Content feed Comments Feed

Uruguaylı gazeteci-yazar Raúl Zibechi, Meksika'nın La Jornada gazetesi için kaleme aldığı yazısında, iklim değişikliğine karşı yapılanları ve yapılması gerekenleri değerlendirirken, iklim krizine karşı mevcut protesto hareketlerinin yetersizliğine ve işlevsizliğine işaret ederek, orta sınıfın gelip geçici coşkusunun alanı olarak tanımladığı sokak protestoları yerine, iklim kaosundan doğrudan etkilenen birincil kesim olan ezilenlerin ve yoksulların örgütlülüğünün gerekliliğine dikkat çekti.


"Fracaso" (İspanyolca; başarısızlık; ç.n.), 2-13 Aralık günleri arasında Madrid'de düzenlenen Birleşmiş Milletler 25. İklim Değişikliği Konferansı (COP-25) değerlendirilirken en çok kullanılan tabir durumunda. Çeyrek yüzyıl ve başka birçok konferansın ardından, iklim değişikliği ilerlemeyi sürdürüyor ve engellenebilir felaketlerden en çok etkilenenler olan küresel Güney'in halk kesimleri için iklim kaosuna dönüşüyor.

Bu konferansta Çin, Hindistan ve Brezilya gibi yükselmekte olan ülkeler, zararı tersine çevirmek amaçlı zorunlu kısıtlamaların artırılmasına karşı çıktılar. Konferansın başarısızlığında ABD ve Avustralya da rol oynadı. Her halükârda, hükümetlerle ittifak yapan petrol ve jeomühendislik çokuluslu şirketlerinin baskılarının, güçlü bir tedbiri savuşturmak için hayli sebebi var.

Bu süreç boyunca ve Madrid'teki konferans süresince, yetkililerin üzerinde konuya müdahil olmaları için baskı oluşturmak amacıyla yaygın gösteriler çoğaldı.

Hem sivil toplum örgütlerinde faal insanların hem de çevre aktivistlerinin önceliklerinde de, kullanmakta oldukları eylem yöntemlerinde de hatalı olduklarını düşünüyorum. Bunu açıklamaya çalışacağım.

Her şeyden önce, hükümetlerin iklim değişikliğine dair bir şeyler yapabilecekleri ve BM'nin pozitif politikaları iletmek için bir zemin olduğu fikrini yaymak bana hatalı görünüyor, çünkü sistemin sözümona çıkarlarına ilişkin bir kafa karışıklığını yayıyoruz. Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması gibi bütün sözleşmelerin çerçeveleri hiçbir şey başaramamıştır.

Bu noktada Birleşmiş Milletler'e güven duymamız, sorunlarımızın çözümü için devletlere inanmamız ile aynı şeydir. STK'lerin her çağrıya riayet etmelerini anlıyorum, çünkü uluslararası ve devletlerarası sistem ile müşterek çıkarlara sahipler. Ancak aşağıdaki militanların da aynısını yapması talihsiz görünüyor, çünkü bu durum kafa karışıklığına ve dikkatin, kapitalizmden başka bir şey olmayan asli problemden sapmasına neden oluyor.

İklim değişikliğinde kilit nokta, gücün yüzde 1'lik en zengin kesimin elinde gaddarca toplanmasında aranmalıydı. Bunlar yerlerinden edilmedikçe ya da yenilgiye uğratılmadıkça, bu dünyada hiçbir şeyi değiştirme şansı, özellikle de halk kesimleri lehine değiştirme şansı olmayacak. Bunun kanıtı; ulaşım, otel, altyapı gibi kalemlere yapılan devasa harcamalarla 25 konferans sonrasında yüzde 1'in gücünün artması ve iklim değişikliğinin talancı yoluna devam etmesidir.

İkincisi, gösterilerin çok bir faydası yoktur. Belki küresel orta sınıfın kaygı ve suçluluğunu dindirmeye hizmet ediyordur. İki asırdan beri gösteriler oluyor ve milyonlar sokağa çıkıyor. Sonuçlar her zaman aynı: coşkunun ardından insanlar rutinlerine dönüyor ve hiçbir şey değişmiyor.

İhtiyacımız olan şey her bölgede, her mahallede, her sömürgede kendi kendimizi yönetmek ve hükümetlere değil, topluluklarımızın kararlarına bağlı olmak için örgütlenmek. Bir kent ne kadar çok örgütlenirse, o kadar az gösteri yapar. Mapuchelerin, Mayaların ve özyönetimlerini inşa eden başka halkların bize öğrettiği budur.

Gösteriler, başka bir yöntem bulamayan kentli bireylerin medya performanslarıdır. Daha iyi bir şeylerin yokluğunda kendimin de katıldığı gösterileri ayıplamıyorum. Ancak aylardan beri sürenler gibi ayaklanmalara yol açtıklarında faydalı olduklarını kabul etmeliyiz.

Üçüncü ve belki de en önemli mesele şu ki, iklim değişikliğinin sorumluluğunun sadece bir kısmını görüyoruz. Şu bir gerçek ki, çokuluslu şirketler ve onların hükümetleri ziyadesiyle sorumlular; hem Kuzey ülkeleri hem de yükselmekte olan ülkeler. Ancak uyguladığımız tüketim kültürünün, iklim kaosunun ve gitmekte olduğumuz çöküşün birinci zanlısı olduğunu görmek istemiyoruz.

Hegemonik kültürü dönüştürmezsek -sadece egemen sınıfların değil, halk kesimlerinin de- iklim kaosuna karşı mücadelede bir adım bile ileri gitmeyeceğiz. Bu kültür, tüketimciliğin yörüngesinde dönüyor. Örneğin kim Hindulara, ABD'lilerden kişi başına 40 kat daha az araç sahibi iken daha fazla araba almayın diyebilir? Tüketimi azaltmak için sert bir diktatörlük gerekecektir.

Uysal bir dolgu malzemesi olarak bu tür konferanslara katılmak yerine, köylerimizde şimdiden beliren fırtınaya karşı koymak için müşterek hazinenin inşasına vakfetmemiz gerektiğine inanıyorum. Arjantin-Córdoba'da bulunan Universidad Trashumente'de ("Yaylacı/Gezici Üniversite", özellikle yoksullara yönelik eğitimi ve halk hafızasını geri kazanmayı amaçlayan eğitim projesidir. 1998 yılında oluşturulan proje kapsamında, Arjantin'in yoksul ve ezilenlerinin yoğunlaştığı bölgelerde gezici eğitimler verilmekte; ç.n.) bir toplantıya katıldım. Halk mahallelerindeki ailelerin hepsi cinayet ya da tecavüz mağduruydu. Sistemik fırtına şimdiden aramızda, ancak (şimdilik) orta sınıfı değil yerlileri, siyahları ve yoksulları etkiliyor.

Yukarıda adı geçen toplantılara odaklanmaya devam mı edeceğiz?



https://www.jornada.com.mx/2019/12/20/opinion/016a2pol adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

İran Tudeh Partisi, benzin zammı sonrasında geniş kitlelerin İran'ın birçok şehrinde sokağa dökülmesine ilişkin yazılı bir açıklama yaparak, İslami rejimin ekonomi politikalarının halkı yoksulluğa mahkûm ettiğini belirtti ve rejime karşı örgütlü mücadele çağrısında bulundu.


Açıklamasında, akaryakıt fiyatının yüzde 50 oranında arttığını ve Devlet Başkanı Hasan Ruhani'nin buna gerekçe olarak "düşük gelirli 18-19 milyon aileye yani 60 milyonluk nüfusa yardım etmek" olduğunu ifade ettiğini belirten Tudeh, bu yapılanın nüfusun yüzde 75'ini oluşturan yoksullara yardım etme amacı taşıyamayacağını vurgulayarak, "Bu, özellikle de yoksulluk sınırının beş kat altında kazanan işçi ve köylülere yardımcı olamaz. Dahası, yapılan zam gıda ürünlerinin fiyatlarını, toplu taşıma tarifelerini ve ailelerin günlük ihtiyaçlarının bedellerini arttıracak" dedi. İran'ın teokratik rejiminin, zamdna sadece saatler sonra, doğabilecek tepkileri bastırmak için sokaklara polis yığdığını belirten Tudeh, sokaklara dökülen halkın "Benzin artık daha pahalı, fakir daha fakir", "Utan Ruhani, ülkeyi yalnız terk et", "Bundan yorulduk" sloganları attığına işaret ederek özetle şunları ifade etti:

"İran'ın İslami rejiminin hâkimiyetinde, son 12 yılda bir litre benzinin fiyatı 30 kat arttı. 2007 yılında benzinin fiyatı 100 Toman iken, bugün bu fiyat 3 bin Toman'a çıktı. Hasan Ruhani hükümeti benzin zammı için birkaç ay önce zemin hazırlamaya başladı fakat tepki ve protestolardan çekinerek zammın uygulanmasını erteledi. Son birkaç on yılın deneyiminin altını çizdiği gerçek, dini lider tarafından diğer devlet organlarına dikte edilen İslami rejimin makro-ekonomik politikalarının, üretim altyapısının ve birçok üretim tesisinin tahribinden, milyonların yoksulluk sınırının altına ve mahrumiyete sürüklenmesinden başka sonucu olmadığıdır. Mevcut rejimin zorbalığı ve baskıcılığının yanı sıra halkın taleplerine dair umursamazlığı, İran halkının geçim ve hayatta kalma mücadelesini gün be gün zorlaştırmaktadır.

Yurdumuzun dertli halkının haklı ve medeni protestolarını savunurken, İran Tudeh Partisi, rejimin silahlı paralı askerlerinin protestoda bulunan halka yönelik vahşi saldırısını en güçlü şekilde kınıyor ve İran ve tüm dünyadaki ilerici güçleri rejimin politikalarına karşı seslerini yükselterek ülkedeki baskı dalgasının durdurulmasını talep etmeye davet ediyor. Rejimin şeytani politikaları, ulusal kaynakların yağmalanmasının yanı sıra, ABD'nin insanlık düşmanı yaptırımlarıyla birlikte rejimin bölgedeki maceracı ve mantıksız politikaları, yurdumuzdaki mevcut ekonomik krizin başlıca nedenleri arasındadır. Rejimin bu yıkıcı politikalarına karşı ancak koordineli bir meydan okuma ve mücadele, yönetici despotları geri çekilmeye zorlayabilir."

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Emperyalizme karşı enternasyonalizm

9 Ekim 2019 Çarşamba

Marksist düşünce dergisi Viewpoint Magazine, Şubat 2018’de yayımlanan Emperyalizm dosya konulu sayısında “Emperyalizme karşı enternasyonalizm” başlıklı editoryal bir metne yer verdi. Metin, özellikle Türkiye içinde anti-emperyalizm tartışmaları yoğunlaşırken “nasıl bir anti-emperyalizm” sorusuna yanıt arıyor ve "devrimci yenilgicilik"in gerekliliğine vurgu yapıyor.


1917 Rusya’sında emperyalizm, gündelik yaşamın içinde somut bir güçtü. Orduya çağrılmak ve başka bir yere gönderilmek, cephe için birilerinin tahılını istemek, savaş sanayisinin gereksinimleri ve disiplini için birinin işinin yoğunlaştığını fark etmek –bunlar, halk sınıflarındakilerin Büyük Savaş’a ilişkin deneyimleriydi ve bu deneyimleri emperyalizm sorunu ile ifadelendirmek, Bolşeviklerin siyasal yetenekleriydi. Aslında, 1917 boyunca Lenin ve partinin geri kalanı tarafından benimsenen kilit politik pozisyonlar, çeşitli ölçülerde, savaşın emperyalist karakterine dair görüşlerine ve onların tutarlı sarsılmaz savaş karşıtlıklarına dayanıyordu. Bu sebepledir ki, ikili iktidarın olduğu durumda meşruiyetini sürdürebilen Geçici Hükümet ve onun katılımcıları değil Sovyetler oldu. Bu durum, Temmuz Günleri’nde Bolşeviklerin, belirleyiciliği “Kornilov Olayı”nda ve nihayetinde Ekim’de tekrar tekrar kanıtlanmış olan askerleri örgütlemeye yaptıkları vurgunun nedenini açıklamıştır. Ve Lenin’in 1914’te bile krizin kokusunu alması, şüphesiz ki 1905 Rus Devrimi ve onun öncesindeki Rus-Japon Savaşı arasındaki bağlantıyı anlaması kesinlikle rastlantı değildi.

Tabii ki Avrupa’nın başka yerlerinde, Birinci Dünya Savaşı uluslar-arasıcılığın (enter-nasyonalizmin) belirli bir türünün sınırlarını ortaya koymuştu. Komünist devrim, Marx ve Engels için bir dünya olgusu ve proletarya evrensel bir sınıf olarak anlaşılıyorken, proletaryanın kendisi ulusu ile bölünmüştü; Batı Avrupa’da ulusal kapitalist sınıfları yaratan tarihi yansıtıyor ve politik stratejilerini ulus-devlet düzeyinde konumlandırıyorlardı. Birinci ve İkinci Enternasyonal’ler çeşitli ulusal proletarya kesimlerini koordine etme yolları idiler, fakat bir dünya siyasi projesi ile onun öznesi varsayılan şeyin bilinçli biçimdeki ulusal karakteri arasındaki gerilim varlığını sürdürecektir. Bu durum, José Aricó’nun yazdığı gibi şuna neden olmuştur:

“sosyalist harekette, biçimsel enternasyonalizmle de facto/fiili gündelik milliyetçilik arasında giderek derinleşen yarık. Böylelikle, proletaryanın “evrenselliği” her zaman –bilinçli ya da bilinçsiz olarak- belirli “ulusal” merkezleri –emekçi kitlelerin devrimci enerjilerinin en çok yoğunlaştığı yer neresi idiyse-, sınıfın evrensel niteliklerinin evi olarak görmeye dönüştürüldü: önce İngiltere, sonra Fransa, bunun sonrasında Almanya ve son olarak Rusya.” (1)

Marx’ın kendisi, özellikle İrlanda’nın İngiltere ile sömürge ilişkisine ve bu ilişkinin her iki ülkedeki sınıf mücadelesindeki sonuçlarının analizlerine dair yazarak ulusal ve evrensel arasındaki ilişkiye dair Hegelci bir tarih felsefesinin kalıntılarını taşıyan bu düşünüş biçimini giderek artan biçimde sorgulayacaktır. (2) Bununla birlikte, 1914’te İkinci Enternasyonal’de eleştirel olmayan nesnel milliyetçiliğin hâkimiyeti, emperyalist şiddete yönelik sosyal demokrat desteğin yaygın biçimde rasyonalize edilmesine sebep oldu; buna göre tekil kapitalist devletler, bunların sözde tarihsel önemlerinden dolayı, tarihsel olarak ilerici olan sınıf mücadelesi adına savunulmalıydı: Almanya’da savaşa verilecek destek, Çarlık’ın gerici gücüne karşı mücadele olarak, Fransa’nın Almanya’ya karşı “Cumhuriyet savunusu” mücadelesi, Alman feodalizminin geri adımına yönelik olarak düşünülebilirdi.

Rusya, nihayetinde proleter devrimin evrensel olabilirliğini gösteren özgün bir vak’a olarak düşünülecektiyse, bu kesinlikle 1917’den çok önce ya da 1917 süresince değildi. İronik biçimde gerçek şu ki, Rus devrimcilerinin bile ülkelerini “geri” olarak kavramaları, onların potansiyel devrimci zaferlerini, kendi kendine tüm insanlığı özgürleştirecek çığır açan bir dünya tarihsel gerekliliği olarak görmeleri şeklindeki öngörüsüzce hatadan alıkoyacaktı. Aksine, milliyetçiliğe yatırım yapmamak, Lenin’in emperyalizme dair, proletaryanın rekabet halindeki güçler arasında saf tutması için bir neden olmadığı şeklindeki stratejik düşüncesini geliştirebilmesine temel oluşturmuştu. Lenin, emperyalizmi, devletlerin yeni pazarlar, kaynaklar ve sermaye ihracı için yeni alanlar mücadelesinin parçası olarak doğrudan savaş açacak kadar ulusal tekelci sermayedarlarına minnettar olacakları biçimde, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesinden kaynaklanan bir çatışma olarak teorize eder. Nitekim Büyük Savaş bir fırsat sunmuştur: kapitalistler arası çatışma, proletarya kesimlerinin, “emperyalist savaşı iç savaşa” dönüştürmesine imkân verecek türden krizler yaratacaktır. Bir başka deyişle emperyalizmin, çeşitli ulusal sınıf mücadeleleri ve bu mücadeleleri bütün uluslarda güçlendirmesi üzerindeki etkileri ile kavranması gerekiyordu; ülkelerin işçi sınıflarının, işçileri ve köylüleri kanlı değirmene tahıl yapan ve sadece sermaye için olabilecek bir savaşı desteklemek yerine kendi egemen sınıflarının yenilgisini desteklemeleri daha iyi olacaktır. Gerçekten de, Şubat Devrimi’nin başarısından ve Bolşeviklerin zaruri politik kazanımından sonra bile, Lenin bu hattı savunarak şunları ileri sürecekti: “Devrimci savunmacılığa en ufak bir taviz vermek sosyalizme ihanettir, enternasyonalizmden tamamen feragat etmektir; hangi güzel cümleler ve ‘kullanışlı’ değerlendirmeler ile meşrulaştırıldığının bir önemi yok.” (3)

Zira iki ayrı enternasyonalizm eğiliminin, kapitalizmin emperyalist karakterine karşı net cevaplar olarak kendilerini işçi hareketi içinde açıklığa kavuşturmaları Büyük Savaş sırasında gerçekleşti: birincisi, milliyetçi destek ayakları, çelişkili bir biçimde emperyalist savaşla suç ortaklığı yaratmış olan enter-nasyonalizm; ikincisi, Michael Hardt ve Toni Negri’nin aşağıdaki alıntıda “anti-milliyetçi” bir enternasyonalizm olarak isimlendirdikleri şey:

enternasyonalizm; ulus-devletlerin, kapitalist sömürünün baş failleri olduğunun ve çokluğun, sürekli olarak anlamsız savaşlara asker olarak sürüldüğünün farkına varan aktif kitlesel öznenin arzusuydu –kısacası; ulus-devlet, çelişkileri arıtılamayacak, ancak ve ancak yok edilebilecek bir siyasi formdu. Enternasyonal dayanışma, gerçekten de ulus-devletin yıkılması ve yeni bir küresel topluluğun inşası için bir projeydi.(4)

Bu ikinci görüşte, emperyalizme karşı olan bir enternasyonalizm, onun uluslar zinciri şeklindeki halini yansıtmanın ötesine geçmelidir; bu tam da, sınıf mücadelesi, politik kriz ve uluslararası ihtilaf şeklindeki çelişik fenomenlerin, 20. yüzyılın ilk proleter devriminin çatlaklarından sızacağına dair ikinci görüşün zayıf halkasından bahseden Lenin’in görüşüydü. Bolşevikler; emperyalizmi, kapitalizmden farklı fakat ondan ayrılamaz bir olgu olarak kabul ederek, onun konjonktürdeki sınıf güçlerinin ilişkisindeki gerçek etkilerini hesaba katabilir ve başka bazılarının almayı arzuladığı savaş karşıtı politik pozisyonu geliştirebilirler.

Bu iki enternasyonalizm kavrayışı ve emperyalizm sorunu arasındaki her yöne çekilebilir ilişki, yüzyılın geri kalanı boyunca tekrar tekrar meydana çıkacaktı. Ancak ilginç biçimde, bizi bugüne getiren bu aradan geçen zamanın etkisi, emperyalizm ve enternasyonalizm kavramlarını anlaşılmaz hale getirmesi oldu. Bu, emperyalizmin kendisinin dünya işçileri için mevcut olmadığını söylemek değildir; günlük olarak drone saldırıları ya da askeri işgalle yüz yüze kalanlar, ülkelerinin kamu borçlarının ya da dış yaptırımların ağırlığıyla ezilenler, sürekli olarak ülkelerinin savaşlarına sürülen askerler, sınırları geçmek için yaşamını riske atanlar ya da sınırlarda alıkonulanlar; diğer birçokları arasında kesinlikle emperyalizmin varlığını yaşarlar. Ama bilfiil bu varlığın özgüllüğünü yeniden kavramsallaştırmak ve dahası, stratejik ve enternasyonalist bir yanıt yaratmak tüm bu deneyimlerde neyin iş başında olduğu hakkında birlikte düşünmek anlamına gelecektir. Eğer emperyalizm bugün tek bir olguya indirgenemez durumda ise (Dünya Savaşı ölçeğinde devasa bir olguya bile), bunun nedeni aynı anda hem her yerde var olup hem de dağılmış görünmesidir. Öyleyse, bir yandan emperyalizmin tanımlanmasını daha zor hale getirirken diğer yandan onu güçlendiren tarihe rağmen bugünün açıklamasını nasıl yaparız?

Soğuk Savaş sonrası dönem kesinlikle, eski egemenlik ve toplumsal iktidar biçimlerinin parçalanması arasında bile yeni politik ve ekonomik bağımlılık biçimlerini analitik olarak algılamak ve merkeze koymak için birtakım girişimler yarattı. Bazıları diğerlerinden daha hevesli olan bir tarihsel çalışmalar grubu, bu çalışmalar emperyalizmin kesin karakterini, amaçlarını ve etkilerini açıklamaya çalışmak konusunda farklılık gösterse de emperyalizmin varlığını sürdürüyor ve iyi durumda olduğunu göstermiştir. (5) Mevcut amaçlarımız için, emperyalizmin hem şimdiki tarifindeki yerini hem de komünist pratikteki her türlü anti-emperyalist perspektif için olasılıkları anlamak doğrultusunda birkaç engeli çözümleyebiliriz.

Yukarıda işaret edildiği şekilde, birincisi, muhtelif yöntemlerle yeniden düzenlenmiş olsa da ulus-devletin, “postkolonyal kapitalizm” ya da “kapitalist küreselleşme” adı altında geçerliliğini sürdürmesi. (6) Modern kapitalist birikim ve parasallaşmasına işaret eden eşitsiz coğrafyalar, katmanlı zamansallıklar ve çeşitli emek rejimleri, bugün kesinlikle uluslararası düzeni dönüştürmüştür; fakat birçok devletin rolü ve faaliyet alanı, kapitalist üretim ve yeniden üretimin usul ve gereksinimlerine uyacak şekilde yeniden çizildi ve senkronize edildi. Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın çoğunda, karşı-devrimin ortasında anti-sömürgeci ya da yerli hareketlerinden devlet inşası süreçlerine geçiş ve dünya pazarına entegrasyon, daha önceki anti-emperyalizmin gruplaşmalarının ve bunların ulus-formuna bel bağlamalarının zorluklarını göstermiştir. (7) Elbette bu hareketlerin birçoğu anti-emperyalist siyasete önemli kavrayışlar sağlamıştır ve bunların çoğu, ulusal kurtuluşu, uluslararası komünist devrim için konjonktürel bir basamak olarak amaçlayan unsurlar içermektedir. Ama birçok postkolonyal ya da gelişmekte olan ülke, kapitalist blokun ekonomik anlaşmalarına ya da siyasi oluşumlarına dâhil edildiğinden –önemli çatışmalar, krizler ve şiddet olmaksızın değil- Güney-Güney işbirliğine dair radikal tahayyüller soldu. (8) Tabii ki, böylesi bir birleşme Friedmancı “düz dünya” (ABD’li neo-con/yeni muhafazakâr köşe yazarı Thoms Friedman’ın yazdığı “Dünya Düzdür” isimli kitaba gönderme yapılıyor; ç.n.) yanılgısından daha rengârenktir. ABD’nin hedef tespit teknolojilerinin ihtişamı –İran ve Zimbabve’ye yönelik yaptırımlar, Küba’ya ambargo, Filipinler, Türkiye, Lübnan ve Filistin’deki gruplardan oluşan terör listesinin yanı sıra sınırsız saldırganlık- bizi, kapitalist egemenlik biçimlerinin özgünlüklerinin, modern emperyalizm ve sömürgeciliğin çatlamış tarihiyle nasıl izlenebileceğini incelemeye çağırıyor.

Etkin bir proletarya enternasyonalizmini yeniden harekete geçirme mücadelesi, bir dizi örgütsel ve ideolojik kılıflar edinmiş olan sağ milliyetçiliğin saldırgan yükselişi tarafından daha aciliyet taşır hale getiriliyor. Bu sağa yönelimin belirginleşmiş ideolojik biçimi, Kuzey’de bölgesel egemenlik mantığında algılanan aşınmaya ve etno-ulusal halkın melezleşmesine yanıt olarak kısıtlayıcı göç ve ticaret politikaları çevresinde dönen teşvik edilmiş bir “sahiplenici milliyetçilik”tir. (9) Bu yerlici dürtülere karşı uzun süreli bir savaşın, “özellikle Avrupa ve ABD’deki sosyal demokrat ya da sol-liberal partilere sızdıklarında- ilki, birçok bakımdan ikincisinin geri çekilmesini sağlayan göçmenlik ve emperyalizm arasındaki bağı güçlendirmesi gerekecektir. Bu noktada, komünist siyaset için göçmenlik mücadelelerinin zengin mirasını, güncelliğini ve devingenlik, denetleme ve mülksüzleştirme sorunlarının bugün nasıl emperyalist dinamiklerin göbeğinde olduğunu merkezleştirebiliriz. Göçmenliğin politik ve toplumsal, gayriresmî ve resmî alanları, araştırmaya açık bir alan olarak duruyor. Etienne Balibar’ın 40 yıldan fazla bir zaman önce işaret ettiği üzere, “göçmenliğin sebep ve etkilerine dair somut bilinç, emperyalizmin anlaşılması doğrultusunda çift yönlü bir kılavuz ipidir”, “işçilerin kurtuluşu için mücadelenin mutlak koşulunu her zamankinden daha çok enternasyonalizme dönüştüren” bir metodolojik bağlantıdır. (10) Bu, anti-emperyalizmin taktik dağarcığını ve stratejik ufkunu tekrar gözden geçirmeye dair pratik gerekliliği ortaya koyar. Yaklaşık 20 yıl süren “teröre karşı savaş” –Orta Doğu’daki insanların refahına ve içerideki Müslümanlara yönelik savaşa dair bir örtmece lafı- özellikle içerideki hegemonyasının gitgide sığlaşmasının ortasında ABD’nin şiddeti ABD kara güçlerininkinden başka biçimler alırken, “canavarın karnındaki” savaş karşıtı ve anti-militarist aktivizm için zorlu bir yumru olduğunu kanıtladı. Irak işgaline karşı gerçekleştirilen ve kayda değer bir halk seferberliği özelliği taşıyan devasa gösterileri takiben 2005 sonrasında savaş karşıtı hareketin zayıflaması –ya da yok olması- üstüne düşünülmesi gereken kritik bir olaydır. İnsanlı ya da insansız hava bombardımanının aynı anda birçok yerde bulunması, ayaklanma karşıtı operasyonların yaygın ve çoğu kez örtülü doğası, ABD’nin vekil ülkelerinin çoğalması ve sıkı finansal bağlar, ABD imparatorluğunun askeri çatışmalarını, belki de emperyalizmin en görünür tezahürü olarak asimetrik fakat sürekli bir mevcudiyet haline getirdi. Buna karşı sürdürülebilir bir mücadele, birçok cephede koordineli olarak verilmelidir. Yakın zamandaki kitlesel protesto deneyimleri, güçlü bir savaş karşıtı hareketin –yeniden ortaya çıkarsa- bunu değişmiş bir şekilde ve toplumdaki baş kaldıran diğer güçlerle yakın ilişki içinde, söylemsel ve stratejik erişimlerinin genişlemesi ile yapacak. Militarize edilmiş sınır güvenliğine ve baskıcı göçmenlik politikalarına karşı üst düzey örgütlü direniş, Standing Rock ve başka yerlerdeki çevreci/maden karşıtı kampanyalar ve Uluslararası Kadın Grevi girişimleriyle (Latin Amerika’dan gelen yeni bir feminist enternasyonal çağrısının yankısı olan) güçlendirilen yeni doğmuş koalisyonlar ve aktivist çevreler, aklı başında toplumsal mücadelelerden neo-kolonyal ve emperyal sınırlar boyunca mücadele alanlarını birbirine bağlayan bir “halk tabanlı anti-emperyalizm” inşası potansiyeline işaret ediyor. Bunun, önde gelen ekonomik ve finansal kuruluşlara doğrudan karşı koyan “zirve hoplayıcısı” (summit-hopping karşılığı; küresel güçlerin bir araya geldiği zirvelerde gerçekleştirilen ‘renkli’, ‘neşeli’ gösterileri tanımlarken kullanılmakta; ç.n.) gösterilerin militanlığında örneğini gösterdiği şekliyle ya da Dünya Sosyal Forumlarına katılan sivil toplum örgütlerinin paralel kurumlar inşası ve ulus ötesi ağlar oluşturması ile alternatif küreselleşme hareketlerinin amaç ve hedeflerini nasıl değiştirdiğini görebiliriz. (11) Sınırlar arasındaki koordinasyon ve dayanışma sorunlarına daha uygun bir yaklaşım, politik örgütlenmenin, yer değiştirmenin maddi uygulamalarına nasıl bağlı olduğunu irdelemek zorunda kalacak ve yerel kaygıların bile çoğu zaman küresel iş gücünün ortaklaşma ve ayrışmalarına yol açtığını fark edecektir. (12) Ücretli proletaryanın, Göran Therborn’un “avam tabakası” ya da “halk sınıfları” olarak adlandırdığı daha çeşitli toplumsal ittifaklar ve birliklere yol açtığı sınıf mücadelesindeki dönüşümler, anti-emperyalist seferberliğin nasıl görünebileceğine dair işaretler vermiştir: bunlar istikrarsız bir bölgeye kadarı uzanırken karmaşa, birleşme ve uzlaşmazlık yükselişlerini birbirlerine zincirleme şeklindeki yeni stratejiler. (13)

Bugün, emperyalizm kavramını ve sorununu yeniden konumlandırmak gerekmektedir. İşçi sınıfının herhangi bir yerel eklemlenmesinde emperyalizmin etkilerinin esasını kavramadan bir devrimin –ulusal bile olsa- mümkün olmadığını kabul etme hususunda Lenin ile hemfikiriz. Ve dahası, komünizmin amacı için bir ulusal devrimin yeterli olmayacağı konusunda da tabii ki hemfikiriz. Kısacası, emperyalizmi enternasyonalizme hem bir engel hem de düşman olarak görüyoruz ve dolayısıyla enternasyonalizme, işçi sınıfı mücadelesinin kendisinin bünyesinde oluşturulacak bir konumlanış olarak bakıyoruz. Buradan hareketle, yaklaşımımızı basitleştirme riski altında, bugün emperyalizmi sorgulamanın, onu sınıf kompozisyonu sahasına getirmek olduğunu ileri sürüyoruz. Bu, ne Marksizmin karmaşık tarihinin ve emperyalizme ilişkin yaygın mücadelenin reddedilmesine ne de onun uğraklarından birinin tekrarına yol açamaz. Viewpoint’in altıncı sayısında, bunun yerine, geçmişin ve bugünün tarihsel değerlerini, mücadele eserlerini ve teorik girişimlerini bir araya getirme olanağı arayışındayız. Dolayısıyla ne burada sunulan konumlanışların hepsini “onaylıyoruz” ne de Amerikan imparatorluğunun içinden emperyalizme karşı çıkma sorunu şeklinde yerleşik bir görev olan bu sayımızda yer almamış olabilecek konumlanışları reddediyoruz; 21. yüzyılda emperyalizme karşı uzun vadeli düşünme ve mücadele çalışması için materyal olarak bu katkıları sunmaktan gurur duyuyoruz.

Bu yaklaşımın sistematikliğini abartmayacağız; bu yolda ilerlemek bir zar atmayı zorunlu kılar. Bu, tarihi yerden almayı ve sonra tekrar geri bırakmayı içerebilir; görünüşte ilgisiz bir çalışmaya yöneldiğimizde ya da sonrasında siyasi bir toplantıda sıkıcı bir konuyu tartıştığımızda önemini kavramamız için aniden bize çarpabilir. Burada sunduğumuz kategoriler farklı bir şekilde sunulabilir ve mevcut sayıya dâhil olan çeşitli konu ve başlıklar, günümüzde talep edilen emperyalizm kavramının kemik boşluğunu doldurmak için kesinlikle yeterli değildir. Eksik resmedilen edilen ya da resmedilmeyen göçmenlik ve göçmenliği kuşatan mücadeleler; ekolojik emperyalizm ve iklim suçu; Çin’in ve ekonomik ağırlığı ile politik önemi büyüyen diğer ülkelerin rolü; “aşırı sömürü” yapılanmaları, eşitsiz mübadele, neoliberal emek arbitrajı; savaşın değişen doğası –konvansiyonel, nükleer ya da başka-; savaşın ve devlet idaresinin bir aracı olarak ABD ve AB yaptırımları; maden çıkarma ve diğer çevresel tehditlerin rolü; yerleşimci sömürgeciliğin devam eden varlığı ile etkileri ve elbette daha fazlası. Her zamanki gibi, Viewpoint’in bu sayısının sadece başlangıç olmasını umuyoruz. Bu çalışmalar, daha teorik ve politik çalışmalar için bir temel olabilirse bundan memnun olacağız. Ve eğer başkaları, bizim ve yazarlarımızın bir kenara koymak zorunda kaldıklarımızı tamamlamaya mecbur olursa, bu eksikliklerin bile bir hikâyesi olacaktır.


(1) José Aricó, Marx and Latin America, trans. David Broder (Chicago: Haymarket, 2014).

(2) Kolja Lindner, “Marx’s Eurocentrism: Postcolonial studies and Marx scholarship,” Radical Philosophy 161 (May–June 2010).

(3) V.I. Lenin, The Tasks of the Proletariat in Our Revolution, 1917. (Türkçesi için bkz. V.I. Lenin, Nisan Tezleri, Agora Kitaplığı)

(4) Michael Hardt and Antonio Negri, Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000), 49. (Türkçesi için bkz. Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları)

(5) David Harvey, Ellen Meiksins Wood, Robert Brenner ve son zamanlarda John Milios Dimitris P. Sotiropoulos burada akla gelir; ayrıca John Smith’in son çalışmasına, Utsa and Prabhat Pantnaik’in süregelen katkılarına, Samir Amin’in girişimlerine ve Monthly Review çevresinde kümelenen diğer çabalara bakınız. Salar Mohandesi ve Jerome Roos’un bu sayımızda yer alan makalelerine de başvurulabilir.

(6) bkz. Leo Panitch and Sam Gindin, The Making of Global Capitalism: The Political Economy of U.S. Empire (London: Verso, 2013). Postkolonyalizmin belirsizliği ve postkolonyal çalışmaların kavramsal muğlaklığının yanı sıra “ulusal sorun”un Marksist teoriye bugün devam eden uygunluğuna dair Gavin Walker’ın daha önceki “Primitive Accumulation and the Formation of Difference: On Marx and Schmitt,” (Rethinking Marxism 23, no. 3 (2011): 384-404) makalesinin yanı sıra bu sayıdaki makalesine bakınız.

(7) bkz. Etienne Balibar, “The Nation Form: History and Ideology,” (Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji), Immanuel Wallerstein ve Etienne Balibar’ın, Irk, Ulus, Sınıf (Metis Yayınları, 2000). kitabından.

(8) bkz. Vijay Prashad, The Poorer Nations: A Possible History of the Global South (New York: Verso, 2012).

(9) Brenna Bhandar’ın bu sayıdaki makalesine bakınız.

(10) bkz. Etienne Balibar, “Lénine, les communistes, l’immigration,” in Cinq études sur matérialisme historique (Paris: Maspéro, 1974), 195–201.

(11) Donatella Della Porta, Globalization from Below: Transnational Activists and Protest Networks (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2006); Research Unit for Political Economy, Mumbai, “The Economics and Politics of the World Social Forum,” Aspects of India’s Economy 35 (Eylül 2003).

(12) bkz. Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, Border as Method (Durham: Duke University Press, 2013); Kelly Mulvaney, “Translating Constituent Process, or the Political Work of Translation,” Eipcp transversal, Eylül 2016.

(13) Göran Therborn, “Class in the 21st Century,” New Left Review II, no. 78 (Kasım–Aralık 2012): 5–29. Ayrıca bkz. Michael Denning, “Representing Global Labor,” Social Text 25, no. 3 (Sonbahar 2007): 125–45; Sandro Mezzadra and Verónica Gago, “In the Wake of the Plebeian Revolt: Social Movements, ‘Progressive’ Governments, and the Politics of Autonomy in Latin America,” Anthropological Theory 17, no. 4 (2017): 474–496.


https://www.viewpointmag.com/2018/02/01/internationalism-against-imperialism/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Silvia Federici, Monthly Review dergisinin Eylül 1969 sayısında yayımlanan ve 2019 Eylül ayında metnin kaleme alınmasının 50. yılı vesilesiyle tekrar yayımlanan Margaret Benston’ın “Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği” makalesine dair bir değerlendirme kaleme aldı. Derginin aynı sayısında yayımlanan değerlendirmenin çevirisine aşağıda ulaşabilir, Benston’ın yazıya konu makalesinin Türkçesini ise buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.


Monthly Review’in Eylül 1969 sayısında yayımlanan Margaret Benston’ın “Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği” makalesi, birçok bakımdan fevkalade bir metindir. Bunun birinci nedeni yazarın kimliği ve üretiminin toplumsal bağlamıdır. Bir kimya ve bilgisayar bilimleri profesörü olmasının yanı sıra bu alanlarda üretken bir yazar olarak Benston’ın radikal söyleme katkıda bulunan olması pek ihtimal dâhilinde değildi. Ustaca kimya öğretebilmesi, kızılötesi spektroskopi ya da “yeni kuvvet teoremi”ni ele alabilmesi ve bunlara ek olarak feminist teori yazması, sadece onun olağanüstü çok yönlülüğünü göstermez, bunun yanında zamanın devrimci karakterini ve bunun Kuzey Amerika’daki akademi dünyası üzerindeki etkisini de gösterir. (1)

“Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği”, kadınların kurtuluşu siyasetini antikapitalist çerçeveye oturtan ve ev içi emeği, kadınların kapitalist üretim ile yapısal ilişkilerinin ve toplumda ikincil konumda olmalarının maddi temeli olarak tanımlayan ilk girişimlerden biri olmasıyla da olağanüstüdür. Bununla birlikte Benston’ın işi çoğu kez indirgemeci ve çelişkiliydi; ortaya attığı sorular, -yeniden üretim işinin/üretken işin doğasına, kadınların kapitalist toplumda maruz kaldıkları belirli baskı biçimlerine ne ölçüde katkıda bulunduğuna, bunun yeniden nasıl düzenlenmesi gerektiğine vb. dair- feminist tartışma bakımından bir yön değiştirmeye katkıda bulundu ve yazdığı dönemden bugüne bu işin örgütlenmesinde gerçekleşen değişimlere karşın bugünün feminist siyasetinde hâlâ önemlidir. Bu nedenle, Benston’ın işinin tefsirinden ve ona yönelik hürmetten daha çok “Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği”nin feminist teoriye katkısının yeniden düşünülmesi, yeni feminist hareketlerin ABD de dâhil olmak üzere küresel ölçekte tekrar yükseldiği bir zamanda yani bugün ondan çıkardığımız derslerin bir yansıması olmalıdır.

Sıklıkla gözlemlendiği şekliyle, “Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği”nin yayımlanmasından önce feminist söylem, –Juliet Mitchell’in “Kadınlar: En Uzun Devrim” kitabı haricinde- ailevi ilişkiler, cinsel ilişkiler, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve bilinçlendirme gruplarınca yaratılan deneyimsel bilgide ifadesini bulduğu haliyle patriyarkal düzenin kökenlerine ve işleyişlerine odaklanmıştır. (2) Feminizmin başlangıç evresindeki gücü tam da, geleneksel olarak hem sağ hem de sol entelektüellerce yok sayılan ve genellikle geleneksel (ücretli) işin alanına yabancı olarak görülen üreme ve cinsellik gibi ilişkiler alanını siyasallaştırmasında yatıyordu. Dahası, erkek egemenliğine yönelik feminist eleştiriler anti-sistemik bir perspektif dâhilinde hareket ettiği ölçüde, feminist hareket için ilk dayanak noktası, hem zamanın anti-otoriter duyarlılığı hem de siyasi partilerin ve hiyerarşik ilişkilerin feminist şüphesine uygun olan anarşizmdi. 1960’larla birlikte, Kuzey Amerika’daki Marksist düşünce, Joseph McCarthy’nin terör kampanyasıyla ve zamanın isyancı hareketlerinin ihtiyaçlarına açık biçimde ayak uyduramayan bürokratik Komünist Parti’nin (CPUSA) politikalarıyla boğularak cazibesinin büyük kısmını kaybetmişti. 1940’larda ABD’de, yeni sesler –California’da sanayi iş gücüne katılan genç kadın işçilerden gelen- CPUSA’i feminist doğrultuya yönlendirmeyi denemişti. Parti üyesi olan Mary Inman’ın çığır açan çalışması “Kadınların Savunması”, fabrikayı kapitalist üretimin biricik mekânı olarak gören ortodoks sosyalist bakışa karşı çıkarak işçilerin eşlerinin çelik, otomobil ve petrol üretim tesislerindeki üretim sürecinin kocaları kadar büyük parçaları olduğunu savunuyordu. (3) Fakat bu görüş, parti tarafından Inman’ı partiden ayrılmaya mecbur bırakacak katılık ile reddedilmişti. (4)

Bu çerçeveden bakıldığında, Benston’ın müdahalesi hem bir geçmişe dönüş ve hem de aynı zamanda Peter Custers tarafından tanımlandığı gibi bir “dönüm noktası” değilse de kesinlikle bir dönüş olarak görünüyor. (5) Diğer yandan, evde yapılan çalışmanın prekapitalist, piyasa öncesi karakterine ilişkin klasik Marksist-Leninist görüşü, Ernest Mandel’den alarak tekrar etmiştir. (6) Öte yandan, kapitalist sistemin istikrarı ve devamlılığı bu çalışmanın öneminde öylesine ısrar etmiştir ki, Ev İşi Ücretleri Kampanyası’nda teorisyenler tarafından ortaya atılan bazı tezleri öngörmekle kalmamış, sık sık belirgin çelişkilere de düşmüştür. (7)

Ev işini; piyasa öncesi, prekapitalist, sadece kullanım değeri üreten, muhtemelen işçilerin ailelerinin ve çevrelerinin özel çıkarları için bir faaliyet şeklindeki ilk tanımlaması, aslında makalede sonradan dillendirilen ifadelerle karşıttır. Meali şu ki; bu, ücretli çalışanları da disipline eden, sermayeye bağımlı tutan ve işlerine bağlayan, marjinal olmayan, toplumsal açıdan gerekli ve kârlı (kapitalistler için) bir çalışma biçimidir. (8)

“Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği”nin hiçbir yerinde Benston, kadınların evde ürettiklerinin hızlı tüketim ürünleri değil emek gücü olduğunu –yani, ev işinin iş gücünün yeniden üretiminde merkezi bir unsur olduğunu ve bu bakımdan kapitalist üretimin temel şartı olduğunu- iddia etmez. Tarihi boyunca bütün toplumsal ilişkilerde devrim yaratan kapitalizmin, artık emeğini özütlemediği bir durumda milyarlarca saatlik kapitalist olmayan işe neden izin vereceği sorusunu da sormuyor. Lise Vogel ve Peggy Morton’ın işaret ettiği gibi, Benston, kadınların “ekstra ev içi işini” de (metnin İngilizce orijinalinde ‘extradomestic work’ ile işaret edilen, çalışan kadının buna ek olarak ev içi/ücretsiz emeği ile yaptığı iştir; ç.n.) eksik değerlendirmiştir ki buna, kapitalizmin, mevcut gelişim aşamasında da yaptığı gibi ücretli iş gücü kompozisyonunu sürekli olarak kökten değiştirebilme kapasitesini de ekleyeceğim. (9)

Bu muhtemelen, (Morton’ın gözlemlediği üzere) Benston’ın “bir kadın hareketinin temel alabileceği stratejiye ve savunduğu değişimin -ev içi emeğin kamusallaştırılması, endüstrileşmesi ve üretimin kamusal bir biçimi olarak örgütlenmesi- gerçekleştirilebileceğine dair herhangi bir dayanak sunmadığı gibi hatalı görüşler nedeniyledir. (10) Ancak onun feminist siyasete sonsuz katkısı, ev içi iş sorununu feminist teorinin merkezine yerleştirmiş olmasıdır; özellikle de hareketin enerjisinin giderek artan bir biçimde erkeklerle eşitlik ve çalışma hakkı denilen şeyi elde etmeye yöneltildiği bir zamanda.

“Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği”, ev işi sorununu metodolojik olarak ele almıştır fakat politik olarak çözmemiştir. Bu aynı zamanda, makalenin yol açtığı ve sonunda zamanın toplumsal mücadeleleri ile çok az ilgili bir steril akademik çalışmaya dönüşen kapitalizmde ev işinin niteliği ve yeri tartışmasının da kaderiydi.

Akademik feministler üretken ve üretken olmayan emek sorununu tartışırken, refah içinde bir anneler hareketi Birleşik Devletler sokaklarında federal anneleri, özellikle de siyah anneleri toplumun parazitleri olarak betimleyen korkunç kurumsal saldırıya karşı mücadele veriyorlardı. (11) Siyah kadınlar tarafından öncülük edilen bir harekette ziyadesiyle ırksallaştırılmış bir mücadelenin, annelerin, çocuk büyütmenin toplumsal olarak gerekli ve her annenin bir emekçi kadın olduğu iddialarını destekleyen bir feminist seferberlik tarafından karşı gelinmiş olsa da, engellenip engellenemeyeceği bir yorum meselesidir. (12) Bir feminist hareket, hem yaşamımızın hem de iş gücünün yeniden üretimi anlamında yeniden üretim işinin/üretken işin önemini daha çok anlarsa ve dolayısı ile sermayenin buna bağımlı olma zaafından faydalanabilirse, toplumsal yeniden üretime yönelik, sonuçları topluluklarımız için yıkıcı olan neoliberal yatırım eksikliğiyle mücadelede başarılı olmuş olabilir miydi daha fazla merak edebiliriz.

Bular, birkaç istisna dışında feministlerin seçmediği yollardır. (13) Benston da, ev işini, kadınların kapitalizmle tanımlayıcı ilişkisi ve o sebeple feminist mücadelenin başlıca alanı olarak betimlerken, onları pasif, muhafazakâr ve değişimden korkan bireyler olarak tanımladığından ev işçilerinin işleri etrafında örgütlenebileceğine inanmıyordu. (14)

Bununla birlikte, kadınların ücretli emeğe dâhil edilmelerini, onların özgürleşmelerinin yeterli koşulu olarak görmemesiyle övgüyü hak ediyordu. Son 40 yılda küresel ekonominin yeniden yapılandırılmasını ve yeniden üretim işinin/üretken işin küresel bölünmesini takiben meydana gelen gelişmeler, onun görüşünü tamamen desteklemiştir. Kadınların ücretli emeğe büyük çaplı girişi, çoğunluğa feministlerin umduğu ekonomik özerkliği ve toplumsal yetkiyi getirmiştir. Sadeleştirilemeyen günlük ev işi yükünün sorumluluğu altında olan ve yan ödemeleri, ücretli izinleri olmayan emek-yoğun, düşük ücretli, çoğunlukla evde yapılan işlerin uzantısı olan (hemşirelik ya da 12. sınıftan itibaren anaokulu öğretmenliği gibi) işlerde istihdam olan kadınların çoğu günümüzde üremelerine vakfedilen iş önemli oranda azaldığından, toplumları gibi derin bir yaşam bunalımı deneyimlemektedir.

Benston bu gelişmeleri öngörmüştür, fakat refah annelerinin yapmaya çalıştığı gibi ev işinin koşullarını kökten değiştirecek ve onun ‘gerçek iş’ olarak kabullenilmesini zorlayacak toplumsal özneleri görmedeki yetersizliği, onu, kavrayışlarını eylem için bir programa dönüştürmekten alıkoymuştur.

Bu, önem vermemiz gereken bir derstir; özellikle de ev işlerinin verimsizliğini göstermek için çabalayan yeni toplumsal yeniden üretim teorileri geliştirildiğinden öyledir.

Gerçek şu ki, pek çok tartışmanın ardından ev işinin verimliliğinin sorgulanması ortaya önemli sorular atan bir problem olmaya devam ediyor. Bu tartışmanın Marksistler için önemi, bu makalenin gayesinin dışında kalsa da araştırılması gereken bir şeydir. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, bu açıkça Marx’ın üretken iş - küreselleşen ekonomi bağlamında her geçen gün daha anlamsız hale gelen- tanımının teknik ayrıntılarıyla ilgisi olmayan politik düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte bir şeyden emin olabiliriz. Ev içi işin toplumsal olarak verimli olduğunu inkâr etmek –yani bu işi yapanların kapitalist servet üretimine katkıda bulunduğunu inkâr etmek-, ancak bu işçilerin işleriyle ürettikleri serveti geri kazanma –herhangi bir şekilde- mücadelelerini zayıflatabilir. (15)

(1) Benston, bir kimya ve bilgisayar bilimleri profesörü ve bilim insanı olmasının yanında aynı zamanda sendika yöneticisiydi. 1970’lerin ortalarında Simon Fraser Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümü başkanı oldu ve aynı zamanda bir müzik grubunun da kurucusuydu.

(2) Juliet Mitchell; “Women: The Longest Revolution” (Türkçeye “Kadınlar: En Uzun Devrim” ismiyle çevrilerek yayımlanmıştır; ç.n.), New Left Review 40 (1966)

(3) Mary Inman, In Woman’s Defense (Los Angeles: Committee to Organize the Advancement of Women, 1940).

(4) bkz. Kate Weigand, Red Feminism: American Communism and the Making of Women’s Liberation (Baltimore: John Hopkins University Press, 2001). Bununla birlikte Weigand, teorisinin önemi hususunda çok uzlaşmaz ve değişiklik önerilerine karşı çok direngen olmasından dolayı partiden ihraç edilmesinin sorumluluğunu Inman’ın kendisine yüklüyor.

(5) Peter Custers, Capital Accumulation and Women’s Labor in Asian Economies (1972; repr., New York: Monthly Review Press, 2012), 81.

(6) bkz. özellikle Ernest Mandel’in An Introduction to Marxist Economic Theory (Türkçeye, “Marksist Ekonomi Kuramına Giriş” ismiyle çevrilerek yayımlanmıştır; ç.n.), (New York: Merit, 1967), kitabından Benston’ın makalesinin ilk sayfalarında geniş biçimde alıntı yapılmıştır. Bryan D. Palmer, Benston’ın feminizm ve Marksizm’e teorik ilgisini oluşturduğu politik bağlamı belgelerken, 1966 yılında Simon Fraser Üniversitesi’nde verdiği bir ders vesilesiyle Mandel ile tanıştığını belirtir. Bryan D. Palmer, “New Left Liberations: The Poetics, Praxis and Politics of Youth Radicalism,” in The Sixties in Canada: A Turbulent and Creative Decade, ed. M. Athena Palaeologu (Montreal: Black Rose, 2009).

(7) Mariarosa Dalla Costa, Selma James ve diğer teorisyenlerin Ev İşi Ücretleri Kampanyası’na dair çalışmasına atıfta bulundum.

(8) Benston şöyle yazar: “Çocuk bakımını da içeren ev içi emek, büyük miktarda toplumsal olarak gerekli üretimi oluşturur. Bununla birlikte, meta üretimine dayanan bir toplumda bu, ticaret ve piyasa alanı dışında olduğundan çoğunlukla “gerçek iş” olarak görülmez.” Ve devam eder: “…kadınlar tarafından ifa edilen ücretsiz emeğin miktarı çok büyüktür ve üretim araçlarının sahipleri için çok faydalıdır. İşi karşılığında kadına ödeme yapmak, asgari ücret tarifelerinden bile olsa, servetin/zenginliğin büyük çapta yeniden dağıtımını ifade eder.” Margaret Benston, “The Political Economy of Women’s Liberation,” Monthly Review 21, no. 4 (September 1969), 15, 23.

(9) Lise Vogel, “Marxism and Feminism: Unhappy Marriage, Trial Separation or Something Else? ” in Women and Revolution: A Discussion of the Unhappy Marriage of Marxism and Feminism, ed. Lydia Sargent (Cambridge, MA: South End, 1981), 202; Peggy Morton, “A Woman’s Work Is Never Done,” in The Politics of Housework, ed. Ellen Malos (Cheltenham, UK: New Clarion, 1995), 116. Morton aynı zamanda, Benston’ın “ekonomik bir kuruluş olarak ailenin değişen doğasını anlama doğrultusunda bir çerçeve sunmayan” analizinin “durağan” karakterini de eleştirir. Morton, “A Woman’s Work Is Never Done,” 116. Aslında, 19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere ve Birleşik Devletler’deki işçi sınıfı ailesinin yeniden yapılandırılmasını analiz etmişse de, ev işinin prekapitalist karakterine dair varsayımının sürdürülemez olduğunu fark edebilirdi.

(10) Morton, “A Woman’s Work Is Never Done,” 115.

(11) Bakmakla Yükümlü Olunan Çocuk Sahibi Ailelere Yardım isimli federal destek programını kullanan kadınlara yönelik saldırılara ilişkin bkz. Dorothy Roberts, Killing the Black Body (1997; repr., New York: Penguin, 2017); Ellen Reese, Backlash Against Welfare Mothers (Berkeley: University of California Press, 2005), 70–106.

(12) Refah annelerinin şahitliklerine dair bkz. Milwaukee County Welfare Rights Organization, Welfare Mothers Speak Out (New York: W. W. Norton, 1972).

(13) Burada özellikle, 1972 yılında başlatılan ve benim de katıldığım Ev İşi Ücretleri İçin Uluslararası Kampanya’ya atıfta bulunuyorum. Refaha dair tutumumuz ve refah mücadelesine desteğimize dair bkz. editörler Silvia Federici and Arlen Austin, The New York Wages for Housework Committee: History, Theory, Documents, 1972–1977 (Brooklyn: Autonomedia, 2018).

(14) Benston, “The Political Economy of Women’s Liberation,” 20.

(15) Daha fazla okuma için bkz. ed., Edith Hoshino Altbach, From Feminism to Liberation (Cambridge, MA: Schenkman, 1980); Mariarosa Dalla Costa and Selma James, The Power of Women and the Subversion of the Community (1972; repr., Bristol: Falling Wall, 1975); Ed., Camille Barbagallo, Women and the Subversion of the Community: A Mariarosa Dalla Costa Reader (Oakland: PM, 2019); Margaret Benston, “Feminism and the Critique of the Scientific Method,” in Feminism in Canada, ed. Geraldine Finn and Angela Miles (Montreal: Black Rose, 1982); Silvia Federici, “Counterplanning from the Kitchen,” in Revolution at Point Zero (Oakland: PM, 2012), 28–40; Roberta Salper (1980) “The Development of the American Women’s Liberation Movement, 1967–1971,” in From Feminism to Liberation, 71–89; Betsy Warrior, “Housework: Slavery or Labor of Love,” in Radical Feminism, ed. Anne Koedt, Ellen Levine, and Anita Rapone (New York: Quadrangle, 1973), 208–12.



https://monthlyreview.org/2019/09/01/on-margaret-benston/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Monthly Review dergisinin Eylül ayında yayımlanan özel sayısında, 1970’li yıllardan bu yana feminist tarihsel materyalizmde önemli rol oynayan Silvia Federici, Martha E. Gimenez, Selma James (Ron Augustin ile söyleşisi), Leith Mullings, Marge Piercy ve Lise Vogel gibi yazar/düşünürlerin yanı sıra Margaret Benston’ın 1969 yılında kaleme aldığı ve bu alanda çığır açıcı metinlerden biri olan “Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği” makalesi de yeniden yayımlandı. Aşağıda çevirisini bulacağınız makaleye dair Silvia Federici’nin kaleme aldığı değerlendirme metnine buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.


“Kadın sorunu”, toplumun sınıfsal yapısına dair analizlerde genellikle yok sayılmıştır. Böyledir, çünkü bir yandan sınıflar genellikle üretim araçlarıyla ilişkileri üzerinden tanımlanır, diğer yandan kadınlar üretim araçlarıyla özgün bir ilişkilerinin olduğu varsayılmaz. Kategori, bunun yerine bütün sınıfları keser görünüyor; işçi sınıfından kadınlar, orta sınıf kadınlar vb.den bahsediliyor. Kadınların konumu erkeklerinkinin karşısında net biçimde ikincildir, ancak bu durumun analizi çoğunlukla sosyalleşme, psikoloji, kişiler arası ilişkiler ya da bir toplumsal kuruluş olarak evliliğin rolünü ele almaya sapıyor. (1) Oysa bunlar birincil faktörler mi? Kadınların ikincil konumunun temellerinin aslında ekonomik olduğu savunularak, bir zümre olarak kadınların gerçekten de üretim araçlarıyla belirli bir ilişkileri olduğu ve bu ilişkinin erkeklerinkinden farklı olduğu gösterilebilir. Bu durumda üretimle olan bu özel ilişkiden kişisel ve psikolojik faktörler sonucu çıkar ve ikincisinde gerçekleşen bir değişiklik, ilkini değiştirmek için gerekli (ancak yeterli olmayan) koşul olacaktır.(2) Kadınların üretimle olan bu özel ilişkisi kabul edildiğinde, kadınların durumu, toplumun sınıfsal analizine doğallığında oturuyor.

Kapitalist bir toplumda sınıfları ele almanın başlangıç noktası, üretim araçlarına sahip olanlar ile ücret karşılığı emek gücünü satanlar arasındaki ayrımdır. Ernest Mandel’in söylediği gibi:

Proletaryanın durumu, kısacası, yaygın meta üretimi toplumunda üretim araçlarına ya da geçim araçlarına erişimden mahrum olmaktır ki bu da proletaryayı emek gücünü satmaya zorlar. Bu emek gücü karşılığında, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli tüketim ürünlerini elde etmesini imkânlı kılan bir ücret alır.

Ücretli çalışanın, yani proletaryanın yapısal tanımı budur. Bu sebeple ister istemez işiyle, işinin ürünleriyle ve toplumdaki genel durumuyla, ‘yabancılaşma’ kelimesiyle özetlenebilecek belirli bir ilişki kurar. Ancak bu yapısal tanımdan, tüketim düzeyine, ihtiyaçlarının boyutuna ya da bunları ne derece karşılayabileceğine dair gerekli bir sonuç çıkmaz.
(3)

Bunun yerini tutan bir yapısal kadın tanımından yoksunuz. İlk ihtiyaç duyduğumuz şey, kadının ikincil konumunun göstergelerinin bütünlüklü incelemesi değil, bunun yerine “kadınlar” grubunu tanımlayan kapitalist (ya da diğer) toplumların maddi koşullarının bir açıklamasıdır. Bildiğimiz özgül üstyapı, bu koşullar üzerinde inşa edilir. Mandel’den ilgi çekici bir paragraf bu tanımlamanın yolunu gösterir:

Meta, doğrudan tüketim için üretilmiş olanın aksine, pazarda değiştirilmek üzere yaratılmış bir üründür. Her metanın hem bir kullanım değeri hem de bir değişim değeri olmalıdır.

Bir kullanım değeri olmalıdır, aksi halde kimse onu satın almaz... Kullanım değeri olmayan bir meta haliyle satılamaz, işe yaramaz üretim teşkil eder,kullanım değeri olmadığından kesinlikle değişim değeri de olmaz.

Diğer yandan, kullanım değeri olan her ürünün değişim değerinin de olması şart değildir. Ancak metanın üretildiği toplumun kendisinin değişim üzerine kurulduğu ölçüde, değişimin ortak pratik olduğu bir toplumda değişim değeri vardır.

Kapitalist bir toplumda meta üretimi, değişim değeri üretimi, azami gelişmişliğine ulaşmıştır. Bu (kapitalist toplum), insanlık tarihinde üretimin büyük kısmının metalardan oluştuğu ilk toplumdur. Bununla birlikte, kapitalizmdeki bütün üretimin meta üretimi olduğu doğru değildir. İki sınıf ürün hâlâ basit kullanım değeri olarak varlığını korur.

Birinci grup, köylüler tarafından kendi tüketimleri için üretilen her şeyden, doğrudan üretildikleri çiftliklerde tüketilen her şeyden oluşur.

Kapitalist toplumda bu kapsamdaki ikinci grup ürünler, meta olmayan fakat basit kullanım değerini koruyan ürünlerdir ki bunlar evde üretilen her şeyden oluşur. Kayda değer oranda insan emeğinin bu tip hanehalkı üretimine gittiği gerçekliğine karşın, bu üretim hâlâ meta değil kullanım değeri üretimi olarak kalmaktadır. Bir sabunun her yapılışı ya da bir giysiye düğmenin her dikilişi üretim teşkil eder ancak bu, pazar için üretim değildir.

Meta üretiminin sahneye çıkışı, buna müteakip düzenlenmesi ve genelleştirilmesi, erkek emeğini ve toplumu örgütleme yöntemini kökten dönüştürdü.
(4)

Mandel’in fark etmemiş olabileceği şey, son paragrafının tamamen doğru olduğudur. Meta üretiminin sahneye çıkışı, gerçekten de erkek emeğinin biçimini dönüştürdü. Dikkat çektiği üzere, kapitalist toplumda (ve mevcut sosyalist toplumlarda) hanehalkı emeğinin büyük kısmı piyasa öncesi aşamada kalır. Bu, kadınlar için ayrılan iştir ve kadınlar için bir tanımın temelini bulabileceğimiz yer bu gerçektir.

Çocuk bakımını da içeren ev içi emek, büyük miktarda toplumsal olarak gerekli üretimi oluşturur. Bununla birlikte, meta üretimine dayanan bir toplumda bu, ticaret ve piyasa alanı dışında olduğundan çoğunlukla “gerçek iş” olarak görülmez. Bu gayet gerçek anlamıyla prekapitalisttir. Özel bir kategorinin işlevi olarak “kadınlar”ın hanehalkı işinde görevlendirilmesi, bu grubun üretimle “erkekler” grubundan farklı bir ilişkilenişi olduğu anlamına gelir. O halde kadınları geçici olarak, ev ve aileyle ilgili faaliyetlerde basit kullanım değeri üretiminden sorumlu insanlar grubu olarak tanımlayacağız.

Böylesi bir üretim için erkekler sorumluluk taşımadığından iki grup arasındaki fark burada yatmaktadır. Kadınların meta üretiminden dışlanmadığını fark edin. Bir grup olarak ücretli emeğe katılımları gerçekleşir ancak bu alanda bir yapısal sorumlulukları yoktur ve böylesi bir katılım genellikle gelip geçici olarak kabul edilir. Diğer yandan erkekler meta üretiminden sorumludur; hanehalkı emeğinde prensipte onlara bir rol biçilmemiştir. Örneğin hanehalkı üretimine katıldıklarında bu, istisnai bir durum olmaktan daha fazlası olarak kabul edilir; bu durum moral bozucu, hadım edici ve hatta sağlığa zararlıdır. (Ocak 1969’da Vancouver Sun gazetesinin ön sayfasındaki bir anlatıda, Britanya’daki erkeklerin çok fazla ev işi yapmak zorunda kalmaları nedeniyle sağlıklarını tehlikeye attıkları belirtilmiştir.)

Kadının ikincil konumunun maddi temeli, tam da kadınların bu tanımında bulunur. Değeri paranın belirlediği bir toplumda kadınlar, para ekonomisinin dışında çalışan bir gruptur. İşleri para etmez, bu nedenle değersizdir ve bu nedenle gerçek iş bile değildir. Ve bu değersiz işi yapan kadınların kendisi, para için çalışan erkekler kadar değerli olduklarını neredeyse hiç düşünmüyorlardı. Yapısal açıdan, kadınların durumuna en yakın olan şey, meta üretimin dışında olan başkalarının, örneğin serf ve köylülerin durumudur.

Kadınlara dair son makalesinde, Juliet Mitchell konuyu şu şekilde ortaya koyuyor: “Gelişmiş sanayi toplumunda, kadınların işi toplam ekonominin içinde marjinaldir. Yine de insanın doğal koşulları değiştirmesi ve böylelikle toplumu üretmesi iş yoluyladır. Üretimde bir devrim gerçekleşene kadar emek durumu, kadınların durumunu erkeklerin dünyası içinden tanımlayacaktır.” (5) Kadınların işinin marjinalliğine dair açıklama, kadınların yaptıkları işin erkeklerin yaptıkları işten farklı olduğu konusunda analiz edilmemiş bir kabullenmedir. Bununla birlikte böylesi bir çalışma marjinal değildir; sadece ücretli emek değildir ve hesaba katılmaz. Hatta aynı makalede daha sonra “Ev içi emek, bugün bile, üretken emek bakımından ölçülürse muazzamdır” diyor. Durumu tasvir etmek için bazı sayılar veriyor: İsveç’te ev işinde kadınlar tarafından yılda 2,340 milyon saat harcanırken, sanayide kadınlar tarafından 1,290 milyon saat harcanıyor. Ve Chase Manhattan Bank, bir kadının haftalık toplam çalışmasını ortalama olarak 99.6 saat olarak hesaplıyor.

Bununla birlikte, Mitchell temel ekonomik faktörlere az vurgu yapıyor (aslında çoğu Marksist’i “aşırı ekonomist” olmakla suçluyor) ve aceleyle üstyapısal faktörlere ilerliyor, çünkü “sanayinin ortaya çıkışının şu ana dek kadınları özgürleştirmediğinin” farkına varıyor. Görmeyi başaramadığı şey şudur ki, hiçbir toplum şu ana kadar ev işini endüstrileştirmedi. Friedrich Engels şöyle der: “kadının kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce; geniş bir toplumsal ölçek üzerinde üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırması gerekir. Bu da, ancak, yalnızca kadınların geniş ölçüde çalışmasını kabul etmekle kalmayıp, ayrıca bunu kesinlikle gerektiren ve özel ev işini gitgide bir kamu sanayisi yapmaya yönelen modern büyük sanayi ile olanaklı duruma geldi.” (6) Bunun hemen öncesinde de der ki: “Daha burada, üretken toplumsal emek dışında, özel ev işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça, kadının kurtuluşunun, kadın-erkek eşitliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı ortaya çıkar.” Mitchell’in hesaba katmadığı şey, kadını mevcut endüstriyel üretime sokma sorunu olmadığı, özel üretim olan hanehalkı işini kamusal işe dönüştürmek şeklindeki daha karmaşık bir sorun olduğudur.

Çoğu Kuzey Amerikalı için “kamusal üretim” olarak ev içi iş, hepimizin yaşamaya zorlanacağı Cesur Yeni Dünya’ya dair hazır görüntüleri ya da büyük bir tesisi –yetimhane ile ordu kışlaları arasında bir haç- akla getiriyor. Bu sebeple, sanayileşmenin doğasını muhtemelen aynı şekilde şematik olarak ve basit bir şekilde tasvir etmek mümkündür.

Sanayi öncesi üretim birimi, üretimin küçük çaplı ve birbirini tekrarlayan olduğu birimdir. Yani her biri eksiksiz ve diğer tümüyle aynı çok sayıda küçük birimler vardır. Genellikle böyle üretim birimleri bir şekilde akrabalık temelinde oluşmuştur ve çok amaçlıdır; ekonomik işlevin yanı sıra dini, eğlencelik, eğitimsel ve cinsel işlev görür. Böyle bir durumda, bir bireyin arzulanan özellikleri, sadece ekonomik kriterlerden fazlasıyla değerlendirilir: örneğin, onaylanmış karakter özellikleri arasında akrabalar uygun davranma ya da yükümlülükleri yerine getirmeye hazır olma vardır.

Bu türden üretim aslen değişim için değildir. Fakat metaların değişimi yeterince önemli hale gelirse, üretimde verimlilik artışı da gerekli hale gelir. Böylesi bir verimlilik, akraba temelli üretimin yok olmasını da içerir şekilde üretimde endüstrileşmeye geçişle sağlanır. Büyük çaplı, birbiriyle aynı olmayan üretim birimi; sadece bir işlevi olan, ekonomik olan, prestij ya da statünün ekonomik beceriler elde edildiği şeyin yerine ikame edilir. Üretim rasyonelleştirilir, çok daha verimli hale getirilir ve gittikçe –birleşik bir sosyal ağın parçası olarak- kamusal hale gelir. Erkeğin üretken potansiyelinde muazzam bir gelişme meydana gelir. Kapitalizmde, böylesi toplumsal üretici güçler neredeyse sadece şahsi kâr için değerlendirilir. Bunlar, üretimin kapitalize edilmiş biçimleri olarak düşünülebilir.

Yukarıdakini ev işi ve çocuk büyütme için uygularsak, her ailenin, her hanehalkının tekil bir üretim birimi, sanayileşme öncesi bir oluşum teşkil edeceği, aynı şekilde köylü çiftçilerin ya da evde dokuma işi yapanların sanayileşme öncesi üretim birimleri oluşturacakları açıktır. Başlıca özellikler açıktır; işin birbiriyle aynı, akrabalık temelli, özel doğası en önemlisidir. (diğer özelliklerin farkına varmak ilginçtir: ailenin çok amaçlı işlevleri, kadınlar için cazip niteliklerin ekonomik becerinin merkezinde olmaması gerçeği vb.)Büyük ölçekli üretim ile gerçekleştirilen üretimin rasyonalizasyonu bu alanda gerçekleşmemiştir.

Başlı başına sanayileşme, insan yararı için müthiş bir güçtür; sömürü ve insanlıktan çıkarma kapitalizme eşlik eder ve sanayileşmede buna gerek yoktur. Özel ev içi emeğin kapitalizmde kamusal endüstriye dönüşümünü savunmak, böyle bir dönüşümü sosyalist toplumda savunmaktan epey farklıdır.İkincisinde, üretici güçler özel çıkar için değil insan refahı için çalışırlar ve sonuç insanlıktan çıkma değil özgürleşme olmalıdır. Bu durumda üretimin toplumsallaştırılmış biçimlerinden bahsedebiliriz.

Bu tanımların teknik olması değil, sanayileşmenin iki önemli yönünü ayırt etmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle, ev idaresi işini kamu ekonomisine sokmanın kışla benzeri sonucunun korkusu en gerçek haliyle kapitalizmdedir. Toplumsallaştırılan üretim ve kâr güdüsünün ve buna bağlı olarak yabancılaşmış emeğin ortadan kaldırılmasıyla, sanayileşmiş bir toplumda ev işlerinin endüstrileşmesinin, mevcut çekirdek aileye oranla daha iyi üretimle, yani daha iyi yemek, daha rahat muhit, daha maharetli ve sevecen çocuk bakımı vb. ile sonuçlanamaması için bir neden yoktur.

İddia sıklıkla, neokapitalizm altında ev işlerinin hayli azaldığını ileri sürüyor. İddia doğru olsa bile bu, yapısal anlamda uygulanabilir değildir. Bunu yapmak için birini tutabilen çok zenginler haricinde çoğu kadın için evleri, eşleri ve çocuklarına bakmak için daha fazla azaltılamaz durumda bir asgari zorunlu emek vardır. Çocuksuz bir evli kadın için bu azaltılamaz asgari iş, muhtemelen haftada 15-20 saat alır; küçük çocuğu olan kadın için ise bu asgari muhtemelen 70-80 saattir.(7) (Burada çocuk yetiştirmeyi iş olarak değerlendirmeye karşı bazı direnişler mevcut. Buradaki emek mesela değişim değeriyle ilgili; kullanım değeriyle de alakalı olduğunda –iş, bebek bakıcısı, destekçi, bebek bakım merkezleri ya da öğretmen tarafından yapıldığında- açık şekilde görülebilir. Bir iktisatçı, bir erkeğin hizmetçisiyle evlenirse, ona verdiği para artık ücret olarak sayılmayacağından milli geliri düşüreceği şeklindeki paradoksa hâlihazırda işaret etmiştir.) Ev işinin belirlenmiş olan asgariye düşürülmesi de maliyetlidir; düşük gelirli aileler için daha fazla emek gerekir. Her halükarda, hanehalkı işi yapısal olarak aynı kalır –bir özel üretim meselesi.

Ailenin bir işlevi, bize okulda öğretilen ve yaygın biçimde kabullenilen işlevi duyguasl ihtiyaçların tatminidir: yakınlık, ortaklık ve sıcak güvenli ilişkilere dair ihtiyaçlar.Bu toplum, bu ihtiyaçları tatmin etmek için birkaç başka yol sunar; örneğin, iş ilişkileri ya da arkadaşların, çocuklu erkek-kadın ilişkileri kadar önemli olması beklenmez. Diğer akrabalık bağları bile giderek artan bir şekilde ikincildir. Ailenin bu işlevi, yukarıda tartışılan ikinci işlevi, yani tamamen ekonomik olanı yerine getirebilmesi için onu dengede tutma konusunda önemlidir. Kazandıkları kendini geçindiren ücretli, koca-baba, aynı zamanda anne-eş tarafından yapılan iş için de “ödeme” yapar ve çocukları geçindirir. Erkeğe verilen ücret, iki kişinin emeğini satın alır. Ailenin bu ikinci işlevinin kritik önemi, aile biriminin boşanma ile parçalanmasıyla görülebilir. Ekonomik işlevin sürekliliği, işin içinde çocuklar da olduğunda başlıca endişedir; erkek, kadının emeği için ödeme yapmaya devam etmek zorundadır. Erkeğin ücreti, çok sıklıkla ikinci bir aileyi geçindirmesi için yetersizdir. Bu durumda, duygusal ihtiyaçları eski eşi ve çocuklarını geçindirme zorunluluğuna kurban edilir. Yani, bir anlaşmazlık olduğunda, ailenin ekonomik işlevi çok sıklıkla duygusal işlevine ağır basar. Ve bu, ailenin başlıca işlevinin duygusal ihtiyaçların tatmini olduğunu öğreten bir toplumdadır. (8)

Bir ekonomik birim olarak çekirdek aile, kapitalist toplumda kıymetli bir dengeleyici güçtür. Evde yapılan üretimin ödemesi, kocanın-babanın kazançları üzerinden yapıldığından, emeğini pazardan esirgeme yetisi de daha fazla düşer. İş değiştirme esnekliği bile sınırlanmıştır. Pazarda aktif yer edinmesi reddedilen kadının, hayatını yönlendiren koşullar üzerinde çok az hâkimiyeti vardır.Ekonomik bağımlılığı, duygusal bağımlılıkla, edilgenlikle ve başka “tipik” dişi karakter özellikleriyle yansımasını bulur. Muhafazakârdır, korkaktır, statükonun destekçisidir.

Üstelik, bu aile yapısı ideal bir tüketim birimi olacak şekildedir. Ancak kadınların kurtuluşu literatüründe geniş şekilde dikkate alınan bu gerçekten, bunun, onun birincil işlevi olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Yukarıdaki analiz doğru ise, aile, ev işi ve çocuk yetiştirme için birincil üretim birimi olarak görülmelidir. Kapitalist toplumda herkes bir tüketicidir; ailenin yapısı, özellikle sırf tüketimi teşvik etmeye tam uygun hale getirildiği anlamındadır. Kadınlar özellikle iyi tüketicilerdir; bu doğal olarak evdeki meselelere dair sorumluluklarının sonucudur. Aynı zamanda, kadının ikincil konumu, genel olarak güçlü bir kıymet ve kişilik duygusundan yoksunlukları, kadınları erkeklere nazaran daha sömürülebilir ve dolayısıyla daha iyi tüketici yapar.

Ekonominin sanayileşmiş sektöründe kadınların tarihi, tamamen o sektörün emek ihtiyacına bağlıydı. Kadınlar, yedek emek ordusu olarak işlev görür. İş gücünün sınırlı olduğu zaman (sanayileşmenin ilk zamanlarında, iki dünya savaşında vb.)kadınlar iş gücünün önemli bir parçasını oluştururlar. İş gücü için talep az olduğu zaman ise kadınlar ihtiyaç fazlası iş gücü haline gelirler –ancak bundan ekonomik anlamda kocaları ve toplum sorumlu değildir. “Ev kültü”, ihtiyaç fazlası zamanlarında yeniden ortaya çıkar ve kadını piyasa ekonomisinin dışına yönlendirmek için kullanılır. Yaygın ideoloji, kadın ya da erkek hiç kimsenin, kadınların iş gücüne katılımını çok ciddiye almamasını sağladığından bu nispeten kolaydır. Bize öğretilen, kadınların gerçek işinin evde olduğudur; bu, kadınların evli ya da bekâr olmalarına veya aile reisi olmalarına da karar verir.

Ev işleri daima kadının sorumluluğudur. Evin dışında çalıştıklarında, hem ev dışındaki işi hem de ev işini bir şekilde yapmaları gerekir (ya da ev işi için kendi yerlerine çalışacak olanı denetlerler). Evin dışında çalışan kadınlar, özellikle evli ve çocuklu olanlar, düpedüz iki iş birden yaparlar; iş gücüne katılımlarına ancak evdeki birinci sorumluluklarını yerine getirmeye devam ettikleri sürece izin verilir. Bu özellikle, kadınlara iş gücü alanında genişletilmiş fırsatlar sunulurken bununla uyumlu bir özgürlük genişlemesinin meydana gelmediği Rusya ve Doğu Avrupa’daki ülkelerde açıktır.Kadınların kurtuluşunun ön koşullarından biri olarak ev dışındaki işlere eşit erişim, kadınlara eşitlik vermek için tek başına yeterli olmayacak; evdeki iş bir özel üretim meselesi ve kadının sorumluluğu oldukça, kadınlar tek kelimeyle çifte iş yükü taşıyacaklar.

Yukarıdaki analizin sonucunda çıkan kadınların kurtuluşu için ikinci ön koşul, şu anda evde yapılan işin, kamu ekonomisinde yapılacak özel üretime dönüşümüdür. (9) Daha açık olmak gerekirse, bu, çocuk büyütmenin artık sadece ebeveynlerin sorumluluğu olmaması anlamına gelir. Toplum, çocuklar için sorumluluk almaya başlamak zorundadır; kadınların ve çocukların kocaya-babaya ekonomik bağımlılıkları sona erdirilmelidir. Evde olagelen diğer işler de değiştirilmelidir –örneğin komünal yemek alanları ve çamaşırhaneler. Böylesi işlerin kamu sektörüne taşınmasıyla kadınlara yönelik ayrımcılığın maddi temeli ortadan kalkacaktır.

Bunlar sadece ön koşullar. Kadının ikincil konumu fikri, toplumun derinlerinden kaynaklanmaktadır ve ortadan kaldırılması büyük çaba alacaktır. Fakat bu fikri üreten ve besleyen yapılar değiştirildiğinde, ancak o zaman ilerleme kaydetmeyi umabiliriz. Örneğin, komünal yemek alanları değişikliğine gitmek, kadınların ev mutfağından komünal mutfağa taşınması anlamına gelmesi muhtemeldir. Bu elbette bir ilerleme olacaktır, özellikle de işin, bugünkü toplumda olduğu gibi doğası gereği sömürücü olmayacağı sosyalist toplumda. Kadınlar evdeki özel işten muaf olduğunda, işlerin cinsiyete göre katı tanımını uzun bir süre sürdürmek de muhtemelen çok zor olacaktır. Bu, yukarıda bahsedilen iki ön koşul arasındaki karşılıklı ilişkiyi örnekler; iş imkânındaki gerçek bir eşitlik, muhtemelen ev işinden özgürleşme olmaksızın imkânsızdır ve ev işinin endüstrileşmesi, kadınlar evi iş için terk etmedikleri sürece olası değildir.

Üretimde,kadınları evden çıkarmak için gereken değişiklikler kapitalizmde teoride mümkün görünüyor olabilir. Kadın kurtuluş hareketlerinin kaynaklarından biri, ev üretiminin alternatif kapitalize edilmiş biçimlerinin şu anda mevcut olduğu gerçeği olabilir. Yetersiz ve belki pahalı olsa bile çocuk bakıcılığı mevcut; hazır yiyecekler, yemeklerin eve teslimi ve paket servisler yaygın; çamaşırhaneler ve temizleyiciler toptan fiyatlar sunuyor. Fakat, maliyet bu tür tesislere tam bağlılığın çoğunlukla önüne geçiyor ve her yerde mevcut değiller, Kuzey Amerika’da bile. Bu sebeple bunlar, belki de tamamlanmış yapılardan ziyade gelişmemiş biçimler olarak kabul edilmelidir.Bununla birlikte, mevcut bu işi yapma sistemine açık biçimde alternatif olarak bulunurlar. Özellikle, ekonomideki büyümenin sürdürülmesinde “hizmet endüstrisi”nin büyümesinin önem taşıdığı Kuzey Amerika’da, bu alternatifler arasındaki çelişkiler ve kadınları evde tutma ihtiyacı artacak.

Kadınları evde tutma ihtiyacı, mevcut sistemin önemli iki durumundan kaynaklanıyor.Birincisii kadınlar tarafından yapılan ücretsiz çalışma miktarı çok büyük ve üretim araçlarına sahip olanlar için çok kârlı. İşleri karşılığında kadınlara ödeme yapmak, asgari ücret ölçeğinde bile olsa, servetin büyük çapta yeniden dağıtımını beraberinde getirecektir. Mevcut durumda, bir ailenin geçindiren, ücretli çalışandan alınan gizli vergidir –erkeğin ücreti, iki kişinin iş gücünü satın alır. İkincisi, ekonominin, kadınları normal istihdam edilmiş emek gücünün bir parçası olarak işe yerleştirecek yeterlilikle büyüyüp büyüyemeyeceği sorunudur. Savaş ekonomisi, kadınları kısmen işe yerleştirmeye uygundu ancak hepsine ya da çoğuna ihtiyaç tesis etmeye uygun değildi. Ev işinin endüstrileşmesinin yarattığı işlerin bu ihtiyacı yaratacağı iddia edilirse, birileri (1) statüko için ve yukarıda tartışılan sermayeye katmaya karşı işleyen güçlü ekonomik güçlere ve (2) bu güçlere bir miktar karşı koyan mevcut hizmet endüstrisinin, şimdilik oluşturulmuş olan iş gücü büyümesine ayak uyduramadığına işaret ederek buna karşı çıkabilir. Hizmet endüstrisindeki mevcut eğilimler, evde açık biçimde “eksik istihdam” yaratıyor; kadınlar için yeni işler yaratmıyor. Bu durum devam ettikçe, kadınlar yedek iş gücü ordusunun çok elverişli ve esnek bir parçası olarak kalacak. Eşitlik açısından iş gücüne katılımları –ev işlerinin kapitalizasyonu için baskı yaratacak olan- ancak tam boyutlu savaş seferberliği koşulları altında neokapitalizm tarafından şu ana dek erişilen ekonomik genişleme ile mümkündür.

Ayrıca, böyle yapısal değişimler mevcut çekirdek ailenin tamamen çökmesini beraberinde getirir. Ailenin dengeleyici tüketim işlevleri ve ev kültünün kadınları iş gücü piyasasından uzak tutabilme yetisi, kadınları kolaylıkla vazgeçirebilmesi doğrultusunda neokapitalizme çok iyi hizmet eder. Daha az temel bir düzeyde, hanehalkı üretiminin doğasındaki bu gerekli değişimler kapitalizmde elde edilse bile, bütün insan ilişkilerini para bağına dâhil etmenin nahoş sonuçları olacaktır. Batı toplumundaki insanların atomizasyonu ve izolasyonu, şimdiden böyle bir ruhsal izolasyonun tolere edilebileceğini şüpheli hale getirecek yeterlilikte ilerlemiş durumda. Aslında, kadın kurtuluş hareketlerine en önemli duygusal tepkilerden birinin tam da böyle bir korku olabileceği muhtemeldir. Durum buysa, toplumun ruhsal ihtiyaçlarının ve samimiyet ihtiyacının, çekirdek ailenin yerini başka yapıların alması halinde aslında daha iyi tatmin edilebileceğini göstermek için olası alternatifler –kooperatifler, kibbutzlar vb.- örnek olarak sunulabilir.

Ev işinin kapitalizasyonu en iyi ihtimalle kadınlara sadece, kapitalist toplumda çoğu erkeğe verilen sınırlı özgürlüğün aynısını verecektir. Yine de bu, kadınların ayrımcılıktan arınmayı talep etmek için beklemeleri gerektiği anlamına gelmiyor. Kadınların konumu için maddi bir temel mevcut; bizler sadece ayrımcılığa maruz kalmıyoruz, sömürülüyoruz da. Şu anda, evdeki ücretsiz emeğimiz bütün bir sistemin işlemesi için gerekli. Rolüne karşı çıkan kadınlar tarafından yaratılan baskı, bu sömürünün etkililiğini azaltacaktır. Ayrıca, bu karşı çıkışlar ailenin işleyişine sekte vuracak ve kadınların iş gücünün dışına çıkarılmasını daha az etkili hale getirebilir. Umarım tüm bunlar, üretimde gerekli yapısal değişikliklerin gerçekten yapılabilir olduğu bir topluma dönüşümü daha hızlı hale getirecektir. Böyle bir dönüşümün bir devrimi gerektirdiğinden şüphem yok; bizim görevimiz, toplumdaki devrimci değişimlerin, kadınlara yönelik baskıyı gerçekten sonlandırmasını sağlamaktır.

Ek: V. I. Lenin’in “Kadınların Kurtuluşu” (Moscow: Progress Publishers, 1965 / Türkçesi için bkz. Akademi Yayın, 2010) kitabından alıntılar

Genellikle ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen emekçi kitlelerini bir araya getiren büyük ölçekli makine endüstrisi, ataerkilliğin ve kişisel bağımlılığın kalıntılarına hoşgörü göstermeyi kesinlikle reddeder ve tam olarak “geçmişe saygılı bir tavır” ile göze çarpmış durumdadır. Bu, düzenleyici üretimi olası kılan ve düzenleyici üretim ile bunun üzerindeki kamu kontrolünün gerekliliğini hatırlatan temel koşullardan biri olan köhne gelenekten kopuş budur. Özellikle, kadınların ve gençlerin üretime çekilmesinin esasen ilerici olduğu belirtilmelidir. Kapitalist imalathanenin, çalışan nüfusun bu kesimini özellikle zor koşullarda görevlendirdiği inkâr edilemez, fakat kadınların ve gençlerin sanayide çalışmalarını tamamen yasaklama ya da bu türden çalışmayı reddeden ataerkil yaşam biçimini sürdürme çabaları gerici ve hayali olacaktır. Daha öncesinde aile içi ilişkilerin dar çemberinden çıkamayan halkın bu kesimlerinin ataerkil tecridini yok ederek, toplumsal üretimde doğrudan katılıma çekerek sanayin gelişimlerini teşvik eder ve bağımsızlıklarını arttırır.

Kadın özgürleştiren bütün yasalara rağmen, ev içi köle olmaya devam eder, çünkü küçük ev işleri onu ezer, boğar, küçük düşürür, aşağılar, mutfağa ve kreşe zincirler ve kadın, emeğini zalimce verimsiz, küçük, ömür törpüsü, boğucu, ezici angaryada heba eder. Kadınların gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm, küçük ev işlerine karşı bütün kuvvetiyle bir mücadele (devlet iktidarını yönlendiren proletaryanın önderliğinde) nerede ve ne zaman başlarsa o zaman başlar; daha doğrusu büyük ölçekli sosyalist ekonomiye toptan dönüşüm başladığında başlar.

Teoride her komünistin tartışılmaz gördüğü bu sorunla, pratikte yeterince ilgileniyor muyuz? Tabii ki hayır. Bu alanda hâlihazırda var olan komünizm filizlerine yeterince dikkat gösteriyor muyuz? Cevap bir kez daha hayır. Kamusal yemek hizmeti tesisleri, kreşler, anaokulları –buralarda bu filizlerin örneklerine sahibiz, burada kadınları gerçekten özgürleştirebilen, toplumsal üretimde ve kamusal hayattaki rolleri bakımından erkeklerle eşitsizliklerini gerçekten azaltan ve yok eden, şatafatlı, gösterişli ya da törensel hiçbir şey içermeyen yalın, günlük araçlara sahibiz. Bu araçlar yeni değil, büyük ölçekli kapitalizm tarafından (sosyalizm için bütün maddi ön gereklilikler gibi) yaratıldılar. Ancak kapitalizm altında, birincisi, seyrek olarak, ikincisi –bilhassa önemli olan- ya spekülasyon, vurgunculuk, hile ve dolandırıcılık şeklindeki en kötü özelliklerle kâr getiren işletmeler olarak ya da “burjuva hayırseverliğinin cambazlığı” olarak kaldılar.

Hepiniz biliyorsunuz ki, kadınlar bütün haklara sahip olduklarında bile hâlâ ezilmiş olarak kalırlar, çünkü bütün ev işleri onlara bırakılmıştır. Birçok durumda, ev işi kadının yapabileceği en verimsiz, en vahşi, en zahmetli iştir. Son derece önemsizdir ve kadınların gelişimini herhangi bir şekilde destekleyecek hiçbir şey içermez.

Kadınları ev işinden kurtaracak model kurumlar, yemekhaneler ve kreşler kuruyoruz.

Emekçilerin kurtuluşunun, emekçilerin kendilerince gerçekleştirilmesi gerektiğini söylüyoruz; aynen çalışan kadınların kurtuluşunun çalışan kadınların kendi meseleleri olduğu gibi. Çalışan kadınlar, bu tür kurumların geliştirildiğini kendileri görmeli ve bu faaliyet; eski, kapitalist toplum düzeninde olduğu haliyle karşılaştırıldığında konumlarında bütünlüklü bir değişimi de beraberinde getirecektir.

(1) Marlene Dixon, “Secondary Social Status of Women.” (Available from U.S. Voice of Women’s Liberation Movement, 1940 Bissell, Chicago, IL 60614.) Biyolojik iddia, tabii ki birinci kullanılandır ancak bu, sosyalist yazarlar tarafından çoğunlukla ciddiye alınmaz. Margaret Mead’in Sex and Temperament kitabı, biyolojinin yerine kültürün önemine dair ilk anlatımlardan biridir.

(2) Bu, bir bütün olarak grup ya da kategori için geçerlidir. Birey olarak kadınlar, kendilerini toplumsallaşmalarından büyük ölçüde uzaklaştırabilirler (ve elverişli durumlarda ekonomik durumu bile kabullenebilirler), ancak kadınların büyük çoğunluğunun bunu yapma şansı yoktur.

(3) Ernest Mandel, “Workers Under Neocapitalism,” (Simon Fraser University, Burnaby, British Columbia, Kanada’da sunumu yapılan bildiri Siyaset Bilimi, Sosyoloji ve Antropoloji Bölümü’nde bulunabilir.)

(4) Ernest Mandel, An Introduction to Marxist Economic Theory (New York: Merit, 1967), 10–11.

(5)
Juliet Mitchell, “Women: The Longest Revolution,” New Left Review 40 (1966). (Türkçesi için bkz. “Kadınlar: En Uzun Devrim,” Agora Kitaplığı, 2006.)

(6) Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Sol Yayınları, 1987) bölüm 9, sf. 167.

(7) Bu tür sayılar kolaylıkla tahmin edilebilir. Örneğin evli ve çocuksuz bir kadının her hafta yemek yapması ve bulaşık yıkaması (10 saat), evi temizlemesi (4 saat), çamaşır yıkaması (1 saat) ve gıda alışverişi yapması (1 saat) beklenir. Bu sayılar, böyle işler için her hafta gereken asgari zamandır. Bu toplam, yani 16 saat muhtemelen gerçekçi olmayan bir şekilde düşüktür; yine de alışılmış bir çalışma haftasının yarı saatine eşittir. Küçük çocuklu bir anne ise haftada en az altı ya da yedi gününün yaklaşık 12 saatini çalışarak geçirmek zorundadır.

(8) Böyle bir öğretme durumunun kanıtı için, aileye dair herhangi bir lise metnine bakınız.

(9) Bu, Engels’in yanı sıra ilk Marksist yazarlara tarafından açık şekilde ifade edilmiştir. Engels’den ilgili alıntılar metinde verilmiştir; V. I. Lenin’den olanlar ise Ek bölümünde yer almaktadır.




https://monthlyreview.org/2019/09/01/the-political-economy-of-womens-liberation/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız




Brezilyalı Marksist sosyolog Michael Löwy, Brasil de Fato web portalı ile hem Brezilya’da hem de dünyanın birçok ülkesinde yükselişte olan neo-faşist iktidarların güçlenmelerinin kaynakları ve bunlara karşı mücadelenin kilit unsurları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.



İlk olarak, Brezilya’daki Bolsonaro hükümetini hangi isimle ve nasıl nitelendirdiğinizi öğrenmek istiyorum.


Şu anda Brezilya’da yaşanan bir distopya. Ütopyanın tersi. Yıllar boyunca işçilerin, sosyalizmin ve ilerlemenin fikirlerini, mücadelelerini ve zaferlerini yükseltme mücadelesi veren ve Brezilya solunun parçası olan bizler için, Brezilya’nın en azından yarı-faşist olarak nitelendireceğim bir hükümetle yönetilme noktasına gelmesini görmek gerçekten üzücü.

Bütünlüklü olarak faşist hale gelmdi, çünkü totaliter devletin bütün suretlerine, örneğin Mussolini’nin “fascio”ları (Kara Gömlekliler) gibi milislere sahip değil. Ancak faşizmin birçok suretine sahip. Jair Bolsonaro’yu örneğin 1920’ler Mussolini’si ile karşılaştırabileceğinizi düşünüyorum.

O yıllarda Mussolini, parlamenter demokrasi görüntüsünü sürdürüyordu, parlamentoda başında bir demokratın, Giacomo Matteotti’nin olduğu muhalefet vardı ve vekiller arasında Antonio Gramsci de yer alıyordu. Tüm bunlar parlamentoyu kapattığı, Gramsci’yi yaşamını yitirdiği 1937 yılına kadar hapsettiği, Matteotti’nin öldürülmesi emrini verdiği (Löwy burada bir maddi hata yapıyor. Sosyalist milletvekili Matteotti, Mussolini’nin talimatı ile 1924 yılında kaçırılarak öldürülmüştür; ç.n.) 1926 yılına kadar sürdü. O tarihte sona erdi. Brezilya’da da bu noktaya gelmemeyi umuyorum.

Jair Bolsonaro’nun şahsını ve onun hükümetinin büyük kısmını otoriteryanizmin faşist özelliklerine sahip, düşman “imha edilmeli” fikrine sahip görüyorum. Ve bu düşmanlar sol, feministler, yerliler, MST (Topraksız Köylü Hareketi) vb. şeklinde. Ona göre bütün bir solu temsil eden “komünizm”e nefret, -tek çıkış yolunun baskı olduğu fikri ile beraber- faşizmin ayırt edici özelliğidir.

Ne yazık ki ABD’de Trump, Macaristan’da Orbán, Hindistan’da Modi örneklerinde olduğu gibi bugün dünyada birçok aşırı sağ hükümet mevcut. Ancak en yarı-faşist ya da neo-faşist özelliklere sahip olanı Jair Bolsonaro hükümeti.

Neyse ki İtalya, Almanya ve İspanya’da varlık gösteren totaliter devletlerinki gibi bütün güç tek elde değil. Parlamentoyla, senatoyla ve hatta silahlı kuvvetler ile müzakerede bulunmak zorunda. Bu, onu hâlâ 1930’ların klasik faşizminden ayıran bir durum. Tarih kendini tekrar etmez ama bu çok endişe verici.

Faşizm karşısında bir diğer fark, bu karakterin halk tarafından demokratik bir şekilde seçilmiş olması. 1960’lar ve 70’lerde pek çok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi bir askeri darbe gerçekleşmedi; ne üzücü ki, bu demokratik bir seçimdi.

Diğer yandan, bir aldanmaya düşen halkın uyanıyor olduğu görüldü. Bolsonaro’nun popülaritesi epey düştü; hareketlenme ve direniş mevcut. Bunlardan bana göre çok önemli olan biri, ultra-gerici bir reform olan emeklilik reformuna karşı sendikaların hareketlenmesi.

Tabii ki hâkim sınıflar memnun. Hâkim Brezilya oligarşisinin uzun süreden beri savunduğu vahşi bir neoliberal program inşa ediyor olduğundan, Bolsonaro’nun bir çıkış yolu olduğunu düşünen oligarklar, toprak sahipleri ve bankacılar arasında bir mutabakat hali var.

Çok önemli olduğunu düşündüğüm bir diğer direniş, ormanlarını ve nehirlerini korumak için mücadele veren Amazon yerlilerinin direnişi. Amazon Ormanları, Brezilya halkının ve insanlığın malı. Onlar olmaksızın iklim değişikliği hız kazanır.

Jair Bolsonaro hükümetinde, çevre politikaları önemini kaybetmiş görünüyor. Göreve geldiğinden beri, örneğin agrotoksik (zehirli tarım kimyasalları; ç.n.) lisanslar giderek artan bir oranda verilmekte ve Amazonlar’daki ormansızlaştırma neredeyse yüzde 90 oranında artmış durumda. İlerici çevreler bile bu sorunun önemini anlamakta yavaş kalıyor. Bugün bu sorunu nasıl analiz edersiniz?

Çevre, doğa ya da ekoloji sorununun 21. yüzyılda giderek artan bir biçimde merkezi konuma geleceğine ikna oldum. Bu sadece çevreyi, ormanlarımızı ya da hayvan türlerini savunma meselesi değil. Yerkürede yaşamın mevcudiyetini sürdürmesi meselesi. İklim değişimi ve küresel ısınma süreci belli bir düzeyi aşarsa geri dönüşsüz olacak.

Yerkürede insan yaşamı için koşulların hâlâ mevcut olup olmadığı sorusu bu. Gerçekten bir ölüm kalım meselesi. Bütün toplumsal değişim projeleri için merkezi mesele haline gelecek olması bundan. Sol, toplumsal hareketler, işçiler, köylüler, hepsi için çevresel ve ekolojik meseleyi asli bir politik mesele ve kapitalizme karşı mücadele etmek için başlıca neden olarak öne çıkarmak çok önemli. Bunun sorumlusu kapitalizm.

Sosyalistler bunu anlamalı ve bu kavgayı asli bir şey olarak addetmeli; 45 programatik noktadan oluşan listede bir detay değil, insanlığın geleceği için asli kavga olarak. Benim özetim şu: ekolojik sorunu, kapitalizme karşı savaşta bir silah olarak sahiplenmemiz gerekiyor.

Avrupa ve Latin Amerika’daki sağcı taarruzun ortak noktası nedir?

Liberal küreselleşme ve 2008’de kışkırtılan ekonomik kriz, sadece klasik neoliberal sağa değil, dünyanın birçok ülkesinde ırkçı, otoriter özellikleriyle yarı-faşist aşırı sağa da çarpıcı bir yükseliş için elverişli ortam yarattı. Japonya’dan Hindistan’a, Avrupa’nın çoğu ülkesine, ABD ve Brezilya’ya dek.

Bunun neden gerçekleştiğinin basit bir açıklaması yok. Çeşitli unsurlar var: neoliberalizmin krizi bir yönüyken, solun zayıflaması bir diğer yönü. Ancak bana göre, bizim, tarih kendini tekrar etmediği için aynısını yaşamadığımız ve 1930’lar ile tam olarak aynı olmayan fakat neo-faşist ve yarı-faşist biçimlerin geri dönüşü olan bu olguyu neden yaşadığımız hâlâ bir bilmece.

Son olarak umuda dair. Bir çıkış görüyor musunuz? Ne olacak?

Bana göre çıkış yolu mücadeleler, direniş. Burada, Latin Amerika’da cephe hattına yerli halk ve köylüler var. Bize umut veren bir diğer unsur ise gençler. 20 Eylül’de dünya genelinde, gerekli kararları almayan hükümetlere karşı iklim değişikliği ile ilgili uluslararası genel grev için harekete geçecek olan gençlik.

Gençliğin gelecek olduğunu biliyoruz. Gençlik harekete geçerse, savaşırsa, farkında olursa ve “havayı değil sistemi değiştirelim” sloganını yükseltirse umut da olur.

https://www.lahaine.org/mundo.php/loewy-bolsonaro-es-el-gobierno adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

David Harvey, Katalunya merkezli yayın yapan Catarsi Magazin portalı ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Jacobin tarafından İngilizceye çevrilen söyleşide Harvey, küresel ekonominin on yılı aşan krizinden yola çıkarken, özellikle teknolojiye bağlı olarak emek alanında gerçekleşen değişimler karşısında, solun yeni iş ve istihdam yapılarını göz önünde bulundurarak sadece iş yeri ile sınırlı olmayan “anti-kapitalist siyaset”e odaklanması gerektiğini vurguladı.

(Makalenin orijinal başlığı “Marx sadece kendi zamanı için değil, bugün için de faydalıdır” şeklindedir.)


Finansal çöküşün üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçti. Krizin kapitalizmdeki rolü nedir ve krizin sonucu tam olarak nedir? –bitti mi, yoksa bazı ekonomistlerin söylediği gibi yeni bir resesyonun eşiğinde miyiz?

Krizlere dair çeşitli şekillerde düşünebilirsiniz. Krizlerin, kapitalizmin sonuna işaret olduğu şeklinde düşünmek isteyenler var. Ben daha çok, krizlerin, sermayenin yeniden yapılanması –yeni bir alternatif model inşa ederek yeni koşullarla karşılaşmak için yeniden şekillenmesi- için araç olduğunu düşünme eğilimindeyim.

Ekonominin iyi işlediği fakat insanların kötü hareket ettiği duruma sıklıkla geliyoruz. 2007-2009 sürecinde olan büyük bir aksamaydı. Ancak krize yanıt verme konusunda büyük farklılıklar mevcuttu.

Batı’da genel olarak yanıt kemer sıkmaydı. Bunun bir aşırı borç krizi olduğunu ve bir şeylerden tasarruf etmemiz gerektiğini söyledik. Sonuç, nüfusun büyük kesimi için düşen yaşam standartları oldu. Bununla birlikte, bu durum aşırı zenginleri etkilemedi: elimizdeki veriler, en üstteki yüzde 1-5’lik kesimin krizden daha zengin çıktığını ve muhtemelen kazananı olduğunu ortaya koydu. “İyi bir krizin boşa harcanmasına asla izin verme” diye bir söz vardır ve sermayedarlar ile benzerleri krizden çok iyi çıktılar.

Ancak başka bir –ve tamamen farklı- yanıt da vardı; Çin’in yanıtı. Kemer sıkma politikaları ile uğraşmadı. Bunun yerine büyük ölçekte altyapı, kentleşme ve benzeri yatırımlar yaptı. Bu devasa büyüme, ham madde ihtiyacını arttırdı, böylece Çin’in tedarikçisi olan ülkeler –örneğin bakır tedarikçisi Şili, demir cevheri tedarikçisi Avustralya, demir cevheri ve soya fasulyesi tedarikçisi Brezilya ve benzerleri- krizden oldukça hızlı çıktılar. Çin’in kendisi tek başına küresel kapitalizmi ciddi bir çöküşten kurtardı. Bunun Batı’da genel olarak iyi anlaşıldığını düşünmüyorum fakat Çini, 2007-2008’de Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’nın toplamından daha fazla büyüme gerçekleştirdi.

Önceki bütün krizler, sermayenin düzenlenmesinin bazı yeni biçimlerini üretmişti. Bu 1930’larda Keynesyencilik/Keynescilik, devlet müdahaleciliği, devlet yönetimi ve benzerleri iken, 1970’ler krizi neoliberal çözümler getirdi. Ancak bu kez 2007-2008’in bir şey ürettiğini düşünmüyorum. Ortaya çıkan politikalar bilakis daha neoliberaldi. Ancak sorun şu ki, neoliberalizm cazibesini ve meşruiyetini yitirdi, bu nedenle şu anda otoriter ve sağ-popülist yöntemlerle dayatılıyor. Bunu, politikaları epey neoliberal olan –bunlar, deregülasyon ve zenginlerin vergilerinin düşürülmesi anlamına geliyor- Donald Trump’da görüyoruz.

Trump’dan bahsettiniz. Bazen krizler, insanlar için örgütlenme olanakları yaratır. Ancak ABD ve Avrupa’da bunun yerine, krizleri takiben gerici liderler görüyoruz. Marksist anlamda, mobilizasyonun nesnel koşullarından bahsetmek ne anlama gelir?

Pek tabii, mobilizasyonun nesnel koşullarından bahsetmemiz gerekir –neden bahsetmeyelim ki? Nesnel koşullar da belli bir politikaya kendini kaptırır. Solun, kapitalizm bünyesinde meydana gelen dönüşümlere çok iyi yanıt vermediğini ve geçmişteki hatalarının bazılarını tekrarşama tehlikesinde olduğunu düşünüyorum.

1980-1990’larda Batı’da, büyük kısmı teknolojik gelişime bağlı olarak gerçekleşen epey fazla sanayisizleşme vardı ve sol, buna karşı geleneksel işçi sınıfı kitlelerini korumak amacıyla buna karşı savunma yapmaya çalıştı. Ancak bu savaşı kaybetti ve süreçte çok fazla güvenilirlik yitirdi. Şu anda yapay zekânın hizmetlere, otomasyonun üretime yaptığı ile aynı şeyi yapacağını görüyoruz. Sol teknolojik sebeplerle ortadan kalkacak bir şeyleri savunma tehlikesiyle karşı karşıya. Yapay zekâyı, otomasyonu ve bir bütün olarak yeni iş ve istihdam yapıları fikrini kabullenecek yaratıcı bir sol olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ancak bu aynı zamanda alternatif siyaset anlamına geliyor. Klasik işçi sınıfının varlığı artık birçok ülkede sürmüyor ve geleneksel sol siyasetin temeli bunlarla birlikte ortadan kalktı. Tabii ki tamamen yok olmadı fakat ciddi anlamda baltalandı.

Bu sebeple, anti-kapitalist siyaset adını verdiğim şeye odaklanacak yeni bir sol yaklaşım biçimine ihtiyacımız var: sadece iş yerine değil, aynı zamanda gündelik yaşam, konut, sosyal tedarik koşullarına, çevreye dair endişeye, kültürel değişime ve kültürel dönüşüme de odaklanan.

Kentsel hareketlerin devrimci potansiyelinden bahsediyorsunuz. Sizce sol partiler bunu küçümsüyor mu?

Şehirlerde uzun zamandan beri toplumsal hareketler mevcut. Örneğin son yirmi yıl civarında, başlıca hareketler şehirlerde gerçekleşmiş ve temel olarak gündelik yaşamın kalitesinin bozulmasına odaklanmıştır. Mesela Türkiye’de Gezi Parkı ayaklanması ve Brezilya kentlerinde ulaşım ve halk için yeterli altyapı yatırımının yapılamaması konularında hareketler gerçekleşti.

Bir noktada, bunun bir gerginlik alanı olduğunu ve iş yerine dair problemler tabii ki hâlâ varlığını sürdürse de bu sorunlara ilişkin çok daha fazla isyan gerçekleştiğini kabullenmeliyiz.

Bu, solun konumsallık sorununu ortaya çıkardı –kentli toplumsal hareketlerden ortaya çıkacak bir sol olup olmadığı. 1970’lerden bu yana bunun olması gerektiğini savundum. O zamanlar beni kimse dinlemiyordu, ancak 2000’li yıllardan beri dinliyorlar.

California’daki kira kontrolüne ilişkin büyük bir gerginlik mevcutken, Barcelona’da büyüyen kiracılar hareketi de, New York’taki benzeri gibi çok önemli. Kiracılar hareketinin gerçek bir siyasi zorlama halini almaya başladığı kentlerin sayısına bakarsanız, bunların konu dışı olduğunu söylemek sol için delilik olur.

Bu hareketlerin karşılaştıkları problemin büyük sermaye olduğunu göz önünde bulundurursak bu özellikle doğrudur –örneğin Blackstone şu anda dünyadaki en büyük “emlak ağası”. Bir anti-Backstone koalisyonunuz mevcut, çünkü California’da onlar egemen, Barcelona’da, Mumbai’de Şangay’da ve diğer her yerde sorun yaratıyorlar. Bu nedenle bir ani-kapitalist hareket var fakat konut sorunu etrafında inşa ediliyor. Bunun barındırdığı olasılıklar beni heyecanlandırıyor. Blackstone’un mülklerini kamulaştırmaya çalışacak bir sol hareket çok ilgi çekici olacaktır.

Kitabınızda, Karl Marx’a nispeten geç ulaştığınızı söylüyorsunuz. Bu düşünce okulunu seçmenize ne sebep oldu?


35 yaşındayken Baltimore kentinde kentleşme çalışıyordum. Konut piyasasının kalitesi ve 1960’ların sonlarında ABD kentlerindeki isyanların temelini neyin oluşturduğuna ilişkin araştırmalara katıldım. Ve bu araştırmalarda, iyi çalışıyor görünmeyen geleneksel sosyal bilim metotlarını kullandım; bu nedenle sorunu formüle edecek başka bir yöntem arayışına girdim. Bazı mezunlara, belki de Marx’ı okumamız gerektiğini söyledim. Böylece Marx okumaya başladım ve bunu çok daha yararlı buldum.

Bir bakıma bu, politik bir tercihten çok entelektüel bir tercihti. Ancak Marx’ı birkaç kez destekler biçimde alıntıladıktan sonra çok kısa süre içinde insanlar Marksist olduğumu söylediler. Ne anlama geldiğini bilmiyordum ama kısa zaman sonra bunu reddetmekten vazgeçtim ve “Peki, ne anlama geldiğini bilmiyor olsam da eğer Marksist isem Marksistim” dedim –ve hâlâ ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bununla birlikte, sermayenin eleştirisi olarak açık bir politik mesaja sahip.

Marx’ın bugün, her zaman olduğundan daha güncel olduğunu düşünüyorum. Marx yazarken, sermaye dünyaya egemen değildi. Britanya ve Batı Avrupa’da, ABD’nin doğusunda egemendi; ancak Çin ya da Hindistan’da egemen değildi. Şu anda her yerde egemen. Bu yüzden, Marx’ın, sermayenin ve çelişkilerinin ne olduğuna dair analizi bugün her zamankinden daha güncel.

Genç eylemciler nesli, Marx’ı akademik terimlerden görmektense politik eylem prizmasından görmek daha ilgi çekici olabilir. Krizin, Marx’ı yeniden keşfimizdeki etkisini ve onu, coğrafya disiplininin prizmasından okuyarak Marx’a dair nasıl bir özel bakış açısına ulaşabileceğimizi yorumlayabilir misiniz?

Marx, bizim işimizin dünyayı anlamak değil değiştirmek olduğunu söylemişti. Ancak pratiğinin, dünyayı anlamak ve açıklamak ile ilgilenmediğini ortaya koyduğunu düşünmüyorum. Kapital’i neden yazdı? Çünkü dünyayı değiştirmek için öncelikle onu hakkıyla anlamamız gerektiğini düşünüyordu. Önemli olduğunu düşündüğüm şeylerden biri, insanların neye karşı mücadele ettiklerine ilişkin daha iyi fikir edinmeleri için Marx’ın kavrayışını mevcut koşullara hayli uygun bir biçimde geri kazanmaya çalışmak.

Coğrafya ve kentleşmeye olan ilgim, Marx’ı, çoğu insandan farklı bir yöntemle okumama sebep oldu. Bu nedenle, Sermayenin Sınırları kitabımda, epey bir zamanımı toprağın nasıl kullanıldığının yanı sıra finansa -1970’lerde garip biçimde çok insanın üstüne konuşmadığı- dair konuşarak harcadım. Benim Marx’ı okuyuş ve sunuşum her zaman, eşitsiz coğrafi gelişme ve kentleşme ile ilgili bir kavrayış yaratmakla bağlantılı olmuştur. Bu durum benim, Marx’a dair başkalarının görmezden gelme eğiliminde olduğu belirli şeyleri vurgulamama sebep oluyor. 1982’de yayımlanan bir kitabın hâlâ yeniden basılıyor oluşu gerçeği, bu çerçevenin, insanların konut edinme ve bununla bağlantılı sorunlarıyla diğer Marksist yaklaşımların sahip olmadığı bir yöntemle ilişkilendiğini ortaya koyuyor.

Yıllardan beri Marx’ı öğretirken, Marx’ı okumak isteyen veya istemeyen, sonra geri gelen insan dalgalarından geçtim. 2007-2008 krizinden sonra Marx’a şüphesiz daha büyük bir ilgi oluştu. Şu anda bu ilgi birazcık zayıflamış görünüyor, çünkü çoğu insan Donald Trump gibi bir fenomeni ve Orbán, Erdoğan, Bolsonaro gibi faşist tip öğelere dönüşenleri açıklamaya kafayı takmış durumda. Ancak tabii ki küresel ekonomide gerçek bir hıçkırığa tutulma hali –ve bir sürü gergin işaret- varsa ekonomi politiğe dair daha fazla konuşma haline geri döneceğiz.

Barcelona’da sol bir parti (Barcelona en Comú) son beş yıl boyunca kent meclisini yönetti ve burada aynı zamanda bir toplumsal hareketler ağı da mevcut. Ancak bu, başta verdiği sözü yerine getirmesi için yeterli olmadı. Çalışmanız, yerel alanın önemini vurguluyorsa, bu deneyim bize belediyeciliğin değerini sorgulatmalı mı?

Cebelleşmeye henüz başladığımız sorulardan biri, belediyelerin siyaseten aslında ne yapabilecekleri. ABD’de oldukça fazla radikal belediye yönetimimiz var. Örneğin Seattle ve Los Angeles oldukça ilerici; New York’ta da ilerici bir kanat var. İş yerindeki sorunlardan, kentteki gündelik hayatın ve uygun fiyatlı konut edinme sorunlarına yönelik ilgi kaymasını göz önünde bulundurunca, solun tüm bunlara odaklanan yeni bir politika edinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ellerindeki sınırlı kaynaklar göz önünde bulundurulduğunda, yerel yönetimlerin ne kadar şey yapabilecekleri konusunda çok az deneyime sahibiz. Mesela New York’ta belediye başkanı, yeni vergilendirme düzeni başlatamadığı için –devlet tarafından yapılması gerekiyor- çok sıkıntılı durumda. Eyalet yönetimi Demokratlar’da ancak belediye başkanını sevmiyorlar, bu nedenle söz konusu iki idare düzeyi arasında çatışma var; Barcelona’da da kent yönetimiyle anlaşmazlık içinde bir yerel hükümet mevcut ve ikisi de birbirinin altını oymaya çalışıyor.

Sorduğunuz soru önemli. Ancak benim ve kimi meslektaşlarımın ilgisini çeken şu: sol bir yerel yönetim iktidara gelirse, yetkilerinin mahiyeti göz önünde bulundurulduğunda, makul bir şekilde ne yapmayı deneyebileceği bakımından solda bir çalışma ve düşünme organı var mı? Yerel yönetimlerin yetkileri sınırlandırılmış durumda. Örneğin Britanya’da, çöp durumunun kontrolü haricinde neredeyse hiçbir şeye önayak olma yetkileri yok. Orada, merkezi hükümetten belediyelere devredilen daha fazla yetki görmek istiyorum ve aynısını Barcelona’da da görmeyi umuyorum.

Belediyeciliğin, kapsamlı sosyalist projenin ne şekilde ayrılmaz bir parçası olabileceği konusundaki tasarımın ilk aşamalarındayız. Bu yüzden sorunuzun cevabı şu: henüz bilmiyoruz fakat aynı zamanda buna bakacak insanlarımız da yok; bu yüzden neyin denenebileceğini söyleyecek bir beyin takımı yolunda akademisyenleri örgütleme işi benim gibi insanlara kalmış.

Ama örneğin barınma gibi bir konuyu ele almak için çözümü gereken kilit siyasi sorunlar neler olurdu?

Barınmanın bir hak olduğu ve böyle düşünülmesi gerektiği fikrindeyim. ABD’nin 1949’daki kongre yasalarında bile, her ABD vatandaşının bir konut ve yeterli yaşam ortamı hakkı olduğu yazılmıştı. Şu anda bunu bir hak olarak görseydik, toplumu da bunu sağlayacak şekilde düzenlerdik.

Sorun şu ki, zamanla bize bunu sağlamanın tek yolunun piyasa güçleri vasıtasıyla olduğu söylendi. Ancak piyasa güçleri, üst sınıflara sağlamak için olağanüstü bir iş çıkarırlarsa, orta sınıflar için iyi bir iş, düşük maliyetli konuta erişimde zorlananlar için sönük bir iş bile çıkarmazlar.

Gelirinden, ırkından, cinsiyetinden ve benzerlerinden bağımsız olarak tüm yurttaşlara yeterli yaşam ortamı sağlama açısından, işleri piyasa güçlerine bırakmak felakettir. Her ne kadar uzun vadede piyasa mevcut kaldığı sürece bunun bir çözüm olduğunu düşünmesem de kira kontrolü gibi şeyler yapabilirsiniz.

Konut tedarikini ticari olmaktan çıkarmaya gerçekten çabalamalıyız. Tarihsel açıdan bu, insanların piyasa dışı yerleşim haklarına sahip olduğu –satın alma ya da satma hakkı olmaksızın konut hakkı- sosyal konut edindirmenin oluşumuyla yapılmıştı. Neoliberalizm döneminde bize bunun verimsiz olduğu söylendi. Ancak şimdi, bunun yerine neoliberal kurallara uyduğumuzda ne olduğunu biliyoruz.

Piyasanın sosyalist ekonomide herhangi bir rolü olabilir mi?

Örneğin ikinci el giysi pazarı olmasıyla bir problemim yok. En büyük sorun eşitsiz piyasa gücünün olduğu zamandır. Marx, güç kütlesine ve kütleyi kimin kontrol ettiğine itiraz eder.

Konut piyasasında Blackstone’un yerine bakarsanız, çok fazla kütleyi kontrol ettiğini görürsünüz. Birçok insan kâr oranından bahseder ancak kapitalist sistemde kimlerin önemli oyuncular olduğunu gerçekten belirleyen, kâr kütlesinin kontrolüdür.

Büyük sermaye, Marx’ın korkunç sermaye kütleleri adını verdiği şeyle ilgili olduğu sürece önemli oyuncular, korkunç kütleyi siyaseti yozlaştırmak, medyaya hükmetmek, seçimleri satın almak vb. için kullanabilir. Sosyalist demokrasiye erişmek için bu güç kütlelerini yok etmeliyiz. Bu aynı zamanda Facebook ve Google gibi devleri parçalamamızı kritik hale getiriyor.

Katalunya’da özerklik isteyen devasa bir toplumsal hareket mevcut. Ancak tüm bunlarda bir tek sorudan kaçınılmış görünüyor: Egemenlik gerçekte ne anlama geliyor?

Egemenlik sorusu şudur: Devlet mi finansı kontrol ediyor, finans mı devleti? Mesela Yunanistan’da durum net biçimde ikincisi –orada, devlet egemenliği oldukça konu dışı, ülkeyi yöneten güç ilişkisinin küçük bir parçası.

İlginç biçimde, ABD’de söylenen bile bu. 1992 seçimlerinden sonra Bill Clinton iktidara geldiğinde bir ekonomik program hazırladı. Politika danışmanı Robert Rubin –Goldman Sachs’dan gelmeydi ve sonradan Hazine Bakanı oldu- Clinton’a “Bunu yapamazsın” demişti. Clinton “Neden yapamam” diye sorduğunda ise Rubin’in yanıtı “Çünkü tahvil sahipleri sana izin vermeyecek” olmuştu. Clinton, iddia edildiğine göre “Benim bütün ekonomi politikam ve yeniden seçilme şansım bir grup lanet olası tahvil tüccarına mı bağlı demek istiyorsun” sorusuna Rubin’in yanıtı “Evet” şeklindeymiş. Bu nedenle Clinton, NAFTA gibi neoliberal tedbirleri ve bir bütün olarak refah tedbirlerini uyguladı, verdiği sözü –ücretsiz sağlık hizmeti- yerine getirmedi.

Politikacıların değil, döviz alım satımcıların yönettiği bir durumda olduğumuzu düşünüyorum. Dolayısıyla, egemenlik sorusuna dönersek, diğer yetki alanlarından özerk hale gelebileceğinizi düşündüğünüzde, tahvil sahiplerinin ve finans kapitalin gücüyle nasıl başa çıkacağınız sorunu hâlâ yerinde durmaktadır. Sadece siyaseten bağımsız olmanın gerçek bir özerkliği olduğundan emin değilim.

ABD’ye baktığınızda, demokratik sosyalizmin yükselişine dair düşünceniz ne ve bunun başka yerlerdeki siyasi hareketler için anlamının ne olduğunu düşünüyorsunuz?

Şu ana kadar Demokrat ve Cumhuriyetçi kanatları olan tek bir partimiz –Wall Street Partisi- vardı. Hillary Clinton bir Wall Street kuklasıydı ve seçimden önceki en kritik hatası Goldman Sachs’a giderek 250 bin dolar karşılığında konuşmalar yapmasıydı. Goldman Sachs’a yazdım ve onlar için 200 bin dolara konuşabileceğimi söyledim ama benden bir konuşma istemediler gibi görünüyor. Büyük parayı kabul etti ve bunu herkes biliyordu. Demokratlar’ın senatodaki lideri Chuck Schumer, Wall Street’ten herkesten fazla para kaldırdı. Demokrat Parti, Wall Street partisidir ve 1980’lerde sendikalardaki tabanını kaybettiğinden beri bu böyle olmuştur.

Demokrat Parti içinde, Wall Street’le bu birbirine dolanma halinden kaçıp kurtulmaya çalışılması gerektiğini söyleyen bir hareket var –Bernie Sanders, bir politik devrime ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Partinin üçte ikisi Wall Street desteğine ihtiyaç olduğunu, üçte biri ise aksini düşünüyor görünüyor. Ancak gerçekten de, Wall Street’in sorun olduğuna dair yükselen bir onay var. Halk nezdinde bunun ne kadar ileri gittiğini görmek ilginç olurdu.

Halkın politik olarak harekete geçmesi, büyük oranda gençlerin radikalleşmesine bağlı olacak. Soğuk Savaş sonrası bağlamda, sosyalizmin ne kadar rezil olduğu şeklindeki bu tüm anti-komünist bahsi anlamıyorlar. Sağcılar, onlara başka türlü anlatmaya çalışıyor fakat gençler, sosyalizmin öğrenci borçlarını ortadan kaldırma ve ücretsiz sağlık hizmeti alma ile ilgili olduğunu duyduklarında muhtemelen kulağa hoş geldiğini düşünecekler: “Sosyalizm buysa ben sosyalist olacağım.”

Bence bu düzeydeyiz. Donald Trump’ın gelişinin, kürtaj ve kadın haklarına karşı saldırgan olmasından dolayı birçok insanı politik eylem için harekete geçirdiğine şüphe yok. Bir dönüm noktasında olduğumuzdan emin değilim ancak kesinlikle bir geri itme var. Bence bir sonraki seçimlerde sola doğru bir itiş göreceğiz fakat Wall Street partisi hâlâ orada olacak.


https://jacobinmag.com/2019/07/karl-marx-david-harvey-capital-political-economy-crisis adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi