Content feed Comments Feed

Covid-19 salgın sürecinde, sürece yönelik alınan tedbirlere dair çokça tartışılan görüşleriyle gündem olan İtalyan düşünür Giorgio Agamben ile gerçekleştirilen son söyleşide, yine salgına karşı alınan önlemler ve bu önlemlerin etkinliği, gelecekte doğurabilecekleri olası sonuçlar üzerinde duruldu. Agamben söyleşide, teologlar ile bilim insanları arasında benzeşim kurarken, bilimin, “çağımızın dini” haline geldiğini belirterek, bilimin her zaman doğru olana hizmet etmediğini vurguluyor.


- Zorunlu eve kapatılma ile yeni bir totalitarizm mi yaşıyoruz?

Gerçekten bugün birçok açıdan varsayımlar; haklar, parlamentolar ve güçler ayrılığı üzerine inşa edilmiş burjuva demokrasilerinin dünyasının sonun deneyimlediğimizi, bunun da her yerde hissedilen kontrol hali ve politik eylemin durdurulması bakımlarından, şu ana dek bildiğimiz totalitarizmden çok daha kötü yeni bir despotizme yol açacağını formüle ediyor. Amerikalı siyaset bilimciler buna, “güvenlik gerekçeleriyle” (şu anki durumda bu gerekçe “halk sağlığı”) bireysel özgürlüklere her türlü sınırlamanın uygulanabileceği bir devlet olan “Güvenlik Devleti” diyorlar. Dahası bizler İtalya’da, uzun süreden beri yürütme gücünün, acil kararnameler için mevzuat oluşturmasına, böylece yasama gücünün yerini alarak demokrasinin temeli olan güçler ayrılığı ilkesini etkin bir şekilde hükümsüz kılmasına alışkın hale geldik. Ve video kameralar ve daha önce öngörüldüğü üzere şu anda olduğu gibi cep telefonları aracılığıyla uygulanan denetleme, faşizm ya da Nazizm gibi totaliter rejimlerde uygulanan denetlemenin çok ötesine geçiyor.

- Cep telefonu aracılığıyla toplanacak verilere ek olarak, verilerden bahsetmek gerekirse; sayısız basın toplantısıyla yayılan ve çoğu kez eksik ya da yanlış aksettirilen bilgilere dair de bir şeyler söylemek gerek.

Bu önemli bir nokta, çünkü olayın temeline dokunuyor. Biraz epistemoloji bilgisine sahip kimse, bu aylar için medya tarafından, herhangi bir bilimsel kriter olmaksızın, sadece yıllara göre aynı dönemin ölüm oranlarıyla ilişkilendirmeden değil, ölüm nedenini bile açıkça belirtmeden yayımlanan sayılara şaşırmaz. Virolog ya da doktor değilim, ancak kendimi sözlü olarak güvenilir resmi kaynaklara atıf yapmak ile sınırlıyorum. Covid-19 kaynaklı 21 bin ölüm öyle görünüyor ki ve de kesinlikle çarpıcı bir sayı. Ancak bu sayıları yıllık istatistiksel verilerle ilişkili bir şekilde ortaya koyarsanız işler haklı olarak farklı bir boyut kazanır. İtalya İstatistik Enstitüsü Başkanı Gian Carlo Blangiardo, birkaç hafta önce geçen senenin ölüm sayılarını açıkladı: 647 bin ölüm (yani günde 1772 kişi). 2017 yılı ölüm nedenlerini incelediğimizde kardiyovasküler rahatsızlıklardan 230 bin ölüm, kanserden 180 bin ölüm, solunum yolu rahatsızlıklarından 53 bin ölüm görüyoruz. Ancak bir nokta özellikle önemli ve bizleri yakından ilgilendiriyor.

- Hangi nokta?

Dr. Blangiardo’nun söylediklerinden alıntılıyorum: “Mart 2019’da solunum yolu rahatsızlıklarından ölüm sayısı 15 bin 189’du, önceki yılın aynı döneminde ise 16 bin 220 idi. Bu arada bu sayıların, Covid kaynaklı ölüm sayısından (12 bin 352) fazla olduğunu belirteyim.” Fakat bu doğruysa -ki salgını önemsiz gösterme çabası dışında doğruluğundan şüphelenmek için bir nedenimiz yok-, kendimize, salgın iki savaş süreci de dâhil olmak üzere ülkemiz tarihinde hiç alınmayan özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirleri meşru kılabilir mi sorusunu sormalıyız. Haklı şüphe; paniği yayarak ve insanları evlerinde tecrit ederek, önce ulusal sağlık sisteminin dağıtan ve sonrasında da Lombardia’da salgın karşısında aynı derecede ciddi hatalar yapan hükümetlerin sorumluluklarını gizleme çabasına dair ortaya çıkıyor.

- Bilim insanları bile aslında iyi bir görüntü vermedi. Kendilerinden beklenen yanıtları verememişler gibi görünüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Nihayetinde etik ve siyasi olan kararlarıyla doktorlara ve bilim insanlarına güvenmek her zaman tehlikeli olmuştur. Görüyorsunuz; bilim insanları doğru ya da yanlış, iyi niyetle, kendisini bilimsel çıkar şeklinde tanımlayan gerekçelerinin peşinden gidiyorlar. Nazi yönetiminde ziyadesiyle saygı gören bilim insanlarının öjenik politikalara öncülük ettiklerini, bilimin ilerlemesi ve Alman askerlerinin tedavileri için işe yarayacağına inandıkları ölümcül deneyleri gerçekleştirmek için toplama kamplarından faydalanmakta tereddüt etmediklerini hatırlatma gereği duyuyorum. Mevcut durumda, kendini gösterme bilhassa rahatsız edicidir, çünkü gerçekte, medya bunu saklasa bile bilim insanları arasında bir söz birliği yok ve belki de en önemli Fransız virolog olan Didier Raoult gibi en tanınmışlarının da aralarında yer aldığı bazılarının, salgının önemine ve Raoult’un bir söyleşisinde “orta çağ hurafesi” olarak tanımladığı izolasyon önlemlerinin yararlılığına dair farklı görüşleri mevcut. Başka yerlerde, bilimin, çağımızın dini inancı haline geldiğini yazmıştım. Din ile yaptığım analoji gerçek anlamıyla alınmalıdır: teologlar, tanrının ne olduğunu açık biçimde tanımlayamayacaklarını açıklamışlardır, fakat onun adına insanlara davranış kuralları dayatmışlar ve kâfirleri yakmakta tereddüt etmemişlerdir; virologlar da virüsün tam olarak ne olduğunu bilmediklerini itiraf ediyorlar, ama virüs karşısında insanların nasıl davranmaları gerektiğine karar vermeye kalkışıyorlar.

- Bizlere, geçmişte de sıklıkla söylendiği gibi, hiçbir şeyin eskisiyle aynı olmayacağı ve yaşamlarımızın değişmesi gerektiği söyleniyor. Siz ne olacağını düşünüyorsunuz?

Hazır olmamız ve ona karşı kendimizi korumaktan usanmamamız gereken despotizm biçimini çoktan açıklamaya çalıştım. Fakat bir an için güncel gelişmeler diyarından uzaklaşıp olayları yeryüzündeki insan türünün kaderi açısından düşünmeye çalışırsak, Hollandalı büyük bilim insanı Ludwig Bolk’un değerlendirmelerini hatırlatacağım. Bolk’a göre insan türü, çevreye uyum sağlamanın doğal yaşamsal süreçlerinin ilerici kısıtlamalarıyla nitelenmiştir ki bunun yerini doğayı insana uyumlulaştırmak için teknolojik cihazların hipertrofik/hacimsel büyümesi almıştır. Bu süreç belirli bir limiti aştığında, zarar verici duruma ve türün kendi kendini yok etme haline dönüşür. Bugün yaşadığımız olaylar bana, bu noktaya eriştiğimizi gösterir gibi geliyor ve hastalığımızı iyileştireceği varsayılan ilaç, daha büyük bir kötülü üretme riski taşımaktadır. Bu riske karşı muhakkak direnmeliyiz.


https://www.quodlibet.it/giorgio-agamben-nuove-riflessioni adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız



ABD’li dil bilimci-yazar Noam Chomsky, İspanya merkezli EFE haber ajansından Cristina Magdaleno ile küresel salgın süreci, salgının ABD ile dünyadaki mevcut ve olası yansımalarına dair bir söyleşi gerçekleştirdi. Trump yönetimini “sosyopat soytarılar” olarak tanımlayan Chomsky, hükümetlerin virüs karşısında “çözüm değil, sorun” olduğunu belirtiyor.




- Bu küresel salgından nasıl olumlu sonuçlar çıkarabiliriz?

Birinci ders, kapitalizmin neoliberal versiyonunun, muazzam ve devasa bir başarısızlığıyla daha karşı karşıya olduğumuzdur. Bundan ders almazsak, bir dahaki sefere gerçekleşecek olan bunu benzeri daha kötü olacak. 2003 yılındaki SARS salgınından sonra olanlar gün gibi ortada. Bilim insanları, başka küresel salgınların, belki de koronavirüs türevlerinin geleceğini biliyorlardı. O noktada buna hazırlanmak ve gribin üstesinden gelindiği gibi üstesinden gelmek mümkündü. Fakat yapılmadı.

İlaç şirketleri kaynaklara sahip ve çok zenginler, ancak bunu yapmadılar, çünkü piyasalar, eli kulağında olan bir felakete hazırlanmanın kârlı olmadığını söyledi. Ve ardından neoliberal çekiç geliyor. Devletler hiçbir şey yapamıyorlar. Çözüm değil, sorun oluyorlar.

ABD, Washington’a getirilen oyun için tam bir felaket. Sorumlusu kendileri olduğu halde kendileri haricinde herkesi sorumlu tutuyorlar. Enfeksiyona dair Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) enformasyon sağlayamayacak kadar işlevsiz olan bir ülke olarak şu anda salgının merkez üssüyüz.

- Trump yönetiminin süreci idaresine dair düşünceniz nedir?

Gözler önüne serilen yöntem gerçeküstü. Küresel salgın Şubat’ta çoktan ortalığı kasıp kavuruyordu, ABD’deki herkes de bunun farkındaydı. Tam da Şubat’ta, Trump incelemeye değer bütçeler sunuyordu. Hastalıkların Önlenmesi ve Kontrolü Merkezi’nin ve sağlıkla ilgili başka kurumların bütçelerinde kesintiler yapıldı. Küresel salgının ortasında bu kesintileri yaptı ve fosil enerji endüstrisi, askeri harcamalar ve ünlü duvarımız için finansmanı arttırdı.

Tüm bunlar size, devleti yöneten ve ülkenin cefalarını çektiği sosyopat soytarıların durumuna dair bir şeyler söylüyor. Şu anda çaresizce suçlayacak birilerini arıyorlar. Çin’i suçluyorlar, Dünya Sağlık Örgütü’nü suçluyorlar… Ve DSÖ’ye dair yaptıkları şey gerçekten suç. Finansman sağlamayı kesmek mi? Bu ne anlama geliyor? DSÖ dünya genelinde, özellikle de yoksul ülkelerde ishal, annelik gibi durumlarla ilişkili sorunlarla ilgileniyor. Dolayısıyla ne diyorlar? “Tamam, güneyde çok sayıda insanı öldürelim, çünkü belki de bunun bizim seçim görünümümüze katkısı olacaktır.” Bu bir sosyopatlar dünyası.

- Trump krizi reddederek başladı; bunun, Demokratların uydurması olduğunu bile söyledi. Bu, Trump’ın gerçekler tarafından ilk kez yenilgiye uğratılmışlığı olabilir mi?

Trump’ın itibar ihtiyacı var. Belki de tarihte kendine en çok güvenen kişi kendisi. Muhtemelen bir elinde “Sizi seviyorum, sizin kurtarıcınızım, bana güvenin, çünkü ben gece gündüz sizin için çalışıyorum” yazılı bir tabela tutarken diğer eliyle sizi sırtınızdan bıçaklayabilir. Ne yaptığına bakmaksızın ona tapınan seçmenleriyle ilişkilenme biçimi bu. Ve Cumhuriyetçilerin takip ettiği yegâne medya olan Fox News, Rush Limbaugh, Breitbart’ın oluşturduğu medya tarafından da destekleniyor.

Trump bir gün “Bu sadece grip, unutun” dese, onlar da “evet, bu grip ve bunu unutmalısınız” diyecekler. Ertesi gün bunun korkunç bir salgın olduğunu ve durumu ilk fark edenin kendisi olduğunu söylese, ahenkle bağırarak onun tarihteki en iyi insan olduğunu söyleyecekler.

Bununla birlikte, sabah Fox News izliyor ve ne söylemesi gerektiğine karar veriyor. Bu harika bir olay. Rupert Murdoch, Limbaugh ve Beyaz Saray’daki sosyopatlar ülkenin yıkımına kılavuzluk ediyorlar.

- Küresel salgın, doğayla ilişkilenme biçimimizi değiştirebilir mi?

Bu gençlere bağlı. Dünya halklarının nasıl tepki göstereceğine bağlı. Bizi, neoliberal el kitabını şimdikinden bile daha geniş hale getirecek hayli otoriter ve baskıcı durumlara da götürebilir. Unutmayın: sermaye sınıfı geri adım atmıyor. Fosil yakıtlar için daha fazla finansman istiyorlar, birtakım korumalar sunan düzenlemeleri tahrip ediyorlar. ABD’deki salgının orta yerinde, cıva ve başka kirleticilerin emisyonlarını sınırlayan yasalar saf dışı bırakıldı. Bu, daha fazla Amerikalı çocuğun ölmesi, doğanın daha fazla tahrip edilmesi demek. Durmuyorlar. Ve karşıt güçler olmazsa elimizdeki dünya bu olacak.

- Küresel salgının jeopolitiği bakımından güç haritası nasıl?

Uluslararası anlamda gelişmeler oldukça şok edici. Avrupa Birliği dedikleri şey var. “Birlik” kelimesini duyuyoruz. Tamam, krizi epey iyi yöneten Almanya’ya bakın. İtalya’da kriz çok şiddetli. Almanya’dan destek alıyorlar mı? Neyse ki alıyorlar, ama bir “süper güç” olan ve doktorlarını gönderen Küba’dan. Ya da teçhizat ve yardım gönderen Çin’den. Ancak Avrupa Birliği’nin zengin ülkelerinden destek almıyorlar. Bu bir şeyler anlatıyor.

Gerçek bir enternasyonalizm sergileyen tek ülke, her daim ABD’nin ekonomik boğma hali altında olan Küba. Ve mucizevi bir şekilde, dünyaya enternasyonalizmin ne demek olduğunu göstermeye devam ettiler. Fakat bunu ABD’de söyleyemezsiniz, çünkü insan hakları ihlallerinden dolayı onları suçlamak zorundasınızdır. Gerçekten, en berbat insan hakları ihlalleri Küba’nın güneydoğusunda, ABD’nin silah zoruyla aldığı ve geri vermeyi reddettiği Guantanamo adı verilen yerde gerçekleşmekte.

Eğitimli ve sadık bir bireyin Çin’i suçlaması, “sarı tehlike”yi hatırlatması ve “Biz mükemmeliz, Çin bizi yok etmeye geliyor” demesi gerekir.

ABD’de Bernie Sanders’ın ya da Avrupa’da Varoufakis’in harekete geçirdiği koalisyon ile ilerici enternasyonalizm için bir çağrı var. Beyaz Saray’dan Orta Doğu’nun gaddar devletleri, İsrail ya da hayattaki en büyük zevkleri, Afrika’dan kaçan insanların Akdeniz’de boğulmasını sağlamak olan Orban veya Salvini gibi insanlar eliyle oluşturulan gerici harekete karşı ilerici unsurları bir araya getiriyorlar.

Tüm enternasyonal “gericilik” bir tarafta toplanmış ve soru şu ki bunlara karşılık verilecek mi? Ve tek umudu, Bernie Sanders’ın inşa ettiği şeyde görüyorum.

- Ne kaybettiniz?

Yaygın biçimde söylenen şey Sanders’ın kampanyasının başarısız olduğu. Ancak bu tamamen yanlış. Büyük bir başarı oldu. Sanders, tartışmanın kapsamını değiştirmeyi başardı ve yıllardan beri adı anılmayan, yaşamı sürdürmek için elzem olan Yeşil Yeni Anlaşma (Green New Deal) gibi çok önemli şeyler şu anda tartışmanın merkezinde.

Zenginler tarafından finanse edilmedi, arkasında medya desteği yoktu. Parti aygıtı, adaylığı kazanmasını engellemek için kullanılmak zorunda kaldı. İngiltere’de İşçi Partisi’nin sağ kanadının, sineye çekemeyecekleri şekilde partiyi demokratikleştiren Corbyn’i yıkıma uğrattıkları yöntemle aynı şekilde.

Seçimleri kaybetmeye bile razıydılar. ABD’de bunu çok gördük, ama hareket varlığını sürdürüyor. İlgi görüyor. Büyüyor, yeniler… Avrupa’da onunla karşılaştırılabilir hareketler mevcut, fark yaratabilirler.

- Bildiğimiz şekliyle küreselleşmeye ne olacağını düşünüyorsunuz?

Küreselleşmede yanlış bir şey yok. Örneğin, İspanya’ya gezmeye gitmek fena değil. Sorumuz, ne tür bir küreselleşme olduğu. Biri, neoliberalizm altında geliştirilmiş olan. Bu onların tasarladıkları. Bu türü, en zenginleri daha da zenginleştirdi ve şu anda şirketler ve tekellerin elinde muazzam bir güç var. Aynı zamanda, verimlilik esaslı iş modeli gereği ürün ve hizmetleri mümkün olan en düşük maliyetle üretmeye dayanan çok kırılgan bir ekonomi biçimine de neden oldu. Bu mantık, örneğin sizi hastanelerde belirli şeylerin olmamasına götürür, çünkü bu şeyler verimli değildir.

Kırılgan inşa edilen sistem şu anda çöküyor, çünkü yanlış giden şeylerle başa çıkamıyor. Kırılgan bir sistem tasarlar ve üretim ve imalatı Çin gibi sadece bir yerde merkezileştirirseniz… Apple’a bakın. Çok azı Çin ya da Tayvan’da kalan devasa kârlar elde ediyor. Muhtemelen ticari faaliyetlerinin çoğu, az vergi ödemek için benim stüdyo dairem kadar bir ofis açtıkları İrlanda gibi vergi cennetlerine gidiyor.

Vergi cennetlerinde paralarını nasıl saklıyorlar? Doğal hukukun bir parçası mı bu? Hayır. Aslında, ABD’de Reagan bile illegaldi. Hisse satışıyla aynı. Gerekli miydi? Reagan bunu yasallaştırdı.

Her şey tasarlandı, sonuçlarını yıllar içinde gördüğümüz kararlar var ve “popülizm” şeklinde yanlış adlandırılan şeyi bulmamızın nedenlerinden biri de budur. Birçok insan öfkeli, dargın ve haklı olarak hükümetten nefret ediyor. Şöyle diyebilecek demagoglar için verimli bir zemin mevcut: senin ve göçmenlerin kurtarıcısı benim falan filan.

- Salgından sonra ABD’nin evrensel ve ücretsiz sağlık hizmetine daha yakın olacağını düşünüyor musunuz?

Bu tartışmaya şahit olmak çok ilginç. Örneğin, Sanders evrensel sağlık hizmetini, ücretsiz üniversitesi planlamıştı. Onu ideolojik görüngeden eleştiriyorlar. En ilginç değerlendirmeler soldan geliyor. New York Times’taki, CNN’deki ve diğer en liberal köşe yazarları… Hepsi bunların iyi fikirler olduğunu, ancak Amerikalılara uygun olmadığını söylüyor.

Evrensel tedavi her yerde. Şu ya da bu şekilde Avrupa genelinde. Brezilya, Meksika gibi yoksul ülkelerde. Peki ücretsiz üniversite öğrenimi? Her yerde… Finlandiya, Almanya, Meksika… Her yerde. Dolayısı ile, soldan eleştirenlerin söylediği, ABD’nin dünyanın geri kalanı ile aynı düzeyde olamayacak kadar geri kalmış bir toplum olduğu anlamına geliyor. Ve bu, size doğa, kültür ve topluma dair çok şey anlatıyor.


https://www.efe.com/efe/america/cultura/chomsky-estamos-ante-otro-fallo-masivo-y-colosal-del-capitalismo-neoliberal/20000009-4226729 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

İtalyalı tarihçi-yazar Enzo Traverso, Les Inrocks dergisinden Mathieu Dejean ile koronavirüs salgını sürecine ve salgına yönelik devletlerin konumlanışının yanı sıra “istisna hâli” uygulamalarına dair bir söyleşi gerçekleştirdi. Traverso söyleşide, küresel salgın sürecinde alınan ve istisnai görünen kısıtlayıcı tedbirlerin kalıcı olması ihtimaline dair endişesini ifade ederken, salgının sonrasında sol/toplumsal hareketler için yaratabileceği imkânlara dair de görüşlerini paylaştı.


- New York eyaletinde durum nedir, siz neredesiniz?

New York Eyalet Valisi yeterince kuvvetli bir reaksiyon gösterdi ve evlerimize kapatıldık. Birçok eyalet aynı kararı aldı, ancak yaklaşımlarda büyük heterojenlikler var. Trump her gün kendisiyle çelişiyor ve ara sıra da halk sağlığı yetkililerince yalanlanıyor. Koronavirüsü, yabancı düşmanı bir çağrışımla “Çin virüsü” olarak adlandırarak başladı. Daha sonra ABD’nin dünyadaki en iyi hastane sistemine sahip olduğunu ve her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Şimdi önümüzdeki iki haftanın sancılı geçeceğini söylüyor (Bu söyleşi, 3 Nisan 2020 tarihinde yapılmıştı; ç.n.). Kamu sağlığı altyapısından yoksunluk nedeniyle virüse karşı savunmasız olan bir devlet varsa o da ABD’dir. ABD, virüsün aşırı hızlı bir şekilde yayılması konusunda gerçekten riski taşıyan çok savunmasız bir ülke. On milyonlarca insanın sosyal güvencesi yok ya da çok zayıf ve faydasız bir sosyal güvenceye sahipler. Tıp bilimlerinde en gelişmiş araştırma merkezlerine sahip olmasının yanında dünyadaki en zengin şehirlerden biri olan New York, Central Park’ta kurduğu geçici askeri hastaneleriyle çaresizce maske ve ventilatör ihtiyacı duyuyor.

- İtalya’yla bağlarınız var. Yarımadada olanları nasıl algılıyorsunuz?

Çok endişeliyim, çünkü ailemin bir kısmı yayılımın çok hızlı olduğu bir bölge olan İtalya’nın kuzeyinde. Milano’da da birçok arkadaşım var. Avrupa’nın geri kalanının, İtalya’da olanlardan ders alacağını umut ediyorum. Açıkçası, Fransa’da da olduğu gibi İtalya on yıllardır sağlık harcamalarından yapılan kesintilerin, buna bağlı olarak yatak sayısının 20 yıl öncesine göre daha az olmasının ağır bedelini ödüyor. Ancak ülke, etkileyici bir dayanışma yükselişiyle genel olarak nispeten iyi reaksiyon gösterdi. Felaketin ortasında iyi haberler de var: Salvini (İtalya eski başbakanı, aşırı sağcı Lega partisi lideri; ç.n.) üç haftadan beri ekranlardan kayboldu! (gülüşmeler)

- Yabancı düşmanı söylem krizden faydalanmıyor mu?

Krizin başında meydana çıkmaya başlayan ve virüsü mültecilerin getirdiğini iddia eden yabancı düşmanı söylem –ABD’de olduğu gibi İtalya’da da- ortadan kalktı. Kamuoyu hızla, küresel bir salgınla karşı karşıya olduğumuzu ve yanıtın da küresel olması gerektiğini anladı. Medyada Çinli ve Kübalı doktorların kahramanlar olarak karşılandığını gördük. Yabancı düşmanı söylem, bu salgını politik olarak istismar etmenin cazibesi yüksek idiyse de şu ana kadar durduruldu. Bunun uzun vadede aynı şekilde devam edeceğinden emin değilim.

- Siyaseten, bu krizin etkileri neler olabilir?

Benim izlenimim, bu küresel salgının yeni hiçbir şey açığa çıkarmadığı şeklinde. Sadece son yıllarda ifade edilen bir dizi eğilimi doruk noktasına itti. Örneğin, biyolojik olan ile politik olan arasındaki sınırlar giderek artan bir şekilde bulanıklaşıyor. Bu, Foucault tarafında teorize edilen biyoiktidarın zaferidir; bir başka deyişle, yaşamlarımızın biyolojik olarak yönetimini üstlenen devlet, fiziksel anlamda da bunu yapıyor. Hepimizin içinde bulunduğumuz sağlık olağanüstü hâlinde ihtiyaç duyduğumuz bu “pastoral” devlet, yaşamlarımız üzerinde topyekûn kontrole sahip olma tehdidi taşıyor.

Aynı şekilde, politik ekoloji üzerine bütün çalışmalar yıllardan beri bize, medeniyetlerimizin birbirine miras bıraktığı ekosistemin, artık kendi kendini düzeltemediğini, krizlerin ve küresel salgınların katlanarak çoğalacağını ifade ediyordu. Nihayetinde virüs, sadece neoliberal ekonominin temeli olan eşitsizlikleri derinleştiriyor. Virüs karşısında hepimiz eşit durumda değiliz: halk sağlığı sisteminin zayıflığına ve hepsinden öte, krizin yarattığı kitlesel işsizlik ve güvencesizliğe bağlı olarak toplumun bir kesimi virüse karşı çok daha savunmasız. Tüm bunlar endişe kaynağıysa da, aynı zamanda müştereklere, dayanışmaya, toplum içinde yaşamaya, başkalarıyla iletişim halinde olmaya yönelik de bir ihtiyaç var. Bu karşı eğilim de tabii ki bir umut kaynağı.

- Sağlık çalışanlarının, kamu hastanelerinin batışını ifşa eden şahitlikleri karşısında, neoliberal reformlara yönelik bir muhalefet rüzgârı yükseliyor gibi görünüyor. Bunun politik değişim için faydası olabilir mi?

Bu küresel krizden sonra herkesin, hastanelerin kâr getiren bir işletme olarak çalışamayacağını ve yaşayan bir kamu sağlığı sisteminin insanlık için hayati önemde olduğunu anlamasını umuyorum. Bu yaygın farkındalık, geleceğin henüz icat edilmemiş –çünkü sokağa inemiyoruz- politik eylem biçimlerini örgütlemede bir kaldıraç, bir dayanak noktası olacak. Bununla birlikte, yirmi yıl önce 11 Eylül 2001’den sonra da New York’un reaksiyonu benzer olmuştu. Ülkedeki emekçi yoksulların en düşük ücretlilerinden olan itfaiyecilerden birçoğu hayat kurtarmaya çalışırken yaşamını yitirmişti. Kendiliğinden tepki iki hafta sürdü, sonrasında örtülü şovenizm savaşa sebep oldu ve yeni bir yabancı düşmanlığı ve ırkçılık döngüsüne girildi. Bu nedenle ne engin iyimserliğe ne de saf kötümserliğe kapılmalıyız.

Bunun yanında, Fransa basınından okuduğum kadarıyla Macron’un aldığı acil önlemler, eşitsizlikleri genişletmek doğrultusunda yol alıyor. Ona göre olağanüstü hâl, krizle mücadele doğrultusunda bunu ödeyebilecek güçte olanlara istisnai vergiler ödetmek değil, kutsal birlik ve ulusal gayret adına ücretli izinleri ortadan kaldırmak. Şu ana dek Trump’ın acil durum planının sosyal boyutu, Macron’un önlemlerinden çok daha istikrarlı.

- Fransa’daki kamu otoritelerinin kriz yönetimlerine dair ne düşünüyorsunuz?

Beşinci Cumhuriyet’in merkezi ve otoriter siyasi sisteminin, Fransızların reaksiyonuna engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Bir “Yeni Anlaşma”ya ihtiyacımız var; ancak Fransız siyaset kurumları, toplumdaki değişime karşı en vurdumduymaz olanlar ve Emmanuel Macron “genetik olarak” neoliberal. Bir dayanışma ekonomisine doğru dönüm noktası, özelleştirilmiş kamu hizmetlerinin yeniden kamulaştırılmasına dair bir plan, kamusal sağlık sisteminin yeniden canlandırılması vb. şeylerin beklentisinde olamayız. Bu nedenle, (Macron’un) beğenilmeme oranı çok yüksek olsa da durum iki yıl daha sabit kalacak. Bir toplumsal sıçrayış gerektirecek, fakat bunun biçimleri yeniden keşfedilecek. Toplumsal kodlar ve siyasi antropoloji; insanlar arasında fiziksel teması, tamamen maddeleştirilmemiş bir kamusal alanı kolektif eylem için gereklilik kılıyor. Ağlar ve medya, şu anda en iyi bilgi ve görüş sağlama işini yapanlar bile, sivil toplumun yerini alacak bir şey olarak değil, demokrasi için bir araç olarak tasarlanmıştır. Buluşma, toplanma imkânı olmadan bu tür bir patlama nasıl örgütlenir? Tüm bunların uzaktan yapılması gerekiyor ve uygulanması o kadar da kolay olmayan dönüşümleri gerektiriyor. Belki de bir eşil aşılacak ve kamusal yaşam ve siyaset uygulamasında yeni bir yöntem ortaya çıkacak.

- Kolektif eylem, gelişmekte olan “temassız” toplum tarafından daha zor hale getiriliyor mu?

Evet. Kendimizi, tarihsel akımları tespit ederek bu krizi daha geniş bir perspektifle düşünme olasılığından koparırsak, bu küresel salgın liberalizmin uç sınırlarına erişme riski taşır. Pandemi tarafından şekillendirilmiş ve dönüştürülmüş toplum bizi tek hücreliler yapar. Ortaya çıkan toplum modeli ortak yaşamı değil, kamu yararının sadece bu etkileşimlerin, bir başka deyişle bireysel bencilliğin nihai sonucu olacağı fikriyle, izole edilmiş bireyler arası etkileşimi temel alır. Hayek gibilerinin savunduğu özgürlük fikri budur. Kriz sonrasında, uzaktan çalışmanın yanı sıra uzaktan eğitimin de gelişmesini öngörebiliriz ve bunun, hem sosyalliğimizde hem de zaman algımızda kayda değer sonuçları olacaktır. Biyoiktidar ve otoriter liberalizmin bu eklemlenmesi, ortaya daha korkutucu bir senaryo koyuyor.

- Şekillenmekte olan bu çerçevede, dijital devlerin davranışlarımızı kontrolünden korkuyor musunuz?

Kesinlikle, ayrıca bu bir keşif de değil. Bu bana, Razmig Keucheyan’ın “Nature is a Battlefield” (Doğa Bir Savaş Meydanıdır) kitabını hatırlatıyor. Keucheyan; askeri, endüstriyel ve finansal güçlerin nasıl uzun vadeli düşündüklerini ve ekolojik felaketle baş etmek için nasıl stratejiler planladıklarını göstermişti. Kapitalizm, her türlü krizden varlığını sürdürerek çıkacak, yaşamı doğal bir ölümle son bulmayacak. Kendi içsel çelişkileri sonucu yıkılacağı tezine inanmıyorum. Ayarlamalar gerektirse bile gözlerimizin önünde şahit oluyoruz ki uyum sağlayabiliyor.

- Bu, “biyopolitikanın zaferi” olarak tanımladığınız şeyin bir parçası mı?

Evet. Bununla anlatmak istediğim, devletin biyopolitik işlevlerinin gelişeceği. Bu krizin üstesinden gelindiğinde, yeni krizleri önlemeyi amaçlayan uzun vadeli önlemler tesis etme sorusu ortaya çıkacak. İstisnai olarak uygulanan önlemler böylece kalıcı olma riski taşıyacak. Halk sağlığı gibi geçerli bir endişeden yola çıkarak yaşamlarımıza hükmeder hale gelmekte olan devletin bu hali, biyopolitik paradigmanın teyidi olarak tanımlayabileceğimiz bir şeydir. İktidar, biyoiktidar haline gelir ve politika, herkesi bir diğerinden korumak doğrultusunda tasarlanmış “bağışıklık” politikası haline gelirse, “müşterek”i üretmek çok daha zorlaşacaktır. Yaşamlarımız bir bütün olarak etkilenecek.

- Bazıları Rosa Luxembourg’un sözünü gündeme getiriyor: “Ya sosyalizm ya barbarlık.” Mevcut salgından olumlu dersler çıkarılacağı umuduna hâlâ sahip misiniz?

Genel bir tarihsel perspektiften, bu tanılamanın her zamankinden daha geçerli olduğunu düşünüyorum. Ancak slogan 1914’ten kalma ve bunu sonsuza dek tekrar etmekten memnun olamayız. Rosa Luxemburg’dan sonra, sosyalizmin kendisinin barbarlığın yüzlerinden biri halini aldığı bir yüzyılın deneyimine sahip olduk. Ancak tarihsel bir bakış açısından, önümüzde duran alternatif bu. Politik tercümesi nasıl olacak? Öngörmek zor. Salgından çıkış yoluna gelirsek, küresel ölçekte iyi ya da kötü bütün dayanaklarının var olduğunu düşünüyorum. Son 40 yılda ortaya çıkan toplum modeline radikal biçimde meydan okuyabilme yetisine sahip bir sola dönüş gerçekleşebilir; ancak dediğim gibi, yeni bir yabancı düşmanı ve otoriter dalgaya yönelim de olabilir: umutsuzluğun yeni günah keçisi arayışına sürüklediği noktada, artan toplumsal eşitsizliklerle eklemlenen kalıcı bir “istisna hâli”.

- Amerikan siyasi yaşamını gözlemleyen biri olarak, size göre Bernie Sanders sol için umudu somutlaştırdı mı?(*)

Kesinlikle, fakat ne yazık ki koronavirüs tam da onun etrafında baş gösteren umudun zayıflamasıyla çakıştı. Hâlâ çok popüler, adaylığı arkasında bir hareket yaratmayı başardı ve bu hareket mevcudiyetini koruyor. Ancak daha önce Hillary Clinton’ın bile karşısında bir dev olarak göründüğü Joe Biden gibi bir mutlak vasatlığın önünde başarısız oldu. Şu anda tartışılan birçok nedenden kaynaklı, özellikle de Black Lives Matter hareketinin ve çok popüler Afro-Amerikan yüzlerin kendisini desteklemelerine rağmen, Afro-Amerikalıların oylarını kapmaktaki yetersizliğinden dolayı başarısız oldu. Oy kullanmayan bir gençlik hareketini seferber etti (gülüyor). Şu anda tartışma, Demokrat Parti’nin ön seçimlerini onaylayarak bir fark yaratıp yaratamayacağımız. Kesin olan şu ki, ABD’de geçici başarısızlıklar yaşayabilecek, ancak Bernie Sanders’ın kampanyasını aşan yeni bir solun doğduğudur. Alexandria Ocasio-Cortez’in dört yıl içinde adaylığının nasıl bir etki yapabileceğini tahayyül ediyorum. On yıl içinde ABD’de fevkalade bir kabarma oluştu. Ancak bu sol, kurumlar dışındaki sosyal, politik ve kültürel hareketlerle eklemlenmezse başarılı olamaz.

- Önümüzdeki dönemin dünyasını nasıl tahayyül ediyorsunuz? Ne umuyorsunuz?

Herkes anladı ki, önümüzde duran sorunların ulusal bir çözümü yok. Küresel eyleme geçmeliyiz. NE yazık ki, Avrupa Birliği bir kez daha işe yaramaz olduğunu kanıtladı: maskeden yoksun ülkelere maske üretip dağıtmayı bile başaramadı. İtalya ve İspanya maskeyi Çin’den satın aldı; Macron, Fransa’nın yılın sonuna doğru kendi kendine yeter hale geleceğini açıkladı. Diğer yandan Almanya, Hollanda ve Avusturya’nın maliye bakanları, Akdeniz ülkelerine yönelik bir “vergi hediyesi”ni kabul etmedi; daha büyük ölçekte yeni bir Yunan krizine doğru ilerliyoruz. “Yeni Anlaşma”, şu anda yaşadığımızla karşılaştırılabilir bir şoktan doğmuştu, ancak şimdilik, her şey liderlerimizin tamamen farklı bir yöne gittiğine işaret ediyor.


* Söyleşinin gerçekleştirildiği tarihte, Bernie Sanders henüz ABD başkanlık aday adaylığından çekildiğini açıklamamıştı.

https://abonnes.lesinrocks.com/2020/04/03/idees/idees/enzo-traverso-letat-durgence-sanitaire-risque-dexercer-un-controle-total-sur-nos-vies/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız



Fransa’da yayımlanan kültür-sanat dergisi Les Inrocks’tan Mathieu Dejean, düşünür Étienne Balibar ile covid-19 salgın sürecinin yarattığı toplumsal atmosfer, özellikle salgın sürecinde “devlet”in yeniden görünür aktör olması, salgının yarattığı “istisna hâli”ne ilişkin tartışmalar ve salgın krizi sonrasındaki süreçteki olasılıklar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.



- Tamamen yeni bir şey deneyimlediğiniz hissinde misiniz?


Tabii ki. Bununla birlikte, ayrıcalıklılar arasında olduğumu şiddetle hissediyorum. Konforlu bir apartman dairesindeyim, penceremin altında tamamen boş olan Montsouris Parkı var, internetim, kitaplarım, müziğim, filmlerim mevcut, sevdiklerimle düzenli irtibat halindeyim, hatta sizlerle de irtibatım var. Elbette, kaygı halinin bir arka planı var, çünkü durum kritik. Hem korunaklı olma hem de beklenmeyene here an maruz kalma duygusundayım. Fakat herkesin aynı gemide olmadığını biliyorum. Bu; bir doktor, hemşire, çalışmaya devam etmek zorunda olan bir sanayi işçisi, az çok desteklenen bir işsizmişim gibi değil. Sağlık krizi, toplumumuzun farklı kırılganlığını, eşitsiz rahatlatma kapasitesini açığa çıkarıyor.

- Sağlık, ekonomi ve siyaset sistemimizin salgınlar karşısında kolay yaralanabilir olduğunu mu farz ediyorsunuz?

Mesleğiniz düşünceleri sunmak olunca, bu tür durumlarda en cazip gelen şey mallarınızı çıkarıp ortaya koymak oluyor (gülüşmeler). Diğerleriyle birlikte, mutlak bir kapitalizm formunda giriş yaptığımız fikrini olgunlaştırdım. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve niteliksizleştirilmesi şeklindeki iki yönlü hareket gibi; bütün insan aktivitelerinin –en samimi olanların bile- ve tüm üretim ve değişim düzeylerinin tamamen metalaştırılması mantığı bir eşiği aşmıştır. Şu anda bütün engeller kaldırılmış durumda. Bununla birlikte “-ebilir” şeklinde ihtimal bildiren söz, bir istikrar durumu hissi, karşı konulamaz bir tahakküm kapasitesi hissi verebilir. Ben tamamen aksini kastediyorum! “Mutlak” tipte bir rejim, olağanüstü şekilde kırılgandır. Karşı ağırlıkları, ortadan kalkma eğilimindedir. Şiddet, her zaman ve her yerde vardır ve yerle kriz hâli, onun bütününü oluşturan bir bileşendir. Gerçekten de şaşırmadığım bu soyutlama düzeyinde isek, şiddet ve istikrarsızlığın bu özelliklerinin kendilerini, hesaplaması zor olan ancak muhtemelen yıkıcı olacak sonuçlarla açığa vurmaya devam etmelerini bekliyorum. Ancak bu krizin özgünlüğü, güncel biçimlerinin önceden kestirilebilir olmamasıdır. En azından ben bu biçimleri öngöremedim.

- Bu koşullar altında, kriz sonrası dünyanın tahayyül etmek sizin için mümkün mü?

Sorunuz gayet yerinde, çünkü kelimenin asıl anlamıyla siyaset; şimdiki zamanın kısıtlamalarıyla düşünemez hale gelmekten değil, öngörüden, tasarlamadan meydana gelir. Ancak diğer yandan, siyasetin örtük varsayımı, olayların nasıl ortaya çıkacağını bildiğimizdir: çok acı çekeceğiz –toplumun belirli bileşenleri diğerlerinden daha fazla çekecek-, küresel salgının bir “zirvesi” olacak ve artık bir sağlık acil durumu hâli olmayacak bir duruma geri döneceğiz.

Şimdi kendi kendime şu soruyu soruyorum: “zirve” nerede tespit edilecek? Yakın mıyız? Hastalığın tedavileri ne zaman gelecek? Epidemiyolog değilim, ancak gözüme ilişen şu ki, salgın eğrisini Çin’de meydana gelen şeyi bir model olarak alarak karşılaştırıyoruz ama Çin’in verdiği bilgilerin doğruluğundan şüphe edebiliriz. Hepsinden önemlisi, Latin Amerika’yı –Lopez Obrador gibi Bolsonaro’nun da Covid’in onlar için olmadığına inanıyor gibi göründüğü- ya da Hindistan’ı veya devasa bir kara delik gibi görünen Afrika’yı hesaba katmıyoruz. Çok fazla bilinmeyen var.

- Öyleyse, salgının küresel boyutunu hafife mi alıyoruz?

Sözlük tanımıyla pandemi (küresel salgın), küresel ölçekte gelişen bir epidemidir, salgındır. Bir düzlem küreye bakarsak, kendi kendimize olayların henüz başlıyor olabileceğini söyleriz. Bu muhtemelen kaygıya neden olacaktır; ancak olayları daha büyük ölçekte düşünmemiz gerektiğinin bir işaretidir. Kapatılma eğilimi sadece bireylerin kapatılması değil, aynı zamanda bölgelerin, ülkelerin kapatılması, sınırların yeniden tesis edilmesi vb. bir eğilimdir. Virüsler sınırlarda durmaz ve dünya halkları birbirine bağlıdır. 1929 krizinin bir dünya krizi olduğu söylenmiştir ancak sadece ABD’yi, Avrupa’yı ve Latin Amerika’nın güney kesimini etkilemiştir. Mevcut ekonomik ve insani kriz ise gerçek bir küresel kriz. Bu açıdan, henüz başlangıcında olduğumuzu düşünmek için sebepler mevcut. Sonrasını ve geleceği tartışmayı reddetmiyorum, fakat kendime sürekli şu soruyu soruyorum: bunu hangi temelde yapmalıyız?

- Şu anda sığınma basamağı devlet –Emmanuel Macron’un konuşmalarından buna tanık oluyoruz. Tüm umutlarımızı devlet kurumuna dayandırarak yanlış yolda olduğumuzu düşünüyor musunuz?

Bir gerçeklik ilkesini hesaba katmalıyız: devlet varlığını sürdürüyor ve yaşamlarımız ona bağlı. Fakat devletin geniş bir kavrayışı gerekli ve hatta buna diyalektik bile diyebilirim. Bir ucunda hükümet, kamu hizmetleri ile özel sektör arasında ve ziyadesiyle tartışmalı güç ilişkileri arasında dolaşan yönetici seçkinler var; diğer ucunda ise devletin toplumda yerine getirdiği işlevleri var. Aralarında anti-devletçi ve anarşist dokunun her zaman tetikte olduğu ve devletin, başımıza gelen bütün talihsizliklerin kaynağı olduğu açıklaması eğilimindeki kişilerin de bulunduğu bazı iyi arkadaşlarımın konuşmalarını aptalca buluyorum; nihayet kapitalizmle aynı anda ondan kurtulma fırsatı doğdu. İlk aşamada, bir acil durum halinde devlet yönetimine şiddetle ihtiyaç duyduğumuz gerçeğinin farkında olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ancak bağlantılı soru şu: yönetim nedir? Bu yönetimin, ulusal egemenlikle tanımlanması uygun mudur? Yürütme gücü ve yönetimi üzerindeki kısıtlaması meşru mudur?

Devlete ihtiyacımız olduğunu söylemek, onun bütün yapılarını ve otoriterizmi, toplumsal kontrolü, tamamen güçlü teknokrasiyi de içeren bütün eğilimlerini kabul etmek demek değildir. Çok yakın gelecekte, bir yurttaş olarak devleti kendi hizmetinizde nasıl kullanacağınızı, ondan ne talep edeceğinizi bilmeniz gerekir; daha uzun vadede ise bu krizin, devletin işlevinde radikal dönüşüm talebini yükseltip yükseltmeyeceğini sormalıyız. Macron “egemenlik” kelimesini kullandığında sadece Fransızların egemenliğinden değil, Avrupalıların egemenliğinden de bahsediyordu. Benim bakış açımdan bu olumlu bir belirtidir. Ancak cisimleştiği egemen yönetim zihniyetinin doğruluğunu sorgulamaz.

- Avrupa idealine ziyadesiyle bağlı olan siz, Avrupa Birliği’nin krize yanıt verme şekli hakkında ne düşünüyorsunuz? Şimdilik yokluğuyla göze çarpıyor gibi görünüyor.

Sadece yokluğuyla göze çarpmıyor, dağılmış durumda!

- Bununla birlikte, Avrupa ölçeğinde harika bir ortaklaşma vesilesi olabilirdi.

Yaraya tuz bastınız! Ben inanmış bir Avrupalıyım. Sadece enternasyonalist idealizmle ya da kapatılmışlığı tek bir dil ve kader topluluğu dâhilinde aşmaya dair bazılarımızın arasındaki derin arzuyla değil. Günümüz dünyasında, yaşamsal sorunlara -istisnai bir ciddi sağlık krizine yanıt verme ve bunun ekonomik sonuçlarıyla baş etme gibi- göğüs germek için üzerinde durulması gereken basamak Avrupa düzeyi olduğundan böyle. Avrupa Birliği, kıtamızda yan yana yaşayan bu tarihsel halk topluluğunu biçimlendiren kurumlardan biri. Yıllarca, bu siyasi yapının sadece engellenmediğini, aynı zamanda idealler, yönetme kapasitesi ve demokratik meşruiyet açısından aşağı doğru bir düşüşle meşgul olduğunu gördük.

İpuçları çoğaldı: milliyetçilik patlaması –bazıları Macaristan gibi apaçık etkileyici olan-, salt bir İngiliz meselesi olmayan Brexit ya da krizin feci yönetilme biçimi. Şu anda buna dair epey düşünüyorum, çünkü Avrupa politikaları yoluyla toparlanma, şahit olduğumuz korona bonoları ve borçların ortaklaştırılmasına dair çatışmanın merkezinde. Avrupa’nın bir dağılma safhasında olduğunu düşünmemiz için hâlihazırda her türlü nedenimiz mevcut. Vadesinin geldiği hissine kapılabiliriz.

Avrupa’nın ya kendine yeniden şekil vereceğini ya da krizden can çekişir biçimde çıkacağını düşünenlerdenim. Maalesef iyimser değilim. Dolaysız çıkar çatışması şiddetli. Bir kez daha, birçok şey, Almanya’da ne olduğuna bağlı, fakat Almanların kendi aralarında karar vermelerine izin vermemeliyiz. Angela Merkel’i 2015 yılında mültecileri memnuniyetle karşıladığında takdir ettiğim ile aynı derecede, onun mevcut durumda bencil ve kısıtlayıcı bir algıyla düşünüp Alman sanayisinin çıkarlarında sıkışıp kaldığından endişe ediyorum. Jacques Delors’un (94 yaşında, Avrupa Komisyonu eski başkanı) bir uyarı çığlığı atmak amacıyla emekliye ayrıldığını fark ettim. Onu idealize etmiyorum. Ancak gerçek şu ki, bugünün Avrupa’sında aynı hâkimiyet ya da berraklıkla konuşacak en ufak bir figür görmüyorum; özellikle de bir kukladan fazlası olmayan Ursula von der Leyen (Avrupa Komisyonu Başkanı) hiç değil. Umarım Alman kamuoyu siyasi nedenlerle olduğu kadar ahlaki nedenlerle de bundan vazgeçebilir ve böylece yardımcı olabiliriz.

- Birçok insan, küreselleşmeyi, yaşadığımız krizin temelinde yatmak ile itham ediyor ve buna bir son vermenin zamanının geldiğini düşünüyor. Bu bakışa katılıyor musunuz?

Bu fikre katılmıyorum ama mekanik nedenselliklerden ve nitelikler bakımından tümevarımdan bir parça korkuyorum. Küreselleşmeyle böyle bir şey olduğunu düşünüyorum; sınırlar göreli olarak insan topluluklarındaki dayanışmayı tahrip ediyor. Ancak siyasi, hatta antropolojik bir soru ortaya çıkıyor: insanlar arasındaki topluluk ya da dayanışma duygularının ortaya çıkış düzeyi nedir? Bu duygular değişmez midir? Ve ne düzeyde birbirlerine özeldir? Belki de burada biraz tarih ve sosyoloji gerekir.

Sağlık çalışanlarından gelen üzücü çağrıların nihayet duyulduğu kamu hizmetlerinden yeniden bahsedersek, yirminci yüzyılın, devletin yeniden dağıtıcı rolünü ve ulusal aidiyeti merkeze alan bir “komüniteryanizm” biçimi kurduğunu fark ederiz. Ben buna “Milli Sosyal Devlet” diyorum. Bu komüniteryanizm eşitsizdi (denizaşırı topraklar gibi sömürge ve yarı-sömürgeler açısından ayrımcıydı), toplumsal çelişkilerle donanmış ahlaki ön yargılarla (bunu AIDS zamanında görmüştük) donanmıştı, ancak aynı zamanda bütünleştiriciydi.

Milliyetçiliğin aşırı biçimlerine neden olan panik hissi, genel olarak küreselleşmeye bağlı değildir; bunun, milli-sosyal devletin ve onun somutlaştırdığı dayanışmaların son elli yılda neoliberal politikalardan giderek daha derinden etkilenmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bununla birlikte; güven verici olan hâlâ kaynaklarının olması, insanların ona bağlı olması, bünyesinde çalışanların kendi faydalılıkları ve toplumsal işlevleri konusunda yoğun bir hisse sahip olması ve hükümet yetkililerinin kamu hizmetlerini takdir etmeleri gerektiğini aniden fark etmeleri. Milliyetçilik, öteki olandan korkma ve aynı zamanda bu kazanımın savunusudur.

Ancak tabii ki, ulusaşırı dayanışmanın hayati olduğu bir karşılıklı bağımlılık dünyasında yaşıyoruz. Sonuç olarak, bu topluluk olma hissinin yabancıyı ve dışarıdakini düşman olarak tanımlayan şiddetli yabancı düşmanlığına dönüşümü gerçek bir felakettir. Trump, bunun eşi benzeri olmayan bir açığa çıkarıcısıdır! Bu, kolektif aidiyet duygusu uygun biçimde yönlendirilerek potansiyel olarak ölümcül yabancı düşmanı hezeyana dönüştürülebilecek olanların bir belirtisi.


- Yakından tanıdığınız İtalyan düşünür Giorgio Agamben gibi siz de, sağlık gerekçesiyle bizi özgürlüklerden mahrum eden istisnai tedbirlerin kriz sonrasında kalıcı hale geleceğinden korkuyor musunuz?

Bu endişeleri paylaşıyorum, ama kıyamet söylemi destekçisi değilim. Giorgio’nun kuramsal kapasitesine, felsefi ve politik radikalliğine hayranım. Ancak geçmişte bize, toplama/imha kamplarının, günümüz toplumunun işleyişinin örneği olduğunu ifade etmişti. Her zaman saçma ve bazı bakımlardan ayıp bulduğum bir beyanat bu. Agamben, olağanüstü hâlin bu küresel salgın lehine normalleştiğini söyledikçe konuşma enflasyonu düzeyinin düşürülmesini talep ediyorum. Bu konuda, bana sınıf sorunları son derece önemli gibi geliyor.

Bununla birlikte, devletlerin hazırlıksız yakalandıkları bu tür bir krizde, nüfusu genellikle polisiye kurumlarla kontrol etme eğilimleri bir gerçektir. Ve bu kendisini aslında gerçekten de özgürlüklerin kısıtlanmasıyla gösterir. Bir niyet aramak istemiyorum, ancak Adalet Bakanı hukukun üstünlüğünün garantilerinin mevcut olduğunu söylediğinde bunu görmek isterim. Devlet velayetleri ve imtiyazlarının gelişmesi ile bunun tersine yurttaş özgürlüklerinin genişlemesi ve inisiyatiflerinin özgürleşmesi çatışması yarının en büyük sorunlarından olacaktır.

Veri işlemenin ve kamu kurumlarının ya da özel kuruluşların sahip olduğu “takip” araçlarının geniş çaplı kullanımı da stratejik bir soru haline gelecek. Buna hazırlanmalı ve şu anda bunun üzerine konuşmalısınız. Buna dair, Avrupa konusunda olduğum kadar kötümser değilim. Göründüğü gibi güzel kelimeler kullanmıyorum, ancak insanların birbirlerine yardım etme hünerlerinin dirilişini izliyorum. Ve belirli hâkim çıkarlar noktasında devlet yönetiminin kusurlarına gelince artan bir açık seçiklik. Doktorlar, hemşireler ve hizmet sektörü çalışanlarının sessiz kalmayacaklarını düşünüyorum. Yarın nasıl yönetileceğimiz konusunda hem endişeli hem de tetikteler.

- Uzun vadeli sosyal mesafelenmenin bireyci bir geri çekilmeye, kolektif seferberliklerde bir gerilemeye dönüşmesinden korkmuyor musunuz?

Bunu nerede gördünüz bilmiyorum! Bu noktada hiçbir şekilde Agamben’in söyledikleriyle yakın değilim. Yayımladığı metin, sınırlamanın, her yurttaşı kendi küçük baloncuğuna kilitlemeyi ve başkalarıyla iletişim kurmalarını önlemeyi amaçlayan olağanüstü hâlin bir gayesi olduğunu açıklıyor. Bu bir metafor, fakat apartman dairesi bir zihinsel balon değildir, hele de büyük bloklarda! İnsanların ayrıştırılmayı ya da bencilliği kanıksadığını söylemeyi neyin mümkün kıldığını anlamıyorum. Bununla birlikte, artan şey aile içi şiddet. Ve gelecek kaygısı. Yarın ne olacağını bilmiyorum –belki de en kötüsü olacak-, fakat diyalog kurma ve ortak projeler yapma arzusunun buradan güç kazanarak, bu yoğun hayal kırıklığı dönemiyle kızıştırılmış olarak çıkacağı hissindeyim. Toplumumuzdaki bireyin, yetkililerin ve toplulukların sorumluluğunun ne olduğu sorusu, büyük bir güçle yeniden diriltilecektir.

- Yarının dünyasından ne umuyorsunuz? Bu virüs, şu anda müşterekler olarak adlandırdığımız şeyin önemine dair bir farkındalığı tetikleyecek mi?

Bu tamamen krizin süresine ve yoğunluğuna bağlı. Bir filozof olarak soyut tipolojilere çok düşkün olabilirim, ancak teorik konuşursak sanırım üç kavram var: devlet, kamu ve müşterek. Kamu hizmeti, kamu gücü ya da müdahalesi, kamusal alan soruları bugünkü tartışmanın merkezinde ve öyle de kalmaya devam edecek. İki karşıt durum arasında sıkışıp kalmış gibi görünüyorlar: bir tarafta devlet merkezileşmesi, diğer tarafta özerklik ve müştereklerin özünde var olan gücü –dayanışma-. Tartışmamızın başlangıç noktasıyla karşılaştırdığımızda, ben bu yüzden perspektifi ters yüz ediyorum. Bizi, mümkün olan en iyisi olmasa bile, devlete ihtiyacımız olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye zorlayan bir gerçeklik ilkesi mevcut. Ancak aynı zamanda, son dönemde düşünürlerin ve aktivistlerin çok güzel ismini yeniden canlandırdıkları “müşterekler” için öz-yönetime, özerk dayanışmaya ihtiyaç duyduğumuz gerçeğine de tüm gücümüzü vermeliyiz. 20. yüzyılın başında da söylediğimiz üzere devrimci süreçler, karşıtların birliği tarafından tanımlanan süreçlerdir. Devlet ve devlet karşıtı çatışması. İki ilke rekabet halindedir ve bu rekabet, barışçıl ya da istikrarlı değildir. Kilit nokta, geçiş rejimleri bulmak ve politik eylem biçimleri icat etmektir.


https://abonnes.lesinrocks.com/2020/04/10/idees/idees/etienne-balibar-les-choses-ne-font-peut-etre-que-commencer/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi