Content feed Comments Feed

Monthly Review dergisi editörü John Bellamy Foster, Monthly Review Kasım sayısında kapsamlı bir küreselleşme sürecinden yola çıkarak, kâr maksimizasyonu hedefi doğrultusunda sermayenin ve üretimin uluslararası transferine dair kapsamlı bir değerlendirmede bulundu. Foster; "ucuz emek cenneti" olarak görülen Çin ve benzeri ülkelerdeki yedek emek ordusunun bugünkü halinin sürekli olmayacağına ve uluslararası sermayenin/çokuluslu şirketlerin aşırı sömürü yolu ile sağladığı kârların sonsuza dek süremeyeceğine işaret ediyor.


Son birkaç on yılda, kapitalist ekonomide üretim küreselleşmesi yönünde muazzam değişiklikler olmuştur. Üretimdeki ve hatta önceden küresel Kuzey’de yer almış olan hizmet üretimlerindeki -Kuzey’in önceden var olan üretiminin bir payı ile birlikte- artışın çoğu, bugün, ortaya çıkan bir avuç ekonominin hızlı endüstrileşmesini besleyen küresel Güney’e doğru açılmakta. Bu değişikliği 1974-75 ekonomik krizinden ve neoliberalizmin yükselişinden —ya da Doğu Avrupa ve Çin’in dünya ekonomisine olan uyumunun küresel kapitalist emek gücünde büyük bir artışa sebep olmasıyla 1980’lerde ve sonrasında patlamasından doğduğunu görmek alışılmıştır. Ancak, ele alacağız küresel bir ölçekte üretimin temelleri, 1950’lerde ve 1960’larda atılmıştı ve 1974’te ölen, çokuluslu şirketin başında gelen teorisyeni Stephen Hymer’ın eserinde çoktan anlatılmıştı.

Hymer’a göre, çokuluslu şirketler, belirli bir pazarın ya da sanayinin önemli hisselerini kontrol eden devasa bir şirketin tipik bir firma olduğu tekelci (ya da oligopol) modern sanayi yapısından gelişmiştir. Gelişimlerindeki belli bir noktada ( ve sistemin gelişiminde) bu büyük şirketler, yabancı şubelerin kontrolü ve mülkiyeti yoluyla tekelci çıkarlar arayarak—yerel pazarların ve maddelerin kolay erişimi ile birlikte-- zengin ekonomilerde merkezlerini oluşturdular, yurtdışına yayıldılar. Bu tür firmalar, ürünleri için uluslararası işbölümü kurumsal planlaması şeklindeki kendi içlerindeki yapıyı özümsediler. Hymer şöyle gözlemlemiştir: “Çokuluslu şirketler, uluslararası döviz örgütlenmesinin bir yolu olarak, pazar için yedektirler.” Üretimin uluslararası hale getirilmesine ve dünya ekonomisine artarak hükmedecek olan “uluslararası oligopol” sistemi düzenine merhametsizce sebep olmuşlardır. (1)

1975’te ölümünden sonra yayımlanan son yazısı “Uluslararası Politika ve Uluslararası Ekonomi: Radikal Bir Yaklaşım”da, Hymer, muazzam “gizli artık nüfus” konusuna ya da hem gelişmiş ekonomilerin arka bölgelerinde hem de “merdivenin altında çalışmak için sürekli akan artık nüfusu oluşturmak için yıkılabilecek” gelişmemiş ülkelerdeki yedek emek ordusu konusuna odaklanmıştır. Marx’a müteakip, Hymer “sermaye birikimi, bu yüzden, proletaryayı ilerletir” diyerek ısrar etmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerle birlikte “iç yedek emek ordusu”na ilaveten geniş “dış yedek emek ordusu”, artık nüfusun devamlı hareketini iş gücüne çevirerek ve “böl ve yönet” süreciyle emeği küresel olarak zayıflatarak, çokuluslu sermayenin, üretimi uluslararası hale getirebileceği gerçek maddi temelini kurmuştur. (2)

Bu nedenle, Hymer’ın eserini yakından göz önünde bulundurmak, günümüzde merkezi bir mesele haline gelen Kuzey’den Güney’e “büyük küresel iş yönelimi”nin (3) bunların her birinin bir rol üstlendiği söylenebilmesine karşın uluslararası rekabet, sanayiden kaçış, ekonomik kriz, yeni iletişim teknolojileri -ya da küreselleşme ve finansallaşma gibi genel olaylar bile- kapsamında o kadar da anlaşılmadığı konusunu aydınlatmaya hizmet ediyor. Aslında, bu yönelimin çokuluslu şirketlerin küresel yayılımı ve dünya çapında üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinden doğan tekelci sermayenin esas olarak uluslararası hale gelmesinin bir sonucu olarak görülmesi gerekir. Ayrıca bu, dünya çapında ücretlerin (varlık ve yokluk ile birlikte) kutuplaşmasının bütün bir sistemine bağlıdır. Bunun temeli de küresel yedek emek ordusundadır.

Dünya ekonomisine artarak hükmeden uluslararası oligopoller, gerçek rekabetten kaçınıyorlar. Bunun yerine fiyat alanında dolap çeviriyorlar. Örneğin Ford, Toyota ve diğer önde gelen otomobil firmaları, son ürünlerinin fiyatında, birbirlerine fiyat kırarak satış yapmaya çalışmıyorlar -çünkü bunu yapmak, bütün bu firmaların kârını düşürecek olan yıkıcı bir fiyat savaşına neden olurdu. Fiyat rekabetiyle -ekonomik teorideki başlıca rekabet türü- çoğu bölüm yasaklandığı için, olgun bir pazarda veya sanayide kalan rekabetin iki ana şekli şunlardır: (1) ana üretim (emek ve hammadde) maliyetinde azalmayı gerektiren düşük maliyet yönetimi için rekabet ve (2) “tekelci rekabet” olarak bilinen, yani, pazarlama veya toplam satış çabasına yöneltilen oligopol rekabet. (4)

Uluslararası üretim açısından, dev şirketlerin kâr paylarını genişletmek için ve tekel derecelerini belirli bir sanayi ile kuvvetlendirmek amacıyla olası en düşük maliyet için gayret etmelerini anlamak önemlidir. Bu, oligopol rekabetin doğasından gelir. Harvard İşletme Okulu’ndan Michael E. Porter, 1980’de Rakip Strateji’de şöyle yazmıştı:

Düşük maliyet yönetimine sahip olmak, sanayisinde, firmanın ortalamanın üstünde kazanç sağlamasına neden olur. Bunun maliyet yönetimi, şirkete rakiplerden gelen rekabete karşı bir savunma sağlar, çünkü daha düşük maliyetler, rakiplerinin rekabet yoluyla kazançlarını yarıştırdıktan sonra hâlâ kâr sağladığı anlamına gelir… Düşük maliyet, girdi maliyeti artışıyla baş edebilmek için daha fazla esneklik sağlayarak güçlü tedarikçilere karşı savunma sağlar. Düşük maliyet yönetimine yön veren faktörler genellikle, ölçek ekonomileri ya da maliyet kârları açısından önemli iştirak zorluklarına da sebep verir. (5)

Bu düşük maliyet yönetimi ve daha yüksek kâr payları arayışı, 1960’larda doğrudan yabancı yatırımların yaygınlaşmasıyla başlayarak, üretimin bir hayli fazla bölümünün “açıkta kalması”na yön vermiştir. Ancak bu, geniş bir düşük ücretli emek yaratmak amacıyla, üçüncü dünya ülkelerinde devasa potansiyel emek havuzlarının başarılı akışını gerektirdi. Son on yıllarda sermayeye uygun küresel emek gücünün genişlemesi esas olarak iki faktör sebebiyle meydana geldi: (1) topraklardan çiftçilerin çıkartılmasıyla kentteki gecekondu nüfusunun genişlemesi sonucunda endüstriyel tarım aracılığıyla küresel az gelişmiş ülkelerin büyük bir kısmının tarıma dayalı emeğinin düşürülmesi/çiftçilikten koparılması; ve (2) önceki “fiilen var olan sosyalist” ülkelerin emek gücünün dünya kapitalist ekonomisiyle birleşmesi. 1980 ve 2007 yılları arasında küresel emek gücü, Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, yüzde 63’lük bir artış ile 1.9 milyardan 3.1 milyara ulaştı--gelişmekte olan dünyada bulunan emek gücünün yüzde 73’ü ve tek başına Çin’de ve Hindistan’da yüzde 40’ı ile. (6)

“Gelişmekte olan ülkeler”in (bazı Doğu Avrupa ülkelerini içerse de, burada küresel Güney’den bahsedilmekte) payındaki değişim, dünya sanayi istihdamında, “gelişmiş ülkeler” (küresel Kuzey) ile ilişkili olarak, Tablo 1’de görülebilir. Bu, Güney’in sanayi istihdamı paylaşımının 1980’de yüzde 51’den 2008’de yüzde 73’e kadar büyük ölçüde yükseldiğini gösteriyor. Birleşik Devletler’in toplam ithalatına oranla, gelişmekte olan ülkelerin ithalatı, yirminci yüzyılın ikinci yarısında dörtten daha fazlasına katlamıştır. (7)

Grafik 1. Sanayi İstihdamı Dağılımı, 1980-2008



Notlar: “Sanayi İstihdamı”, madencilik, imalat, kamu hizmetleri (elektrik, gaz ve su tedariki) ve inşaatı içeren geniş bir kategoridir. 2003’ten 2007’ye kadar, imalat ve madencilik, Birleşik Devletler’deki toplam sanayi istihdamın yüzde 58.1’ini bulurken, Çin’de oran, yüzde 75.2 idi. Bu nedenle, en büyük iki ekonomiye dayanarak, geniş “sanayi istihdamı” kategorisi sistemsel olarak, dünya imalat paylaşımının gelişmekte olan ülkelerdeki gelişme kapsamını daha azmış gibi gösterir. Ülkeleri “gelişmekte olan” (Güney) ve “gelişmiş” (Kuzey) olarak sınıflandırmak Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’ndan (UNCTAD) çıkmadır. Örnek, tüm dönemde 83 ülkenin ortalamasını almıştır ve ILO veri kullanılırlığına bağlı ülke-düzey dizisinde kopmalar olmuştur. Örneğin, veri sadece Hindistan için 2000 ve 2005 yıllarında mevcuttu ve bu iki yıl içindeki ani artışları açıklar.

Kaynaklar: ILO, “Key Indicators of the Labour Market (KILM), 6. Basım, Yazılım Paketi (Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü, 2009); UNCTAD, “Ülkeler, Ekonomik Gruplamalar”, 28 Haziran 2011’de oluşturulan UNCTAD Online İstatistiki Veritabanı, http://unctadstat.unctad.org (Cenevre: İsviçre 2011)

Bu küresel mega trendlerin sonucu, bugün bir yandan aşağıda, küresel emek sonu gelmeyen düşük ücretlerle ve üretici istihdamın kronik yetersizliğiyle yüzleşirken, tepede yoğunlaşmış şirket kontrolüyle ve kârlarıyla bulduğumuz dünya ekonomisinin tuhaf yapısıdır. Olgun ekonomilerdeki durgunluk ve hasıl olan birikim finansallaşması, Morgan Stanley’den Stephen Roach’un “küresel emek arbitrajı” olarak sözlendirdiği şeyi, yani şirketler ve yatırımcıların büyük geri dönüşleriyle sonuçlanan uluslararası ücret hiyerarşisini sömürmekten gelen ekonomik ödül sistemini yürütmesine yardım ederek, bu eğilimleri pekiştirmiştir. (8)

Buradaki savımız, emperyalist sistemdeki (başka bir yerde tartıştığımız çok uluslu şirketin kendisinin analizi ötesinde) bu değişimleri anlamanın püf noktasının, küresel yedek ordusunun gelişiminde bulunması gerektiğidir—ilk fark edenlerden biri Hymer olan. Küresel kapitalist emek gücünün gelişiminin (mevcut yedek emek ordusu dâhil) üçüncü dünya işçiliğinin konumunu büyük ölçüde değiştirmesinin yanı sıra, ücret düzeylerinin durağan olduğu ya da bu veya başka sebeplerden dolayı düştüğü zengin ekonomilerdeki işçiliğe de bir etkisi olmuştur. Her yerde, çokuluslu şirketler, dünya çapında sermaye ve işçiliğin nispi durumlarını değiştirerek, böl ve yönet politikasını uygulamışlardır.

Anaakım ekonomistler, bu değişimleri analiz etmekte pek yardımcı olmuyor. New York Times köşe yazarı Thomas Friedman tarafından geliştirilen küreselleşmenin Panglossyen (mantıksız derecede iyimser; ç.n.) bakış açısına göre, çoğu geleneksel ekonomistler küresel emeğin gelişimini, Kuzey-Güney iş değişimini ve uluslar arasındaki ekonomik farklılıkların (avantajlar/dezavantajlar) yok olduğu yer olan giderek yükselen “düz dünya”yı açıkça yansıttığı için uluslararası düşük ücret rekabetinin yayılmasını görüyorlar. (10) Geleneksel ekonomist tutumunu temsil eden Paul Krugman’ın belirttiği gibi: “Eğer politika oluşturanlar ve aydınlar, düşük ücret rekabetinin [gelişmiş ülkeler ve küresel ekonomi için] ters etkilerinin vurgulanmasını önemli buluyorlarsa, o zaman, en azından ekonomistler ve iş liderleri için de onlara hatalı olduklarını söylemek eşit derecede önemlidir. Burada Krugman’ın hatalı muhakemesi, ücretlerin daima verimlilik gelişimine göre düzenlendiği varsayımına temellendirilmiştir ve kaçınılmaz sonuç yeni bir dünya ekonomik dengesi olacaktır. (11) Her şey, tüm kapitalist dünyaların en iyisindeki, en iyisi için. Aslında, bu anlamda geleneksel ekonomist kampında endişeler varsa, göreceğimiz gibi, küresel emek arbitrajından gelen büyük kazanımların ne kadar süre korunabileceğine dair kaygılarla ilgili olmak zorunda. (12)

Keskin bir tezatla, küresel emek arbitrajı olayının arkasında, Marx’ın “kapitalist birikimin mutlak genel yasası” geliştirilmesinde yeni bir küresel söylemin yattığını vurgulayan bir yaklaşım geliştirelim. Bu söyleme göre:

Toplumsal refah, işler sermaye ve bunun gelişiminin enerjisi ve kapsamı ne kadar büyük olursa, proletaryanın mutlak hacmi, işçiliğinin verimliliği ve endüstriyel yedek emek ordusu da o kadar büyük olur… Fakat aktif emek ordusuna nispeten bu yedek ordusu ne kadar büyük olursa, sefaleti, işçilik şeklinde uğramak zorunda olduğu işkence miktarına ters oranda olan birleştirilmiş artık nüfusun hacmi o kadar büyük olur. Sonuçta, işçi sınıfının ve endüstriyel yedek ordusunun muhtaçlaştırılmış kısımları ne kadar kapsamlı olursa, resmi muhtaçlaştırma o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.
(13)

Harry Magdoff ve Paul Sweezy’nin 1986’da belirttiği gibi:

Bugünlerde… bu ‘yasa’nın hareket alanı tüm küresel kapitalist sistemdir ve bunun en görkemli dışavurumları, işsizlik oranlarının yüzde 50’ye ulaştığı ve yoksulluk, açlık ve açlıktan ölmenin artarak yerel hale geldiği üçüncü dünya ülkeleridir. Ancak, ileri düzeyde kapitalist milletler hiçbir şekilde bunun işleyişine bağışık değildir: 30 milyondan fazla kadın ve adam, mevcut emeğin yüzde 10’undan fazla, OECD ülkelerinde işsiz; ve en zenginleri olan Birleşik Devletlerin kendisinde, resmen tanımlanan yoksulluk oranları, periyodik ilerleme döneminde bile yükselmekte. (14)

Yirminci yüzyılın sonlarının ve yirmi birinci yüzyılın yeni emperyalizmi, dünya sisteminin en tepesinde, tekel finans sermayesinin hükmü tarafından ve aşağıda ise büyük küresel yedek emek ordusunun ortaya çıkışı tarafından böyle nitelendirilmektedir. Bu geniş kutuplaşmanın sonucu, düşük ücret entegrasyonu, kapitalist üretimde yüksek derecede sömürülen işçiler ile Güney’den çıkarılan, “emperyalist rant”ın bir artışıdır. Bu daha sonra, yedek emek ordusunun büyümesi ve aynı zamanda sömürü düzeyinin artması için bir kaldıraç haline gelir. (15)

Marx ve sermaye birikiminin genel yasası

Sermaye birikiminin genel yasasına hitaben, ilk olarak Marx’ın taraflı yasasına yöneltilen yaygın bir yanlış anlamayı belirtmek önemlidir. Bağlamından koparılan bir ya da en fazla iki pasaja dayanarak, egemen çevre eleştirmenlerinin “fakirleştirme teorisi” ya da “yükselen sefalet doktrini” olarak sözlendirdikleri şeyi Marx’a atfetmek, bu eleştirmenler için alışıldık bir durumdur. (16) Bunun tasviri John Strachey’in 1956’da Çağdaş Kapitalizm adlı kitabında yapılır ki, bunun büyük kısmı bu noktada Marx’a tartışmaya adanmıştır. Strachey, tekrar tekrar Marx’ın, kapitalizm altında artmayacak gerçek ücretleri “tahmin ettiğini”, böylece işçilerin ortalama yaşam standartlarının sabit kalması veya düşmesi gerektiğini, bunu Marx’ın tarafında derin bir hata olarak sunarak münakaşa etmiştir. Ancak, Strachey, bu görüşü geliştiren tüm müteakip eleştirmenlerle birlikte, Kapital’daki (Komünist Manifesto’nun başlarındaki bir cümleyle beraber --Marx’ın ekonomiye dair çalışmalarından biri değil) taraflı bir cümleyi buna sözde kanıt göstermeyi başarmıştır. Bu yüzden, birinci cildin sonundaki “kamulaştıranların kamulaştırılması”ndaki meşhur özet paragrafında Marx (Strachey tarafından alıntılandığı gibi) şöyle yazmıştır: “Bu nedenle, kapitalist kodamanların (ki bunlar bu dönüşen sürecin tüm avantajlarını gasp eder ve tekelleştirirler) sayısında aşamalı bir eksilme olurken, buna karşılık olarak yoksulluk, baskı, köleleştirme, yozlaşma ve sömürüde artış meydana gelmektedir…” (17)

Kaba bir fakirleştirme tezinin güçlükle çınlayan kanıtı! Marx’ın değindiği daha çok, sistemin, tepedeki nispeten daha az sayıda bireysel sermaye tarafından sermayenin giderek artan biçimde tekelleştirilmesi ve buna ilişkin aşağıdaki insanların fakirleşmesi arasında kutuplaşmasıdır. Bu pasaj, gerçek ücretlerle ilgili hiçbir şeyden bahsetmemiştir. Ayrıca, Strachey kasıtlı olarak alıntı yaptığının hemen öncesindeki, Marx’ın sadece zengin ülkelerdeki işçi sınıfıyla alakadar olmadığı, aksine tüm kapitalist dünya ile ve küresel işçi sınıfıyla—ya da onun söylediği gibi “dünya pazar ağındaki tüm insanların karışımı ve bununla birlikte kapitalist rejimin uluslararası karakter gelişimi”- ilgilendiğini belirttiği cümleyi hariç tutmuştur. Aslında, Roman Rosdolsky, “Marx’ın Kapital’ini Yapma”da, “fakirleştirme teorisi”ne “gerçeğin özü”, insan sefaletinde olan mutlak artışa doğru bu tür eğilimlerin iki çevrede bulunduğunu, birincisinin (geçici) krizin tüm zamanlarında, ikincisinin (kalıcı) ise dünyanın sözde gelişmemiş bölgelerinde bulunduğunu yazmıştır. (18)

Fakirleştirmenin kaba bir teorisinden uzak olmakla, Marx’ın genel yasası, sermaye birikiminin nasıl meydana geleceğini açıklamaya yönelik bir teşebbüstü: yani, iş talebindeki büyümenin, kârları sıkıştıracak ve birikimi kesecek olan ücretlerde neden devamlı bir yükselişe yol açmadığı. Dahası, şunu açıklamaya hizmet etmiştir: (1) işsizliğin kapitalist sistemde oynadığı işlevsel rolü; (2) krizin bütün olarak işçi sınıfına bu kadar yıkıcı olmasının nedeni ve (3) nüfusun büyük bir kısmının muhtaçlaştırılmasına yönelik eğilim. Bugün bu, en büyük önemini “küresel emek arbitrajı” hesabında taşır, yani, büyük tekel kazançlarının sermaye kazanımları ya da işçiliğin küresel hareketsizliğinden çıkar sağlama için dünyanın gelişmemiş bölgelerine belli üretim sektörlerini naklederek emperyal rant ve küresel Güney’in birçoğunda asgari (ya da asgarinin altında) ücretin varlığı.

Fredric Jameson’ın son zamanlarda “Kapitali Temsil Etmek”te belirttiği gibi, Marx’ın birikimin genel yasasına yönelik İkinci Dünya Savaşı sonrasının erken döneminde yapılan “alaya” rağmen, “bu…artık bir alay malzemesi değil.” Daha çok, genel yasa “dünya çapında Kapital’in günümüz gerçekliğine” ışık tutuyor. (19)

Marx’ın tezine yakın bir inceleme yapmak bu nedenle önemlidir. Marx, birikimin genel yasasıyla ilgili en çok bilinen yegâne açıklamasında şöyle yazmıştır:

Nispeten sermaye biriktikçe, işçinin durumu, ödemesi yüksek ya da düşük olsun, kötüleşmeli… Birikimin enerjisi ve kapsamıyla denk olarak ilgili artık nüfusu her zaman bağlayan yasa, işçiyi sermayeye, Hephaestus’un Prometheus’u taşa bağlamasından daha kesin olarak perçinler. Bu, servet birikimiyle uyumlu olarak, sefalet birikimini gerekli bir durum haline getirir. Bu nedenle, bir kutuptaki birikim, aynı zamanda karşı kutuptaki sefalet, işçilik, kölelik, cehalet, vahşet ve ahlaki yozlaşmanın birikimidir, yani, sermaye olarak kendi ürününü üreten sınıfın tarafında. (20)

Yedek emek ordusu veya “göreli artık nüfus” ve sermaye birikiminin arasındaki “eşitliğe” dikkat çekerek, Marx, “normal” şartlar altında, birikimin büyümesinin çok sayıda işçinin çıkarılmasıyla sonuçlandığı takdirde engellenmeden ilerleyebileceğini savlıyordu. İşçilerin ortaya çıkan “artıklığı”, birikimi durdurmaya sürükleyecek gerçek ücretlerdeki gereğinden fazla artışa doğru bir eğilimi engeller. O halde “fakirleştirmenin” kaba bir teorisinden çok, birikimin genel yasası, kapitalizmin, işsizlerden oluşan yedek emek ordusunun devamlı nesli aracılığıyla, üstteki göreli zenginlikle aşağıdaki göreli yoksulluk arasında kutuplaşmaya doğal olarak eğilimli olmasına ışık tutmuştur -çalışan işçilerin sömürü oranındaki artış için büyük bir kaldıraç teşkil ederek, ikincide yer alma tehdidi ile.

Marx, genel yasayı ele alışına doğrudan gözlemlemeyle başlamıştır, belirttiğimiz gibi, sermaye birikimi, diğer her şeyin eşit olmasıyla, emek talebini artırmıştır. Bu emek talebinin mevcut işçi tedariki ile ilişki kurmasını ve böylece kârları sıkıştırmak ve ücretleri yükseltmesini önlemek için, çıktının herhangi belirli bir düzeyinde gereksinim duyulan emek miktarını düşürecek karşı bir kuvvetin varlığı lazımdı. Bu esas olarak, doğuran teknoloji ve yeni sermaye girişiyle emek verimliliğindeki artışlarla, emeğin yerinden edilmesiyle elde edildi. (Marx özellikle, esas olarak nüfus artışı tarafından belirlenen emeği öngören klasik “ücretlerin tunç kanunu”nu reddetmişti.) Bu yolda, “üretim araçlarını sürekli kökten biçimde değiştirerek” kapitalist sistem, daha az sıklıkla olmamakla birlikte, aktif emek ordusundakilerle iş için rekabet eden yedek emek ordusunu ya da göreli artık nüfusu çoğaltabilir. Marx, “Durgunluk ve ortalama refah dönemleri esnasında, endüstriyel yedek emek ordusu, aktif emek ordusuna bastırır; hararetli faaliyet ve aşırı üretim dönemleri esnasında ise hak taleplerine gem vurur. Göreli artık nüfus bu nedenle, işe yaradığı emeğin arz talep kanunukarşısında geri plandır. Bu, bu yasanın faaliyet alanını, kapitalin işçileri sömürmeye ve hükmetme becerisine kesinlikle uygun olan sınırlarına hapseder” demiştir. (22)

Eğer birikimin bu önemli kaldıracı korunacaksa, yedek emek ordusunun (eğer artış yoksa) aktif emek ordusuna sürekli bir oranda kalması için devamlı olarak doldurulması gerektiğini söyleyerek devam etmiştir. Generaller, orduları “askere toplayarak” savaşları kazandılarsa, kapitalistler de “işçi ordusunu işten çıkararak” kazanmışlardır. (23)

Marx’ın iyi bilinen sermayeyi yoğunlaştırma ve merkezileştirme analizini, birikimin genel yasası tezinin bir bölümü olarak geliştirdiğini belirtmek önemlidir. Bu yüzden, daha büyük ve daha az sermayeyle ekonomiye hükmedilmesine yönelik eğilim, yedek emek ordusunun büyümesinin olduğu kadar genel yasayla ilgili ayrıntılı tezinin bir parçasıdır. İki süreç birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. (24)

Marx’ın yedek emek ordusunun çeşitli bileşenlerinde meydana gelen analizi karmaşıktı ve onun zamanı için istatistiki olarak ilişkili kategoriler olan kapsamlılık ve sağlamlığı bir arada amaçlıyordu. Bu sadece “tamamen işsiz” olanları değil, aynı zamanda “kısmen çalışan” olanları da kapsıyordu. Bu nedenle, göreli artık nüfus, “bütün şekillerde mevcuttur” diye yazmıştır. Yine de, keskin ekonomik kriz dönemleri dışında, göreli artık nüfusun üç ana şekli vardı: değişken, gizli ve durgun. Bunun en üstünde, yedek emek ordusunun çok daha fazla unsurunu saklayan resmi yoksulluğun sağlam bir ek alanı vardı.

Değişken nüfus, birikimin normal iniş ve çıkışları yüzünden ya da teknolojik işsizlikten kaynaklanan çalışmayan işsizlerden oluşurdu: son zamanlarda çalışmış ama şu anda çalışmayan ve yeni iş arama sürecinde olan insanlar. Burada Marx, sürekli daha genç, daha ucuz işçi arayan sermaye ile, istihdamın yaş yapısını ve işsizliğe olan etkilerini ele almıştır. Çalışma süreci o kadar sömürücüydü ki, işçiler fiziksel olarak hızlıca tükeniyorlardı ve oldukça erken bir yaşta, çalışma hayatları doğru dürüst bitmeden ıskartaya çıkarılıyorlardı. (25)

Gizli yedek emek ordusu, Marx’ın yazdığına göre, kapitalist üretim tarafından ele geçirilir geçirilmez emek talebinin “mutlak bir şekilde düştüğü” tarımda bulunuyordu. Bu nedenle, geçimlik tarımdan kentlerdeki sanayiye işçiliğin “sürekli bir akımı” vardı: “Kentlere olan devamlı hareket, kırsalda, devamlı gizli bir artık nüfusu önceden varsayar ki bunun da kapsamı sadece dağılım kanallarının açık olduğu istisnai zamanlarda görülür. Tarım işçisinin ücretleri bu nedenle minimuma indirgenir ve o her zaman yoksulluğun bataklığında tek ayak üstünde durur.” (26)

Yedek emek ordusunun üçüncü ana şekli olan durgun nüfus, Marx’a göre, “aşırı derecede düzensiz istihdamıyla aktif yedek ordusunun bir parçasını” oluşturmuştur. Bu, bütün yarı zamanlı, serbest (ve bugün informal olarak adlandırılan) işçiliği içerir. Bu kategorideki ücretlerin “işçi sınıfının ortalama normal düzeyinin altına batmakta olduğu” söylenebilir (başka bir deyişle, emek gücünün altına). İşte burada yığının şişmesi büyük çapta sanayi ve tarım tarafından “ ‘fazlalık’ yapılanlarla” sonlanmıştır. Aslında, bu işçiler “[işçi] sınıfında yedek emek ordusunun diğer unsurlarından daha genel bir artışın” “nispeten daha büyük bir parçasını” temsil etmiştir.

Bu durgun yedek ordusunun en büyük kısmı, imalat adına taşeron organlar tarafından uygulanan ve sözde “ucuz işçilik” tarafından hükmedilen, başlıca kadınlar ve çocuklar olmak üzere, “metris”ten oluşan “modern domestik sanayi”de bulunması gerekirdi. Böyle taşeron işçiler, çoğu zaman bir sanayideki fabrika işinden ağır geliyordu. Örneğin, Londonderry’deki bir gömlek fabrikası 1000 işçi alıyordu fakat ayrıca kırsal kesimde buna bağlı 9000 taşeron işçi bulunuyordu. Burada “ekonominin en kanlı yanı” açığa çıkmıştı.

Marx’a göre, fakirlik “ilgili artık nüfusun en düşük tortusunu” oluştururdu ve tüm işçi nüfusunun “varlığın en istikrarsız… durumu”nun en belirgin olduğu yer burasıydı. “Fakirlik, aktif emek ordusunun hastanesi ve endüstriyel yedek ordusunun ölü ağırlığıdır” diye yazmıştır. Asıl “lümpen proletarya” ya da “serseriler, suçlular, fahişeler” vs. ötesinde, yoksulların üç kategorisi vardı. İlki, çalışabilenler ve iş talebinin en çok olduğu zamanda, endüstriyel refahın her döneminde fakirlerin sayısının düşüşünü yansıtanlardı. Bu sadece refah zamanlarında işe alınan yoksul maddeler, aktif emek ordusunun bir uzantısıydı. İkincisi, kapitalist sistemde yayılma dönemlerinde büyük rakamlarla sanayiye çekilen yetimleri ve fakir çocukları içerirdi. Üçüncüsü, “cansız, kaba ve çalışamayacak durumda olanları, özellikle uyum sağlamak için yetisizliklerine, iş bölümünden kaynaklanan bir yetisizlik, dayanamayan insanları; işçinin ortalama yaşam süresinin ötesinde yaşamış insanları ve madenlerin, kimyasal işçilerin, vs. tehlikeli makinelerinin büyümesiyle sayıları artan sanayi kurbanlarını, hırpalanmışları, hastaları, dulları vs.” içine alırdı. Bu tür fakirlik, kapitalizmin kendisinin bir yaradılışıydı “fakat kapital genellikle bu [sosyal maliyetleri] kendi omuzlarından, işçi sınıfına ve önemsiz burjuvaya nakletmeyi çok iyi bilir.”

Küresel yedek ordusunun tüm kapsamı, çok daha fazla işçilerin geçiçi olarak istihdama sürüklendiği ekonomik refah dönemlerinde çok belirgindi. Bu yabancı işçileri içerirdi. Yukarıda bahsedilen yedek ordularının bölümlerine ilaveten, Marx, zirve üretim dönemlerinde İrlandalı işçilerin İngiliz sanayisinin istihdamının içine çekildiğini belirtmiştir—öyle ki İngiliz üretiminin ilgili artık nüfusunun bir bölümünü oluşturmuşlardır. İş döngüsünün zirvesinde aktif emek ordusunun yedek ordusunun büyüklüğüne nispeten geçici azalma, ortalama değerlerinin ve kar sıkıştırmanın üstünde ücretler çekmede etkili olmuştur—fakat Marx tekrar tekrar gerçek ücretlerdeki bu tür artışların karlılıktaki krizin baş nedeni olmadığını ve hiçbir zaman da sistemin kendisine bir tehdit oluşturmadığını göstermiştir.

Bir ekonomik kriz sırasında, aktif emek ordusundaki birçok işçi kendileri, normal yedek ordusunun en üstündeki işsiz sayısını artırma yoluyla, “fazlalık” yapılırlardı. Böyle dönemlerde, ilgili artık nüfusun ağırlığı, ücretleri ortalama değerlerinin aşağısına çekmeye eğilimli olurdu( şöyle ki, tarihi olarak emek değerinin belirlenmesi). Marx’ın kendisinin de söylediği gibi, “Üretimde durgunluk işçi sınıfının bir kısmını aylak eder ve böylece çalışan işçileri ücretlerde düşüşü, hatta ortalamanın altında bir düşüşü, kabul edecekleri konumlara yerleştirir.” Böylece, ekonomik kriz zamanlarında, yedek ordusunu ve aktif emek ordusunu içine alan organik bir bütün olarak işçi sınıfı, açlığa ve hastalığa dayanamayan birçok insanla korkunç konumlara yerleştirilmiştir.

Marx politik ekonomi eleştirisini tamamlayamamış ve sonuç olarak planlanan dünya ticareti üzerine olan cildini asla yazmamıştır. Yine de, birikimin genel yasasını nihayetinde dünya seviyesine uzandığını gördüğü açıktır. Zengin ülkelerde bulunan sermayenin daha ucuz yurtdışı işçiliğinden—ve geniş artık iş havuzlarının varlığı tarafından olası hale getirilen dünyanın gelişmemiş bölümlerinde sömürünün daha yüksek düzeylerinden (ve üretimin kapitalist olmayan biçimleri) çıkar sağlayacağına inanmıştır. 1867’de (Kapital’in ilk cildinin yayımlandığı yıl) Birinci Uluslar arası Lausanne Kongresi’ndeki konuşmasında, şöyle belirtmiştir: “İngiliz işçi sınıfı tarafından sürdürülen bir çalışma gösteriyor ki işçilerine karşı çıkmak için, işverenler ya işçileri yurtdışından getiriyorlar ya da ucuz emeğin olduğu ülkelere imalatı naklediyorlar. Bu ilişkiler durumunda, eğer işçi sınıfı başarı şansıyla mücadelesine devam etmeyi arzuluyorsa, ulusal organizasyonlar uluslar arası olmalıdır.”

Eşit olmayan değişim gerçekliği, Marx’ın sözleriyle, “fakirlerin değişimle kazandığı yerde bile zengin ülkeler fakir olanları sömürür,” hem Ricardo hem de J.S. Mill’de bulunabilecek olan klasik ekonominin temel, bilimsel bir ilkesidir. Bu daha yüksek çıkarlar, fakir ülkelerdeki işçiliğin ucuzluğuna bağlıydı—ki bu az gelişmişliğe ve görünürde sınırsız iş tedarikine atfedilebilir (her ne kadar zorla işçilik olsa da). Mrx şöyle gözlemlemiştir: “Çıkar oranı, gelişimin daha düşük derecesi adına genellikle orada[kolonilerde] daha yüksektir ve işçilik sömürüsü de köle, ırgat vs. kullanımıyla böyledir.” Bütün ticaret ilişkilerinde, zengin olan ülke, “tekel çıkarlar”(ya da sömürge kiraları) etkisinde olanı çıkartmak için bir konumda bulunurdu çünkü “daha fakir olan ülke, aldığından daha fazla nesnelleştirilmiş işçilik verir.” Böylece, kazançların ve kayıpların eşitleştirildiği tek bir ülkeye karşı olduğu için, Marx’a göre bir ulusun diğerini “aldatması” oldukça mümkün ve aslında yaygındı. İlgili artık nüfusun büyümesi, özellikle küresel düzeyde, Marx’ın anlayışına göre, sömürü oranını artrmada o kadar güçlü bir etkiyi temsil ediyordu ki, çıkar oranının düşüşü için bir eğilime karşı ve “ve onu felç edebilecek kısımda” büyük bir “karşı ağırlık” olarak görülebilirdi.

Emperyalizm hakkında Marx’ın yedek ordusunun analizlerine yararlı eklemeler yapan bir klasik Marksist teorisyen de Rosa Luxemburg’tu. Kapital Birikimi’nde, birikimin devam etmesi için, “sermayenin kısıtlama olmaksızın dünya emeği harekete geçirebilme yetisinde olması gerektiğini” tartışmıştır. Luxemburg’a göre, Marx, gereğinden fazla “kapitalist gelişimin yüksek düzeyini içeren İngiliz konumlarından etkilenmiştir.” Tarmda gizli rezerve ithafta bulunmuş olmasına rağmen, yedek ordusunun tanımında üretimin kapitalist olmayan şekillerinden(çiftçilik gibi) artık işçilik çekmeyi ele almamıştır. Ancak, küresel birikim için artık işçiliğin bulunması gereken asıl yer burasıydı. Luxemburg, Marx’ın Kapital’inde genel yasasının tartışmasına müteakip bölümde “sözde ilkel birikimi” ele alışındaki kamulaştırmayı tartışmasının doğru olduğunu kabul etmiştir. Fakat bu tartışma temel olarak “kapitalin başlangıcı” ile ilgiliydi ve çağdaş şekilleriyle ilgili değildi. Bu sebeple, yedek ordusu analizinin, kapitalist olmayan işçiliğin “sosyal rezervuarını” göz önünde bulundurmak için küresel bağlamda uzatılması gerekiyordu.

Küresel emek arbitrajı

Marx, durmadan büyüyen bir pazarın, kapitalist üretim biçiminin “içsel gereksinimi” olduğunu ileri sürmüştür. Bu içsel gereksinim, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında tekelci kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte yeni bir anlam kazanmıştır. Çokuluslu şirketlerin ortaya çıkışı, bunun ilk olarak dev petrol şirketlerinde ve yirminci yüzyıl başlarında bir avuç başka firmada görülmesi, daha sonrasında ise İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda yaygın bir fenomen haline gelmesi, dünya çapında sermayenin bir noktada toplanması ve merkezileşmesinin ürünüydü; ancak dünya emeğinin ve üretiminin de dönüşümünü eşit ölçüde gerektirdi.

Aslına bakarsak, ekonomistler, özellikle de solda olanlar, büyük firmaların hangi yöntemle dünya üretimini ve çalışma koşullarını yeniden yapılandırdığını anlamaya çalışırken 1970’lerin başında ortaya çıkan “küreselleşme”nin bugünkü konseptine neden olan, dünya ekonomisi üzerindeki artan çokuluslu şirket egemenliğiydi. (36) Bu, 1970’lerin başıyla birlikte gün gibi ortadaydı –sadece Hymer’in kitabında değil, Richard Barnet ve Ronald Müller’in 1974’te yayımlanan ve şunları savundukları etkileyici “Küresel Erim” kitaplarında da öyleydi: “Küresel şirketin ortaya çıkışı, oligopol kapitalizmin küreselleşmesini temsil eder. Bu, dünya ekonomisini, birbirleriyle pazarın geleneksel kurallarına göre rekabet etmeyen birkaç yüz ticari teşebbüsün hemen hemen tam kontrolü altına sokan bir tek noktada toplama ve uluslararasılaştırma sürecinin doruk noktasıydı.” Dahası, emeğin bu işe bulaştırılması da muazzam düzeydeydi. Oligopolistik rekabetin, nasıl şu anda dünya çapında en düşük birim emek maliyetini aramak anlamına geldiğini açıklayan Barnet ve Müller, bunun “az gelişmiş bir ülkede ihracat düzlemi haline gelen ve Avrupalı ve Japon rakipleri gibi ABD şirketleri için de faaliyet gereksinimi halini alan bir ‘seyyar’ mağaza yarattığını” ileri sürmüşlerdir. (37)

Son yarım yüzyıl boyunca bu küresel oligopoller, üretimin bütün kısımlarını zengin/yüksek ücretli ülkelerden yoksul/düşük ücretli ülkelere taşımışlar, küresel düşük maliyet mevzisi arayışıyla, dünya emeğine yönelik böl ve yönet yaklaşımıyla küresel çalışma koşullarını değiştirmişlerdir. eneral Electric, Exxon, Chevron, Ford, General Motors, Proctor and Gamble, IBM, Hewlett Packard, United Technologies, Johnson and Johnson, Alcoa, Kraft ve Coca Cola gibi önde gelen ABD çokuluslu şirketleri, şu anda ABD’de istihdam ettiklerinden daha fazla işçiyi ülke dışında istihdam ediyorlar –hatta taşeronlar vasıtasıyla istihdam ettikleri muazzam sayıda çalışanı bu sayıya katmaksızın böyle. Nike ve Reebok gibi bazı başlıca şirketler, –yurt içinde çalışanları tamamen yönetim, ürün geliştirme, pazarlama ve dağıtım faaliyetleriyle sınırlandırarak- üretim işgücünün yüzde 100’ünü üçüncü dünya ülkelerindeki taşeronlara dayandırıyorlar. (38) Sonuç, gelişmemiş ülkelerin nüfusunun yabancı çokuluslu şirketlerin dikte ettiği koşullarda çalışan büyük kısmının, çoğu kez rizikolu koşullar altında proleterleşmesi olmakta.

Bugün, dünya seviyesinde emeğe iki gerçeklik yön veriyor: biri küresel emek arbitrajı veya emperyal rant sistemi. Diğeri ise aşırı sömürücü dünya sistemini olanaklı kılan devasa bir küresel yedek emek ordusunun mevcudiyeti. “Emek arbitrajı”, The Economist dergisi tarafından çok basit biçimde “ülke dışındaki, özellikle de yoksul ülkelerdeki düşük ücret avantajını kullanmak” şeklinde tanımlanmıştır. Marx’ın dediği gibi, bu, o nedenle bir ülkenin diğerini, yoksul ülkedeki çok daha yüksek emek sömürüsüne bağlı olarak “kazıkladığı” eşitsiz bir değişim sürecidir. (39) Çin’in endüstrileşmiş Pearl Nehri Deltası bölgesindeki üretime dair 2005 yılında yapılan bir çalışma, kimi işçilerin durmaksızın 16 saate kadar çalışmaya zorlandıklarını ve dayağın, işçi disiplininin bir aracı olarak rutin biçimde kullanıldığını ortaya koymuştu. Aşağı yukarı 200 milyon Çinli de yılda 100 binden fazla can alan tehlikeli koşullarda çalıştıklarını söylemişti. (40)

Küresel Güney’de üretimin büyümesinin ardında, büyük oranda böylesi bir aşırı sömürülme yatıyor. (41) Bunun, ortaya çıkan bazı ekonomilerin hızlı ekonomik büyümesinin temeli olduğu gerçeği, sistemin merkezindeki sermaye ve çokuluslu şirketler için olağanüstü devasa rantlar doğurduğu (sağladığı) gerçeğini değiştirmez. Çalışma ekonomisti Charles Whalen’ın yazdığı gibi: “Üretimi dışarıya taşımadaki birincil etken, emek maliyetini düşürme arzusudur… ABD merkezli bir fabrikada saati 21 dolardan çalıştırılan bir işçinin yerine saatte 64 cent alan Çinli bir fabrika işçi koyulabilir. Şu anda üretimi dışarıya taşımanın gerçekleşmesinin başlıca sebebi bunun olabilmesidir.” (42)

Bununla birlikte, küresel emek arbitrajı sisteminin, küresel tedarik zinciri aracılığıyla nasıl meydana geldiği aşırı derecede karmaşık. PC montajcısı DELL, dünya genelindeki çeşitli ülkelerde bulunan 300 farklı tedarikçiden aşağı yukarı 4500 parça satın alıyor. (43) Asya Kalkınma Bankası’nın 2010 yılında iPhone üretimine dair çalışmasında işaret ettiği gibi: “Bugün, imal edilmiş bir ürünün net biçimde küresel pazarın neresinde yapıldığını belirtmek neredeyse imkânsız. İnsanların iPhone’un arkasında California’da Apple tarafından tasarlanmış, Çin’de toplanmıştır ibaresini okuyabilmesini nedeni bu.” iPhoneların arkasındaki her iki açıklama da harfiyen doğru olsa da, her ikisi de gerçek üretimin nerede gerçekleştiği sorusunu yanıtlamaz. Apple, iPhone’u kendisi imal etmez. Aksine, gerçek imalat (yani yazılım ve tasarımı hariç her şey) esasen ABD dışında gerçekleşir. iPhone parçaları ve bileşenlerinin üretimi esasen Japonya, Güney Kore, Almanya ve ABD’de bulunan sekiz şirket (Toshiba, Samsung, Infineon, Broadcom, Numonyx, Murata, Dialog Semiconductor ve Cirrus Logic) tarafından gerçekleştirilmektedir. iPhone’un başlıca parça ve bileşenleri, birleştirilmek ve ABD’ye yollanmak üzere Foxconn’un Çin’in Şenzen kentinde bulunan tesislerine gemiyle gönderilmektedir.

Apple’ın, iPhone üretimindeki muazzam, karmaşık küresel tedarik zinciri, her bileşeni ayırarak, ürünün muazzam yoğunluk ve çok düşük ücretlerle büyük oranda ortaya çıktığı yer olan Çin’de gerçekleşen son birleştirme ile en düşük birim emek maliyetini temine yöneliktir. Foxconn’un Longhu, Şenzen fabrikasında, 300-400 bin arası işçi, aylar boyunca saatlerce durmaksızın hızlı el hareketleri yapmaya zorlanan ve kendini geceleri sürekli seyirirken bulan işçilerle birlikte korkunç koşullar altında yemek yiyor, çalışıyor ve uyuyor. Foxconn işçilerine 2009 yılında Şenzen’deki en düşük aylık ücret verildi, ya da saatlik yaklaşık 83 cent aldılar. (ABD İşgücü İstatistikleri Bürosu verilerine göre 2008 yılında Çin genelinde imalat sektörü işçilerine saatlik 1.36 dolar verildi)

Nihai ürünün birleştirilmesindeki işçilerin büyük emek girdisine karşın, bu işçilere yapılan düşük ödemeler, yaptıkları işin iPhone’un toplam imalat maliyetinin sadece yüzde 3.6’sı tutması anlamına geliyor. 2009 yılında iPhone’daki toplam kâr marjı yüzde 64’tü. iPhonelar ABD’de birleştirilseydi –Çin’in on misli olan emek maliyetleri, eşit verimlilik ve sabit bileşen maliyetlerini göz önünde bulundurarak- Apple hâlâ geniş bir kâr marjına sahip olacak, ancak oran yüzde 64’ten yüzde 50’ye düşecekti. Gerçekten de Apple, iPhone üretiminden sağladığı kâr marjının yüzde 22’sini Çinli emeğinin çok daha fazla oranda sömürülmesinden elde ediyor. (44)

Çin’deki montajın aksine, ABD’deki montajdaki daha düşük kâr marjlarının hesaba katılmasıyla ABD ile Çin arasındaki ücretlerde on misli bir farkı öngörerek, Asya Kalkınma Bankası tabii ki çok ölçülü bir varsayımı benimsemiştir. ABD İşgücü İstatistikleri Bürosu’na göre 2008 yılında bütün Çinli imalat işçileri, ABD’deki benzer bir işle karşılaştırıldığında oradaki ücretin sadece yüzde 4’ünü, Avrupa Birliği’ndekinin ise yüzde 3’ünü almaktaydı. (45) Karşılaştırırsak, 2008 yılında Meksika’daki imalat sektörü saat ücreti, ABD’deki seviyenin yüzde 16’sı civarındaydı. (46)

Çokuluslu şirketlerin –genellikle taşeronlar vasıtasıyla çalışan- böl ve yönet eğilimine yol açan Çin’deki düşük ücret “avantajı”na karşın, Asya’nın Kamboçya, Vietnam, Bangladeş gibi bazı bölgeleri hâlâ bazı üretim sektörlerini, hafif endüstriyel tekstil üretimi gibi sektörleri konumlandırmaları için daha düşük saat ücretlerine sahiptir- New York Times’ın Temmuz 2010’da gösterdiği şekilde, Wal-Mart ve Liz Claiborne gibi şirketler için ürünler üreten Hong Kong merkezli bir şirket olan Li&Fung, 2010 yılında Bangladeş’deki üretimini yüzde 20 arttırdı, aynı esnada en büyük tedarikçisi Çin’de yüzde 5 düşüş yaşandı. Bangladeş’deki hazır giyim işçileri ayda yaklaşık 64 dolar kazanırken, Çin’in sahil kesimindeki üretim alanlarında en düşük ücretler 117 ila 147 dolar arasındaydı. (47)

Çokuluslu şirketler için tüm bunların net bir mantığı var. General Electric CEO’su Jeffrey Immelt’in belirttiği gibi, “Çin’in en başarılı stratejisi –Çin’in, küresel emek arbitrajını açık biçimde desteklemesiyle birlikte-, ülkenin deflasyonist gücünü ihraç ederken pazar büyüklüğünden faydalanması”. Bu “deflasyonist güç” tabii ki daha düşük emek bedelleriyle ilgili. O yüzden bu, artık değer oranını yükseltmek (kâr marjlarını genişletmek) için küresel bir stratejiyi temsil eder. (48)

Bugün Marx’ın yedek emek ordusu analizi, doğrudan ya da dolaylı olarak (şirket çevrelerine bile) az gelişmiş ülkelerde düşük ücretli işçilerin aşırı sömürülmesinin ne kadar zaman süreceğinin saptanması için temel teşkil eder. Uluslararası Finans Kurumu Başkan Vekili Jannik Lindbaek, 1997’de “Gelişmekte olan ekonomiler: Düşük ücret avantajı ne kadar sürecek” başlıklı etkileyici bir makale sunmuştu. Lindbaek, uluslararası ücret farklılığının, zengin ülkelerdeki iplikçilik ve dokumadaki emek maliyetlerinin en düşük ücretlerin verildiği ülkelerin (Pakistan, Madagaskar, Kenya, Endonesya ve Çin) dolar bazında yetmiş katı olması, satın alma gücü paritesi (yerel yaşam maliyetinin hesaba katılmasıyla) bazında ise on katı olması şeklinde çok büyük olduğuna dikkat çekmişti.

Lindbaek, küresel sermayenin bakış açısıyla temel sorunun, aşırı düşük ücretlere ve görünürde sınırsız olan emek arzına bağlı olarak devasa bir üretim platformu olarak ortaya çıkan Çin olduğunu belirtmişti. Bu durumda kilit soru “Çin’in düşük ücret avantajı ne kadar sürecek” idi ve onun verdiği cevap da “Tarımsal üretim gelişip şehirlerde yeni işler yaratılırken Çin’in muazzam yedek emek ordusu aşama aşama ortadan kalkmış olacak” şeklindeydi. Lindbaek, yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında başlaması beklenen çalışma yaşındaki birey sayısındaki aşağı yönelimin de aralarında bulunduğu çeşitli demografik faktörlere bakarak, Çin’deki reel ücretlerin er ya da geç asgari ücretin üstüne çıkacağına işaret etti. Ama ne zaman? (49)

Anaakım ekonomistlerde, küresel Güney’deki ücretlerin baskı altında tutulmasında artık emeğin rolüne dair analizler, öncelikle W. Arthur Lewis’in 1954’te yayımlanan ünlü “Sınırsız Emek Arzıyla Ekonomik Kalkınma” makalesinden yararlanır. Tezini, Adam Smith ve Marx (aslında öncelikle ikincisine itibar ederek) gibi klasik ekonomistlere dayandıran Lewis, üçüncü dünya ülkelerinde çok geniş, görünürde “sınırsız” olan emek arzıyla birlikte, ücretler durgun ve asgari düzeyde kalırken sermaye birikiminin yüksek oranda meydana gelebileceğini savunmuştur. Bu; çiftçileri, geçici işçileri, küçük esnafı, hizmetlileri (ev içi ve ticari amaçlı), ev kadınlarını ve büyüyen nüfusu içeren çok büyük yedek emek ordusunun varlığına bağlıydı. Bununla birlikte Lewis (bu konudaki orijinal makalesinde), Marx’ın kendisinin yedek emek ordusu kavramını hatalı biçimde teknoloji kaynaklı işsizlik şeklindeki dar sorunla sınırlamıştır –bu temelde, Marx’ın ampirik dayanağının hatalı olduğunu iddia etmiş- Aslında Lewis, Marx’ın yedek emek ordusu analizinin daha geniş bir çerçevesini kendisininki olarak benimsemiştir. Bu nedenle, tarımdaki devasa gizli artık nüfus işaret etmiştir. Aynı zamanda, kapitalist olmayan kesimin çiftçilikten koparılmasının nasıl gerçekleşebileceğine işaret etmek için Marx’ın ilkel birikim kavramına başvurmuştur.

Buna rağmen Lewis, anaakım ekonomistler içerisinde en iyi, eninde sonunda bir dönüm noktası ortaya çıkacağını savunmasıyla tanınmıştır. Belli bir noktada sermaye birikimi, endüstride çalışan işçilerin gerçek ücretlerinde bir artışla sonuçlanacak biçimde (esasen kırsaldan iç göçün azalmasından kaynaklı olarak) artık emek arzını aşacaktır. Onun yazdığı şekliyle, “sınırsız emek”le birikim “süreci” ve bunun sonucu olarak reel ücretlerdeki sabitlik, “sermaye birikimi emek arzıyla aynı düzeye geldiğinde” eninde sonunda noktalanmalıdır. (50)

Bugün, Marx’ın yedek emek ordusu teorisiyle örtüşen ve aslında ondan türeyen –ama (Marx’ın yapmadığı şekilde) kapitalist kalkınmanın pürüzsüz yolunun bir parçası olarak yoksul ülkelerdeki yedek emek ordusunun eninde sonunda sınırını aşacağına dair görüşü iler süren- Lewisçi çerçeve, egemen çevre ekonomistlerinin, küresel emek arbitrajının özellikle de Çin’e bağlı olarak ne kadar sürebileceği tartışmasını ortaya atmalarındaki başlıca dayanaktır. Endişe, şu anda yoksul ülkelerdeki emeğin aşırı sömürüsünden elde edilen dev emperyal rantların hızla ufalacağı mı ya da hatta ortadan kalkacağı mı şeklindedir. Örneğin The Economist dergisi, Çin’deki artan işçi isyanlarıyla birleşen Lewisçi bir dönüm noktasının kısa süre içinde Çin ile yapılan ticaretteki devasa artık kârlara bir son vermesinden endişe duyuyor. Dergi, Çinli işçilerin, en azından şehirdekilerin, şu anda “Taylandlı ve Filipinli emsalleri kadar pahalı olduğundan” yakınıyor. Dergi, “Artık emek, bir olgu değil, bir süreç. Ve bu süreç çoktan hareket halinde olabilir” iddiasında bulunuyor. Demografi, Çinli kırsal emeğin aile arsaları ile istikrarı ve işçilerin giderek artan örgütlülüğü gibi bir sürü faktörün tamamı, emek kısıtlmalarının beklendiğinden daha erken kullanılmaya başlanmasına neden olabilir. The Economist, en azından Çin’in ihracat mallarının fiyatlarının yüzde 12’den fazla düştüğü ve Kuzey’deki sermayenin devasa kazançlar elde ettiği 1997-2005 yılları arasındaki dönemin tekrar edilecek gibi görünmediği fikrini ifade ediyor. Ayrıca Çin’deki ücretler yükselirse ve emperyal rantlar kesintiye uğrarsa çokuluslu şirketler nereye yönelecek? “Vietnam ucuz: ülkenin kişi başına geliri Çin’inkinin üçte birinden az. Fakat işçi havuzu Çin’inki kadar derin değil.” (51)

Ekonomist Minqi Li, Monthly Review’deki yazısında 1980’lerin başından beri Çin’de 150 milyon işçinin kırsal alanlardan ekntsel alanlara göç ettiğine işaret ediyor. Çin bu nedenle, gayri safi yurt içi hasılasındaki ücretlerin payında 1990-2005 yılları arasında yüzde 13’lük bir düşüş (yüzde 50’den yüzde 37’ye) deneyimledi. Şimdi, “hızlı birikimle geçen birçok yılın ardından Çin’in kırsal alanlarındaki ucuz emekten oluşan çok büyük yedek emek ordusu tükenmeye başlıyor.” Li, esas olarak, Çin’in toplam emek gücünün 2012 yılında 970 milyon ile zirve yapacağını, sonrasında 2020 yılında 30 milyon azalacağını, bu düşüşün de başlıca yaş grubu (25-54 yaş arası grup; ç.n.) çalışan nüfus arasında daha hızlı gerçekleşeceğini gösteren demografik analizlere odaklanıyor. Bu durumun, Çin’de işçilerin pazarlık gücünü geliştireceğine ve radikal dönüşüm sorununu arttıran endüstriyel ihtilafı güçlendireceğine inanıyor., Çin’in tarımsal olmayan nüfusu “2020 dolaylarında yüzde 70’lik kritik eşiği” aşarsa böylesi bir endüstriyel ihtilaf kaçınılmaz olarak tırmanacak. (52)

Başkaları ise Çin hususunda küresel emek arbitrajının sona ermekten çok uzak olduğunu düşünüyor. Pekin Üniversitesi’nden bir ekonomist olan Yang Yao, “kırsal bölgelerin hâlâ Çin’in emek gücünün yüzde 45’ini”, makineleşmenin ilerlemesi ile birçoğu endüstri için uygun hale gelecek yüz milyonlarca kişiden oluşan dev bir yedek emek ordusunu barındırdığını savunuyor. Stephen Roach, ABD ücretlerinin yüzde 4'ü olan Çin ücretleriyle birlikte, Çin'in "imalattaki saat ücreti", Doğu Asya'nın başka herhangi bir yerindekinden (Japonya hariç) yüzde 15 daha az ve Meksika'nın oldukça altındayken, "başlıca sanayi ekonomileriyle arbitraj daraltmakta neredeyse hiçbir oyuğun" olmadığını gözlemlemiştir. (53)

Küresel yedek emek ordusu

Bu konuda daha sağlam bir kavrayış geliştirmek için, küresel yedek emek ordusunun mevcut tarihsel bağlamdaki görünüşüne hem deneysel, hem de kuramsal açıdan bakmak elzemdir –ve sonra da emperyalizmin tam bir Marksist eleştirisini tatbik etmek. Böyle bir kapsamlı eleştiri olmaksızın, üretimdeki küresel yön değiştirme, küresel emek arbitrajı (Küresel emek arbitrajı, Morgan Stanley baş ekonomisti Stephen Roach tarafından ortaya atılmıştır ve uluslararası sermayenin ucuz emek avantajından yararlanabilmek için durmaksızın coğrafya değiştirmesini tanımlar; ç.n.) deendüstrializasyon vb. gibi sorunların analizi, havada asılı kısmi gözlemden ibarettir.

ILO tarafından derlenen küresel işgücü verileri, Marx’ın aktif emek ordusu ve yedek emek ordusu arasındaki başlıca ayrımlarıyla hayli uyumlu. ILO’nun 2011 dünya işgücü görünümüne göre 1.4 milyar kişi yevmiyeli işçi –bunlardan birçoğu korunmasız istihdam edilmiş ve sadece part-time çalışıyorlar. Bunun tersine, 2009’da dünya genelinde işsiz sayılan çalışanların sayısı sadece 218 milyondu. (Kişinin işsiz olarak sınıflandırılması için, son birkaç hafta içinde aktif olarak iş araması gerekiyor). Bu anlamda, işsizler, Marx’ın bahsettiği yedek emek ordusunun “dalgalı” kısmına uygun olarak görülebilir.

Ayrıca bugün 1.7 milyar işçi “korunmasız istihdam” olarak sınıflandırılmış durumda. Bu, çalışan, fakat yevmiyeli işçi olmayanların tümünden oluşan –ya da Marx’ın terminolojisinde aktif emek ordusunun parçası olan- “ekonomik olarak aktif nüfus”tan arta kalan bir kategori. Bu kategori, iki grupta işçiyi içeriyor: “kendi hesabına çalışan işçiler” ve “ailesine katkıda bulunan işçiler”.

“Kendi hesabına çalışan işçiler” tanımı, ILO’ya göre “geçimlik ve girişimci faaliyetlerin” bir bileşimiyle iştigal eden işçileri kapsıyor. Üçüncü dünya ülkelerinde, “kendi hesabına çalışan işçiler”in tarımsal bileşeni, büyük ölçüde geçimlik tarımcılık yapanlardan meydana gelirken, şehirdeki bileşeni öncelikli olarak kayıtdışı sektörde, yani sokak işçilerinin muhtelif çeşitleri olarak çalışan işçilerden oluşuyor. Mike Davis, Planet of The Slums (Gecekondular Gezegeni; ç.n.) kitabında, “Küresel kayıtdışı işçi sınıfının bir milyar kişilik muazzam büyüklüğü, onu dünyadaki en hızlı büyüyen ve en emsalsiz toplumsal sınıf yapıyor” gözleminde bulunmuştu. (54)

Korunmasız istihdamın ikinci kategorisi olan “ailesine katkıda bulunan işçiler” ücretsiz aile işçilerinden oluşur. Örneğin Pakistan’da “1999/2000’den 2005/2006 yıllarına kadar istihdama dahil olan kadın işçilerin üçte ikisinden fazlası ailesine katkıda bulunan işçilerden oluşmuştur”. (55)

“Korunmasız istihdam” böylece, resmi işsizlik kayıtları haricindeki çok geniş eksik istihdam havuzunun büyük bölümünü kapsıyor. Michael Yates, burumu yansıtacak biçimde şöyle yazıyor: “Dünyanın büyük kısmında açık işsizlik bir tercih değil; işsizlik ödeneğinin veya diğer sosyal refah programlarının garantisi yok. İşsizlik ölüm demek, bu nedenle insanlar bu nedenle insanlar koşulların ne kadar ağır olduğuna bakmaksızın iş bulmak zorunda.” (56) Korunmasız istihdam kapsamındaki işçilerin muhtelif unsurları, Marx’ın, yedek emek ordusunun “durgun” ve “görünmez” bölümleri olarak tanımladığı şeye denk düşer.

Buna ek olarak, çalışma çağındaki birçok birey, ekonomik olarak aktif nüfusa dahil olmadığı, dolayısıyla ekonomik olarak aktif olmadığı şeklinde sınıflandırılıyor. Bu, başlıca çalışma çağı olan 25-54 yaş arasında 2011 yılında küresel çapta 538 milyon insanlık bir yekun tutuyor. Bu, -öncelikli olarak zengin ülkelerde- üniversite öğrencilerini, kapitalist ekonominin en dibinde meydana çıkan suç öğelerini (Marx’ın lümpen proletarya olarak adlandırdığı), sistem tarafından ötekileştirilmiş olan yılgın işçiler ve bedensel engelli işçileri ve genel olarak Marx’ın işçi sınıfının dilencileştirilmiş kısmı olarak - çalışma çağındaki bireylerin, neredeyse tamamen emek gücünün dışına atılan “cesareti kırılmış, tüketilmiş” ve bedensel engelli olanlarından oluşan kısmı- adlandırdıklarını kapsayan çok heterojen bir gruplama. Marx, bunun en riskli varoluş durumu olduğunu savunmuştur. Resmi olarak tanımlanan “yılgın işçiler”, muhtemel işçilerin önemli bir kısmıdır. ILO’ya göre, yılgın işçiler Botswana’nın 2006 yılı işsizlik rakamlarına dahil edilseydi, işsizlik oranı yüzde 17.5’ten 31.6 oranına yükselerek neredeyse iki katına çıkacaktı. (57)

Başlıca çalışma çağındaki (25-54 yaş) işsiz, korunmasız istihdam ve ekonomik olarak aktif olmayan nüfusu alırsak ve bunları birbirine eklersek, 2011 yılında küresel yedek emek ordusunun en büyük boyutu olarak adlandırabileceğimiz şeyi buluruz: 1.4 milyarlık aktif emek ordusu karşısında yaklaşık 2.4 milyar insan. Bu, küresel anlamda, özellikle de yoksul ülkelerde ücretlerin frenlenmesine yarayan yedek emek ordusunun, aktif emek ordusundan yüzde 70 daha fazla olan biçimde en büyük boyutunda bulunmasıdır. Gerçekten de, söz konusu yedek emek ordusunun büyük kısmı, bugün zengin ülkelerde de bunun arttığının görülebilmesine karşın, geri bıraktırılmış ülkelerde konumlanmış durumda. Bunu çeşitli unsurlarının yüzde bazında analizi Grafik-2’de görülebilir.

Grafik-2: Küresel Emek Gücü ve Küresel Yedek Emek Ordusu



Notlar: Grafik, 25 yaşın altındaki ve 54 yaşın üzerindeki ekonomik olarak aktif olmayan nüfusu hariç tutarak toplam dünya nüfusunu (15 yaş ve üstü) içeriyor.

Kaynaklar: Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), “Ekonomik Olarak Aktif Nüfus Tahminleri (5. baskı, 2009’da gözden geçirilmiş)”, LABORSTA Internet (Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü); ILO “Küresel İstihdam Eğilimleri”, 2009, 2010 ve 2011 (Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü)

Grafik-2’de tarif edilen çok geniş yedek emek ordusu, maksimum genişliğini yakaladığı anlamına geliyor. Şüphesiz ki bazıları, korunmasız istihdamdaki işçilerin, bunlar geleneksel olarak kapitalist olmayan üretime dâhil olmayan –pazarla hiçbir ilişkisi olmayan geçimlik işçileri de kapsayan- köylü üreticiler olduğundan pek çoğunun yedek emek ordusuna ait olmadığını iddia etme eğiliminde olacak. Bu kitlenin bütünüyle kapitalist pazar dışında olduğu tartışılabilir. Ama sistemin kendi bakış açısıyla da bu zor. ILO, bunları kayıtdışı işçilerle birlikte genel olarak “korunmasız istihdam edilmiş” olarak sınıflandırır, bunların ekonomik olarak aktif ve çalışan olduğunu, ancak yevmiyeli işçi olmadıklarını kabul eder. Sermayenin gelişimsel bakış açısından, korunmasız istihdamdakilerin tamamı potansiyel olarak yevmiyeli işçiler –kapitalist kalkınmanın yararına. Köylü üretim ile meşgul işçiler, kapitalist biçime daha derin şekilde çekilecek geleceğin proleterleri olarak görülürler.

Aslında bizim fiilen var olan göreli fazla nüfusu anlamanın bir çabası olarak küresel yedek emek ordusunun maksimum genişliği diye öngördüğümüz rakamlar, bir bakıma düşük tahmin olarak görülebilir. Marx’ın kavrayışında, yedek emek ordusu part-time çalışanları da içerirdi. Ancak veri olmaması sebebiyle, bunları küresel yedek emek ordusu hesabımıza katmamız imkânsızdır. Dahası, ekonomik olarak aktif olmayan nüfusun, yedek emek ordusu içindeki payına dair rakamlar sadece 24-54 yaş arasındaki çalışmayanları içerir, 26-32 ve 55-65 yaş arasındakilerin tümünü hariç tutar. Ama gerçekçi bir bakış açısıyla, çoğu ülkede bu yaşlardakilerin çalışmaya ihtiyaçları ve hakları vardır.

ILO verilerine ilişkin belirsizliklere karşın, kürsel yedek emek ordusunun devasa boyutuna dair hiçbir şüphe olamaz. Samir Amin’in 2003 yılında Mothly Review’de yayımlanan “Dünyada Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Sermaye Birikimi” başlıklı makalesindeki analizlerini gözden geçirerek bunun i.inde saklı olan anlamları tamamen anlayabiliriz. Amin, şunu savlar: “Zengin, geniş çaplı aile tarımını da, endüstriyel tarım şirketlerini de kapsayan modern kapitalist tarım, şu anda üçüncü dünya ülkelerindeki köylü üretime yönelik muazzam saldırıyla meşgul.” Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF tarafından ileri sürülen ana kapitalist bakışa göre kırsal (çoğunlukla köylü) üretimin kaderi, zengin ülkelerdeki modern kapitalist tarıma dönüşüme bağlı. Amin’in açıkladığı şekliyle, ideal kapitalist tasarıda “yirmi milyon yeni modern çiftçi” tarafından 3 milyar kırsal işçinin daha yeri alınacak.

Hakim görüşe göre bu işçiler, gelişmiş kapitalist ülkeler modelinde birincil olarak kent merkezlerinde endüstri tarafından içine çekilecek. Ancak Amin ve Hindistanlı ekonomist Prabhat Patnaik’in dikkati çektiği şekliyle İngiltere ve diğer Avrupa ekonomileri, bütün köylü nüfuslarını endüstrinin içine çekmek konusunda kendilerine yeterli değillerdi. Büyük sayılarda fazla nüfusları bundan ziyade Amerika kıtasındaki ülkelere ve muhtelif sömürgelere göç ettiler. İngiltere, 1820-1915 arasında ülkeden dışarıya göç eden inan sayısı 16 milyon iken, 1820 yılında 12 milyon nüfusa sahipti. Bir başka deyişle, İngiltere nüfusundaki artışın yarıdan fazlası, bu dönem boyunca her yıl dışarıya göç etti. Bu dönem boyunca genel olarak Avrupa’dan “yeni dünya”ya göç toplamı 50 milyondu.

Böylesi kitlesel bir göç, ilkel kapitalist güçler için bir imkânken, bugün bu “küresel Güney” için mümkün değil. Dolayısıyla halen sistem tarafından zorla kabul ettirilen köylü nüfusunun azaltılma şekli, -eğer tamamen sonuç verseydi- kitlesel soykırıma işaret ediyor. Amin, bütün küresel Güney’de 50 yıldan beri senelik yüzde 7’lik büyümenin, bu muazzam tarımsal nüfus fazlasının üçte birini dahi içine çekemeyeceğine dikkat çekiyor. Michael Yates şunu ekliyor: “Ekonomik büyümenin hiçbir miktarı, bugün dünyadaki milyarlarca köylüyü, daha iyi çalışma türleri şöyle dursun, geleneksel proletaryanın içine dahi çekmeyecek.”

Bu ülkelerdeki muazzam göreli fazla nüfusun içe çekilmesi sorunu, şehir nüfusuna bakıldığında daha bir görünür hale gelir. Dünya çapında kentsel alanlarda yaşayan, küresel Güney’in devasa şehirlerinde yoğunlaşmış, giderek artan korkunç, gecekondu koşullarında birbiriyle sıkış tıkış biçimde 3 milyardan fazla insan var. Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı’nın “Gecekonduların İtirazı”nda açıkladığı gibi: “Şehirler, büyüme refahın odağı olmak yerine vasıfsız, korunmasız ve düşük ücretli kayıtdışı hizmet endüstrisinde ve ticarette çalışan fazlalık nüfusun çöplüğü haline gelmekte.”

Amin’e göre, bunların hepsi kapsamlı bir eşitsiz değişim/emperyalist rant teorisine bağlı. “Dünya ölçeğinde sermaye birikimini yöneten koşullar, eşitsiz gelişimi yeniden üretir. Geri bırakılmış ülkelerin, geri kaldıklarından değil, aşırı sömürüldüklerinden öyle olduklarını açıklığa kavuşturur. Böylesi bir aşırı sömürülme ile ilişkili olan emperyalist rant sistemi, genelleştirilmiş, finansallaştırılmış ve küreselleşmiş oligopollerin sonraki kapitalizminin gelişmesiyle olgunluğa erişir ve evrenselleşir.” (58)

Prabhat Patnaik, “Paranın Değeri” kitabında ve diğer çalışmalarında, yedek emek ordusuna odaklanarak yakından ilişkili bir bakış açısı geliştirmiştir. Küresel Güney’deki yoksullaştırılmış ülkeleri en iyi açıklayan şeyin, devasa yedek emeğin varlığındansa düşük emek verimliliği olduğunu savunan standart ekonomik bakışı sorgulayarak işe başlar. “Hindistan ve Çin gibi hızlı büyüme ve yükselen verimliliği deneyimleyen ekonomilerde bile, yedek emek, tükenmez olma halini korumaya devam eder” görüşünü savunur. Bu böyledir, çünkü ileri teknoloji ürünlerinin üretimine doğru yön değiştirmeyle ilişkili olan verimlilik artışındaki (ve emeğin yer değiştirmesindeki) yüksek oranla birlikte, “emek talebinin büyüme oranı, emek arzının büyüme oranını yeterince aşmaz” –yani yedek emek ordusunu yeterli miktarda azaltmaya ve böylece ücretleri, asgari geçim düzeyinin üzerine çekmeye yeterlidir. Verimlilik dinamiğinin ve bunun, emeğin içe çekilmesini nasıl etkilediğinin bir örneği, Çin’deki en düşük düzeydeki ücretlere karşın Foxconn’un, basit montaj işlemlerindeki işçileri çıkarma stratejisinin bir parçası olarak tesislerinde üç yıl içinde bir milyon robotu üretime katmayı planlaması gerçeğinde gözlemlenebilir. Foxconn şu anda Çin anakarasında, birçoğu iPhone ve iPadleri birleştiren bir milyon işçi istihdam ediyor.

Patnaik’in savı, ikili yedek emek ordusu modelini kullanması vasıtasıyla netleştiriliyor: “prekapitalist-sektör yedek emek ordusu” (Luxemburg’un analizinden ilhamını almış) ve “dahili yedek emek ordusu.” Esas itibariyle, Çin ve Hindistan’da kapitalizm, ihracatını gitgide artan biçimde, emeğin tasfiye edilmesi ve büyüyen bir dahili yedek emek ordusunun yaratılması anlamına gelen yüksek verimlilik ve ileri teknoloji üretimi üzerinde temellendiriyor. Demek ki yüksek büyüme oranlarında bile prekapitalist-sektör yedek emek ordusunu, makineleşmeyle birlikte hızlanan dışarıya doğru akışı içine çekmesi imkânsızdır. (59)

Ekonomik fazlanın gelişmiş kapitalist ülkelere akmasını destekleyen sınırsız büyüklükteki sömürünün doğrudan faydaları bir yana, Asya’daki ve küresel Güney’in diğer kısımlarındaki “besleyici ülkeler”den çokuluslu şirketlerce düşük maliyetli ithal malların sokulması, deflasyonu arttırıcı etkide bulunmakta. Bu durum, paranın değerini, özellikle de baskın para birimi olarak doların değerini, dolayısıyla sermaye sınıfının finansal varlıklarını koruyor. Devasa küresel emek ordusunun varlığı böylece küresel Güney’den başlayarak dünya emekçilerinin gelirlerini deflasyona uğramaya zorluyor, ancak aynı zamanda giderek artan biçimde “emek pazarı esnekliği”ne maruz kalan küresel Kuzey’deki emekçileri de etkiliyor.

Emperyalizmin –Patnaik’in uluslararası finans-kapitalin gelişmesiyle tanımladığı- günümüzdeki safhasında, “gelişmiş ülkelerdeki ücretler yükselemez, bilakis ürünlerini daha rekabet edebilir yapmak için, üçüncü dünyada geçerli olan ücret düzeyleriyle bağlantılı olarak düşüş eğilimi gösterir. Üçüncü dünyada ücret düzeyleri, büyük yedek emek ordusu varlığına bağlı olarak, tarihsel olarak belirlenmiş yaşamı sürdürme gereksinimlerini tatmin etmek için gerekenden yüksek değildir. Bu dünya sömürüsü mantığı, “emek verimliliğinin hakim düzeylerinde gelişmiş ülkelerde ücretlerin düşmesi sırasında, ücretlerin hakim düzeylerinde, üçüncü dünya ülkelerinde emek verimliliği gelişmiş ülkelerde erişilen düzeye doğru yükselir” gerçeği ile daha da ahlaksız hale gelmektedir. Bunun nedeni, faaliyetlerin gelişmiş ülkelerden üçüncü dünya ülkelerine doğru yayılmasına neden olan ücret farklılıklarının varlığını hâlâ sürdürmesi. Bu ikili hareket, dünya çapında sömürü düzeyi yükselirken, toplan dünya üretimindeki ücret paylaşımının azalmakta olduğu anlamına geliyor. (60)

Patnaik’in “kapitalizmin paradoksu” olarak adlandırdığı şeyin izleri, Marx’ın sermaye birikiminin genel yasasında bulunabilir: sistemin eğilimi, görece (hatta mutlak) yoksulluğu büyütürken, serveti tek noktada toplamaktır. Patnaik, şöyle kaydeder:

“Hindistan’da tam da üretimdeki büyüme oranının yüksek olduğu neoliberal reform dönemi sırasında, günde kişi başına 2400 kaloriden az gıdaya erişebilen kırsal nüfusun oranında artış olmuştur (2004 yılında bu rakam yüzde 87’dir). Bu aynı zamanda, basit yeniden üretimi dahi sürdüremeyen yüz binlerce köylünün intihar ettiği dönemdir. İşsizlik oranı yükselmiş, bununla birlikte sermaye birikiminde muazzam bir sıçrama olmuştur; örgütlü sektörlerde bile reel ücret oranı en iyi ihtimalle sabit kalmış, buna karşın emek verimliliğinde çok büyük artış olmuştur. Kısacası, kendi deneyimlerimiz kapitalist düzendeki insanoğlunun geleceğine dair Keynesyen iyimserliği yalanlar.” (61)

Marx’ın yedek emek ordusu tartışmasında, işçi sınıfını en muhtaçlaştırılmış kesimini açıklamak için kullandığı “rizikolu” kavramı, gelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden keşfedilmiştir, üçüncü dünyaya hapsedildiği düşünülen eskiden var olan koşullar, zengin ülkelerde tekrar ortaya çıkıyor. Bu, “prekarya” olarak isimlendirilen bir “yeni sınıf”ın ortaya çıkmasından söz edilmesine neden olmuştur –gerçekte bu, işçi sınıfının muhtaçlaştırılan ve giderek büyüyen kesimi olsa da-. (62)

Zengin ülkelerde gelişen bu prekaryanın dibinde, “misafir işçiler” denilenler vardır. Marx’ın 19. yüzyılda belirttiği gibi, zengin merkezlerdeki sermaye, ülke dışındaki düşük emek ücretinden, ya sermayenin düşük ücretlerin olduğu ülkelere taşınması, ya da düşük ücretli emeğin zengin ülkelere taşınması yoluyla istifade edebiliyor. Bununla birlikte, yoksul ülkelerden gelen göçmen işçi kitleleri, zengin ülkelerde, özellikle de ABD’de ücretlere gem vurulmasına yaramakta; küresel bir bakış açısıyla, Güney’den Kuzey’e göçen işçilere ilişkin en belirgin gerçeklik, küresel Güney’in nüfusu karşısında düşük kalan sayılarıdır.

Sonuçta, göçmenlerin toplam dünya nüfusundaki payı 1960’lardan bu yana kayda değer bir değişim göstermemiştir. ILO’ya göre, “1990’larda gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik göçte çok az bir yükselme olmuş ve bu yükselme esasen Orta Amerika ve Karayip ülkelerinden ABD’ye gerçekleşen göçteki artışla açıklanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik yetişkin nüfus göçünün oranı, gelişmekte olan ülkelerdeki yetişkin nüfusunun sadece yüzde 1’i kadardır. Dahası, uluslararası düşük vasıflı emek gücü göçünün gelişmekte olan ülkelerdeki etkisi, genellikle göz ardı edilebilir durumda olduğu için bu göçmenler daha yüksek vasıflı işçiler arasında yoğunlaşmıştır. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik göç, büyük oranda beyin göçü anlamına gelmektedir. Bu duruma gelmiş olmasından dolayı 1990’larda sınırlanan uluslararası göç, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda, emek gücünün vasıf yoğunluğundaki büyümenin engellenmesine hizmet etmiş, bilhassa gelişmiş ülkelerde katiyen buna neden olmamıştır.” Tüm bunlar, sermaye uluslararası anlamda hareketli iken, emeğin öyle olmadığı konusundaki kilit noktanın açığa kavuşmasını sağlar. (63)

Yeni emperyalizmin dayanağı, küresel Güney emekçilerinin aşırı sömürüsünde ise, bu, emperyalizmin, kendi koşulları da aşağı doğru çekilen küresel Kuzey’in emekçilerinin menfaatine olduğu kesinlikle söylenemeyecek bir safhasıdır –hem çokuluslu şirketlerce başlatılan korkunç küresel ücret rekabeti, hem de daha esasen kapitalist çekirdekteki aşırı birikim, artan durgunluk ve işsizlik. (64)

Gerçekten de, üçlü grubu (ABD, Avrupa ve Japonya) oluşturan zengin ülkelerin hepsi, içeride oluşturdukları ve dışarıdan çektikleri artık sermayenin tamamını özümsemekteki yetersizliklerinden kaynaklanan derinleşen durgunluk koşullarında açmaza sürüklenmiş durumda –zayıflayan yatırım ve istihdamda belirginleşen bir çelişki. Bu ekonomilerin on yıllarca yükselmesine yardımcı olan finansallaşma, şimdi kendi çelişkierince durdurulmakta; necitece itibariyle, finansal şişkinliklerin bir müddet örtbas edilmesini sağladığı üretimin kökleşmiş sorunları şimdi ortaya çıkıyor. Bu, kendisini sadece azalan büyüme oranlarında değil, aynı zamanda yükselen atıl kapasite ve işsizlik seviyelerinde de ortaya koyuyor. Bir küreselleşme, finansallaşma ve neoliberal ekonomi politikaları çağında, devlet, problemi çözmek için etkin biçimde harekete geçebilme yetisinden yoksun ve giderek artan biçimde toplumun gerisinin zararına, sadece sermayeyi kurtarmaya yönelmekte.

Bu ülkelerin, dünyanın geri kalanından çaldıkları emperyal rant, dünya sisteminin merkezindeki artık özümsenmesi veya aşırı birikim sorunlarını sadece daha kötü hale getiriyor. Baran ve Sweezy, “Tekelci Sermaye” isimli eserlerinde mükemmel biçimde şunu yazmışlardı: “Yabancı yatırım, ülke içinde üretilen artık için bir çıkış noktası olmak şöyle dursun, dış ülkede üretilen artığın, yatırım yapılan ülkeye aktarılmasının en etkili yöntemidir. Bu şartlar altında, yabancı yatırımın artık özümseme sorununu çözmeye yardım etmekten ziyade, bunu ciddileştirdiği tabii ki açıktır.” (65)

Yeni emperyalizm

Gördüğümüz biçimde, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana –ve son birkaç on yıldır hızlanan biçimde- tekelci sermayenin uluslararasılaşma periyodunda imalatı görece olarak küresel Güney’e doğru kaydırmasının büyüklüğü konusunda şüphe olamaz. Söz konusu durum sıklıkla 1974 sonrası veya 1989 sonrası fenomeni olarak görülmesine karşın Hymer, Magdoff, Sweezy ve Amin, çokuluslu şirketlerin gelişmesiyle (tekelci sermayenin uluslararasılaşmasıyla) ilişkili sermaye birikimi ve emperyalizmdeki bu geniş hareketin genel parametrelerini daha 1970’lerde yakalamışlardır. Büyük ölçüde, dünya imalat üretiminin çekim merkezinin Güney’e doğru çığır açıcı şekilde kayışının sonucu olarak, bir düzine kadar yeni gelişen ekonomide çeyrek yüzyıl boyunca yüzde 7 ya da daha yüksek oranda olağanüstü büyüme rakamları deneyimlendi.

Bunların en önemlisi tabii ki, sadece dünyanın en kalabalık ülkesi olmayan, aynı zamanda sözde yüzde 9 veya üzerinde rakamlarla en hızlı büyüme oranlarını deneyimleyen Çin’dir. Bir ekonomideki yüzde 7’lik büyüme oranı, her on yılda bir ekonomiyi iki katı büyütür, yüzde 9’luk oran ise sekiz yılda bir. Ancak bu, başlıca ekonomistlerin sık sık öne sürdükleri gibi düz bir süreç değildir. Çin ekonomisi 1978’den bu yana üç kez iki katı büyümeye ulaştı, ancak ücretler, ülke içindeki yüz milyonlarca kişilik yedek emek ordusuna bağlı olarak asgari geçim düzeyinde veya bunun yakınlarında kaldı. Çin, büyüklüğüne ve büyüme oranına bakılarak dünya ekonomik gücü olarak görülebilir, fakat ücretler dünyanın en düşükleri arasında yer kalmaya devam ediyor. Bu arada Hindistan’ın kişi aşına düşen milli geliri Çin’in üçte biridir. Çin’in kırsal nüfusu yüzde 45-50 civarında tahmin edilirken, Hindistan’ınki yüzde 70 civarındadır. (66)

Geleneksel ekonomi teorisyenleri, tüm ülkelerin aynı safhalardan geçtiklerini ve er ya da geç emek-yoğun üretimden sermaye yoğun, bilgi yoğun üretime terfi ettiklerini varsayan bir kuramsal kalkınma teorisine bel bağlarlar. Bu durum, kişi başına düşen milli geliri 5 bin ila 10 bin dolar arasında olan yerlerde ortaya çıktığı varsayılan “orta hale geçiş” denilen sonucu doğurur (Çin’de bugünkü döviz kuruna göre kişi başına düşen milli gelir 3 bin 500 dolar civarındadır). Orta hale geçişteki ülkelerde daha yüksek ücret oranları vardır ve daha fazla değer yaratacak, daha az emek-yoğun ürünlere yönelmedikçe rekabet edememeyle karşı karşıya kalırlar. Çoğu ülke geçişi sağlayamaz ve orta gelir düzeyi, bir gelişimsel tuzak olup çıkar. Bu çerçeveyi temel alan New York Üniversitesi’nden ekonomist Michael Spence, “Bir Sonraki Çakışma” kitabında Çin’in “büyümenin başlıca yardımcısı olan emek-yoğun ihracat sektörünün, rekabet edebilirliğini kaybetmekte olduğunu ve bu gerilemeye ya da ülke içine çekilmesine izin verilmesi gerektiğini ve zira eninde sonunda gerileyeceğini; yerlerini daha fazla sermaye, beşeri sermaye ve bilgi yoğun sektörlerin alacağını” öne sürer. (67)

Bununla birlikte Spence’in geleneksel tezi, sadece tarımda yüz milyonlarca insandan oluşan görünmez yedek emek ordusunun var olduğu günümüz Çin’inin gerçekliğini yok sayar. Kapitalizmde, daha az emek-yoğun bir sisteme doğru ilerlemek, daha yüksek verimlilik oranları ve emeğin yerini teknolojinin alması anlamına gelir, ekonominin giderek daha büyük, yüksek değer elde eden pazarları fethederek montaj sektöründeki yedek emek ordusunu özümsemesini gerektirir. Bu gerçekleşene benzeyen durumlar sadece -yirminci yüzyıl başlarında hızla büyüyen, askerileştirilmiş emperyalist ekonomi olarak ilk ortaya çıkan Japonya bir yana-, dünya ekonomik büyüme sürecinde (bugünün derinleşen durgunluğunda değil) dış ihracat pazarlarını yüksek değer elde edecek üretim için küresel Kuzey’e doğru genişletebilen “Asya Kaplanları”ndadır (Güney Kore, Tayvan, Singapur ve Hong Kong). Dünya emek gücünün yüzde 40’ı civarına iş bulması gereken Çin ve Hindistan için bunun mümkün olduğunu kanıtlamak muhtemel değil –ve kentsel endüstriyel sektördeki artan sınıfa. Avrupa’nın sömürgeci dönemindekinin aksine, büyük artık emek topluluklarının bir emniyet vanası olarak dışarıya göç etmesi mümkün değil: gidecek hiçbir yerleri yok. Bu arada, Çin’in içsel temelli sermaye birikimini yükseltme kapasitesi, günümüz kapitalist koşullarında aynı düşük ücretlilerden oluşan yedek emek ordusu ve hızla artan eşitsizlik tarafından engellenmiş durumda.

Tüm bunlar, birikim süreci tarafından kolaylıkla özümsenemeyecek –özellikle, ileri teknoloji üretimine, yüksek kâr getiren üretime doğru giderek artan yönelimle birlikte- devasa yedek emek ordusuyla birleşen Çin’in görülmemiş birikim değerlerinin çelişkilerinin, belli bir noktada son haddine varmasının zorunlu olduğunu gösteriyor.

Bu arada, uluslararası tekelci sermaye, Güney’deki gelişimin yönünü kontrol altına almak için teknoloji, iletişim, finans, ordu ve yeryüzünün doğal kaynakları üzerindeki bileşik tekellerini kullanır. (68)

Dünya sisteminin Kuzey ve Güney’i arasındaki çelişkiler şiddetini arttırırken, –her yerde genişleyen sınıfsal farklılıklarla- bunların kendi iç çelişkileri de aynı şekilde şiddetlenir. Küresel Kuzey’deki göreli “deendüstrializasyon”, şimdi büsbütün reddedilebilmek için fazlasıyla net bir eğilimdir. Nitekim, ABD gayri safi yurtiçi hasılasında imalatın payı 1950’lerdeki yüzde 28’lik orandan 2010’lardaki yüzde 12’lik orana düşmüş, buna dünya imalatındaki payındaki çarpıcı düşüş (bir bütün olarak OECD ülkeleriyle birlikte) eşlik etmiştir. (69) Yine de bunun, dünya çapında emek dengesizliği ve aşırı sömürüdeki büyüme şeklindeki endişe verici buzdağının görünen ucu olduğunu kavramak önemli.

Doğrusu, insan, Nike ürünlerini pazarlaması için 1992 yılında Michael Jordan’a 20 milyon dolar –kadınların saati 15 centten günde 11 saat çalıştığı Endonezya’daki dört adet ayakkabı fabrikasındaki toplam ücretlere eşit bir tutar- veren sistemin ahlaki barbarlığını aklından çıkarmamalı. (70) bunun ardında, giderek tekelcileşen çokuluslu şirketlerin uluslararası “kaynak kullanımı” stratejileri yatıyor. Marx’ın “kapitalist birikimin genel yasası”nın işleyiş alanı şimdi tam olarak küresel ve emek her yerde savunma durumunda.

Dünya emekçilerinin karşı karşıya olduğu meydan okumaya Marx’ın 1867’de Lozan Kongresi’nde verdiği yanıt, hâlâ mümkün olan tek yanıt olarak duruyor: “İşçi sınıfı, mücadelesine başarı şansı ile devam etmek istiyorsa, ulusal örgütler uluslararası hale gelmelidir.” Yeni bir Enternasyonal’in zamanıdır. (71)


DİPNOTLAR

1. Stephen Herbert Hymer, The Multinational Corporation (Cambridge: Cambridge University Press, 1979), 41, 75, 183.
2. Hymer, The Multinational Corporation, 81, 86, 161, 262–69.
3. Gary Gereffi, The New Offshoring of Jobs and Global Development, ILO Social Policy Lectures, Jamaica, December 2005 (Geneva: International Institute for Labour Studies, 2006), http://ilo.org, 1; Peter Dicken, Global Shift (New York: Guilford Press, 1998), 26–28.
4. Thorstein Veblen bunu 1920’lerde çoktan anlamıştı. Veblen’in “Absentee Ownership and Business Enterprise in Recent Times” eserine bakınız (New York: Augustus M. Kelley, 1964), 287.
5. See Paul M. Sweezy, Four Lectures on Marxism (New York: Monthly Review Press, 1981), 64–65; Michael E. Porter, Competitive Strategy (New York: The Free Press, 1980), 35–36.
6.
Ajit K. Ghose, Nomaan Maji ve Christoph Ernst, The Global Employment Challenge (Geneva: International Labour Organisation, 2008), 9–10. On depeasantization see Farshad Araghi, “The Great Global Enclosure of Our Times,” in Fred Magdoff, John Bellamy Foster ve Frederick H. Buttel, eds., Hungry for Profit (New York: Monthly Review Press, 2000), 145–60.
7. John Smith, Imperialism and the Globalisation of Production (Ph.D. Thesis, University of Sheffield, July 2010), 224.
8. Stephen Roach, “How Global Labor Arbitrage Will Shape the World Economy,” Global Agenda Magazine, 2004, http://ecocritique.free.fr; John Bellamy Foster, Harry Magdoff ve Robert W. McChesney, “The Stagnation of Employment,” Monthly Review, 55, no. 11 (Nisan 2004): 9–11.
9. See John Bellamy Foster, Robert W. McChesney ve R. Jamil Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital,” Monthly Review 63, no. 2 (June 2011): 1–23.
10. Thomas L. Friedman, The World is Flat (New York: Farrar, Straus ve Giroux, 2005). Friedman yanlış biçimde kendisinin “yassı dünya hipotezi”nin ilk kez Marx tarafından geliştirildiğini iddia ediyor. See 234–37.
11. Paul Krugman, Pop Internationalism (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1996), 66–67. Ülkeler arasındaki, temel olarak verimlilik endekslerini yansıtan beklenen ücret farklarının saçmalığına dair: Bkz. Marx, Capital, cilt 1, (London: Penguin, 1976), 705.
12. Küresel emek arbitrajının son bulmasına dair korkular için bkz. “Moving Back to America,” The Economist, May 12, 2011, http://economist.com.
13. Karl Marx, Capital, cilt. 1, 798.
14. Harry Magdoff ve Paul M. Sweezy, Stagnation and the Financial Explosion (New York: Monthly Review Press, 1987), 204. 2010 yılı itibariyle OECD ülkelerindeki işsizlik yüzde 38 artarak 48.5 milyon kişiye ulaştı. (“Unemployment, Employment, Labour Force and Population of Working Age [15-64],” OECD.StatExtracts, [OECD, Cenevre, 2011], retrieved September 24, 2011.)
15. “Emperyalist rant” kavramı Samir Amin tarafından The Law of Worldwide Value (New York: Monthly Review Press, 2011) eserinde geliştirilmiştir.
16. Anthony Giddens’in şu eserindeki irdelemesine bakınız: Capitalism and Modern Social Theory (Cambridge: Cambridge University Press, 1971), 55–58. Giddens, kavram hatalarıyla dolu gönülsüz ve kafası karışık bir Marx savunması sunar.
17. John Strachey, Contemporary Capitalism, 101; Marx, Capital, cilt. 1, 929.
18. Roman Rosdolsky, The Making of Marx’s ‘Capital’ (London: Pluto Press, 1977), 307.
19. Fredric Jameson, Representing Capital (New York: Verso, 2011), 71.
20. Marx, Capital, cilt. 1, 799.
21. Marx, Capital, cilt. 1, 764, 772, 781–94; Marx ve Engels, The Communist Manifesto, 7; Paul M. Sweezy, The Theory of Capitalist Development (New York: Monthly Review Press, 1970), 87–92.
22. Marx, Capital, cilt. 1, 792.
23. Karl Marx, “Wage-Labour and Capital,” in Wage-Labour and Capital/Value, Price and Profit (New York: International Publishers, 1935), 45; Sweezy, The Theory of Capitalist Development, 89.
24. Marx, Capital, cilt. 1, 763, 776–81, 929.
25. Marx, Capital, cilt. 1, 794–95; David Harvey, A Companion to Marx’s Capital (London: Verso, 2010), 278, 318.
26. Marx, Capital, cilt. 1, 795–96.
27. Marx, Capital, cilt. 1, 590–99, 793–77.
28. Marx, Capital, cilt. 1, 797–98.
29. Engels, yedek emek ordusu kavramını Marksist teoriye sokması ve işçilerin, yedek emek ordusu ya da göreli artık nüfus durumlarının gösterdiği şeyin, ekonominin bunları faaliyet döngüsünün zirve yaptığı zamanlarda içine çektiği gerçeğini netleştirmesi ile övgüyü hak eder. Bkz. Frederick Engels, The Condition of the Working Class in England (Chicago: Academy Chicago Publishers, 1984), 117–22, ve Engels on Capital (New York: International Publishers, 1937), 19.
30. Karl Marx, Capital, cilt. 3 (London: Penguin, 1981), Capital, cilt. 2 (London: Penguin, 1978), 486–87 ve Capital, cilt 1, 769–70; Rosa Luxemburg, The Accumulation of Capital—An Anti-Critique ve Nikolai Bukharin, Imperialism and the Accumulation of Capital (New York: Monthly Review Press, 1972), 121.
31. Marx, Capital, cilt. 3, 363.
32. Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works (New York: International Publishers, 1975), 422.
33. Karl Marx, Theories of Surplus Value, (Moscow: Progress Publishers, 1971), part 3, 105–6; Capital, cilt. 3, 344–46; David Ricardo, On the Principles of Political Economy and Taxation (Cambridge: Cambridge University Press, 1951), 135–36; John Stuart Mill, Essays on Some Unsettled Questions in Political Economy (London: Longmans, Green, and Co., 1877), 1–46: Rosdolsky, The Making of Marx’s ‘Capital’, 307–12. 1970’lerde Marksizm içinde meydana gelen eşitsiz değişime dair geniş kapsamlı bir analiz/tartışma. Bkz. Arghiri Emmanuel, Unequal Exchange (New York: Monthly Review Press, 172); Samir Amin, Imperialism and Unequal Development (New York: Monthly Review Press, 1977), 181–252. Bazı Marksist teorisyenler, artık değer düzeyinin çevrede merkezden daha yüksek olduğunu hâlâ reddeder. Bkz. Alex Callinicos, Imperialism and Global Political Economy (London: Polity, 2009), 179–81 ve Joseph Choonara, Unraveling Capitalism (London: Bookmarks Publications, 2009), 34–35. Bunun karşıtı bir görüş için: Bkz. Sweezy, Four Lectures on Marxism, 76–77.
34. Rosa Luxemburg, The Accumulation of Capital (New York: Monthly Review Press, 1951), 361–65.
35. Marx, Capital, cilt 3, 344.
36. “Küreselleşme” terimi ilk olarak 1930’larda türedi. Ancak Oxford İngilizce Sözlük’e göre modern ekonomik anlamında kavramın ilk kullanıldığı makale Fouad Ajami’nin makalesi idi: “Corporate Giants: Some Global Social Costs,” International Studies Quarterly 16 , no. 4 (December 1972): 513. Ajami, terimi, Marx’ın “yoğunlaştırma ve merkezileştirme” kavramlarına göndermede bulunduğu bir paragrafta ortaya koymuştur -ve özellikle Paul Baran ve Paul Sweezy’nin dünya düzeyinde tekelci üretimin büyümesinin bir belirtisi olarak çokuluslu şirketlere işaret ettiği Monopoly Capital (New York: Monthly Review Press, 1966) eserlerinde. Baran ve Sweezy’nin analizlerinin Marksist temellerine dair eleştirel yaklaşanlara karşın, Ajami (şu anda Hoover Enstitüsü ve Dış İlişkiler Konseyi bünyesinde bir anaakım siyaset bilimci) Marx’ın “çokuluslu devlerin egemenliği ve piyasaların küreselleşmesi” dediği şeyi, -uluslararası oligopol eğilimi bakımından- Baran ve Sweezy’nin ortaya attığı kalkınmanın türdeş biçimleri haricinde ortaya çıkan bir şey olarak görmüştür. İronik biçimde, Ajami, makalesinde, Baran ve Sweezy’ye karşıt olarak faydalandığı diğer teorisyenlerin de -Stephen Hymer, Michael Tanzer, Bob Rowthorn ve Herbert Schiller- Marksist ve radikal ekonomi politikçi olduklarını ve ilk ikisinin Monthly Review’de makalesi yayımlanan yazarlar olduğunu fark edememiştir.
37. Richard J. Barnet ve Ronald E. Müller, Global Reach (New York: Simon ve Schuster, 1974), 213–14, 306.
38. Foster, McChesney ve Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital,” 5–9.
39. “Moving Back to America.”
40. Dale Wen, China Copes with Globalization (International Forum on Globalization, 2005), http://ifg.org; Martin Hart-Landsberg, “The Chinese Reform Experience,” The Review of Radical Political Economics 43, no. 1 (March 2011): 56–76; Minqi Li, “The Rise of the Working Class and the Future of the Chinese Revolution,” Monthly Review 63, no. 2 (June 2011): 40.
41. “Aşırı sömürülmüş” teriminin Marksist teoride birbiriyle yakından ilişkili, örtüşen iki anlama sahip gibi göründüğü dikkate alınmalıdır: (1) emek gücünün tarihsel olarak belirlenmiş değerinden daha düşük kazanan işçiler; ve (2) öncelikle küresel Güney’de eşitsiz değişime aşırı sömürülmüşlüğe tabi tutulan işçiler. Bununla birlikte Amin’in çerçevesinde, iki anlam birleşmiştir. Bunun nedeni, mevcut ücret oranları ulusal bazda belirlenmişken, emek gücünün değerinin küresel olarak belirlenmiş ve hiyerarşik olarak emperyalizme bağlı biçimde düzenlenmiş olmasıdır. İşçiler, küresel Güney’de bu nedenle genellikle emek gücü değerinden düşük ücretler kazanırlar.Emperyal rantın temeli budur. Bkz. Amin, The Law of Value and Historical Materialism, 11, 84. John Smith ve Andy Higginbottom Marx’ı temel alan benzer bir aşırı sömürü yaklaşımı geliştirmişlerdir. Bkz. John Smith “Imperialism and the Law of Value,” Global Discourse, 2, no. 1 (2011), http://global-discourse.com.
42. Charles J. Whalen, “Sending Jobs Offshore from the United States,” Intervention: A Journal of Economics 2, no. 2 (2005): 35. Quoted in Smith, The Internationalisation of Globalisation, 94.
43. William Millberg, “Shifting Sources and Uses of Profits,” Economy and Society 37, no. 3 (August 2008): 439; Judith Banister ve George Cook, “China’s Employment and Compensation Costs in Manufacturing Through 2008,” U.S. Bureau of Labor Statistics, Monthly Labor Review (March 2011): 44.
44. Yuqing Xing ve Neal Detert, How the iPhone Widens the United States Trade Deficit with the People’s Republic of China, ADBI Working Paper, Asian Development Bank Institute (December 2010; paper revised May 2011); David Barboza, “After Spate of Suicides, Technology Firm in China Raises Workers’ Salaries,” New York Times, June 2, 2010, http://nytimes.com; Foster, McChesney ve Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital,” 17.
45. Banister ve Cook, “China’s Employment and Compensation,” 49.
46. U.S. Bureau of Labor Statistics, “International Comparisons of Hourly Compensation Costs in Manufacturing,” Table I, last updated March 8, 2011, http://bls.gov.
47. Vikas Bajaj, “Bangladesh, With Low Pay, Moves In on China,” New York Times, July 16, 2010, http://nytimes.com.
48. Immelt quoted in Millberg, “Shifting Sources and Uses of Profits,” 433. Küresel emek arbitrajının Marksizmi temel alan güçlü bir teorik analizi için: Bkz. Smith, Imperialism and the Globalisation of Production.
49. Jannik Lindbaek, “Emerging Economies: How Long Will the Low-Wage Advantage Last?” October 3, 1997, http://actrav.itcilo.org.
50. W. Arthur Lewis, Selected Economic Writings (New York: New York University Press, 1983), 316–17, 321, 348, 387–90.
51. “The Next China,” The Economist, July 29, 2010, http://economist.com.
52. Li, “The Rise of the Working Class and the Future of the Chinese Revolution,” 40–41 ve The Rise of China and the Demise of the Capitalist World Economy (New York: Monthly Review Press, 2008), 87–92.
53. Yang Yao, “No, the Lewisian Turning Point Has Not Yet Arrived,” Economist.com, July 16, 2010, http://economist.com; Stephen Roach, “Chinese Wage Convergence Has a Long Way To Go,” Economist.com, July 18, 2010, http://economist.com.
54. Theo Sparreboom ve Michael P.F. de Gier, “Assessing Vulnerable Employment,” Employment Sector Working Paper, no. 13 (Geneva: ILO, 2008), 7; James Petras ve Henry Veltmeyer, Multinationals on Trial (Burlington, Vermont: Ashgate, 2007), 70; Mike Davis, Planet of Slums (London: Verso, 2006), 178.
55. International Labor Organization, Key Indicators of the Labour Market (Geneva: ILO, 2009), bölüm 3-3; Sparreboom ve de Gier, “Assessing Vulnerable Employment,” 11.
56. Michael Yates, “Work is Hell,” May 21, 2009, http://blog.cheapmotelsandahotplate.org.
57. ILO, Key Indicators, bölüm 1-C ve bölüm 5.
58. Samir Amin, “World Poverty, Pauperization and Capital Accumulation,” Monthly Review 55, no. 5 (October 2003): 1–9, ve The Law of Worldwide Value, 14, 89, 134; Prabhat Patnaik, “The Myths of Capitalism,” MRzine, July 4, 2011, http://mrzine.monthlyreview.org; United Nations, World Economic and Social Survey (New York: UN, 2004), 3; Yates, “Work is Hell”; Davis, Planet of Slums, 179; United Nations Human Settlements Programme, The Challenge of the Slums (London: Earthscan, 2003), 40, 46.
59. Prabhat Patnaik, The Value of Money (New York: Columbia University Press, 2009), 212–15; “A Perspective on the Growth Process in India and China,” International Development Economics Associates, The IDEAs as Working Paper Series, Paper no. 05/2009, http://networkideas.org, abstract, 4; Lee Chyen Yee ve Clare Jim, “Foxconn to Rely More on Robots; Could Use 1 Million in 3 Years,” Reuters, August 1, 2011, http://reuters.com.
60. Prabhat Patnaik, “Notes on Contemporary Imperialism,” MRzine, December 20, 2010, http://mrzine.monthlyreview.org; “Capitalism and Imperialism,” MRzine, June 19, 2011, http://mrzine.monthlyreview.org; “Labour Market Flexibility,” MRzine, May 9, 2011, http://mrzine.monthlyreview.org; ve “Contemporary Imperialism and the World’s Labour Reserves,” Social Scientist 35, no. 5/6 (May-June 2007): 13.
61. Prabhat Patnaik, “The Paradox of Capitalism,” MRzine, October 22, 2010, http://mrzine.monthlyreview.org.
62. For example, Guy Standing, The Precariat: The New Dangerous Class (New York: Bloomsbury Academic, 2011). Küresel yedek emek ordusunun, kapitalist sistemin merkezindeki bugünkü rolüne dair: Bkz. Fred Magdoff ve Harry Magdoff, “Disposable Workers; Today’s Reserve Army of Labor,” Monthly Review 55, no. 11 (April 2004): 18–35.
63. Ghose ve diğerleri, The Global Employment Challenge, 45–49.
64. Gelişmiş kapitalist ülkelerde istihdamı etkileyen bu iki olumsuz unsurla ilişkili olarak: Bkz. Foster, “The Stagnation of Employment.”
65. Baran ve Sweezy, Monopoly Capital, 107–8.
66. Michael Spence, The Next Convergence (New York: Farrar, Straus, ve Giroux, 2011), 19–23, 48, 53–54, 85–86, 107.
67. Spence, The Next Convergence, 100–3, 194–98.
68. Samir Amin, Capitalism in the Age of Globalization (New York: Zed, 1977), 4–5.
69. Louis Uchitelle, “Is Manufacturing Falling Off the Radar?” New York Times, September 11, 2011, http://nytimes.com.
70. Walter LaFeber, Michael Jordan and the New Global Capitalism (New York: W.W. Norton, 1999), 106–7, 14–48.
71. Samir Amin, “The Democratic Fraud and the Universalist Alternative,” Monthly Review 63, no. 5 (October 2011): 44–45, The World We Wish to See (New York: Monthly Review Press, 2008).


http://monthlyreview.org/2011/11/01/the-global-reserve-army-of-labor-and-the-new-imperialism adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar-Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Mısır’ın devrimi sokaklara dönüyor

23 Kasım 2011 Çarşamba

Mısır’da aylar sonra yeniden bir halk ayaklanması meydana gelirken ve kitleler iktidarı bir kez daha sarsarken, Socialist Worker’dan Lee Sustar, Ahram Online muhabiri ve Mısırlı sosyalist örgüt Devrimci Sosyalistler üyesi Mustafa Ömer ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Ömer, bugünkü gösterilerin daha öncekilerden çeşitli yönlerden farklılıklar gösterdiğini belirtiyor:



- Mısır’daki bu son krizin tetikleyicisi neydi?

Birincil tetikleyici, geçtiğimiz Cumartesi günü, 19 Kasım’da, polisin 100’ü geçmeyen sayıda insan tarafından Tahrir Meydanı’nın orta refüjünde yapılan oturma eylemini dağıtma yoluna gitmesi olayıydı. Oturma eylemini yapanların çoğu, Mübarek’in devrildiği 25 Ocak Devrimi’nde yaralananlardı.

Oturma eylemi, bir gün önce İslamcıların hâkim olduğu ve Yüksek Konsey’in görevi Nisan 2012 sonu itibariyle sivil yönetime devretmesini talep eden büyük bir yürüyüşü takiben gerçekleşti. O gün gayet iyi geçti. Ancak bir İslamcı lider, muhafazakâr bir Selefi, oturma eylemi planını dile getirdi ve destekçileriyle birlikte alanda kaldı; böylece gece boyu sadece 100 insan oradaydı. Ertesi sabah polis geldi ve onlara vahşice saldırmaya başlayarak meydandan çıkardı.

Ancak binlerce kişi, onu yeniden kazanmak için meydana gelerek bu baskıya yanıt verdi. Ertesi gün Tahrir Meydanı’nda yeniden on binlerce insan vardı ve bu insanlar polisi meydandan kovdular. Şu anki anlamdaki hesaplaşmayı başlatan şey bu.

İkinci etmen, son üç hafta boyunca askeri iktidara ve sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasına karşı aralıksız birtakım protesto gösterilerinin gerçekleşmiş olması. Bu protestolar kitlesel değildi, her birinde 2 bin ila 5 bin kişi arasında vardı. Ancak her biri, daha büyük şeylerin gerçekleşebileceğinin göstergesi şeklinde coşkuyu geri toparlıyordu.

Son haftalarda, askeri cezaevlerindekilerin aileleri ve askeri mahkemelerle mücadele eden eylemciler arasında büyüyen bir güven duygusu mevcut. Geçmişe dönüp bakabilir ve meydana gitmeye yönelik hevesi görebilirsiniz –polisle çatışmaya ve Tahrir Meydanı’nı geri kazanmaya.

Bunun altında yatan sebep, hükümetin ve SCAF’ın (Silahlı Kuvvetler Yüksek Şurası; ç.n.), son dokuz ayda insanların yaşamlarını iyileştirecek ekonomik veya sosyal bir reformu gerçekleştirme konusunda berbat bir şekilde başarısız olması. Mart’ta sözünü verdikleri şekilde asgari ücreti yükseltmeyi ve temel gıda maddeleri üzerinde bir kontrol sistemi oluşturmayı başaramadılar.

Aslına bakarsak, son beş ay içinde SCAF’ın sadece ciddi ekonomik tavizlerde bulunmayı reddedeceği anlaşılmadı, aynı zamanda Mübarek’in baskı mekanizmasının tamamının yavaş yavaş hayata döndürüleceği de anlaşıldı. Liderleri aylardan beri polisin güvenilirliğini yeniden sağlamaya çalışıyor. Polisin başlıca baskıcı kesimi olan Merkezi Güvenlik Güçleri, grevcilere, oturma eylemcilerini vb. serbest bırakmakta.

Dolayısıyla, SCAF anlamlı reformlar gerçekleştirmek yerine, protestolar, gösteriler ve grevler için sıkı önlem alacağına karar vermiş. Ayrıca Mübarek’in partisi NDP’nin seçimlere girmesine müsaade etmeyeceklerine dair söz vermişken NDP üyeleri sekiz yeni parti kurdu. Bir başka deyişle, SCAF, siyasi sahneyi NDP’yi yeniden parlamentoya taşıyacak bütün eski NDP’li şahıslarla yeniden yapılandırıyordu.

- Tüm bunlara halkın tepkisi neydi?

Bugün sokakta olanların çoğu Şubat ayında muhtemelen SCAF’ı destekledi ve halka arka çıkacağına, Mübarek rejimini söküp atacağına inandı. Rejimin ekonomik politikalarına dair hayal kırıklıklarının gerçekleşmesi ve bunu değiştirmek için baskının artması dokuz ay sürdü. SCAF’a güvenen birçok genç insan ve birçok işçi, Şubat’tan bu yana bir bilinç değişikliği sürecine girdi.

Halkın öfkesinin bir diğer sebebi, liberal ve İslamcı partilerin, parlamento ve başkanlık seçimleri vasıtasıyla iktidarı NDP ve SCAF ile paylaşma yollarını arıyor görünmeleri.

Böylece yüzeyin altındaki bilinç değişiyordu, fakat insanlar karşı koymak için güvenden yoksundu. Ama birden bire, insan dalgaları aylarca süren sessizlikten çıktı. Moral çöküntüsü aniden yönünü tam aksi yöne çevirdi.



- İslamcı partilerin hükümet ve SCAF konusundaki tutumu nedir? Bu seferberlik haline nasıl tepki verdiler?

İslamcı gruplar SCAF’ı desteklediler ve etkin bir biçimde orduyu ve askeri konseyi eleştirmeyeceklerini söylediler. Özellikle Müslüman Kardeşler, frenlemek üzere birçok toplumsal mücadeleye ve dağıtmak üzere birçok greve müdahalede bulundu. Müslüman Kardeşler, yaz ve bahar süresince iki doktor grevini kırmayı denedi. Askeri konseyin yüzde 100 arkasındalar.

Ama sonra askeri konsey, yeni anayasa yazım sürecini kontrol altında tutacağını açıkladı; orduyla ilişkili kanunlarda veto yetkisi var ve bütçesi gizli kalmaya devam edecek. Buna dair ordu ve İslamcılar arasında çatlak yaratan tartışma, bütün bir ay boyunca sürdü.

İslamcılar kendi adlarına, ordunun anayasaya İslami hukuk içtihadına, şeriat hukukuna imkân tanıyan dini koşulları koymalarını engelleyeceğinden korktular. 19 Kasım Cuma günkü protestonun gerekçesi buydu. Bu protesto, SCAF’a şeriatın anayasaya girmesi için Müslüman Kardeşler’den gelen baskı girişimiydi.

İslamcılar Cuma günü, SCAF’ın Nisan ayında iktidarı sivil yönetime devretmesini talep ettiler. Salı günü Tahrir Meydanı’ndaki slogan “Halk, mareşallerden derhal kurtulmak istiyor” idi. Ayrıca İslamcı hareketin liderlerine yönelik öfke de var. Bunlardan biri, bir başkan adayı meydanda dövüldü. Bir diğeri, Müslüman Kardeşler’in iki numaralı ismi Tahrir’den kovuldu.

Bu nedenle şu anda yeni bir kitle hareketimiz var –ve hepsi 72 saat içinde gerçekleşti. Bu hareket gerçekten de binlerce Müslüman Kardeşler destekçisi genç ile örgütün önderliği arasındaki ipleri geriyor. Genç destekçilerin birçoğu, bu önderliğin emir ve isteklerine karşı protestolara katıldı.

Meydanda liberaller, bağımsızlar, solcular ve İslamcılar mevcut. Bu durum İslamcı blok içinde bölünmeler yaratıyor. Bloğun daha yoksul ve işçi sınıfından üyeleri, polis vahşetine karşı Tahrir Meydanı’nı savunmaya inmeleri gerektiğini hissediyor. 22 Kasım Salı günü sokaklarda bir milyon kadar insan ve ülkenin her yerinde on binlerce başkası vardı; hepsi 48 saatten az bir duyuruyla oldu.

- Krizde ABD’nin rolü ne oldu?

ABD’li yetkililer, Müslüman Kardeşler ile sürekli irtibat ve pazarlık halinde olduklarını söylediler. Müslüman Kardeşler, eski NDP üyeleri ve bazı liberallerden oluşan bir koalisyon hükümetine hazırlandıklarını ifade ettiler. Görünüşe göre seçimler, Mübarek’in son parlamentosuyla neredeyse özdeş bir parlamentoyu göreve getirmek için kurgulanmaktaydı. ABD ve SCAF, durumu istikrarlı hale getirebilecekleri ve devrimci hareketin altından desteği çekme konusunda kendilerinden emin görünüyordu.

Polisin Cumartesi günkü oturma eylemini daha önceki birçoğu gibi aman vermemesinin sebebi bu. Birkaç kafa kır, birkaç kemik kır, böyle olur –düşünce biçimi bu. Öfke selini ve mücadele niyetini ummadılar.

İslamcılar, hükümeti SCAF’ın kabulü ile oluşturmaya hazır gibi görünüyordu. Ancak şimdi bütün güç dengeleri değişti. Dokuz ay boyunca karşılanmamış bir talepte kazanıma ulaşmak, hareketin 48 saatini aldı –birçoğu bir haftadan az bir süre sonra gerçekleşecek seçimlerde aday olmasına rağmen NDP üyelerinin beş yıl süresince parlamentoya dahil olmasının yasaklanması.

Daha önemlisi, SCAF, askeri polis tarafından işlenen suçları soruşturmayı durduracağını ve bunun yerine tüm suçlamaları sivil savcılara sevk edeceğini belirtti. Bu, askeri polisin Kıpti Hıristiyanların bir protestosu esnasında sivilleri katlettiği 9 Ekim’den bu yana temel taleplerdendi.

- Göstericiler, baskıya rağmen Tahrir Meydanı’nı nasıl işgal edebildi?

22 Kasım Salı gününden konuşursak, Tahrir Meydanı’ndaki barışçıl gösteride bir milyon insan var. Ancak ara sokaklar 72 saat boyunca devamlı çatışmaya sahne oldu.

Eski Amerikan Üniversitesi yakınında Tahrir Meydanı’na çıkan bir sokak Birinci Dünya Savaşı’ndan bir savaş meydanı gibi görünüyor. Binlerce polis, İçişleri Bakanlığı binasını korumaya çalışıyor. Polisler, ABD’nin tükenmez tedariki sayesinde, kalabalığa dört gün boyunca her beş dakikada bir düzenli biçimde gaz bombası attı. Aynı zamanda plastik mermi de sıkıyorlar.

Ancak bu alışıldık polis vahşeti değil. Cumartesi sabahı gerçekleşen ilk polis saldırısının ardından Tahrir’de 30-40 bin insanın toplandığı Pazar günü saat 17.00’de tekrar geldiler. Ancak bu kez askeri polisle birlikte geldiler ve katliam da o zaman başladı. İnsanlar plastik mermilerle ve gerçek mermilerle öldürüldüler. Bu, keskin nişancıların ve Merkezi Güvenlik Güçleri’nin vurarak öldürme politikasının sonucuydu –doktorlar, yaraların boğaz ve kafa çevresinde yoğunlaştığını söylediler.

İnsanlar öldükten sonra polis, bedenlerini kaldırımda sıraladı. Cesetlerden birini on metrelerce sürükleri ve büyük bir çöp kutusuna attı. Bir başka noktada, cesetlerin kafalarına öldüklerinden emin olmak için sopayla vuruyorlardı. İnsanlar bunun Mübarek günlerinden daha kötü olduğunu söylüyor.

Ordunun davranış tarzı, kamuoyunun düşüncesini değiştirdi –bu durum, Mübarek zamanındaki en kötü günlerin geride kaldığına inanan insanları şoka uğrattı. SCAF’tan hoşlanmamış olabilirler, fakat en azından Mübarek kadar kötü olmayacağını düşündüler. Şimdi insanlar, askeri konseydeki kişi sayısına bir göndermeyle, “Tek bir Mübarek’imiz yok, 16 tane Mübarek’imiz var” diyor.

- Tahrir Meydanı’ndaki protestocuların toplumsal kompozisyonu nedir?

Ocak ve Şubat’taki ile çok benzer, ancak daha az orta sınıf, daha çok işçi sınıfı var. Polisin elinde ölen insanların çoğu gecekondu mahallelerinden gelen yoksul, genç işçi sınıfı mensupları –yıllar süren yok saymanın ardından hiçbir umudu olmayan insanlar.

Ölenlerden biri, polise atmak için taş kıran kadına yardım ediyordu. Kadına, “Ben eğitimsizim, geleceği yok. Polis beni günü birinde nasıl olsa öldürecek. Ben burada öleceğim, sen git. Eğitimlisin ve harekete yardım edeceksin” demiş.

Eğer bu hareketlenme devam ederse, Müslüman Kardeşler’in destekçilerinden ve Selefilerden daha çok gencin buna katılmasını bekleyebilirsiniz. Yaralılara müdahale eden doktorların çoğu, vicdanları ile kendilerine geldiklerini söyleyen Müslüman Kardeşler destekçilerinden oluşuyor.

- Bazıları, mücadelenin bir sonraki aşaması olarak genel grev ihtimalini ileri sürdü. Bu duruma yakın mıyız?

Eylül ayında öğretmenler ulusal çapta grev, Kahire’deki otobüs şoförleri neredeyse 20 günlük grev ve doktorlar iki büyük ulusal grev gerçekleştirdiklerinde genel grev durumuna yaklaşmıştık. Eylül ayının herhangi bir noktasında, ekonominin temel sektörlerindeki bir milyon işçinin en az dörtte üçü grevdeydi. Soldaki birçok insan sonrasında genel grevin gerçekleşebileceğini düşündü.

Bu grevler ne yenildi, ne de kazandı. Bu, birçok insan için moral bozucuydu. İşçiler, SCAF’ın üstesinden gelmek için yeterince örgütlenmiş değiller. Bugün grev yaparsanız, polis olmasa da ordu grevinizi kırmaya ya da kontrol altına almaya gelir.

Bugün kitlesel bir grev yok, ancak mütemadiyen birçok grev mevcut. Ve son 72 saatin insanlara SCAF ile kapışmak için güven kazandırdığından şüphe yok. Bağımsız sendikaların sayısı yaz başlarındaki 90 civarındaki sayıdan bugün 250’ye sıçradı. Ancak birçok sendika varken ülkede işçilerin politik örgütü yok.

- Sırada ne var? Seçimler planlandığı gibi yapılabilecek mi?

Son beş ay, grevlere ve Eylül ayındaki genel greve yakın durumlara karşın devrimci momentte bir geri çekilme dönemi dolu. Üstünlük SCAF’taydı ve kitlesel bir moral bozukluğu vardı. Fakat durum aniden değişti.

Beş gün içinde bir seçim gerçekleştirebilirler mi? Kavga hâlâ devam ediyor. Ancak Essam Şerif hükümetinin düşmesi şimdiden büyük bir zafer. Şerif, Tahrir Meydanı’nın başbakanı olmaya söz vermişti, ancak üç-dört konum hariç hepsini Mübarek’in NDP’sinden getirdi.

Bugünden tezi yok, hareketin talebi, NDP’den isimlerin olmadığı bir birlik hükümeti. Pazarlıklar, İslamcıların, liberallerin ve belki de soldan insanları içerecek yeni bir hükümet için.

Bu yeni hükümet, yönetimi çok değişik koşullarda devralacak. İnsanlar, “Mart’ta Şerif hükümetini getirdiğimizde onlara boş bir çek verdik ve onlar da devrimi çaldılar” diyor. Bu kez onları sorumlu tutacağız.

Bu, sadece SCAF’a karşı bir gösteri değil. Tüm bunlar, çok daha yüksek bir bilinç düzeyiyle gerçekleşiyor.


http://socialistworker.org/2011/11/23/egypts-revolution-returns adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi