentleşmeye yapılan büyük çapta yatırımlar. Bunların bazıları sağlam altyapı yatırımları -yüksek hızlı tren, yeni otoyol sistemi, bayındırlık işleri ve buna benzer şeyler. Geri kalan kısmı arazi iyileştirmesi. Çin, yüzde 10'luk büyümeyle gürlüyor ve herkes Çin'in krizden sebeplendiğini söylüyor. Ancak aslına bakarsanız izlediği yol bana göre çok tehlikeli görünüyor. Çin'de gerçek bir masraf kısma görürsem hiçbir şekilde şaşırmayacağım -özellikle ABD mübadele ilişkisinde ısrar ederse ve böylece piyasaya dengesizlik getirirse. Bu nedenle Doğu Asya'da ne olup bittiğini dikkatle izleyeceğim. Orası, krizin bir başka basamağının başlayabileceği bir yer -kapitalizmin şimdilik toparlanıyor göründüğü yerin ta kendisi.

- Solun krize karşı tepkisiyle cesaretleniyor musunuz?

Solu bazen çok muhafazakar buluyorum. Krizi yorumlayışındaki çözümsel çerçevede bazı gerçek problemler var. "Gizem"in (yeni kitabı Sermayenin Gizemi'ne göndermede bulunuyor, ç.n.) amaçlarından biri, bir alternatif için çabalamak ve bunu tasarlamak.

Burada irdelenecek teorik bir problem var ve buna dair umut veren bazı girişimler görüyorum. Fakat ortada yaygın tepki ve kitle tepkisini neyin üzerine inşa edebileceğimiz sorunu var. Bakacağım tarihsel örnek 1929 ABD'si ve borsanın çöküşü. Toplumsal hareketler, 1933'e dek gerçekten hareketlenmedi. Krize verilen ilk tepki, olduğu yerde beklemek ve gitmesini ummak oluyor. Ama 1933'te Roosevelt bir şeyler yapmak zorundaydı. İstesin ya da istemesin, harekete geçmeliydi, çünkü çok düzenli sol güçler tarafından sıkıştırılıyordu. Sol, patlamayı bekleyen bir barut fıçısıydı. Bu sürecin ilk aşamalarındayız.

Sistemin meşruiyeti, düzlüğe çıktığımıza dair hikâyelerce destekleniyor: çünkü borsa kurtarılmış, en kötüsü atlatılmış durumda. Kriz vurduğu zaman, insanların ellerindeki tutmaya çalışmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu söylüyorum. Sadece, insanlar ellerindekini daha fazla tutamayacaklarına ikna olduklarında yükselen bir politik hareket görürsünüz. Bunun bazı yerlerde başladığını görüyorum. Olasılığı çok heyecan verici, ancak bu Marksistlerin heyecan verici olayın ne olduğunu açık biçimde ifade etmelerine ve uğruna savaşılmasında kullanılması gereken enerjiye bağlı.

- Bu işaretler, aktör sorununu ortaya çıkarıyor. Günümüz dünyasında bu hâlâ işçi sınıfı mı? Sonuç olarak 1930'lar ABD'sinde "toplumsal hareketler"den bahsediyorsunuz, ancak bunun merkezinde sınıfın emsalsiz rolünü vurgulayan Komünist Parti vardı.

Aktör sorunu yeninden düşünülmeli. Birçok Marksist düşünüşte, işçi sınıfının aktör olarak yaygın betimlenmesinden hiçbir zaman mutlu olmadım -özellikle işçi sınıfı, fabrika çalışanları ile sınırlandığında. Bana göre, tren yollarını, şehirleri ve benzerlerini yapan bütün insanları bünyenizde barındırmalısınız. Bu sadece eşyaların üretimi ile ilgili değil: aynı zamanda mekânların üretimiyle ilgili.

Ben her zaman, Marksist düşünüşte proletaryayı kuşatan yaygın atmosferin çok dar olduğunu düşünmüşümdür. Bunun çok daha geniş, her şeyde ve her yerde çalışan bütün insanlar için çok daha kapsayıcı olmasını istemişimdir -bunların bazılarının örgütlenmesi diğerlerine göre daha kolaydır. Bana göre bu ilk basamak olarak çok önemli, ancak ikincisi bunun sadece işyerinde sömürülmeye dair olmadığı.

Komünist Manifesto'da Marx ve Engels, insanların yaşam alanlarında mülk sahipleri ve satıcılar tarafından sömürülmesinden bahseder. Bu nedenle sömürünün bu "ikinci basamağı"nı hesaba katmalıyız, ancak bunun ötesinde ilkel birikimin devamlılığı da var -veya benim mülksüzleştirme yoluyla birikim şeklinde adlandırmayı sevdiğim şey. Bu artık ilkel değil: süregidiyor. Sermayenin neyle ilgili olduğunun önemli bir parçası: emeklilik hakkını kaybeden insanlar, topraklarından zorla çıkarılan insanlar.

Son 30 ya da 40 yıl boyunca, köylü toplulukların kalıntıları üzerine çok büyük taarruz olmuştur ve buna Brezilya'daki Topraksız Köylü Hareketi gibi hareketlerle, bunların çok enerjik, çok Leninist türden örgütleriyle olağanüstü bir yanıt vermek zorundaydınız.

Bu nedenle bizim üzerine düşünmemiz gereken bu çok daha geniş işgücünü bir araya getirmektir. Söz gelimi, bankacılıkta istihdam edilen işgücüne ne dersiniz? En güçlü sendikaların bazıları şu anda tabii ki devlet memuru sendikaları. Böyle olunca, tüm bunları daha geniş bir aktörün parçası olarak nasıl düşünürüz?

Ayrıca siyasetçiler var. Geleneksel siyasi partilere sahipsiniz, ancak bunlara olan güven yıllar içerisinde azaldı. Bu güveni yeniden canlandırmak için çabalamayı isteyebiliriz, fakat an itibariyle öncü görevi üstlenecek ve düzlüğe çıkmamıza öncülük edecek durumda olmadıkları gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Daha genel bir ayaklanmanın veya çözümün parçası olabilirler, ancak ben onları bunun tam ortasında yer alacak olarak görmüyorum.

Ayrıca sivil toplum örgütleriniz var. Ben bu örgütlere çok şüpheci yaklaşıyorum. Bir şeylerin meydana gelebileceği alanlar yaratabilirler, ancak sivil toplum örgütleri tarafından devrim mi? Bunu unutun. Çoğunun gündeminde insanları kapitalizme entegre etmek için çabalamak olan bağışçılarına fazlasıyla rehin olmuş durumdalar.

Sözümona, dünyadaki yoksulluk sorununu çözeceğimizde en önemli yöntemlerden olacak mikro-finans (mikro-finans, küçük ölçekli yatırımcılara düşük faizli krediler de verilmesini içeren bir sermaye-birey ilişkilenmesi biçimidir. Ağırlıklı olarak bütün toplumsal kesimleri kapitalist üretim ilişkileri alanına dahil etmeyi amaçlar, kapitalist kalkınmacılık politikalarını besler; ç.n.) gibi bir şeyi ele alalım. Ancak bu, gerçekte dünyanın en yoksul insanlarından zenginliği emen Washington kuruluşlarınca düzenlenmiş devasa, sömürücü bir sanayiden ibaret. Finans kuruluşları, geri dönüş oranlarını yüzde 30-40 dolaylarında gösteriyor, bazı durumlarda mikro-finansta söz konusu çok çok yoksul insanlar soyup soğana çevrilerek bu oran yüzde 100 yapılıyor. Onları eleştirdiğinizde ise, "Pekala, bu yüzde 1000 faizle borçlandıran yerel tefecilerinkinden iyi" diyorlar.

Düşük gelirlilere yüksek faizli kredi vermek de çok iyi bir örnekti: bu, serveti nispeten düşük gelirli kitlelerden çıkarıyordu. Kriz vurmadan önce bile, ABD'deki Afro-Amerikan topluluk talancı yüksek faiz uygulamaları vasıtasıyla 30-40 milyar dolarlık mülk kaybetmişti. Bu nedenle "aktör" üzerine düşündüğümüz zaman, mülksüzleştirme yoluyla birikim yapmayı da hesaba katmalıyız. Bu durum, kapitalizme karşı çalışma koşulları nedeniyle değil, mülklerini sermayeye kaptırmalarından dolayı öfkeli olan çok memnuniyetsiz dev bir kitle yaratmış durumda.

Ben, gerçekten ümüğü sıkılacak olanlarla nasıl ittifak kurabileceğimizi soruyorum. Bana göre şu anda aktör bir soru işareti -Buna dair net bir teorim yok. Aktörün, proletarya devriminin geleneksel tasarımından daha geniş ve büyük olması gerektiğini düşünüyorum. Bu, gerçekten üzerine düşünmemiz ve çalışmamız gereken şeylerden biri.

Bir şeyler oluyor. Son tahlilde, elinizde geniş bir anketiniz olsaydı ve dünya üzerindeki herkese "Kapitalizmin işleyiş tarzıyla mutlu musunuz" diye sorsaydınız, ezici çoğunluğun "hayır" diyeceğini göreceğinizi düşünüyorum. Bu nedenle "Bununla ilgili bir şeyler yapalım" diyeceksiniz. Bu, sizin bunu yapabileceğinize dair benim fantezim. Herkes, "Evet, buna dair ne yapıyoruz?" diyecek. Bu durumda, aktöre dair soru toplumsal hareketler vasıtasıyla kendi kendisini çözecek.

Tarihsel olarak, güncel hareketlere baktığınızda bunların proletaryanın geleneksel tasarımından çok daha geniş olduğunu göreceksiniz. İkinci İmparatorluk (Fransa'da İkinci Cumhuriyet ile Üçüncü Cumhuriyet arasında yer alan Charles Louis Napoleon yönetimindeki dönem; ç.n.), Paris ve Paris Komünü'ne dair birçok çalışmam var. Komün'de onaylanan ilk iki kanunu her zaman ilginç bulurum. Biri işçi sorunu -fırınlarda gece çalışmaya dair- (18 Mart 1871'de başlayan komün günlerinin ardından, 20 Nisan 1871'de fırınlarda gece çalışması ortadan kaldırılmıştı; ç.n.), diğeri yaşam alanı sorununa dair: kiraların ödenmemesi.

Paris Komünü'ne katılanlara bakarsanız, katılımcılar yalnız endüstriyel işçi sınıfından çok daha geniştir. Komün'de tam olarak bahsini ettiğim kişilerle, hoşnutsuz ve yabancılaştırılmış orta sınıfla -ressam Gustave Courbet ve benzerleri- birlikte çok sayıda taş ustası vardır. Herhangi bir devrimci harekete bakarsanız, bu hareketler genellikle herhangi bir şekilde bir araya gelen bireylerin karışımıdır. Hareketin mevcut örgüt biçiminde, daha sonra hareketi zapteden ve yönlendiren siyasi parti biçiminde olup olmaması gerektiği konusunda büyük bir mesele var.

Örneğin 1968'de Fransa'da Komünist Parti'nin, devrimci hareketin ilerlemesine yardım etmek yerine onu geride tuttuğunu düşünüyorum. Cevabın, bir siyasi parti oluşturulması gerektiği olduğunu söyleyemem. Bir siyasi partinin doğru şeyleri, doğru yöntemlerle yapması ve devrimi gerçekleştirmesi gerekecek. Ancak siyasi partiler tarihine bakarsanız, durum her zaman bu olmamış. Daha kendiliğinden bir devrim teorisiyle gidersek belki daha iyi durumda olacağımız konusunda fikir değiştirdim, Henri Lefebvre'in bahsettiği türden bir şey gibi. Bu türden bir ayaklanma, bir siyasi parti tarafından örgütlenmeyen Paris Komünü'nün de dahil olduğu çok kereler iş görmüştür.

Sorunu çözmeye dair derli toplu bir formülümün olmasını arzuluyorum ama yok. Bu noktada, tarihteki somut örneklere bakmanız gerektiğini düşünüyorum. Bolivya'daki devrimci hareket, çok belirli özelliklere sahiptir, etnik grup aktivizmine/eylemciliğine çok fazla dayalıdır. İsveç'teki birinin bir miktar baskıcı ve çirkin bulabileceğini düşündüğüm belirli değerleri de bünyesinde bulundurur. Bu şekillenimler boyunca dünyada nasıl bir çeşit ittifağa gireceğiniz üzerine düşünmeye mecbursunuz -dolayısı ile Bolivarcı hareket diyelim ki Almanya'dan Die Linke ile, Nepal'deki ve Hindistan'ın kuzeydoğusundaki Maoistlerle birleşebilir. Tüm bunları nasıl bir araya getirebillirsiniz? Bu noktada yine üzerine çok fazla düşünme ve değerlendirme gerektiren bir şey var.

- Kulağa çok demokratik gelmesine rağmen kendiliğindenliğin tehlikesi, bunun demokrasinin başlıca görünüşlerinden olan hesap verme zorunluluğundan yoksun olabilmesi. Kitabınızda, gelecekteki toplumun artı değer üzerinde toplumsal kontrolü olan bir demokratik görünüş tanımından bahsediyorsunuz. Ancak bu çoğunluk kararlarını, karara demokratik tartışma vasıtasıyla ulaşmayı beraberinde getiriyor. Bu, kurumsal yapılar olmaksızın ve tamamen ayaklanma sonrasının değil, günümüz demokrasi kültürüyle imkansız. Bugün ve burada, sermayenin bizi yönetme hakkına dair radikal saldırılara başlamak için, bana sadece kendiliğindenlikten daha önemli şeylere ihtiyacımız varmış gibi görünüyor. Aslında bir parti...

Kitabımda (Sermayenin Gizemi kitabında; ç.n.) yapmaya gayret ettiğim şeylerden biri geçiş süreçlerinden bahsetmek. Kapitalizmden komünizme geçişte neyin gerekeceğini düşündüğümü anlatmak için Marx'ın feodalizmden kapitalizme geçişten söz etme yöntemini kullandım.

Benim için anlaşılır hale gelen şeylerden biri, aslında Marx'ın benim eş-devrim olarak adlandırdığım şeyin teorisine sahip olduğu. Benim bunu biçimlendirdiğim ve Marx'ın Kapital'de yazdığından temelini alan yöntem, yedi "uğrak" olduğunu söylüyor. Değişimin meydana gelmesi gereken yer olan teknolojik/örgütsel uğrak var; sürdürülemez ve değişmesi gereken hale gelen doğayla ilişki var; değişmesi gereken toplumsal ilişkiler var; değişmesi gereken üretim biçimleri ve emek süreçleri var; değişmesi gereken gündelik yaşam var; artık uygun olmayan ve değişmesi gereken dünyanın zihinsel kavrayışları var ve değişmesi gereken kurumsal düzenlemeler var.

Bunu, sermayenin gücünü yeni teknolojik yapılar üreterek sağlamlaştırma yönteminden bahseden Kapital'in 15. bölümündeki bir dipnottan elde ettim. Bu açıklamaya bakarsanız, Marx benim dillendirdiğim gibi, aslında bu uğrakların hiçbirinin tek başına ana tetikleyici olmadığını, en güçlü nedeni ortaya atıyor. Bunların hepsi, birlikte evriliyordu.

Bu nedenle benim devrim teorim, eş-devrimci hareketi tüm bu uğraklar boyunca düşünmeniz gerektiğini söyler. Teknoloji ve toplumsal ilişkileri aynı anda nasıl değiştiririz ve bu dönüşümler arasındaki ilişki nedir? İnsanlığın doğayla ilişkisi nedir ve bu ilişki diğer alanlarla birlikte nasıl evrilir? Toplumsal üretim süreçleri nasıl ilişkilendirilir?

Yapmaya koyulduğum şey, devrimin nasıl sadece bir politik hareket olmadığını göstermekti. Kapitalizmle ilgili inanılmaz şeylerden biri kapitalizmin sürekli devrimci olmasıdır. Yalnızca bu yedi unsur ve 1970'te İngiltere'de nasıl oluştukları hakkında düşünelim. O zamanlar teknolojiler nelerdi ve o zamandan beri nasıl değiştiler? Kimsenin cep telefonu yoktu, kimsenin dizüstü bilgisayarı yoktu -teknolojide dudak uçuklatıcı bir değişim oldu. Ancak bu değişimin toplumsal ilişikiler bakımından ne yaptığına bakın; bununla bağlantılı dair çok büyük değişimler ve sorunlar yaşandı. Doğayla ilişkilerimize ne yaptığına bakın. Şu halde çarpıcı kurumsal değişiklikler var -uluslararası bankalar gibi yeni kuruluşların doğuşu. Bu unsurların bütün biçimleri 1970'te tamamen farklı görünüyordu.

Kapitalizm, bu türden unsurları durmaksızın değiştiriyor. 1930 ile 1970'i karşılaştırırsanız göreceğiniz şey sürekli olarak kapitalizmin içinde ilerleyen bir eş-devrimci harekettir. Benim savım, bir devrimci hareketin farklı unsurlar arasındaki karşıtlıkları ve gerilimleri görmesi ve bunları kullanması gerektiği olacaktır. Bazen, bana neredeyse kendiliğinden hareketlerde barikatlara saldırmak kadar önemli gelen sessiz devrimleriniz -Gramsci'nin "pasif devrimler" diye bahsettiği- olabilir. Ancak bunlar çok fazla sabır ister ve özel yeteneklere ihtiyaç duyarsınız. Benim özel yeteneğim, insanların dünyayı zihinsel kavrayışlarını değiştirmeye çabalamak, fakat bunun her şeyi kökten değiştirmek olmayacağını çok iyi biliyorum.

Devrimci hareket çok önemlidir. Marx, feodalizmden kapitalizme geçişten bahsetmiştir -bu, hayli zaman almıştır; orada burada savaşlar kazanılmış ve kaybedilmiştir. Ancak soru, savaşı kimin kazandığıydı. Eninde sonunda kapitalistler. Kapitalistler, yeni kurumsal düzenlemeler oluşturarak devleti ele geçirdi ve dönüştürdü; yeni teknolojiler bularak toplumsal ilişkileri ve gündelik hayatı değiştirdi. Bu nedenle, kendilerini aynı zamanda diğerleri ile ittifak içerisinde gören kendini adamış bireylere ihtiyaç duyan uzun vadeli bir devrim üzerine düşünüyorum. Doğayla ilişkilere dair kaygı duyan insanların, toplumsal ilişkilere dair kaygıları olan insanlarla ittifak içinde olması gerekir.

Devrim anı, hükümetin devrimci değişim anı, sadece bu süreçte başarılı olabilecek veya olamayacak bir uğraktır. Birçok bakımdan devrimci dönüşüm sorunu -1917 ile ilişkili olan birini de içeren- devrimci değişime ve devrimci hareketin devingenliği nasıl sürdüreceğine dair gerçek bir teori olmamasıydı ve bana göre en önemli şey de bu.

- Marksizm'e yönelik bir ilgi artışı görüyor musunuz?

Kendi dersim için Marx'ın Kapital'ini web sayfasına koyduğumda çok şaşırdım: bir milyona yakın giriş oldu ve her tarafta başka biçimlerde yeniden çoğaltılıyor. Bu nedenle kendi adıma yanıtım, herkesin Marksizm'in öldüğünü ilan ettiği ve benim yedi tane sıkılmış öğrencinin bulunduğu-ki bunlar gidecek başka sınıf bulamayan insanlar- bir sınıfa ders verdiğim 1990'ların başındaki durumdan kat kat fazla ilgi olduğu.

Ancak şimdi büyük bir başarıyla geri döndü ve büyük ihtimalle dünyaya dair farklı biçimde düşünmeye başlayacak olan gelecek nesiller için temel sunacak.



http://londonbookclub.co.uk/?p=823 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Ülke farklı, zihniyet aynı

26 Ekim 2010 Salı

Hindistan'ın Keşmir bölgesinde devam eden işgal ve savaşın sona ermesi çağrısı yapan yazar Arundhati Roy, Keşmir'in kendi kaderini tayin hakkını savunan 26 politik yapının oluşturduğu Hurriyat isimli cephenin lideri Syed Ali Shah Geelani ile birlikte katıldıkları "Keşmir nereye? Özgürlük mü, esaret mi? başlıklı panelde yaptığı konuşmada "nefret söylemi"nde bulunduğu gerekçesiyle Delhi polisi tarafından gözaltına alınma riski altında. Hindistan Adalet Bakanı Veerappa Moily de, "kimsenin halkın vatanperver hassasiyetlerine uymamazlık edemeyeceğini" belirterek Roy'u hedef gösterenler arasında. Roy, bundan birkaç ay önce de Maoist (CPI-Maoist) gerillaları desteklemek ile itham edilmişti. Hedef gösterilmesinin ardından Roy tarafından yapılan açıklama ise şu şekilde:



"Bu yazıyı Srinagar, Keşmir'den yazıyorum. Bu sabah gazetelerde, Keşmir'de düzenlenen son halk toplantılarında söylediklerimden dolayı "isyana teşvik" suçlamasıyla gözaltına alınabileceğim belirtiliyor. Ben, burada milyonlarca insanın her gün söylediği şeyleri söyledim. Diğer yorumcular gibi ben de yıllardır ne yazdıysam ve ne söylediysem onu söyledim. Konuşmalarımın dökümlerini okumakla ilgilenen herkes, bu konuşmaların özünde adalet çağrısı olduğunu görecektir. Ben, dünyadaki en acımasız askeri işgallerden biri altında yaşayan Keşmir halkı için adalete dair bir konuşma yaptı; anayurtlarından sürülme trajedisini sonuna kadar yaşayan Keşmirli Panditler için, ziyaret ettiğim mezarları köyleri Cuddalore'deki çöp yığınları içinde olan Keşmir'de öldürülmüş Dalit (Hindistan'da kast sisteminin en altında yer alan grup, ç.n.) askerler için, bu işgain bedelini maddi bakımdan ödeyen ve şimdi polis devleti haline gelen şeyin dehşetiyle yaşamayı öğrenen Hintli yoksullar için.

Bedenleri geçen yıl evlerinin yanındaki akarsu kıyısında bulunan ve katilleri hâlâ adalet önüne çıkarılmayan Asiya ve Nilofer adlı iki kadının vahşice tecavüz edilip öldürülmesine teğki olarak düzenlene protestolarla 47 gün boyunca bloke edilen Güney Keşmir'deki sevimli Shopian kentine seyahat ettim. Nilofer'in eşi ve Asiaya'nın erkek kardeşi olan Shakeel ile buluştum. Bir gün Hindistan'dan adalet alacaklarına olan iançlarını kaybetmiş olan ve artık tek umutlarının özgürlük olduğuna inanan, keder ve öfkeden deliye dönmüş insan çemberinin ortasında oturduk. Taşları adeta gözleriyle atan genç taş atıcılarla (bir nevi taş atan çocuklar, ç.n.) karşılaştım. Anantnag bölgesindeki üç arkadaşının,üç gencin nasıl da gözaltına alınarak tırnaklarının taş atmalarını cezası olarak çekldiğini anlatan bir gençle seyahat ettim.

Bazıları gazetelerde beni Hindistan'ın bölünmesini isteyerek "nefret söylemi"nde bulunmakla itham ediyordu. Aksine, söylediklerim sevgi ve gururdan geliyor. İnsanların öldürülmesini, tecavüze uğramamasını, hapsedilmemesini veya Hintli olduklarını söylemeye zorlamak için tırnaklarının sökülmemesini istemekten geliyor. Daha adil bir toplum için mücadele eden bir toplumda yaşamayı istemekten geliyor. Yazarlarının fikirlerini dillendirmelerini engellemek zorunda olan devlete acıyın. Toplumsal katiller, soykırımcılar, şirket düzenbazları, vurguncular, tecavüzcüler ve yoksulların en yoksullarını haraca bağlayanlar özgürce dolaşırken adalet isteyenleri hapsetmeye ihtiyaç duyan devlete acıyın."

Roy'un nefret söyleminde bulunduğu suçlamasına gerekçe olarak gösterilen konuşmaya ait video kaydını iki parça halinde aşağıda bulabilirsiniz:







http://mrzine.monthlyreview.org/2010/roy261010.html adresinde yayımlanan açıklamadan yararlanılmıştır.

İçinde bulunduğumuz on yılın yarısından fazlası boyunca, Latin Amerika borsaları hızla büyüdü. Denizaşırı yatırımcılar, yatırımlarının semeresini aldılar ve kâr payı, kâr ve faiz ödemeleri şeklinde milyarları ülkelerine gönderdiler. Çokuluslu şirketler, engelsiz biçimde ve "teknoloji transferi" ve çevresel kısıtlamaya dair yerel çevrelerden neredeyse hiçbir talep olmaksızın madenciliğe, tarım endüstrisine, bunlarla ilişkili sektörlere doluştular. Latin Amerika yönetimleri, yabancı yatırımcıların kârlarını ülkelerine göndermek üzere için değeri yüksek para birimlerine sınırsız erişime sahip oldukları teminatını vermek amacıyla eşi benzeri görülmemiş döviz rezervi biriktirdi. On yılımız, radikal toplumsal hareketlerin politik ve toplumsal demobilizasyonuna, seferberliklerini benzersiz biçimde sona erdirmelerine şahit olmakta. Yönetimler, özel mülkiyet haklarına uzun dönemli garantilerin yanı sıra, yabancı ve yerli yatırımcılara politik ve toplumsal koruma sağlamakta.

Tek istisna olan Venezüella haricinde hiçbir yönetim, 1990'larda kendilerinden önceki neo-liberal yönetimler tarafından uygulamaya koyulan stratejik ekonomik sektörlerdeki geniş çaplı özelleştirmeleri eski haline döndürmedi. Gerçekten de, bereketli toprakların bir araya toplanması ve merkezileştirilmesi, politik gündemde toprak ve gelir yeniden dağıtımı iddiası olmaksızın devam etti. Denizaşırı ve ulusal bankacı ve yatırımcılar, ekonomideki hızlı büyümeyi kutlar ve daha da önemlisi bölgeye milyarlar yatırarak minnettarlıklarını gösterirken,solcu uzmanlar "yeniden dirilen sol" bulmak istiyor ve 21. yüzyıl sosyalizminin çeşitli biçimlerine dair yazılar yazıyorlar. Özellikle birçok önde gelen ve geniş çapta yayımlanan Avro-Amerikan ilericileri ve solcu entelektüelleri, takipçileri ve okuyucularına kötü biçimde yardım ediyorlar. "Jet uçuşu"na dayanan yorumlar, Latin Amerika'nın sola ve ulusal bağımsızlığa doğru yürüyüşüne dair coşkulu haberler vermekteler. Bu tür düşünüşler, herhangi bir deneyimsel, tarihsel, analitik veya istatistiki altyapıdan yoksun. Chomsky, Tarık Ali, Wallerstein gibi Rio Grande'nin ötesinde hiçbir zaman bir alan araştırması yürütmemiş ya da hatta günümüz Latin Amerika'sından milyarlar kazanan başlıca yatırımcılara danışmanlık yapan türlü türlü yazarlar, aniden rejimlerin toplumsal ve politik doğasının, toplumsal hareketlerin durumunun ve mevcut ekonomi politikalarının uzmanı haline gelmiş durumdalar. Latin Amerika, görevli rejimlerin politik söylemlerini yansıtabilecek Batılı yazarlara meşru hedefmiş gibi geliyor. Şüphesiz ki bu, ara sıra resmi davetleri garanti altına alıyor, ancak Latin Amerika'daki günümüz rejimlerinin mevcuıt mahsullerinin en dikkat çekici sosyo-ekonomik niteliklerini ve onların keskin biçimde tanımlanan kalkınma stratejilerini çok nadiren açıklıyor.

Bağımsız toplumsal hareket liderleriyle yapılan görüşmelerin yanı sıra, kapsamlı saha görüşmelerine, uluslararası kalkınma ajanslarınca yayımlanan istatistiki çalışmalara, ekonomik danışma ve yatırım şirketlerinin raporlarına dayanan geniş veriler, Latin Amerika'nın sosyalizme veya buna benzer bir şeye değil, 21. yüzyıl kapitalizmine doğru yol aldığını öne sürmek için bolca belge sağlıyor.

Gerçekten de, şirket medyası tarafından kutlanan en büyük başarı öykülerinden biri, sosyalist politikaların marjinalleştirilmesi, politik sınıfın liderleri (merkez soldan sağa doğru) tarafından "küreselleşmenin" genel kabulü ve 21. yüzyıl kapitalizminin politikacılarına popülist meşruiyet sağlarken, neo-liberal hayaletlere karşı savaş sürdüren entelektüel/akademik seçkinlerin radikallikten koparılmasıdır.

21. yüzyıl kapitalizmi: Süreklilikler ve değişimler

Yatırımcılar, spekülatörler, çokuluslu şirketler ve Asya, Avrupa, Kuzey Amerika ve Ortadoğu'dan ticari şirketler, son yıllarda Latin Amerika liderlerinin sürdürdüğü ekonomik kalkınma politikalarında yarar ve değer buldular. Bilhassa, yeni tesis edilen politik istikrara ve uzun vadeli ve yüksek oranlı kârlar için ekonomik fırsatlara alkış tuttular. Aslında Latin Amerika'ya, ABD ve Avrupa Birliği'nin dengesiz ve değişken pazarlarındakilerden üstün kârlı yatırımlar için pazar gözüyle bakılıyor.

Latin Amerika'daki faaliyetlerinden bildiğimiz gibi 21. yüzyıl kapitalizmi (21C), 20. yüzyıl kapitalizminin çeşitli değişkenleri ile kendi başlıca belirleyici özelliklerini aşıyor. 21C, geç 20. yüzyıl neo-liberal modelinin "serbest piyasa" ilkelerine sarılıyor; erken 20. yüzyılın sömürgeci işbölümü ile benzer şekilde tarım-maden ihracatını ve mamul ithalatını destekliyor. Yoksulluğu ıslah etmek, bankaları kurtarmak, ihracatçıları ve yabancı yatırımcıları desteklemek için milli kalkınma stratejisini, devlet müdahalesi politikalarını ödünç alıyor.

"Geç" ve "daha geç" gelişmiş kapitalist ülkelerde devlet, tarım-maden ihracatçıları ile Brezilya ve Arjantin gibi bazı daha büyük ülkelerdeki endüstriyel kapitalistler (yerli ve yabancı) arasında arabulucu olmak suretiyle önemli bir rol oynuyor.

Liberal ve neo-liberal kapitalistlerin öncelikle sermaye akışındaki pre-kapitalist kısıtlamaları, daha sonra ise kapitalist sömürüyü zorlayan işçi sınıfı ve refah taleplerini yok eden daha önceki biçimlerinin aksine, günümüz heterodoks liberal (ya da "post-neo-liberal") rejimler, işçi sınıfını ve yoksulları yeni ihracat stratejisine koşmaya (ata koşum takmak anlamında, ç.n.) ve atamaya girişiyor. Yüksek emtia fiyatları ve Asya'daki büyüyen pazarlar şeklindeki elverişli dünya piyasası konjonktürü nedeniyle 21. yüzyıl kapitalizmi kısmen "serbest piyasa" ve refah/yoksulluk politikalarını sürdürebilir.

Sermaye akışının düzenlenmesindeki ve "kazanan ve kaybedenlerin ayıklanmasındaki" artan devlet etkinliği, küçük çiftçiler karşısında tarım endüstrisini, küçük ve orta ölçekli üreticiler ve satıcılar karşısında ihracatçıları ve büyük perakende ithalatçılarını destekliyor -"serbest piyasa" tarım-maden ihraç modelinin beslenmesinde devlet müdahaleciliğinin uygunluğunu, aslında önemini, vurguluyor. Bazı sermaye kesimleri, yoksulluk programlarında ve asgari ücretlerin yükeltilmesinde artan devlet harcamalarının sonucu olan muhtemel bütçe açıklarından ve yükselen kamu borçlarından yakınırken, genel olarak çoğu kapitalist "devletçilik"in günümüz versiyonunu tamamlayıcı olarak ve büyüyen yatırım olanakları ve sermaye birikiminin daha büyük hedefleri ile uyuşmazlık içinde değilmiş olarak görüyor.

21C ideologları, "anti-emperyalizm", "21. yüzyıl sosyalizmi" ve And ülkelerinde "demokratik ve kültürel devrim"in (Bolivya) bir başka "yerli" türüne dair görüntü ve anlatıları yansıtarak, özellikle ilk dönemlerinde, sistemin meşruiyetinin güvence altına alınmasında önemli rol oynadılar. Doğal madenleri işlemeye dayanan kalkınma stratejilerine yönelik mevcut güçlü itimat ve stratejik ekonomik sektörler ile topraklarda, yerlilerin arazi taleplerinin olduğu yerlerde veya yakınlarında yabancı şirketlerin verili kuvvetli varlığında, geleneksel yerli ritüelleri ve sembolik temsilleri, anti-emperyalist söylem ve karizma, isyancı halk destekçilerine rağmen (özellikle Peru, Ekvador ve Bolivya'da) 21C'nin çarklarının yağlanmasında kilit rol oynuyor.

Dünya pazarına ilişkin liberal "sömürgeci işbölümü"ne sarılan "merkez sol" olduğu sanılan yönetimlerin çelişkisi, bir dereceye kadar pazarın daha büyük çeşitliliği ile örtülmeleridir. İlk söyleyeceğimiz ikincisinin ekonomik zorunluluklarını yansıtıyor iken, Asya ile yeni ekonomik bağlar, güney-güney dayanışmasının ifadesi olarak sunulurken, "kolonyalite" (sömürgecilik anlamına gelen "colonialism"den türetilmiş bir kelime olarak, ç.n.), ABD ile ekonomik ilişkiler olarak tanımlanmıştır. Bununla birlikte, Çin, darbelerle, gizli operasyonlarla ve askeri işgallerle (en azından Latin Amerika'da) meşgul olmadığı sürece, ABD ile Çin arasında önemli politik farklar vardır.

21C modelinin kilit noktası toplumsal istikrar, liberal demokratik politik çerçevenin muhafazası ve yurttaş egemenliği -hepsi de bu hükümetleri, Venezüella'da (2002) ve Bolivya'daki (2008) başarısız ve Honduras'taki (2009) başarılı darbelerin de aralarında olduğu, bölgedeki ABD destekli darbelerde aşındırdı-.

ABD tarzı militarizm, muhtemel dış istikrarsızlaştırma faktörü ise, şimdi ağırlıklı olarak Kuzey Amerika'da (Meksika), Orta Amerika'da ve And ülkelerinde (Kolombiya) yoğunlaşan ekonomideki ve devletteki narko-kapitalizmin büyüyüşü de başlıca iç tehdittir. 21C'nin açmazı, ABD'nin uyuşturucu ajanlarının istikrarsızlaştırıcı rolü ile bütün başlıca ticari ortaklarla -ABD'nin de dahil olduğu- "iyi ilişkilerin" korunması ihtiyacı arasındaki dengenin nasıl sağlanacağı.

21C Latin Amerika'sında devletin durumu

Yüzyıl sona ererken krizin ve neo-liberalizmin çöküşünün belirmesiyle, devlet ekonomide daha güçlü ve aktif bir rolle ortaya çıktı, özellikle de denizaşırı finansal akışın düzenlenmesi bakımından. Birtakım rejimler (Brezilya, Bolivya ve Venezüella), yabancı çokuluslu kuruluşlarla birlikte gelir paylaşımında devletin rolünü arttırdı. Diğerleri kısmen veya tamamen sıkıntılı birkaç girişimi kamulaştırdı (Venezüella, Bolivya ve Arjantin). Yine de bazıları mali ve makro-ekonomik politikalar üzerindeki "denetleme"sini sona erdirmek üzere IMF'e olan borçlarını kapattı (Brezilya ve Arjantin). Çoğu devlet, ekonomiyi canlandırmak, işsizliği azaltmak ve işçi sınıfının toplumsal taleplerinden bazılarına uyum sağlamak için ekonomik teşvik politikalarını benimsedi. Tüm hükümetler, tarımsal-mineral üretim işletmesine yatırım yaparak ve bunu destekleyerek, kazancı ve ticari malların yükselen fiyatlarından sağlanan geliri yükseltmek üzere tasarlanmış politikaları benimsedi.

Gelecekteki dışarıdan gelen ekonomik şoklara hava yastığı olarak, devletler muhafazakar mali politikaları, bütçe fazlalarını biriktirmeyi, döviz rezervlerini arttırmayı benimsediler.

Devletin rolünün genişlemesine ve onun dünyanın talepleri vasıtasıyla kârı maksimize etmek amaçlı tam vaktinde müdahalesine karşı koymayarak, özel sermayeye bağımlı ortak olarak kaldı. Çeşitli önemli sanayi kuruluşlarının kamulaştırıldığı Venezüella'da bile, devlet kuruluşları Gayrisafi Milli Hasıla'nın yüzde 10'undan azını yaratıyor. Aynı derecede önemli olan devlet ve ekonomi, kamu ve özel, Latin Amerika'da tarımsal-mineral ürünlerin ihraç, mamüllerin ithal edildiği, küresel "sömürgeci işbölümüne" bağımlı. Durağan, kararlı mali bilançolar, geniş çaplı dış rezervler ve nispeten yüksek faiz oranları, mali sermayeyi cezbederken, doğal maddeleri işleme sanayiine verilen önem büyük çapta yabancı yatırımları teşvik ediyor.

Bununla birlikte, güçlü bir devletin görüntüsü, çeşitli tarihsel ve yapısal etmenler tarafından gizlenir. Bazı yönetimler, geçmişteki diktatörlükten kalma üst düzey askeri ve polis yetkililerinin birkaçını tasfiye ederken, askere alma, eğitim ve politik tutum değiştirme de dahil olmak üzere ortada kurumsal bir dönüşüm olmadı. Dahası, bütün hükümetler "darbecilerin okulu" olma konusundaki dile düşmüş tarihe rağmen ABD askeri danışma programları ile askeri tatbikatlar ve eğitimler konusunda işbirliği yapmaya, bunlara katılmaya devam etti. Devlet istikrarı için aynı derecede tehlikeli biçimde, yeni kalkınma stratejisi geçmişte kârları veya çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündükleri zaman askeri yetkilileri arayıp bulan ve darbeleri kışkırtan ticari seçkinlere bel bağlar ve onlara katkıda bulunur.

Latin Amerika devletlerinde şu anda mevcut olan istikrar, kısmen potansiyel olarak değişken olan emtia fiyatlarına ve talebe dayanır, geçmişten taşıdıkları birçok şeyle ve Washington'ın darbe ustalarıyla mevcut çok fazla bağlantılarıyla askeri kurumlar ve özel sektör, toplum ve ekonomi üzerinde hegemonyalarını gösterdikleri sürece demokratik kapitalizmin kurallarıyla devam etmeye hazır.

21. yüzyıl kapitalizmine doğru giden "Ortodoks" ve "Heterodoks" yollar

Bugün ve yakın gelecek için hiçbir Latin Amerika ülkesinin -olası Venezüella istisnası hariç- ekonomiyi kamulaştırmak planı veya projesinin olmadığı gerçeğinden hareketle, en önemli teorik ve pratik sorun, kapitalist kalkınmanın birbirinden farklı yollarını tanımlamak. Kaynağa, yörüngeye, toplumsal müttefiklerine göre, bazı sınır kesişmeleriyle "heterodoks" ve "ortodoks" stratejileri tanımlayabiliriz.

21C'ye yönelik heterodoks yaklaşım, bazı yerel yazarlar tarafından her şeyden önce finans ve üretimin temel araçlarının (bankalar, işletmeler, madenler, ticaret ve tarlaların) özel mülkiyetine dair basit değerlendirmelere ve yüksek faiz veren tahviller ve madenler ile enerji kaynaklarının çıkarılmasından düşük mali hak bedeli istenmesi sevdasına "sıcak para"nın geniş çaplı girişine göz yumularak kimi zaman "21. yüzyıl sosyalizmi" olarak adlandırılabiliyor.

21C'nin ortaya çıkışını anlamanın anahtarlarından biri, onun yaygın politik çalkantı dönemlerindeki kökenlerine ve kendinden önceki "neo-liberal" devir ile ideolojik "ilişkisini kesmesinde" yatar. Radikal kökenler, ortaya çıkan yönetim tarafından benimsenen somut önlemlerde, politika tarzında ve ideolojik olarak meşru kılmanın yeni kaynaklarını arayışta bir iz bırakmıştır.

Neo-liberalizmin ekonomik krizi olarak adlandırılan koşulların gereği olarak, yeni "post neo-liberal" yönetimler, yoksulluğu ıslah etmek, işsizliği azaltmak ve ekonomiyi yeniden canlandırmak için bir dizi popülist önlemler benimsedi. Tüm bu değişiklikler, kapitalist sınıfın çıkarlarını güvence altına alma arayışında "piyasa"nın başarısızlıklarını düzeltmek için etkin devlet müdahalesi anlamına geliyordu. Bu önlemlere, sistemin adaletsizliklerine karşı genel öfkeyi uzlaştırmak amacıyla yüksek dozajda anti-neo-liberal söylem eşlik ediyordu. Bazı durumlarda bu değişikliklere, merkezi planlama, kamu sahipliği veya işçi yönetimi olmaksızın belli belirsiz bir "sosyalizm" göndermesi eşlik ediyordu. Heterodoks yolu takip eden rejimlerin yörüngesi en başta toplumsal baskı ve işsizliğin azalmasıyla ve yeniden canlanmanın kök salmasıyla zamanla aşamalı olarak seyreltilen popülist refah önlemleriydi. On yılın bitimiyle birlikte (2010), post neo-liberal yönetimler gitgide "gelişimsel modernizasyon"a doğru yön değiştirdi. Bu yaklaşım, özel yatırımı, özellikle de yabancı yatırımını ve yüksek büyüme oranına sahip ihracat sektörünü büyütmeyi amaçlayan çok güçlü kampanya ile sürdürüldü. Post-neo-liberal devletin yeniden tanzimi, "neo-liberal" teknokratları, yeni heterodoks liderlikle daha çok uyum sağlayacak başkalarıyla değiştirmenin ötesinde güzelce duraklatıldı. Genellikle çabalar, "ılımlı" sendikalar, toplumsal hareket liderleri ve iş çevresi seçkinlerinin arabuluculuğu vasıtasıyla yerli ve yabancı toplumsal ortaklara daha büyük esnek barınma için gösteriliyor.

21C'ye giden heterodoks yolun, dünyadaki ticari mal artışı ile aynı zamana denk gelmek gibi bir şansı ve ABD-AB tarafından tetiklenmiş finansal kriz ve ekonomik durgunluk sürecini yumuşatan ve kısaltan mali kontrolleri devreye sokacak sağduyusu var.

Kapitalist kalkınmaya doğru "ortodoks" yol, neo-liberal politikaları sert bir baskı rejimi, seçim hilesi ve bazı durumlarda politik alanı kapatma ve heterodoks politikalara neden olabilecek kitlesel ayaklanmaları önleme gibi açık terör vasıtasıyla devam ettirebildi. Ortodoks yol için önemli olan, resmi ekonomide aklanmış ve belirli sektörlerde bir nebze büyüme sağlamış uyuşturucu ve diğer yasadışı aktivitelerdeki on milyarlarca dolarlık geliri getirecek bir lumpen-burjuvazinin doğması ve sağlamlaştırılmasıydı. Heterodoks model, Asya'daki dinamik ortaklarıyla ticaret ve pazarları çeşitlendirirken, ortodoks model hareketsiz ABD pazarlarına adanmış olarak kaldı. ABD emperyalizmi ile karşılıklı bağlar, yerli ekonomik öncelikleri zayıflattı ve üretken olmayan sektörlerdeki (ordu) kamu harcamalarını yükseltti.

21C'nin heterodoks ve ortodoks modellerin farklı sonuçları

Heterodoks ve ortodoks ekonomik performanslar arasındaki en göze çarpıcı farklar, Brezilya, Bolivya, Arjantin ve 2009'a kadar Venezüella'daki dikkat çekici büyümede, yoksulluğun azaltılmasında ve politik demokratikleşmede yatarken, toplumsal gerileme, ekonomik durağanlık ve insan hakları ile demokratik hakların apaçık ihlali ise "ortodoks" Meksika ve Kolombiya'da bulunuyor. Aşırı şiddet, ortodoks neo-liberal politikaların peşinden giden ülkelerdeki politik seçkinlerin yönetiminin ayırt edici özelliği. Bunun aksine, heterodoks politikaları takip eden ülkeler arasında nispeten açık politikalara dayanan bir devlet desteklemesi süreci mevcut. Bu noktada, ekonomik büyüme, politik meşrulaştırma, yoksulluğun azaltılması ve bir siyasi egemenlik düzeneği olarak devlet baskısının reddi arasında güçlü bir korelasyon varmış gibi görünüyor.

Diğer yandan, geniş çapta uyuşturucu kaçakçılığının büyümesi ve ekonomi ve yönetimle kaynaşması, küçük hissedarların zorla mülksüzleştirilmesi için şiddete ve serbest piyasaya güvenme, yönetici elitlerin biçimlendirme ve muhafazasında yozlaşma ve baskıya güvenme arasında da güçlü bağlantı var.

Heterodoks model, kapitalist refahçılık ve üç bölümlü danışma aracılığıyla, toplumsal kaynaşma politikalarını beraberinde getirir ve gerçekleştirir. Ortodoks rejimler, kontrolsüz sermaye piyasaları ve bunların küçük üreticiler, kamu sektörü çalışanları ve yevmiyeli işçiler üzerindeki tahrip edici etkileri vasıtasıyla çalışır.

Heterodoks modeller, her ne kadar ağırlıklı olarak yabancı sermayeyi çekse de, iç pazarla bağlantılı olan ulusal sermayedarları da korur, besler ve destekler, kitle tüketimine bağımlıdır. Bu sektörler her zaman ücretlerdeki periyodik artışlara karşı değildir.

Ortodoks stratejiyi takip eden yönetimler, ağırlıklı olarak ABD pazarlarının reddine ve geniş kapsamlı ordu ve polis harcamalarına bağımlıdır. Asya, Ortadoğu ve diğer bölgelerdeki kârlı pazarlarda başarısız olmuştur. Hatta, Meksika'ya gelecek olursak, ülkenin değişken turist ekonomisine yapısal bağımlılığı, giderek artan biçimde göçmen karşıtı olan ABD'den yapılan göçmen para havalelerini reddi ve umursamaz yönetime bağlı olarak düşüşte olan petrol ihracatı, "serbest ticaret"e (NAFTA) erkenden sarılmasının sonucudur. NAFTA, ülkenin çeşitlendirilmiş üretken temelini tahrip etti ve uyuşturucu kaçakçılığına dönüşü teşvik etti.

Kontrolsüz sermaye akışına dayanan ortodoks stratejinin, iki ana olumsuz sonucu vardır: büyük çapta Meksika sermayesinin -legal ve illegal- ABD'ye kaçmasına neden oldu, özellikle gayrimenkul, bono ve hisse senetlerindeki kaçış Meksika'yı yatırım sermayesinden mahrum etti. İkincisi, Meksika ve ABD maliyesi arasındaki yakın bağlar, Wall Street finansal krizinin Meksika'ya bulaşarak "reel sektör"ün yanı sıra ülkenin mali piyasalarını ve kredi piyasalarını etkilemesine sebep oldu. Bunun aksine, Wall Street ile yakın bağların acısını daha önce çeken heterodoks ekonomilerin çoğunda, bu ülkelerin daha sıkı mali denetimleri, ABD'nin krizinin kendi ekonomileri üzerindeki etkisini seyreltti.

Peru: Heterodoks-Ortodoks stratejilerin melez bir versiyonu


Peru, "ortodoks" neo-liberal politikalara bel bağlarken, heterodoks ekonomilerin yüksek büyüme şeklindeki ayırt edici özelliğini deneyimledi. Ülke, heterodoks kapitalist modelin telafi edici sosyal yardımcılık ve üç parçalı politikaları olmaksızın doğal madenler ihracatı modelini birleştirdi. Peru, ABD ile ikili mübadele ve askeri bağları benimserken, denizaşırı pazarlarını çeşitlendirdi -Asya, ülkenin ana ihracat pazarıdır-. Ülke, başlıca uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı bölgesidir, ancak uyuşturucu ekonomi ve politik sisteme Meksika ve Kolombiya ile aynı derecede egemen değildir. Yoksulluktaki azalma, Venezüella, Brezilya ve Arjantin ile aynı gayretle sürdürülmezken, ülkede şehirli orta sınıfların, özellikle de Lima'dakilerin alım gücü yükseltilmiştir. Bolivya, yerli hareketlerine sembolik temsil, yasal koruma ve politik himaye politikalarını takip ederken, Garcia yönetimindeki Peru, Correa yönetimindeki Ekvador gibi yerli halkların taleplerine saygı göstermektense, "ekonomik modernizasyon" olarak adlandırdıkları yabancıların sahip olduğu maden şirketlerinin yatırımlarını teşvik etmeye daha ilgili.

Ülke heterodoks modeldeki refah tamamlayıcısına aldırmazken, kısıtlı milliyetçi muhalefet koşullarında talebi ve büyük çapta yatırımları arttıran yüksek emtia fiyatları, özellikle de endüstriyel ve kıymetli madenlerdeki yüksek fiyatlar, Peru'nun yüksek büyüme oranını sürdürmesine geçit veriyor. Ülkede, değişimin işaretleri mevcut. Lima'daki son (2010) belediye başkanlığı seçimlerinde, ılımlı merkez-sol adayın, ortodoks neo-liberal rakibini mağlup etmesi, bir dahaki yönetimin ortodoks modeli daha geniş refahçılığa doğru "tadil etmesi" olasılığını yükseltti.

Krizler, çalkantılar ve 21. yüzyıl kapitalizm yolu


Neo-liberalizmin krizleri, çeşitli politik sonuçlar yarattı; Venezüella'ın muhtemel istisna olması dışında, krizlerin hemen sonrasında meydana gelen halk ayaklanmalarının hepsi, bariz olarak farklı biçimleri olsa da kapitalist sonuçlara neden oldu. Latin Amerika devletlerinin çoğu için bu, devlet müdahalesinde bariz artış anlamına geldi, hatta mevduat sahiplerini ve yatırımcıları kurtarmak için, iflas eden ya da iflasa yakın olan bankaların geçici devralınması anlamına: sermayedar davetiyle (veya mecburiyetiyle) bir çeşit "devletçilik". Yeni devletçilik, 21. yüzyıl kapitalizminin ortaya çıkmasının temelleri haline geldi. Uygulayıcıları tarafından açık biçimde ifade edilen "anti-neo-liberal ideoloji", onu sosyalizmin "yeni bir çeşidi" veya en azından bu doğrultuda bir "sıçrama tahtası" olarak gören izlenimci Batı entelektüellerinin kafasını karıştırdı.

Tarihsel perspektiften devletçilik, başlangıçtan itibaren kapitalizmin yeniden canlandırılmasına doğru gerekli ilk adımdır. Görünüşte radikal "ilk adımlar", aslında on yılın sonundaki halk ayaklanmalarının son hamlesidir. Zamanla, özellikle de ekonomik büyüme ve metaların hızlı artışıyla kapitalizm on yılın ortasında havalanma, yükselme deneyimledi. Heterodoks kapitalizm, ayırt edici özelliği olan çeşitli refahçı özelliklerini, katışıksız kalkınmacı perspektif lehine söküp attı. Teknokratlar, geniş çapta uzun vadeli yabancı yatırımların ve "ekonomik modernizasyonun" önemini belirtti. Bu, altyapıda kamu-özel yatırımları, ticari malların düya pazarına doğru hareketinin ivme kazanması anlamındaydı.

Heterodoks modelin sürdürülmüş büyümesi, onu alabildiğine benimseyerek küreselleşmeye dair radikal tartışmaya son verdi. Heterodoks ve ortodoks arasındaki yeni tartışma, "küreselleşme"den ulusal büyümede nasıl faydalanılabileceğine ve dağıtım mekanizmasını sahiplenmek aracılığıyla tüm sınıflar için nasıl iyi sonuç verebileceğine odaklandı. Başka bir deyişle, heterodoks kapitalistler daha büyük küresel entegrasyonun, toplumsal refahın faydalanabileceği serveti derinleştireceğini ve arttıracağını öne sürdü. 2009 krizi süresince elverişsiz küresel koşulların belirmesiyle, fiyatlardaki rekabetin artışı ve geçici düşüşle, heterodoks politika yapıcıları küresel koşulların sosyal harcamalardaki, ücretlerdeki ve maaşlardaki yükselişi engellediğini iddia etti. 2010 yılı ortasıyla beraber, hızlı ekonomik düzelme ve emtia fiyatlarındaki hızlı artışla birlikte, maaş ve ücret gerilimleri arttı.

Yeni heterodoks rejimlerin başlangıcındaki itici güç neo-liberalizmin krizleri idiyse, heterodoks rejimlerin bunu takip eden başarısı, daha muhafazakar bir sağcı politik yapılanmayı yeniden biçimlendirme arayışında olan güçlü şirket çıkarlarında dinamik büyümeyi harekete geçirdi. Bu ikincisi, yani büyüme, ihracat sektörünün maaş ve sosyal yardım giderlerini düşürecektir. Aslında, kapitalist heterodoksinin başarısı ve onun ülkeye geniş çapta sermaye girişine dayanan yüksek büyümeye doğru yörüngesi, sağcı politik alternatifleri de içeren sağa doğru değişimi harekete geçirmiştir.

Kapitalizmin heterodoks ve ortodoks yolları arasında önemli farkların varlığı hâlâ sürerken, bunlara olan yönelim azalıyor. Heterodokslar, uluslararası yatırımcılara yönelik çağrılarını genişleterek daha büyük dünya pazarlarına yönelik ilgilerini arttırırken, ortodokslar, dünyadaki durgunlukla birlikte ekonominin çöküşünü engellemek için daha geniş devlet müdahalesine başvurulmasıyla karşı karşıya kaldılar.

Latin Amerika ülkeleri 2008-2009 krizlerini atlatırken, iyileşen ekonomik performanslar ortodoks ve heterodoks eksenleri ilişkilendirecek gibi görünmüyor. Hızlı düzelmenin belirgin olduğu yerler Brezilya (heterodoks) ve Peru (ortodoks) iken, yavaş düzelmenin en belirgin olduğu yerler ise Venezüella (heterodoks) ve Meksika (ortodoks). Birileri Venezüella ve Meksika'nın ABD pazarına bağımlı olduğundan ve Brezilya ve Peru'nun dinamik Asya pazarları ile bağlarından bahsederken, bizim her bir ülkenin dahili sınıf kompozisyonunu analiz etmeye de ihtiyacımız var. Brezilya ve Peru'daki dinamik yerli ve yabancı sermayedarların aksine, Venezüella ve Meksika'daki "rantiye" seçkinlerinin hakimiyeti, icraatlardaki bazı farklılıklarla açıklanabilir. 21. yüzyıl kapitalist kalkınmasının "dinamik" yolu açık biçimde sorunlu ve belirsiz sonuçlu tanımlanıyor. Ticari malların hızlı artışının uzun bir dönemin mi, kısa bir dönemin mi parçası olduğu meselesi, hakiki 21. yüzyıl sosyalizminin yeniden ortaya çıkması olanaklarının şekillenmesinde belirleyici etmen olabilir.



http://www.lahaine.org/petras/b2-img/petras_roads.pdf adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Kanadalı ekonomi profesörü Michel Chossudovsky, 12-15 Ekim 2010 tarihleri arasında Küba'nın başkenti Havana'da Küba'nın eski lideri Fidel Castro Ruz ile nükleer savaş, küresel ekonomik kriz ve Yeni Dünya Düzeni'nin doğasına ilişkin kapsamlı görüşmeler gerçekleştirdi. Castro, 15 Ekim günü kaydedilen mesajında, olasılığını yüksek olarak gördüğü nükleer savaşın insanlığın sonu anlamına geleceği uyarısında bulundu. Aşağıda söz konusu mesajın hem görüntülü kaydını hem de çevirisini bulabilirsiniz:



Yeni bir savaşta nükleer silahların kullanılması, insanlığın sonu anlamına gelecektir. Bu, söz konusu silahların, geniş bir etki alanında milyonlarca derece ısı üreten yıkıcı kudretini ölçebilen bilim insanı Albert Einstein tarafından samimiyetle öngörülmüştü. Bu parlak zekalı araştırmacı, nükleer silahların geliştirilmesini, soykırımcı Nazi rejimi bunlardan yararlanmasın diye destekledi.

Yeryüzündeki bütün devletlerin, tüm devletlerin ve gezegendeki bütün insanların yaşam hakkına saygı gösterme zorunluluğu vardır.

Bugün, bu türden silahların kullanılacağı bir savaşa dair yakın risk mevcut ve İran İslam Cumhuriyeti'ne yönelik bir ABD ve İsrail saldırısının, küresel bir nükleer çatışmaya evrileceğine dair en ufak bir kuşkum yok.



Dünya halklarının, liderlerinden yaşam haklarını talep etme yükümlülüğü var. İnsanlığınız, halkınız ve sizin en sevgili insanlarınız böylesi bir riske doğru gidiyorsa hiç kimse buna kayıtsız kalamaz; yaşam hakkına saygı talep edilmesi için bir dakika bile kaybedilemez; yarın çok geç olacak.

Albert Einstein'ın kendisi, şüphe götürmez bir şekilde şunu belirtmişti. "Üçüncü Dünya Savaşı bu silahlarla mı yapılacak bilmiyorum, ancak Dördüncü Dünya Savaşı sopalar ve taşlarla yapılacak." Ne mesaj iletmek istediğini tamamen anlamış durumdayız ve o kesinlikle haklı; fakat küresel nükleer savaşın ardından ortalıkta bu sopa ve taşları kullanacak kimse kalmayacak.

Amerikan siyasi ve askeri liderlerinin, masum insanların ölümünü meşrulaştırmak için her zaman ileri sürdüğü gibi "tali zarar" meydana gelecek.

Bir nükleer savaşta "tali zarar", insanlığın yaşamı olacak.

Tüm nükleer veya konvansiyonel silahların, savaşmak için kullanılan her şeyin yok olması gerektiğini beyan edecek cesareti gösterelim.


http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=21541 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Afganistan'ı kimin yönettiğine dair çıkarları bulunan birçok ülke olduğu bir sır değil. Ve son otuz yıl boyunca Afganistan'da kendi tercih ettikleri biçimde bir yönetim kurmak amacıyla birçok ülke ülkeye askeri birlikler, teçhizatlar veya para gönderdi.

Yabancı ülkelerin gerçekte elde ettiklerinin derecesinin çok sınırlı olduğunu göstermek hiç de zor değil. Ve manzara yabancılar için iyi görünmüyor. Yabancılar arasında, belki de etkin müdahaleyi azaltmaları gerektiğine dair yükselen bir algı mevcut. İşgal, çok fazla mükafatı yokmuş gibi görünen bir sorumluluk yaratıyor.

Sovyetler Birliği 1980'lerde fena yandı ve sonunda birliklerini tamamen çekti. Destekleyeceklerini düşündükleri devlet başkanı, müteşekkür bir millet tarafından herkesin gözleri önünde asıldı. Sovyet işgaline karşı direnişlerinde ABD'nin desteklediği mücahitler, ABD'ye şükranlarını, El Kaide gibi tüm enerjisini ABD'ye ve ABD'nin müttefiki olarak gördükleri ülkelere karşı cihada vakfeden bir hareketi doğurarak ve destekleyerek gösterdiler.

İkiden fazla tarafı olan Afgan iç savaşı, tüm bu zaman zarfında aralıksız devam etti. Taliban denilen başlıca gücün bu savaş boyunca iniş ve çıkışları oldu. Şu anda yeniden hatırı sayılır bir ilerleme içinde gibi görünüyorlar. Pakistan hariç bütün yabancılar Taliban'a dair olumsuz görüşlerini durmadan tekrar ettikçe, Taliban'ın içeride var olma ve mesafe kaydetme becerisi, durumdan kaygılanan bütün yabancı ülkelerde konunun üzerine özel olarak yeniden düşünülmesine neden oluyor. "Müdahaleye devam etmeli miyiz" sorusu her yerde gündemde.

Kuzey ve batıdaki komşularının -Özbekistan, Tacikistan, Rusya (doğrudan sınır olmamasına rağmen) ve İran- hepsi kaygılı. Çoğu Peştun olan Taliban iktidarının militanlarının hakim olduğu bir hükümet istemiyorlar. Muhtemelen haklı olarak, bu hükümetin etnik olarak kendilerine bağlı olan ülkenin kuzey ve batısındaki bölgelere çeşitli yöntemlerle baskı uygulayacağından korkuyorlar. Ancak bu ülkelerin hiçbiri askeri birlik göndermeye hazır görünmüyor. Bu nedenle tümü, kuzey ve batıdaki bölgelere dair koruma önlemleriyle sonuçlanacak olan Afganistan içindeki bazı siyasi pazarlıkları destekliyor.

ABD'nin şu anda Afganistan'da yüksek miktarda askeri gücü mevcut. Teorik olarak Temmuz 2011'de bu birliklerin çekilmeye başlaması taahhüt edilmiş durumda. Yine teorik olarak, ABD hükümeti Taliban güçlerinin yenilgisini veya en azından ehlileştirmesini ve resmi Afgan ordusunun Hamit Karzai tarafından başkanlık edilen şeklen yasal hükümetin hakimiyeti altında güçlendirilmesini umuyor.

ABD birlikleri, çeşitli NATO ükelerinin güçlerinden oluşan bir NATO gücü tarafından desteklenmekte. ABD'nin, birliklerini çekmek için 2011 ortalarına kadar beklemesine rağmen, çoğu ülke daha erken çekilmek ya da şimdiden kesin çekilme tarihlerini açıklamaya istekli.

ABD için, çekilme ABD'nin bir iç siyasi sorununu gösteriyor. Başkan Obama, birliklerini çekerek mi yoksa çekmeyerek mi daha fazla destek kaybedeceğini ölçüp biçiyor. Kamuoyu araştırmaları, seçmenlerin durmadan artan bir miktarının, uzak bir ülkede kazanılamaz bir savaş olarak gördükleri şeyden bıktıklarına işaret ediyor. Benim tahminim, ABD siyasetindeki yalnızlaştırma yanlısı baskının işgal yanlısı baskıyı yendiği yönünde.

Bu, iki yabancı ülkeyi bribirinden ayırıyor -Pakistan ve Hindistan. Bu iki ülke kuşkusuz ki birbirlerine karşı uzun zamandır sürmekte olan siyasi (ve bazen askeri) mücadeleye kilitlenmiş durumda. Ve ikisi de Afganistan'la, öncelikle ülkeyi kendi mücadelelerine dahil etme açısından ilgileniyor.

Pakistan, ülkenin askeri istihbarat teşkilatı ISI vasıtasıyla Taliban'ı bütün süreç boyunca destekledi. Bugünlerde söz konusu durum ABD'yi çileden çıkardığından bunu reddetme eğilimi gösteriyorlar, ancak kimse buna kanmıyor. Pakistan, Afgan Talibanı'nı kontrol edebileceğini ve Kabil'de yeniden kurulacak bir Taliban hükümetinin Hindistan'a karşı siper olacağını düşünüyor. Hindistan hükümeti, son on yıl boyunca Karzai hükümetinin aktif destekçisi oldu, bunu ülkedeki Pakistan etkisinin kökünü sökecek bir yöntem olarak gördü ve uzun vadede İran ve Rusya'dan enerji kaynağı sağlamak için gereken altyapının yaratılmasına yardımcı olacağını düşündü.

Hindistan da, Pakistan da seçeneklerini yeniden değerlendirebilir. En azından birkaç Hindistan hükümeti analizcisi Afganistan'dan çekilerek ve ülkeyi Pakistanlılara bırakarak, Pakistan'ı ülkenin askeri ve enerji kaynaklarını çökertecek bir zehirli hapla beslemiş olacakları şeklinde bunu düşünüyor. Bu analizciler, Afganların, özellikle de Peştunların heybetli bağımsızlıklarını hesaba katıyor ve Pakistanlı egemenliğine, Sovyet ya da Amerikan egemenliğinden daha hoşgörülü olmayacaklarını düşünüyorlar.

Peki ya Pakistan? ISI, Afganistan'dakileri olasılıkla takdir edip desteklerken, yerel çeşitliliğe pek az istekli. Pakistan Talibanı ile meşgul olma, her şeyden çok Pakistan'ı Hindistan'la uğraşmaktan alıkoyar. Afganistan'a çok fazla müdahaleden vazgeçmek, iç gerilimleri biraz düşürebilir.

Bu nedenle, Afganistan'da devam eden iç savaşın olası sonuçlarından biri -beş yıl ya da bu civarda bir sürede-herkesin müdahaleden bıkabileceği ve Afganistan'ı doğru bir şekiled yalnız bırakabileceğidir -yaygın deyimle kendi haline bırakması.

Böylesi bir Afganistan neye benzeyecektir? Bunu bilmek çok zor. Şeriat hukukunun makul yorumlarıyla bütün Afganlara verilecek cezalarla korkunç görünebilir. Ya da Afganistan'ın tarihin çeşitli evrelerinde olduğu şekliyle, bir çeşit görece herkesi olduğu gibi kabul etme ortamıyla hepimizi şaşırtabilir. Ne olursa olsun, dünyanın geri kalanının umrunda olacak mı? Gelecek 5-10 yıl, ekonomik ve politik olarak her yer için korkunç olacak. Afganistan için endişelenmeye vakit veya enerji olmayabilir.


http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2432 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi