Content feed Comments Feed

Dizinin bu bölümünde aşırı merkeziyetçi ve yönetimi kitlelere karşı gaddarlığı ile bilinen Ch’in İmparatorluğu’nun kökenleri irdeleniyor.

Neolitik Devrim -ürünlerin yetiştirilmesi ve hayvanların ehlileştirilmesi- tek bir vaka değildi. Farklı mekânlarda, farklı zamanlarda ve birbirinden bağımsız yenilikle ortaya çıktı. Aşırı avlanma ve küresel ısınmanın kimi bileşimleri, her bir duruma yaşamsal dürtü sağladı.

Çin'in Neolitik Devrim'i milattan önce 6 bin dolaylarında başladı. İlk tarım köyleri, Çin'in kuzeyindeki Sarı Nehir vadisindeydi. Domuzlar ehlileştirildi ve sulanmış yamaç taraçalara darı (sonrasında buğday) ekildi. Tarım, bunu takip eden bin yıl boyunca Orta Ova üzerinden güneye doğru yayıldı.

Çok sonraları, milattan önce 2000'lerde başlayan Çin'in "Kentsel Devrim"i, Anyang gii antik kentleri merkez alan bir Bronz Çağı uygarlığı yarattı. Bu uygarlık, kuzeydoğu Çin'i 400 yıl boyunca (M.Ö. 1523-1027) egemenliği altında tutan Şang Hanedanı ile doruğa ulaştı.

Şang iktidarı, atların, savaş arabalarının ve bronzun masrafını çekmek için tahıl üretim fazlası üzerinde hakimiyete dayanıyordu. Ancak o da diğer Bronz Çağı uygarlıklarının yörüngesini takip etti: jeopolitik rekabetin devinimi Şang Çin'inin aşırı militarize olmuş ve aşırı genişlemiş hale gelmesine sebep oldu. Zayıflatılmış Şang, milattan önce 11. yüzyıl boyunca batıdan gelen Çu Hanedanı istilacıları tarafından yıkıldı.

Çu Çin'i (M.Ö. 1027-227) hiçbir zaman etkili bir şekilde merkezileşmedi; rakip, derebeylik şeklindeki devletlere bölünmüş olarak kaldı. Her devlette kilit bölgesel yönetimlere kral, kendi akrabalarını, uşaklarını ve yetkililerini atadı. Bu bölgesel beyler devleti duvarlarla çevrilmiş şehirlerden yönetti, çevreleyen kırsaldaki köylü üreticilerde üretim fazlası sağladı.

Uygarlık ilerlemişti. Çu egemenliğinde Orta Ova'nın güney sınırındaki Yangtze Nehri vadisinde pirinç yetiştirilmiş ve sığır güdülmüştü. Üretim fazlası ve lüks eşyaların uzun mesafeli nakli için büyük bir kanallar ağı inşa edilmişti. Tarımın sınırları kuzey, batı ve güneydeki dağlara kadar girmişti.

Ancak ahşap ve taş aletlerle çalışılırken üretim fazlası az oluyordu. Duvarlarla çevrili şehirlerin altyapısının ve feodal orduların desteklendiği koşullarda derebeyi seçkinler tarafından kaymağı sıyrılan kısım büyüktü.

"Çalış, doğan güneşten günbatımı gelene ve gün bitene dek çalış. Çayırı sürüyor ve toprağı tırmıklıyorum, ve et ve içkinin her ikisi de bana geliyor, öyleyse hangi güçlerin olduğu beni ne ilgilendirir?" Antik Çin'den bir köylü şarkısı, sonu gelmeyen çalışmayı ve uygarlığın "yük hayvanları" insanların politik yabancılaşmasını tescil ediyor.

Milattan önce 4. ve 3. yüzyıllarda, "Savaşan Devletler Çağı"nda derebeyi şiddeti giderek artan bir hale erişti. Ancak doğudaki Çu devletlerinin her biri bir diğerini hırpalarken batıda yeni bir güç doğuyordu.

Milattan önce 500'lerden itibaren Çin geniş çapta demir dökümüne başladı. Arkeolojik kayıtlarda muazzam miktarlarda dökme demir aletler -baltalar, sabanlar, çapalar, kürekler, oraklar, keskiler, bıçaklar- bulunmaktadır.

Demir, savaş halinin yoğunlaşmasıyla meydana gelen bir askeri devrime de olanak sağlamıştır. Demir aletler verimliliği arttırarak orduları desteklemek için kullanılabilen üretim fazlasını büyütmüştür. Demir silahlar da orduların öldürme gücünü arttırmıştır.

Savaş arabası, Antik Çin ordularının geleneksel darbe silahıydı. Bunların sayıları hemen artmalıydı. Ancak savaş arabası aynı zamanda sınırlı bir savaşçı seçkinin silahıydı. Öte yandan demir, piyadelerin eline güçlü silahlar verdi. Demir uçlu süngü atan bir yaylı tüfek, büyük bir beyin zırhını delebilirdi. Demir kılıç, çok keskin kalan sert ucuyla atların koşumlarını ve atları dilimleyebilir ve onları savaş arabalarından düşürebilirdi.

Daha fazla savaş arabası ile daha çok ve iyi silahlanmış piyadelerin yanı sıra istihkâmda, savaş makinelerinde ve kuşatma savaşında da ilerleme vardı. Son olarak tüm bunlar kadar önemli biçimde, Çin ordusunu gerçek bir "karma sınıflar" gücü yapan süvarilerin sahneye çıkışı vardı.

Yüzyıllarca, Çu Çin’inin kuzey sınırı boyunca Hsiung-nu, bozkırların atlı göçebeleri, Hun ve Moğollar’ın ataları bir yağma ve talan savaşı sürdürdü. Hsiung-nu, Çinlilere hafif atlı okçuların, hareketlilik ve ateş gücünün emsalsiz bileşiminin değerini öğretti.

Ders en iyi, Ch’in yarı uygarlaşmamış kuzey batı devletinde öğrenildi. Diğer Çin hükümdarları savaşçı krallarca yönetilen dağlık sınır krallığını uygarlık sırının haricinde olarak değerlendirdiler. Ch’in, Hsiung-nu’ya karşı cephede direndi. Askeri tesir, yegâne öncelikti. Gelenek ve muhafazakârlık, önünde engel oldu. Ch’in yenilikçiydi, çünkü öyle olmalıydı.

Uzak kuzeybatıda yerel egemenlik zayıftı. Vergiler, işçi hizmetleri ve zorunlu askerlik doğrudan bağımsız köylü çiftçilere dayatıldı. Duvarla çevrili şehirlerin feodal asalaklığı her yerden çok daha az külfetliydi.

Bu nedenle, Demir Çağı devriminin tarımda ve savaşta kritik kütleye eriştiği yer Çu Çin’inin en uzak kenarındaki vahşi Ch’in idi. Yeni düzenin mimarı Ch’in kralıydı. Savaşan Devletler periyodundaki kanlı zirvede Ch’in savaş arabası, yaylı tüfekçi ve atlı okçu orduları Çu’lu rakiplerini birbiri ardına fethetti.

Verilen insan yaşamı bedeli devasaydı. Bir zaferden sonra 100 bin mahkûmun kafası kesilmişti. Nihai zaferin ardından “zengin ve güçlü” 120 bin kişi sürgün edildi. Ch’in kralı, Shih Huang-ti, yani Tanrısal İmparator unvanını aldı.

Zafer, askeri-bürokratik seçkinler tarafından egemen olan merkezileştirilmiş bir Çin imparatorluğu yarattı. Ch’in imparatorluğu, kendinden bin yıl önceki Şang krallığından beş kat büyüktü. Tarımın ve demir tekniğinin yayılması, yarattığı üretim fazlasının da kat be kat fazla olması anlamına geliyordu.

Yol ağı, Roma İmparatorluğu’nunkinden uzundu, kanal sistemi dünyadaki hiçbir yerdekine benzemiyordu. Ağırlıklar ve ölçüler, yol ve yük arabası ebatları, hatta tarım aletlerinin şekilleri bile standartlaştırıldı.

İnsanlık tarihindeki en büyük inşaat projesi olan Çin Seddi, İlk İmparator tarafından Hsiung-nu’ya karşı bir engel olarak inşa edildi. 2 bin 240 mil uzunluğundaki orijinal set 7.3 metre yüksekliğindeydi ve sur boyunca sekiz insanın yan yana yürüyebileceği genişlikteydi.

Çin Seddi’nin inşası tam 12 yıl sürdü. İnşaat, yüz binlerce işçinin zorla çalıştırılmasını gerektirdi. Milyonlarca köylünün tahıl üretim fazlasını tüketti.
Fetih ve tedhiş ile yaratılan kısa ömürlü Ch’in İmparatorluğu aşırı merkezileşme, askeri tarzda sömürü ve öldürücü baskı ile nitelenmiştir. İlk İmparator Şi Huang-ti, olağanüstü gaddarlık, paranoya ve dengesizlikte bir savaş ağası ve zorbaydı.

Yönetim, tüm kitapların yakılmasını emrederek muhaliflerin entelektüel temelini yok etmeye çalıştı. Kitap gizledikleri ortaya çıkan âlimlerin ya kafaları kesildi ya da bu kişiler ölünceye dek Çin Seddi inşaatında çalıştırıldılar. Siyasi güvensizlik kendisini tarihi silme ve bir Ch’in “Miladı” yaratma girişimiyle göstermiştir.

İlk imparator’un ünlü Terracotta Ordusu tarafından korunan anıtmezarı, Büyük Piramit’i ve Tutankamon’un Mezarı’nı bile gölgede bırakacak çapta bir aşırı tüketimi gözler önüne serer. (Anıtmezar çok eski tasvirlerden bilinmektedir, henüz kazılmamıştır)

Ch’in Hanedanı, Şi Huang-Ti’nin milattan önce 210 yılındaki ölümünün ardından yıkıldı. Saraydaki iktidar mücadelesi, Çin genelindeki bir dizi feodal-aristokrat ve köylü ayaklanmasıyla aynı zamana rastladı. Nihai galip, yeni Han Hanedanı’nın (M.Ö. 206-M.S. 220) ilk imparatoru olan köylü devrimcisi Liu Pang’dı.

Han silsilesi, Ch’in Devrimi’nin istikrarını gösterir. Merkezileştirilmiş imparatorluk üstyapısı muhafaza edilmiştir, ancak bürokratlar, memurlar ve âlimlerden oluşan yönetici sınıfı tutarsız diktatörün keyfi öldürücülüğünün tehdidi altında değildir ve kitlelerin sömürülmesi, halkın hoşnutsuzluğunu gidermek için kâfi düzeyde gevşetilmiştir.

Soru, yeni imparatorluk düzeninin, Çin’in Demir Çağı dönüşümünün doruğunun kendini takip eden toplumsal ilerlemeyi kolaylaştıracağı mı, yoksa aksatacağı mı şeklinde. Çin İmparatorluğu bir başlangıç kapısı mıydı, bir engel miydi?

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6608-a-marxist-history-of-the-world-part-13-china-the-chin-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Hindistan: Maurya İmparatorluğu" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner, doruk noktasında günümüz Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’ini kapsayan bir alana erişen Maurya İmparatorluğu’nu ve imparatorluğun toplumsal yapısını inceliyor.

Çiftçilik, milattan önce 7000’lerde Hindistan’da İnduş Vadisi’nin batısındaki Kacchi Ovası’nda başladı. Burada buğdayın yabanıl ataları, arpa, sığır, koyun ve keçiler ehlileştirmeye uygundu. Bu doğal kaynaklar, küresel ısınma ve aşırı avlanma ile temsil bulan ekolojik krizden bir çıkış yolu sunmuştu.

Bununla birlikte İnduş Vadisi insanları çiftçilerin etkisinden üç bin yıl boyunca büyük oranda bağışık kalmışlardı. Alüvyal taşkın ovasının devam eden doğal bereketi, milattan önce 4000’lere dek tarımla uğraşmayı gereksiz kılmıştı.

Ondan sonra tarımın yayılması hızlı oldu. Milattan önce 4000’li yıllar zarfında İnduş Vadisi tarımsal köylerle dolduruldu. Milattan önce 3000’lerin ortasında, nehir havzalarındaki toprağın işlenmesiyle yaratılan devasa üretim fazlası bir “kent devrimi”ni devam ettirdi. İnduş, Erken Bronz Çağ’da bağımsız medeniyetlerin var olduğu dünyadaki sadece dört yerden biri haline geldi.

Milattan önce 2000’lerde, var oluşlarından sadece 500 yıl sonra Mohenjo-daro, Harappa ve diğer İnduş şehirleri terk edildi. Hint Yarımadası’ndaki Erken Bronz Çağ medeniyeti kendi ağırlığı altında çöktü. Kent merkezli seçkinlerce gerçekleştirilen aşırı birikim büyük bir ihtimalle, ahşap ve taştan yapılmış aletlere dayalı tarımsal ekonominin üretici kapasitesini felce uğrattı.

Orta Asya bozkırlarının göçebe çobanları arasında, kuzeye oranla çok değişik bir kültür gelişti. Bu uçsuz bucaksız alan, batıda Karpatlar’dan doğuda Mançurya’ya kadar uzanan yüzlerce millik bir çayır şeridiydi. Düşük yağış, şiddetli soğuk kışlar ve kızgın sıcak yazların bileşimi nedeniyle tarım, bozkırlarda yavaş bir ilerleme gerçekleştirmiştir.

Bozkır göçebeleri, atı evcilleştirdi, at arabasını icat etti, alaşım yayı geliştirdi ve bakır, bronz, gümüş ve altından müthiş objeler üretti. Heybetli doğuştan savaşçılar olan bozkır göçebeleri dünyanın en iyi atlı okçularıydı.

Bozkırlarda yaşam istikrarsızdı. İnsanların sayısı, sürülerin büyüklüğü ve otlağın yeterliliği ince bir dengedeydi. Eğer sıcak bir yaz çayırları yakıp yok ettiyse, savaş, yerinden edilme ve kitlesel göç bunu takip edebilirdi. Bu nedenle bozkır insanlarının, sel gibi güçle daha geniş bir dünya üzerinde etkisi olabilirdi.

Belirli aralıklarla ancak önceden kestirilemeyen bir şekilde Orta Asya dışına aktılar, gıda ve yem, ganimet ve servet, yerleşecekleri yeni bir yurt arayarak batıya, güneye ve doğuya, kurumuş çayırlardan bereketli ekilebilir topraklara yöneldiler. Örneğin milattan sonra 13. yüzyılda Moğollar, 5. yüzyılda Hunlar ve milattan önce 3. yüzyılda Çin’in kendisine karşı Çin Seddi’ni inşa ettiği Hiung-nu bunlardandı.

Çok önceleri, milattan önce 1500’lerde Aryenler bozkırları terk ettiler, Hindikuş Dağı’nı aştılar ve kuzeydoğu Hindistan’daki İnduş Vadisi’ne girdiler.

Göçebe çoban istilacılar olarak nispeten sayıca az ve ilk sıradaydılar; yaşam biçimleri ve kültürleri daha önce olduğu şekliyle devam edecek gibi görünüyordu. Bununla birlikte, yüzyıllar boyunca Kuzey Ovası’ndan Ganj Vadisi’ne ve sonrasında da güneye doğru Deccan’a yayıldılar.

O zaman, Hindistan’a milattan önce 800 dolaylarında ulaşan ve Hint-Aryenlerin balta girmemiş ormanlardaki ağaçları devirmesine, kuzey ve orta Hindistan’ı çiftliklerle kaplamalarına fırsat veren demire sahiplerdi.

Aryenler atları, at arabalarını ve fetihçilerin savaşçı kültürlerini tanıttılar. Hindu inancı muhafazakârdı, ritüelleştirilmişti ve korkunç güç tanrıları ile doldurulmuştu. Kast sistemi, savaşla şekil verilen yeni toplumsal hiyerarşiyi taşlaştırmıştı. Aryenler savaşçıydılar (kşatriya), rahiptiler (brahman) ve toprak sahibiydiler (vaişya). Dördüncü bir kast, surdalar karışık ırklardan köylülerdi. Yeni gruplar, Aryen-Hindu toplumuyla giderek büyüyen bir alt-kast aracılığıyla bütünleştiler.

Hinduizm kast sistemini meşrulaştırmıştır. Toplumsal düzen doğal bir düzendi, kutsal olarak onaylanmıştı ve yükselme kişisel bir meseleydi. Erdemliler uyumlu olanlardı; öldükten sonra daha üst bir kastta yeni bir bedende dirileceklerdi. Diğer yandan karşıt görüştekiler bir sonraki yaşamda alt kasta düşürülmeyi bekleyebilecekti.

İstilacılar kendi dillerini de doğurdular: Sanskrit. Bu dil, modern Avrupa dillerinin çoğunun türediği Hint-Avrupa dil grubunun değişik bir biçimiydi. Bununla birlikte Hindistan’da kast sistemi dilin kitleselleşmesini önledi: Sanskrit, eğitimli elitlerin dili haline geldi.

Demir teknolojisi Ganj Vadisi’ni zengin çiftlikler, güçlü hükümdarlıklar ve büyük ordularla doldurdu. Üç yüz yıl süresince rakip devletler üstünlük için savaştı. Milattan önce 321’de Çandragupta Maurya’nın tahtı zorla almasıyla Magadha, bu devletlerin en güçlüsü olarak ortaya çıktı. Bir Yunan yazar, Magadha ordusunun gücünü 200 bin piyade, 20 bin süvari, 2 bin savaş arabası ve 3 bin fil şeklinde tahmin etmiştir.

Milattan önce 321 ile 303 yılları arasında Çandragupta, Ganj Vadisi’ni, Kuzey Ovası’nı ve İnduş Vadisi’ni ele geçirdi. Hemen ardından gelen halefleri güney Hindistan’da başka fetih savaşları açtılar ve milattan önce 260’ta Maurya İmparatorluğu bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş olan bölgenin neredeyse tamamını kapsadı.

Maurya fethi şiddetliydi. Kalingalılar direnenlerin sonuncularıydı fakat Maurya imparatoru Aşoka onları tamamen ezdi, 150 bin insan sürüldü, 100 bin insan öldürüldü.

Fethedilen bölgenin sömürülmesi sistematikti. Köleler (genellikle savaş esiriydiler) madencilikte, inşaatta, endüstride ve ev hizmetlerinde çalıştırıldılar. Köylüler toprakta çalıştırıldı. Hükümet bentlerin, sarnıçların ve kanalların bakımını sağladı. Sıradan köylüler kendi arazilerine kira, ürünlerine vergi verdiler. Tüccarlar ve zanaatkârlar da çeşitli vergi ve paylar verdiler.

Maurya İmparatorluğu, haraç veren köylü ve küçük tüccarların temeline dayalı olan bir üstyapıydı. Bu durum, Çandragupta zamanından devlet idaresine ve ekonomiye dair bir eser olan Arshashastra’da belirgindir. Tüm topraklar imparatora aitti ve tüm köylülerin ona vergi borcu vardı. Tek aracılar devletin atadığı yetkililerdi.

İmparatorluk şehirlere, şehirler ilçelere, ilçeler köy gruplarına bölünmüştü ve en küçük biri köydü. Her bir köyün muhtarı vardı. Her köy grubunun bir saymanı ve tahsildarı bulunuyordu. Ve hiyerarşi, altındakine değil üstündekine karşı sorumlu olan astlar şeklinde gidiyordu.

Bir ihbarcılar ağı halkın içinde casusluk yapıyor ve muhalifleri yetkililere bildiriyordu. Maurya fethini tamamlayan ve sonrasında imparatorluk idaresini şekillendiren Aşoka (milattan önce 269-232), Dhamma anlayışını destekleyerek herkesi kapsayıcı bir ideolojik hegemonyaya erişmeye çalıştı.

Budizm’in muhafazakâr bir biçimi olan Dhamma (Dharma adı da verilir; ç.n.) toplumsal harmoni çıkarına, farklılıkların hoş görülmesine ve gizli tutulmasına vurgu yapıyordu. Bu, Maurya toplumunun aykırılıklarını dondurarak kurutma girişimiydi.

İşe yaramadı. Aşoka’nın ölümünden 50 yıl sonra Maurya İmparatorluğu dağıldı. Yönetici sınıfın Hindu ve Budist kesimleri arasında gerginlikler vardı. Buyruk altına alınan devletler başkaldırdı. Dış düşmanlar ülkenin parçalarını kopardı.

Askeri üstyapı devasaydı. Romalı bir yazar, rakamları 600 bin piyade, 30 bin süvari ve 9 bin fil şeklinde belirtir. Ancak Maurya devleti, birleşmiş bir yönetici sınıf, ortak bir kültür ve iyi iletişimden oluşan yapıştırıcı olmaksızın alelacele bir araya getirilmiş bir karışımdı.

Pers İmparatorluğu dışarıdan fetih ile yok edildi. Maurya İmparatorluğu iç ahenk olmadığından içeriye doğru çöktü. Buna karşın Ch’in İmparatorluğu 2000 yılın ardından son buldu. Şimdi buna döneceğiz.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6527-a-marxist-history-of-the-world-part-12-india-the-mauryan-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Batı Asya: Pers İmparatorluğu" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner bu bölümde, demirden yapılan araçların artı değeri yükseltmesiyle birlikte yaşanan gelişmeleri ve bunun sonuçlarından biri olan Pers İmparatorluğu’nu inceliyor.

Bronz Çağı imparatorlukları küçük ve ayrışmıştı. Mısır’da Nil, Irak’ta Dicle ve Fırat, Pakistan’da İnduş ve Çin’de Sarı Nehir’in büyük alüvyonlu taşkın ovalarına kurulmuşlardı. Uygarlığın bu ilk merkezlerinin arasında büyük çöl alanları, bozkırlar ve dağlar yayılmıştı.

Ahşap ve taş aletlerle üretkenlik düşük ve artı değer küçüktü. Bronz Çağı teknolojisini kullanarak, sadece büyük nehir vadilerinin olağanüstü bereketi şehirler kurmak, orduları ayakta tutmak ve imparatorluklar yaratmak için zenginlik sağlandı.

Geç Bronz Çağı’nda bile Knossos (Girit’te), Miken (Yunanistan’da) ve Truva (Türkiye’nin kuzey batısında) gibi yerleşimler nispeten azgelişmiş çevreyi temsil ediyordu. Buralarda mütevazı büyüklükte ve kocaman saraylar ya da kaleler vardı. Minos’un tüccar prenslerinin ve Miken savaş ağalarının servetleri, Yeni Krallık firavunlarınınkiyle karşılaştırılamazdı.

Bu durum, milattan önce 1000’den sonraki yüzyıllarda değişti: uygarlığın ve imparatorluğun çapı patlama yaptı. Demir Çağı çiftçileri arazilerin bakirliğini kırdılar ve buralarda buldukları ağır zemini sürdüler. Üretkenlik ve nüfus hızla arttı. Artı değerler, Demir Çağı imparatorlukları kurucularının Bronz Çağı’ndaki atalarını gölgede bırakmalarına elverişliydi.

Milattan önce 3. yüzyılın sonunda Çin, Ch’in devleti savaş ağası Shih Huang-ti tarafından birleştirildi. Shih Huang-ti, Geç Bronz Çağı’nda Şang Hanedanı’nın hâkim olduğunun beş katı büyüklükte bir alana egemen oldu.

Bundan bir asır önce, milattan önce 4. yüzyılın sonlarında Mauryalı savaş ağası Çandragupta, ilk Hindistan imparatorluğunu kurdu. Bir asır sonra zirve noktasına ulaşan Maurya İmparatorluğu sonunda İnduş Vadisi’nin büyük bölümünü, Kuzey Ovası’nın tamamını, Ganj Vadisi’ni, Nepal’i ve Deccan’ı kapladı.

Bundan iki asır kadar önce, milattan önce 6. yüzyıl ortasında üç büyük Pers fatihi, Sirus, Kambises ve Darius daha da büyük boyutta bir imparatorluk kurmuştu. Milattan önce 500 civarlarında, imparatorluğun doruk noktasında batıda Trakya’dan (Bulgaristan), doğuda İnduş’a (Pakistan), kuzeyde Kafkasya Dağları’ndan güneyde Nübye Çölü’ne kadar uzanmıştı.

Persler güneybatı İran’da çetin dağ vadilerinin yerleşik çiftçileriydiler. Medler, geniş kuzeydoğu İran bozkırlarının göçebe atlılarıydılar. Milattan önce 550’de Pers ve Med fetihle birleştirildi. İki nesil içinde Irak, Mısır, Türkiye, Pakistan ve Afganistan imparatorluğa dâhil edilmişti.

Milattan önce 6. yüzyılın Pers İmparatorluğu, bu nedenle uygarlığın dört asli merkezinden üçünü kapsamıştır –Nil, Dicle, Fırat ve İnduş nehir vadileri. Bunlar ve bunların arasında kalan alanlar tek bir emperyal devlet çatısında birleştirilmiştir ve haraç veren eyaletler yığını olarak yönetilmiştir.

Bu eyaletleri, birleşik bir kültürel bütün olacak şekilde kaynaştırma girişimi olmamıştır. Per İmparatoru’na “Yüce Kral” adı verilmiştir –kendi etnik ve dini kimliklerini, ekonomik ve toplumsal örgütlülüklerini ve kendi politik yapılarını koruyan, bariz biçimde tebaa olan bir dizi halkın yöneticisiydi.

Persepolis’teki imparatorluk sarayının ana izleyici salonuna giden tören merdivenlerini taş rölyef heykeller süsler. Bunlar, 23 ayrı tebaadan gelerek Ulu Kral’a aralarında giysiler, metal kaplar, altın, fildişleri, atlar ve develer, antiloplar, aslanlar ve okapiler gibi egzotik hayvanların olduğu hediyeler ya da haraçlar veren heyetleri tasvir eder.

Persepolis’teki binalardaki yazılar, imparatorluğun en önemli insanlarını listelerken, binlerce yazılı kil tablet de kraliyet ailesinin, memurların ve işçilerin gıda ya da gümüş masraflarını belgeler.

Böylesi geniş bir alanda haraç toplanması nasıl mecburi kılınmıştı? İmparatorluk, genel valilerin (satrap denilen) yönettiği büyük eyaletlere bölünmüştü. Satrapların imparatorluk başkentiyle bağlantısını bir yol ağı ve resmi posta sistemi sağlıyordu. Örneğin Kral Yolu, Türkiye’nin batısındaki eyalet başkenti Sardes’ten İran’ın batısındaki imparatorluk başkenti Susa’ya uzanmıştı.

Satraplar büyük orduları ve filoları yönetiyorlardı. Ancak büyük isyan ya da dış sefer olaylarında Ulu Kral önderliğinde ihtişamlı bir ordu oluşturulurdu. Bu ordunun bileşimi, imparatorluğun çok dilli karakterini yansıtırdı: her bir etnik bileşen kendi tarzıyla savaşırdı.

Ulu Kral’ın zenginliği Persepolis, Susa, Hamedan, Pasargad ve Babil’deki kraliyet saraylarının büyüklüğünden anlaşılır. Persepolis, izleyici salonlarının, bekleme odalarının, haraçlar için depoların, imparatorluk korumaları için koğuşların, duvarla çevrilmiş bir av alanının, devasa bir süs bitkisi bahçesinin ve zanaatkârların, tüccarların ve işçilerin geniş bir çarşısının yer aldığı uçsuz bucaksız bir yerleşimdi.

Büyük İskender milattan önce 331’de Persepolis’i ele geçirdiğinde, en zengin Yunan şehri olan Atina’nın 300 yıllık gelirine eşit değerdeki bir hazineyi de zaptetmişti.

Zenginliğine kasrşın Pers İmparatorluğu görece istikrarsız ve kısa ömürlü oldu. Kiros, Persleri ve Medleri birleştirerek güçlü bir fetih aracı yaramıştır. Persler mızrak ve yaylarla piyade olarak savaşmıştır. Medler ise birinci sınıf hafif süvariydiler. Hareketlilik, ateş gücü ve darbe vuran eylemin sonuçtaki bileşkesi bir fetih kasırgası yarattı.

Ancak askeri üstünlük, siyasi egemenlik ya da toplumsal dönüşüm ile denk tutulamaz. Persler sadece mevcut yönetici sınıfları birleştirmiş ve artı değerlerinin bir kısmını sahiplenmiştir. İmparatorlukları, güçle dayatılanı koruyacak her türlü birbirine bağlılıktan yoksundu.

İmparatorluğun genişliği ve çeşitliliği merkezi zayıflatmıştı. Yerel krallar ve eyalet satrapları muazzam gücü kullanıyordu. Başkaldırı yöreseldi, özellikle de daha uzak sınırlardaydı.

Pers İmparatorluğu, jeopolitik olarak kopuk ve kültürel anlamda birbirine yabancı varoluşları –Türkiye, Mısır, Irak, İran, Afganistan ve Pakistan- birbirine çimentolama girişimiydi. Bu nedenle doğal yatkınlığı kaynaşmadansa bölünmeyeydi.

Gelgelelim, kırılgan kabuğu parçalayan bir dış güç oldu. Milattan önce 6. yüzyıl sonlarında en büyük genişliğine ulaşmasıyla Pers İmparatorluğu, en uzak kuzeybatı sınırındaki bir başka uygarlıkla çarpıştı. Bu çarpışma, küçük köylü-çiftçi topluluklarına karşı dünyanın gördüğü en büyük imparatorluğun zenginliğini aşındırdı.

Pers İmparatorluğu, tamamen farklı iki toplumsal ve siyasi düzenin sınırlarını test etti. Her ikisi de Demir Çağı’nın ürünleriydi. Ancak bunlardan biri adeta küresel çapta antik emperyalizmin bir kopyası iken, diğeri ise devrimin öfke ve mücadelesinde yaratılmış yeni bir toplumsal düzendi. Demir Çağı dönüşümünün, en ileri toplumsal biçimine eriştiği yerler, Antik Yunan’ın küçücük şehir devletleriydi.

Bununla birlikte, buna dönmeden önce Hindistan ve Çin’deki uygarlığın istikametini göstermeliyiz.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6421-a-marxist-history-of-the-world-11-western-asia-the-persian-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Demir İnsanları" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Bu bölümde, uygarlaşmamış çevre ülkelerinde milattan önce 1300’lü yıllarda dünyayı dönüştürecek olan endüstriyel devrimin başlangıcı inceleniyor.

Birçok devrim, küresel sistemin çekirdeğinden ziyade çevresinde ortaya çıkar. Çevredeki yaşam daha az güvence altındadır, daha az kemikleşmiştir ve bundan dolayı daha az muhafazakârdır.

El emeği, Bronz Çağı’nın eski emperyal uygarlıklarında sömürülmüş ve küçümsenmiştir. Devasa artı değerler koparılmış ve savaşlarla, anıtlarla ve lüks ile heba edilmiştir. Yeni teknoloji yatırımı için geriye çok az şey kalmıştır.

Var olan seçkinler için yenilik, her halükarda tehlikeliydi. Yenilik düşünmeyi, sorgulamayı ve yeni olasılıkların tahayyülünü içerirdi. Bu nedenle insanoğlunun yaratıcılığı sadece iş görecek maddi kaynakları reddetmedi, aynı zamanda rahiplerin büyü ve mistisizmleriyle de uyuşturuldu.

Bir durgunluk ortamına karşı, ara sıra beceri kıvılcımı göze çarpar. Cam işçiliğini Mısırlılar, muhasebeyi Babilliler, alfabeyi de Fenikeliler icat etmiştir. Hâkim olana istisnalar şöyle meydana çıkıyor: lüks bir eşya, zenginliğin ölçülmesinin yolu ve bunu kaydetmek için bir yazı. Böylesi icatlar çiftçiler ya da zanaatkârların pek işine yaramıyor. Bu icatlar servetin harcanması ve kontrolüyle ilgililer, üretimiyle değil. Bunlar, bilim ve emeğin birbirinden ayrı hale geldiği bir toplumu yansıtıyor.

Uygarlaşmamış çevrede öyle değildi. Milattan önce 1300’lü yıllarda, dünyayı dönüştürecek olan bir endüstriyel devrim başlamıştı.

Arkeolojik kayıtlar nettir: bu zamandan itibaren metal nesnelerin miktarı, çeşitliliği ve kapsamlılığı patlama yapmıştı. Madencilik teknolojisi giderek artan bakır, kalay ve altın tedariki sağlayacak biçimde ilerlemişti. Eritme yöntemleri gelişmişti. Ve madeni eşya yapımcıları çoklu kaplar ve benzeri görülmemiş karmaşıklıkta nesneler oluşturmak için döküm tekniği kullanmaya başlamıştı.

Sardinya’dan bronz savaşçı heykelleri vardır. Danimarka bataklıklarından da bronz borazanlar. Kaslara benzetmek için kalıplanmış bronz zırhlar. Bronz kalkanlar, kılıçlar, kınlar, mızrak başları, baltalar, at koşumları, bıçaklar ve daha fazlası. Bazen bunlar büyük yığınlarla ortaya çıkar. Binlerce Geç Bronz Çağı yığını arkeologlarca bilinmektedir. Bunlardan İngiltere Isleham’daki 6 bin 500 parça içermekteydi.

Kısa zaman içinde bundan daha önemli şeyler oluyordu: madenciler, demiri direngen filizinden çıkarmanın yollarını deniyordu.

Demir yeni bir şey değildi. Yüzyıllar boyunca ilkel işlenmiş demir uygulamaları nadiren kullanılmıştı. Ancak hesaplı bir fiyatla kaliteli demir eşyaların seri imalatı için hiçbir teknik geliştirilmemişti.

Bu, çok eski çağlarda Kafkasya dağlarında yaşayan barbar bir kabilenin başarısı olabilirdi. Yeni teknoloji buradan Anadolu Hiti İmparatorluğu’na (Türkiye) sıçramış görünüyor. Bunun daha öteye yayılması, emperyal yönetici sınıfın demirden silah yapımını tek elde tutma çabalarıyla ertelenmişti.

Bu nedenle, el yapımı demir eşyalar milattan önce 1200 sonrasına dek yaygın hale gelmemiştir. Demircilik, Bronz Çağı imparatorluklarının devrilmesinin ortasında sıçrama yapmıştı. Çevrede ve büyük güçlerin ara bölgelerinde, bunun olmasıyla birlikte teknikte, üretkenlikte ve üretimdeki en büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.

Demircilik bir ekonomik, toplumsal ve siyasi değişimler zinciri oluşturmuştur. Bronz pahalı ve nispeten yumuşaktı. Bu nedenle Bronz Çağı çiftçilerinin çoğu bronzdan değil, ahşap ve taştan yapılmış aletler kullanıyordu. Demir bol, ucuz ve serttir. Kullanımının önündeki engel yüksek erime noktası olmuştur.

Eritme, özel haddehaneler gerektiriyordu –yüksek ısılara ulaşması için havayı demir cevheri ve kömürden oluşan karışıma doğru iten körüklerin kullanıldığı fırınlar. Teknik bulunur bulunmaz sıradan çiftçiler kendi bahçelerinde haddehanelerini kurabilmiş ve kendilerini metal aletlerle donatabilmişlerdir.

Demir ile birlikte üretkenlikte artışın mümkün kılındığından şüphe duyanlar, ahşap bir kürekle yeri kazmayı ya da taş bir balta ile ağaç kesmeyi denemeliler. Demir, üç bin yıl önce tarımda, endüstride ve savaşta devrim yarattı. Etkisi, 19. yüzyılda buhar gücünün olduğu kadar dönüştürücüydü.

Aynı zamanda sosyal dünyayı tepetaklak edeceğinin de habercisi oldu. Bronz aristokratikti. Bronz Çağı dünyasına, savaş arabalarına binen pahalı silahlar ve zırhlarla donanmış savaş ağaları egemendi. Bunlar, ilkel aletlerle aralıksız çalışmak zorunda olan köylü kitlelerince desteklenmişti.

Demir, en önemli doğrayıcı ve kesiciydi. Demirden yapılmış baltalara sahip insanlar, yeni tarlalar yaratmak için sık ormanları ve cangılları temizleyebilirdi. Ayrıca demir sabanlarla ağır killi toprakları sürebilirlerdi. Demir teknolojisi, yeni bir tarımsal öncüler ve özgür köylüler dalgasını zincirlerinden saldı.

Demir aynı zamanda demokratikti. Bronz ustaları saraylar, demirciler köyler için çalışırdı.

Demir, sıradan insana bir mızrak ve bir kılıç verdi. Ve eğer bunun gibi bir başka adamla omuz omuza durursa –bir falanj oluşturduysa- savaş arabası taarruzunu durdurabilirdi. Ve bunu yapabilirse toprak ağasını öldürebilirdi.

Çok sayıda küçük şefin hüküm sürdüğü dış dünyada yerleşimden yerleşime giden, mal ve hünerlerini satan Erken Demir Çağı demircileri yeni dünya düzeninin bundan habersiz özneleriydi. Rakip şefler onların hizmetleri için kapışıyor ve bu durum ekonomik değerlerini, toplumsal konumlarını ve kendilerine ve zanaatlarına biçtikleri değeri yükseltiyordu. Dolayısıyla bu durum ona mükâfatlarını, bağımsızlığını ve bir mucit olmak için özgüvenini veriyordu.

Homeros, bu durumdan bazı şeyler yakalamıştır. İlyada ve Odessa’nın içeriği dört asrı kapsamaktadır. Şiirler milattan önce 12. yüzyılı resmetmektedir, ancak ağızdan ağza aktarılan destanlar olarak milattan önce 8. yüzyılda yazılı biçimde son hallerine erişmişlerdir. Homeros bazen Geç Bronz Çağı’nı, bazen ise kendi Antik Çağ’ını betimlemektedir.

Homeros, “Bir kâhin, bir doktor, bir şarkıcı, bir zanaatkâr her yerde memnuniyetle karşılanacağından emindir” dediğinde, bize imparatorluk sonrası çağda, milattan önce 8. yüzyılın “Karanlık Çağları”nda, küçük şefler ve gezgin demirciler dünyasında vaziyetin nasıl olduğunu anlatır.

İlk olarak uygarlaşmamış kuzeyde ortaya çıkan bağımsız zanaatkârlardan oluşan yeni sınıf, Homeros zamanında Doğu Akdeniz’de kökleşmişti.

Milattan önce 12. yüzyılda Geç Bronz Çağı imparatorlukları çökmüş, birbirlerine karşı askeri mücadelede tükenmiş, içerideki direniş ve dışarıdan gelen saldırıyla parçalanmıştı.

Bunları yerinden eden jeopolitik sistem, daha küçük devletlerin –Mısır gibi küçülmüş emperyal devletler, Ugarit gibi ticari şehir devletleri ve Filistin gibi uygarlaşmamış yerleşimler- sürekli değişen manzaralarıdır.

Demircilik, bu yeni, daha açık ve daha az yukarıdan aşağı dünyada gelişti. Deniz ticaretinin ada merkezi olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de milattan önce 11. ve 12. yüzyıllardaki demir temelli endüstriyel devrime öncülük etti.

Eski iniş çıkış döngüsü, Bronz Çağı uygarlığının tekrarlayan ritmi kırıldı. Yeni bir teknoloji yeni bir ekonomi, yeni toplumsal ilişkiler ve yeni politik biçimler yarattı. Tarih, taze kanallar oluşturdu.

Bu kanalların bazılarını şimdi çizelge ile göstermemiz gerekiyor –Pers, Hindistan, Çin ve hepsinden önemlisi Akdeniz’de.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6353-a-marxist-history-of-the-world-part-10-men-of-iron adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Tarih Nasıl Meydana Gelir" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Dizinin bu bölümünde, müsrif, durgun ve kriz eğilimli toplumlar yaratan sınıfsal ayrışmanın ilk safhaları inceleniyor ve “tarihin nasıl meydana geldiği” sorusuna yanıt aranıyor.

“Kent Devrimi”, Bronz Çağı’nın büyük emperyal uygarlıklarını yarattı. Fakat bu uygarlıklar savaşa, anıtlara ve lükse yüksek düzeyde boşa harcama ile niteleniyordu –rekabete dayalı olan ve bu nedenle birikerek çoğalan bir harcama.

Bu boşa harcama, dünyanın uzlaşmaz sınıflara ve rakip devletlere bölünmesinden kaynaklanıyordu. Ve bu, verimli kaynaklar ve rezervler ekonomisinin içini boşaltacak şekilde köylülüğün aşırı sömürülmesi ile sonuçlandı.

Emperyal uygarlıklar bundan dolayı ekonomik anlamda durgun ve toplumsal anlamda muhafazakârdı. İlerlemenin önünde aşılması güç engeller oluşturan, sınıfların ve devletlerin temelleriydi.

Bronz Çağı çıkmazı, duraklamak ve durumu değerlendirmek için faydalı bir fırsat sağlar. Şu anda karmaşık toplum yapısının tüm unsurları yürürlükte, öyleyse şu soruyu yöneltmek uygun: tarih nasıl meydana gelir?

Tarihsel süreci üç motor sürükler.

Birinci olarak teknik anlamda gelişme vardır. İlerleme, doğa üzerinde daha iyi hâkimiyeti olası kılan bilgi birikimi, emek üretkenliğinde artış ve insan ihtiyaçlarını tatmine uygun ekonomik kaynakların genişletilmiş mevcudu olarak tanımlanabilir.

Bu anlamda ilerleme kaçınılmaz değildir. Örneğin Shang Hanedanı Çin’inde, Miken Yunanistan’ında ya da Norman İngiltere’sinde bütün köylü nesilleri, tüm ömürlerini ne tarımsal ekipmanda, ne de yardımcı ekipmanda hiçbir kayda değer yenilik deneyimlemeden geçirmiş olabilir.

Sadece modern kapitalist toplumda teknik gelişme üretim biçiminde esastır. Marx, bu konudaki fikrini açıklarken açık bir biçimde şunu belirtmişti: “Eski üretim biçiminin değişmez biçimde korunması, tam tersine, daha önceki tüm endüstriyel sınıfların mevcudiyetinin birinci koşuluydu.”

Kapitalizm öncesi toplumdaki ilerleme rastlantısaldı, sosyo-ekonomik sistemin dinamiğinin özünde olan bir şey değildi. Sınıflı toplum öncesinde insan topluluklarının varoluşlarını tehdit eden ekolojik kriz muhtemelen kritik önemdeydi. Neolitik Devrim, küresel ısınma ve av hayvanlarındaki ani azalış karşısında bir yanıtmış gibi görünüyor.

Kapitalizm öncesi sınıflı toplumda, tekniğin gelişmesi daha geniş bir etki türü meselesiydi; bazıları yeniliğin hızlandırıcılarıyken, bazıları da ilerlemenin önünde engeldi. Bunu anlamak için, tarihsel sürecin diğer iki motorine göz atmamız gerekiyor.

İkinci motor, servet ve iktidar için yöneticiler arasındaki rekabettir. Bu, hem yönetici sınıflar içinde, örneğin rakip soylu gruplar arasında çekişme, hem de yönetici sınıflar arasında, rakip devletler ve imparatorluklar arasında olan çekişme şeklini alır.

Modern kapitalist toplumda böylesi bir rekabet hem ekonomik, hem politik-askeri boyutlara sahiptir. 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki dünya savaşı esasen rakip milli-kapitalist bloklar arasındaydı.

Bunun aksine, kapitalizm öncesi sınıflı toplumda yöneticiler arasındaki tüm rekabet esasen politikti. Rekabetçi askeri birikim halini almıştı. Dünya, rakip gruplara ve devletlere bölünmüştü. Siyasi güvensizlik daimi bir durumdu. Askeri rekabet sonuçtu: her birinin rakibinden daha hızlı biçimde asker toplamaya, istihkâm ve silahlanmaya doğru amansız sürüklenmesi.

Tarihsel sürecin üçüncü motoru sınıflar arasındaki mücadeledir. Antik dünyada, rekabetçi askeri birikim yönetici sınıfın sömürü oranını arttırmasını ve köylülerden daha çok üretim fazlası sağlamasını gerektiriyordu.

Bu sürecin iki sınırı vardı. Biri, köylülerin ve ekonomik sistemin kendi kendini yeniden üretebilmek zorunda olmasıydı: aşırı vergilendirme, toplumsal düzenin maddi temelini tahrip edecekti (ve bazen de ediyordu). Diğeri ise köylülerin sömürüye karşı direnişiydi.

Bronz Çağı’ndaki sınıf mücadelesine dair çok az şey biliyoruz. Bir istisnası, Mısır’daki Teb şehrinde (günümüzün Luksor’u) milattan önce iki binlerden kalan belgelerden sağlanmaktadır. Bu belgeler, tapınakları ve seçkinlerin mezarlarını yapan hünerli madenciler, taş ustaları, marangozlar topluluğu ile ilgilidir.

Belgeler, sınıflar arası gerginliği tescil etmektedir. Esnaflar görece iyi kazansa ve makul saatlerle çalışsa da, zorba yöneticiler bazen vidaları sıkmaya çalışıyormuş. “Üretim fazlası”nın gereksimin olduğuna inananlar bir kez daha zorla çalıştırmayı kabul ettirmişlerdi. Fakat sömürülen bazen karşı koymuştu. Belgelerden biri, milattan önce 1170’te eşleri tarafından desteklenen esnafların yiyecek paylarının verilmesinin gecikmesi ve ailelerinin açlıkla karşı karşıya kalmasıyla birlikte greve gittiğini gösteriyor –tarihte kaydedilmiş ilk örnek.

Üç motor: teknik anlamda gelişme, rakip yöneticiler arasındaki rekabet ve sınıflar arası mücadele. Her bir motor çok farklıdır. Her biri farklı dışavurumlarla, değişken hızlarda ve kesintili etkiyle işler. Bu nedenle tarihsel süreç son derece karmaşıktır. Her bir motorun kendisi, sadece çelişkilerin bağlantı noktası değil, aynı zamanda her üç motor da eşzamanlı işler, bazen aynı doğrultuya, bazense zıt doğrultuya sürüklenir.

Bu nedenle her tarihsel durum emsalsizdir. Her biri ekonomik problemlerin, toplumsal gerilimlerin, siyasi uzlaşmazlıkların, kültürel farklılıkların ve kişisel etkilenimin kendine özgü “konjonktürü”dür.

Konjonktür, tarihsel devinimin meydana geldiği şartları sağlar. Ancak şartlar, sonucu belirlemez. Bu, tarihin gelecekteki yönüne karar veren toplumsal güçlerin –örgütlenmiş insan topluluklarından oluşan- çatışmasıdır.

Bronz Çağı uygarlığının ardı arkası kesilmeyen krizlerine dönelim. Boşa harcama, kaynakları üretken teknikten koparmış ve deney ve yenilenmeyi bastırmıştır. Dahası: bilimdeki ilerleme, büyü, din ve mistifikasyonun diğer biçimlerince engellenmiştir.

İlerleme, “doğru bilinç”e bağlıdır –dış gerçeklikle aynı olmasından ötürü insan eyleminde yararlı bir rehber olan dünya bilgisi-. “Yanlış bilinç” – tanrı-kral inancı, ilahi telkin ya da örneğin aynin faydası- aksi bir etkiye sahiptir: bilimin, uygulamalı çalışmanın ve dolayısıyla toplumsal ilerlemenin önünde engeldir.

Teori ve pratik, gerçek dünyada tekniği ve üretkenliği, şuuru ve özü, edebi kültürü ve emeği geliştirmek için etkileşmek yerine, emperyal uygarlıklarda ayrık hale gelmiştir. Mısırlı rahipler toprağı değil yıldızları incelemiştir ve doğa bilimlerinin değil mumyalamanın rehberini yazmışlardır. Mısırlı köylüler tarafından yaratılan zenginlik, putların anıtlarında israf edilmiştir. Mısırlı sanatçıların hünerleri, “el işi” olma şeklinde hor görülmüştür.

Bunun sonucunda, eski uygarlıklarda ilerleme engellenmiştir. Çıkmazı dağıtabilecek hiçbir yeni güç beslenmemiştir. Tarihin enerjisi, emperyal iniş çıkışın çarkını döndürmede tüketilmiştir.

Ancak milattan önce 1200’dem dünya sisteminin özü, sosyo-ekonomik muhafazakârlığın durgun yoğunluğunun üzerindeki jeopolitik kargaşa saçmalığı olarak görülebilseydi, çevre daha devingen olurdu. İşte, kralların, rahiplerin, bürokratların hâkimiyetinden nispeten bağımsız olan engin Bronz Çağı dünyasının göçebeleri, çiftçileri ve zanaatkârları, bili ve becerinin sınırlarını zorlamıştır.

Birçok buluş vardı. Ancak bunlardan biri en önemlisiydi. Bronz pahalı, aristokratik ve sağlam aletler ve silahlar yapmak için çok yumuşaktı. O buluş, ucuz, sert ve tüm dünyayı fethedecek derecede herkes için mevcut bir metaldi.

Geç Bronz Çağı krizinin kargaşa ve didişmesinin ortasına, Kuzey’den yeni istilacılar geldiler: demir insanları.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6256-a-marxist-history-of-the-world-9-how-history-happens adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Yazı dizisinin "Bronz Çağı'nda Kriz" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Kuzey İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadele eden dört örgütten üçü bir araya gelerek yeniden IRA’yı (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) oluşturdu. Geçtiğimiz hafta yayımlanan bir deklarasyonla ilan edilen Cumhuriyetçilere yakın kaynaklar, “Yeni IRA”nın, bünyesinde Geçici IRA, Gerçek IRA ve Derry kenti merkezli Uyuşturucuya Karşı Cumhuriyetçi Eylem üyelerinin yer aldığı birkaç yüz silahlı kişiyi barındırdığını belirtiyor. Bir diğer Cumhuriyetçi yapı olan Devamlılık IRA ise yeni oluşumun dışında kaldı.

Yeni IRA’nın “Silahlı Konsey”i imzasıyla geçtiğimiz hafta yapılan açıklama şu şekilde:

“Kapsamlı istişarelerin ardından, İngiliz devletinin silahlı kuvvetlerine karşı silahlı eylemlere katılmış İrlanda cumhuriyetçileri ve birtakım örgütler, birleşik bir yapı içinde, tek bir önderlik altında, İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) tüzüğüne bağlı olarak bir araya gelmiştir.

IRA önderliği, 1916 Bildirgesi’nde kutsal kabul edilen ideal ve prensiplerin tamamen gerçekleştirilmesine bağlı kalmaya devam etmektedir.

Son yıllarda özgür ve bağımsız İrlanda’nın inşası, İrlanda milliyetçiliği önderliği arasındaki başarısızlık ve cumhuriyetçilik içindeki çatlaklar nedeniyle gerilemeye uğramıştır. Yurdumuzdaki çatışmanın temel sebebi, ulusumuzun vazgeçilemez hakkı olan kendi kaderini tayinin tahrip olması ve bundan daha bahsedilmemiş olmasıdır. Bunu yerine İrlanda halkı sahte bir barışa satılmış ve bu, Stormont’taki sahte bir parlamento tarafından incelenmeden onaylanmıştır.

Bunu onaylamayan cumhuriyetçiler, İngiliz devlet güçlerinin tacizine, tutuklamasına ve şiddetine maruz kalmaktadır; diğerleri ise bir İngiliz derebeyliği doğrultusunda enterne edilmektedir. Provokasyon ve çatılmayı seçen IRA değil İngiltere’dir.

IRA’nın silahlı mücadele vekâleti İngiltere’nin, İrlanda halkının ulusal kendi kaderini tayin ve bağımsızlık gibi temel haklarını inkârından kaynaklanmaktadır –İngiltere, İrlanda’da ulusal ve demokratik hakların inkârında ısrar ettikçe IRA bu hakların olduğunu göstermeye devam edecektir.

İrlandalıların özgürlüğü arayışında silahlı mücadelenin gerekliliğinin önüne ancak, ülkemizdeki İngiliz askeri varlığının ortadan kalkması, silahlı milislerinin dağıtılması ve ülkemizdeki İngiliz siyasi müdahalesinin ortadan kaldırılması sürecini detaylandıran uluslararası gözleme tâbi bir takvimle geçilebilir.”


Çeşitli kaynaklardan derlenerek çevrilmiştir.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi