Content feed Comments Feed

Yedinci Bölüm

1914-1917: Emperyalist Savaş, Üçüncü Enternasyonal’in Kuruluşu



Fransa’da, İşçi Enternasyonali'nin Fransız Seksiyonu (SFIO) savaş kredilerini oylamaktadır. Alman Sosyal Demokrat Partisi de aynı şeyi yapar. Lenin, bunu katıksız ve basit bir ihanet olarak görür. Yeni bir proje sıradadır: Üçüncü Enternasyonal.

1915 yılındayız. İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu (SFIO) savaş kredileri için oy kullandı. Troçki, “Fransız sosyalizminin başı kesildi” diye yazar. Stéphanie Prezioso, 2017’de Contre la Guerre 14-18’de (14-18 Savaşına Karşı) “tersine dönüş tamamlanmış görünüyor” yorumunu yapar. Alman Sosyal Demokrat Partisi de onlara oy verir: John Peter Nettl, Rosa Luxemburg biyografisinde, “Hem Rosa Luxemburg hem de Clara Zetkin sinir krizi geçirdiler ve bir an intiharın eşiğine geldiler” diye yazar. Lenin de onun gibi bunu atlatamadı: “İhanet, katıksız ve basit.” Sosyalizm, burjuvazinin ve kapitalizmin gündemini benimseyemez. Kutsal birlik yok. Sosyal şovenizm yok. Lenin, o zamanlar üç milyon üyesi olan İkinci Enternasyonal’in ölümünü ilan eder ve Rus İmparatorluğu’nun askeri yenilgisi varsayımını kutlar. Geriye kalan tek şey, emperyalist savaşı devrimci bir iç savaşa dönüştürmektir. Troçki, düşmanlıkların derhal sona erdirilmesi çağrısında bulunur. Anılarında, savaş devam ederse, “tüm Avrupa bu savaştan tamamen yıkılmış olarak çıkacaktır” diye yazar.

Almanya, Britanya sularını bir “savaş bölgesine” çevirir. Reims bombalanır ve bir zeplin Paris’i kıstırır. Doğuda Ermeni soykırımı başlar. Lenin; Hegel, Herakleitos ve Aristoteles okur. Analitik çalışmanın gerekliliğini asla gözden kaçırmaz. Devrimci teori olmadan devrim olmaz -iyi bilinen bir Leninist aksiyom. Ve sonra Alman Marksizminin önde gelen isimlerinden, söz konusu krediler için oy veren partizan Kautsky’yi yerden yere vurur: bir “fahişe”den başka bir şey değil. Ama şimdiden yeni bir projeyle meşguldür: Üçüncü Enternasyonal’i kurmak. Bir manifesto yazılmalıdır. Tartışmalar, delegasyonlar, alt komisyonlar, neredeyse her şey birbirine girer. Troçki bir sentez metni yazmakla görevlendirilir. Lenin bunu çok çekingen bulur ama yine de oy verir. Metin kabul edilir. Tony Cliff, “Savaş karşıtı devrimciler arasında Lenin ‘aşırılıkçılığı’, ‘devrimci yenilgiciliği’ savunması bakımından neredeyse tek başınaydı” diyor.

Rosa Luxemburg, savaş karşıtlığı nedeniyle Şubat ayı boyunca Almanya’da hapsedilir. Parmaklıklar ardında Junius adıyla Alman Sosyal Demokrasisinin Krizi’ni yazar ve Engels’in sosyalizm ya da barbarlık ifadelerini benimseyerek güncel olaylara uyarlamaya çalışır. Ancak sosyalist oluşumların, verdikleri oylarla, askerlerin katledilmesini vicdanlarına yüklediklerini özetler. “Almanya, Fransa, Rusya ve İngiltere işçileri sarhoş uykularından uyanana; kardeşlik içinde birbirlerinin kollarına sarılana ve savaş kışkırtıcılarının hayvani korosunu ve kapitalist sırtlanların boğuk çığlığını emeğin güçlü çığlığıyla bastırana kadar bu çılgınlık durmayacak ve bu kanlı cehennem kâbusu sona ermeyecektir.” Lenin, Şubat 1916’da Zürih’e yerleşir ve Luxemburg özgürlüğüne kavuşur. Verdun’da savaş başlar. Rus’umuz bol bol yumurta yer ve kütüphanelerde kamp kurar. Mayıs ayında “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm”in son rötuşlarını yapar -kitap ertesi yıl yayımlanacaktır. İtalya, Avusturya-Macaristan’a ve Türkiye, Romanya’ya savaş ilan eder. Fransız askerleri Douaumont’taki kaleyi geri alır, Somme Muharebesi 141 gün süren çatışmaların ardından sona erer. 200.000’den fazla İngiliz ölür. 65.000’den fazla Fransız. Yaklaşık 170.000 Alman.

Rosa Luxemburg'un broşürü ortaya çıkar. Lenin broşürü okur, yazarının Rosa Luxemburg olduğundan habersizdir. Kendi gözünde bazı hatalardan dolayı haksız olsa da, “muhteşem Marksist çalışması” için “yazarı yürekten selamlar”. “Devrimci sloganları, sonuçlarına kadar düşünmeye ve kitleleri sistematik olarak bu sloganların ruhuyla eğitmeye alışmış yasadışı bir örgütte yoldaşı olmayan yalnız bir adamın resmini” hayal ettiğini söyler. Kitleler, hâlâ. Hâlâ ve her zaman.


https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-seven adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Bir önceki bölüm olan “Lenin Romanı-Altıncı Bölüm: Devrim Yavaş İlerliyor, Jaurès Öldürüldü, Büyük Savaş Geliyor (1907-1914)”u okumak için buraya tıklayınız.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

Altıncı Bölüm:

1907-1914: Devrim Yavaş İlerliyor, Jaurès Öldürüldü, Büyük Savaş Geliyor


 

Lenin’in izini Londra, Brüksel, Cenevre, Paris ve Prag’da takip ediyoruz. Rotasını değiştirmiyor: bir devrim gerçekleştirmek, hem de muzaffer bir devrim. Yine de büyük savaş zamanıdır. Jean Jaurès suikasta uğrar.

1907 yılındayız. Menşevikler, rejim tarafından önerilen göreceli açılımın ele geçirilmesi gereken bir fırsat olduğu görüşündedir. Şu anda kurumsal bir gedik açılmıştır: içeri dalmaları gerekmektedir. Troçki, onların görüşünü paylaşmaz ve Bolşeviklerin giderek cesaretlendiğini kabul eder. Lenin kovalanmış, bitkin ve gergindir; bir süre İsveç’te dinlenecektir. Arkadaşı onu dünyadan kopmuş olarak tanımlar. Bolşevikler yine yaklaşan seçimleri boykot etmeye karar verir ve yine azınlıkta kalan Lenin buna karşı çıkar. Rus adası Kronstadt’ta denizciler isyan eder; hemen bastırılırlar.

Lenin Londra’dan geçerken, bu kez bir siyaset felsefesi eseri olan Materyalizm ve Ampiryokritisizm üzerinde çalışır. Onun izini Brüksel’e, Cenevre’ye, Paris’e kadar takip ederiz. Fransa’nın başkentinde geçirdiği günler canını sıkar. Nadezhda Krupskaya, “İlyiç o günlere hep ağır bir duyguyla baktı” diye yazacaktır. Söz konusu eser Mayıs 1909’da yayımlanır ve Plehanov onu küçümser. Rusya’da Sosyal Demokrat İşçi Partisi üzücü bir durumdadır. Bolşevikler, Lenin'in aktif olarak katkıda bulunduğu yeni bir dergi çıkarırlar. Inessa Armand, militan Marksist feminist, bir opera sanatçısı ve bir aktörün kızı; Fransızca konuşan devrimci (“çok duru bir Fransızca” diyecektir Marcel Cachin), “Moğol gözlerini ondan alamaz”. Bundan böyle onun yanında çalışacaktır. Birliktelikleri gizli kalacaktır. 1910’un sonunda Tolstoy ölür -iki yıl önce Lenin onun “kapitalist sömürüyü acımasızca eleştirmesini, hükümet zorbalıklarını, saçma mahkemeleri ve devlet yönetimini teşhir etmesini” selamlarken, “şiddetle ‘kötülüğe karşı direnme’ vaazı veren bir çatlak” olarak kaldığı için onu ayıplamıştı. Gösteriler, yeni işçi grevlerinin arka planında patlar. Haziran 1911’de Lenin, Seine-et-Oise’da kadrolar için bir okul açar. Eğitim yoğundur. Partinin kontrolünü ele geçirmelidir. Yarı anarşist, yarı Blanquist olan Menşevik Martov, Leninist hizbe karşı gürler; Rosa Luxemburg ona bir dövüş horozu, bir bölücü, bir provokatör ve bir ayrılıkçı olarak davranır.

1912'nin başında Lenin, Prag’da bir konferans düzenler. Amacı nedir? Partiyi yeniden canlandırmak. Onun gözünde toplantı başarılıdır. Ancak çok geçmeden örgütlenme eksikliği yüzünden hayal kırıklığına uğrar. Muhalifleri, onun partiyi köşeye sıkıştırma çabalarını lanetler, Troçki birleştirmeye çalışır ve Lenin de Troçki’yi lanetler. Lenin yoluna devam eder: bir devrim gerçekleştirin, muzaffer bir devrim ve legalist bir mutasyon üzerine bahis oynamayı bırakın. Rusya’daki kışkırtma devam eder. Lenin, Krupskaya ve iki yoldaşı Kraków'dan çok uzak olmayan bir yere yerleşirler. Prava (Gerçek) adlı yeni bir hukuk dergisi kurmuşlardır. Rusya sınırında Lenin sakinleşmiştir. Ülkesinde artık 700 binden fazla grevci işçi vardır. Duma’daki birkaç Bolşevik milletvekili grev çağrısı yapar ama Menşevik meslektaşları tarafından hemen reddedilirler. Prava’nın genel yayın yönetmeni Stalin, Lenin’in en keskin yazılarını sansürler. Yazışmalarında Lenin ona “zavallı bir korkak” diyecektir.  Yüce iktidar yayımlanmasını yasaklar.

Beş parasız, Inessa Armand’dan yeni ayrılmış, İkinci Enternasyonal’den tecrit edilmiş ve acı çeken karısının başucundaki adamımız yorgun düşmüştür. 1914 yazı gelir ve onunla birlikte Saint-Petersburg’da yeni bir grev başlar. Bu, devrimin gelişi olabilir mi? Hayır, şimdilik sadece savaş. Avusturyalı Franz Ferdinand bir cesetten başka bir şey değildir. Belgrad az önce bombalandı. Rusya’da genel zorunlu askerlik kararı alındı. Sonra Avusturya-Macaristan’da. Sonra Belçika’da. 31 Temmuz’da Jaures, Montmartre Sokağı’nda yemek yerken vuruldu. Beynine bir kurşun. Sosyalistin savaşa karşı olduğunu biliyoruz; barışın sesi onunla birlikte gümbürtüye gidiyor gibi görünüyor. “Politik olarak ondan çok uzaktaydım. Ama insan, onun güçlü kişiliğinin çekimini hissetmeden edemiyordu” diye yazıyor Troçki “Hayatım”da. İki ay sonra Lenin, Bern’e taşınır.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-six adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Bir önceki bölüm olan “Lenin Romanı-Beşinci Bölüm: Ayaklanma Başlıyor, Sovyetlerin Rolü, Baskı (1904-1907)”yı okumak için buraya tıklayınız.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.  

 

 

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin Pazar günü meydana gelen helikopter kazasında ölmesinin ardından yazılı bir açıklama yapan İran Komünist Partisi, Reisi’nin geçmişten bugüne komünistler başta olmak üzere muhaliflere yönelik atılan adımlarda aldığı önemli rollere dikkat çekti ve “Reisi, sabıka kaydıyla kapitalist İslami hükümet sisteminin bir parçasını temsil ediyordu” ifadelerini kullandı.


İbrahim Reisi'nin ölümü İran halkının çoğunluğunda aktif ve sessiz bir sevinç yarattı. İbrahim Reisi ve beraberindekileri taşıyan helikopterin “sert iniş” yaptığı haberi yayımlandığı andan itibaren, Hamaney, Hatemi, Ruhani vb. onun sağlığı için dua etmeye başlarken, İran’ın yaslı halkı onun ölümü için dakikaları sayıyordu. Onun emriyle kör olan gözler bile bugün sevinç gözyaşları döktü. Celladın ölümünden kaynaklanan bu sevinç dalgası, İslami hükümet ile İran’ın acı çeken işçileri ve halkı arasındaki ilişkinin uzlaşmazlık sınırına ulaştığını bir kez daha gösterdi.

İbrahim Reisi’nin adı ve yüzü, her şeyden önce, ölüm komitesinin bir üyesi ve siyasi tutukluların öldürülmesinin uygulayıcısı olarak, 20. yüzyılın sonlarında dünyanın bu köşesinde insanlığa karşı işlenen suçların bir hatırlatıcısıdır. Humeyni, Hamaney ve Rafsancani'nin tavsiyesiyle, savaş ve ekonomik sefalet nedeniyle hayatlarını kaybeden, izleri ve belgeleri İslami rejim yetkililerinin açgözlülüğünün canlı bir kanıtı olan insanları terörize etmek amacıyla insanlık karşıtı bir suç işledi. O dönemde Humeyni’nin emriyle, daha sonra ölüm komitesi olarak bilinen ve İbrahim Reisi'nin de üyelerinden biri olduğu özel bir komite oluşturuldu ve siyasi tutukluların öldürülmesi projesinin yürütülmesinden sorumlu tutuldu. O günlerde İbrahim Reisi ve komitenin diğer üyeleri, farklı siyasi görüşlere sahip binlerce mahkûmu ölüm mangasına teslim ederek isimsiz toplu mezarlara gömdüler. İbrahim Reisi, bu insanlık suçunu işlemeden önce de Meşhed'de ve daha sonra Süleyman Camii, Karaj, Tahran ve Hamedan'da savcılık görevlerinde siyasi muhaliflerin, özellikle de sol güçlerin bastırılmasında aktif rol oynamıştır. Daha sonra Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı, yargı başkanı ve ardından İslam Devleti başkanı oldu.

İbrahim Reisi, yargının başı olarak, cinayetleri meşrulaştırmak ve Kasım 1998’deki ülke çapındaki ayaklanmanın savaşçılarına karşı acımasız cezalar vermek, işçi hareketi ve diğer ilerici sosyal hareketlerin aktivistlerini tutuklamak ve siyasi mahkûmları idam etmek için hiçbir suçtan kaçınmadı. İslami rejimin tamamlanmamış başkanlığı sırasında 600’den fazla protestocuyu öldürdü, gözleri kör etti, kız okullarına kimyasal saldırılar düzenledi ve mahkûmlara yönelik art arda infaz dalgaları başlattı. İşçilere saldırması ve İran’ın özgür kadınlarına karşı ülke çapında bir savaş ilan etmesi, suçlarla dolu sicilini daha da utanç verici hale getirdi. İbrahim Reisi, İslami hükümetin eğitimli isimlerinden biri olarak, insanlığın bilinen değerlerini çiğnemekten, kadın düşmanlığından ve insan haklarını aşağılamadan, cehalet ve batıl inançları yaymaktan, insanların en temel siyasi, bireysel ve sosyal haklarını ellerinden almaktan, İslam bayrağını yükseltmek için vekâlet savaşları başlatmaktan vb. geri kalmadı. İşte bu nedenle İran’ın özgürlükçü ve eşitlikçi halkı, özellikle de kurbanların aileleri, İbrahim Reisi’nin insanlığa karşı suç işlemekten dolayı halka açık bir mahkemede ve kitlelerin önünde yargılanmasını ve yaptıklarından dolayı cezalandırılmasını sabırsızlıkla talep etti.

O, devrim sırasında, petrol endüstrisi işçileri petrol ihracat vanasını kapatıp siyasi ve sınıfsal talepleriyle öne çıktıklarında, kraliyet rejiminin karşı-devriminin kitlelerin ayaklanmasını Jaleha Caddesi'nde kan dökerek bastıramayacağı anlaşıldığında. İran kapitalist sınıfı ile Amerika ve diğer emperyalist kapitalist güçlerin İran'ın kapitalist sistemini kurtarmak için öne sürdüğü Humeyni liderliğindeki İslam devriminin ayaklarından biriydi. Yavaş yavaş, o günlerde İran burjuvazisi, kapitalist sistemi devrimden korumak için bağımsızlık bayrağını Humeyni’nin eline verdi ve Guadeloupe Konferansı'nda toplanan emperyalist güçler, İslami hareketi sürdürmek için hazır ve nazır olan orduyu ve baskı aygıtlarını teslim etti. Devrimi bastırma ve kanını akıtma görevini ona bıraktı. Reisi, bu eğilimlerin bir ürünüydü ve sabıka kaydıyla kapitalist İslami hükümet sisteminin bir parçasını temsil ediyordu.

Hamaney ve Devrim Muhafızları liderliği, beş günlük yas ilan ederek, Reisi ve arkadaşlarının ölümünü İslami rejimin dağınık saflarını birleştirmek ve kitleleri sindirmek için bir fırsata dönüştürmek üzere tehdit ve gözdağı vermek istemektedir. Kapitalist hükümetlerin ikiyüzlü liderleri, Reisi’nin insan hakları karşıtı sicilini saklıyor ve birbiri ardına İslami hükümete sempati mesajları gönderiyorlar. Reisi'nin ölümüyle birlikte, yukarıdan değişim ve dönüşümü ve İslam Cumhuriyeti rejiminin yumuşak bir şekilde devrilmesini stratejilerinin dayanaklarından biri haline getiren burjuva muhalefetinin bazı kesimleri, İbrahim Reisi yerine neden Hamaney’in ölmediğinden yakınarak, “siyasi süreçlerde onun ölümünün etkili olacağını” ve İslami rejimi devirme stratejilerinin yeni bir aşamaya gireceğini dile getiriyorlar. Ancak komünist işçiler, Hamaney’in ölümünü ve yukarıdan değişiklikleri bekleme ve umut etme eğilimlerine karşı mücadele ediyorlar ve İran’ın işçi kitlelerinin ve özgürlük seven halkının İran’ın renkli burjuva muhalefetinin yolunu izlemesine izin vermeyecekler.

Komünist işçiler, İslami hükümetin can damarının işçi sınıfının elinde olduğunu bilirler. Tıpkı devrim sırasında petrol işçilerinin petrol musluğunu kapatarak kraliyet diktatörlüğünün devrilmesine neden olması gibi, mevcut durumda da sadece petrol, gaz ve petrokimya endüstrileri, çelik endüstrileri, otomobil fabrikaları, demir eritme, elektrik endüstrileri, madenler, demiryolları vb. gibi endüstriyel ve kilit üretim merkezlerinde işçi grevleriyle, işçilerin ve emeklilerin acil taleplerinin derhal yerine getirilmesini, tüm siyasi tutukluların serbest bırakılmasını, idam cezasına son verilmesini ve kadınlara yönelik baskılara derhal son verilmesini talep ederek, İslami hükümetin boğazı sıkılabilir ve baskı aygıtı durdurulabilir. Komünist işçiler, kestirme yol olmadığını biliyor. Kilit üretim merkezlerindeki işçilerin ülke çapındaki grevleri, toplumdaki tüm önde gelen sosyal hareketleri ve protestoları harekete geçirebilir. İşçi grevlerinin belkemiğini oluşturduğu kitlesel siyasi grevler, silahlı kuvvetler ve Devrim Muhafızları saflarının birliğini parçalayabilir, bu saflardaki çatlağı derinleştirebilir ve onları bastırma gücünü zayıflatabilir ve ayaklanmayı örgütleme ve İslam Cumhuriyeti rejiminin devrimci bir şekilde devrilmesinin zeminini sağlayabilir.

Yaşasın özgürlük, eşitlik ve işçilerin yönetimi!


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

TUDEH (İran Kitlelerinin Partisi), İbrahim Reisi’nin helikopter kazasında ölmesinin ardından yazılı bir açıklama yaparak, Reisi’nin ülkedeki muhaliflere yönelik işlenen suçların ve komünistlere yönelik katliamların önemli aktörlerinden biri olduğunu vurguladı ve rejimin mevcut durumdan endişe duyduğunu belirtti.


 

İbrahim Reisi, İran İslam Cumhuriyeti'nin suçlu bir temsilcisiydi ve son kırk yıl boyunca İran’daki özgürlük savaşçılarının öldürülmesinde kilit rol oynamış bir temsilciydi. 24 Ağustos 1987 tarihinde İslami hükümet tarafından cezaevlerine gönderilen ve aralarında Hüseyin Ali Niri ve savcı Murtaza İşrakî'nin de bulunduğu “Ölüm Komitesi” ile görüşme yapan Hüseyin Ali Muntazeri’nin (Reisi’ye ‘cellat’ lakabını veren kişidir; ç.n.) yaptığı bu görüşmeye ilişkin Ağustos 2015'te ortaya çıkan konuşma, Evin hapishanesindeki dönemin Enformasyon Bakanlığı temsilcisi Mustafa Purmuhammedi (sonradan Adalet Bakanı olan; ç.n.), dönemin savcı yardımcısı İbrahim Reisi ve İslam Cumhuriyeti yöneticilerinin aşağılık ve insanlık dışı doğasını ifşa etti. Muntazeri, toplantıda, siyasi tutukluların idamını İslam Cumhuriyeti'nde ‘o zamana kadar işlenen en büyük suç’ olarak nitelendirmiş ve bu toplantıda hazır bulunan ve aralarında bu komitenin üyelerinden biri olan İbrahim Reisi’nin de bulunduğu ‘İdam Komitesi’ne hitaben şunları söylemiştir: ‘Bana göre bu, devrimin başlangıcından bu yana İslam Cumhuriyeti’nde işlenen en büyük suçtur ve tarihte bizi mahkûm edecekler... ve gelecekte sizi tarihin suçluları arasına yazacaklar.’

1987'deki katliam sırasında, farklı fikir ve görüşlere sahip ve farklı siyasi gruplardan binlerce siyasi mahkûm, Humeyni’nin ve İbrahim Reisi gibi suçluların emriyle ölüm mangalarına teslim edildi. Ülkemizin modern tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu katliam sırasında İran’ın kitle partisi, İran’ın anti-otoriter hareketinin en önde gelen liderlerini, ülkenin önde gelen yazar ve çevirmenlerini, işçi ve emekçi hareketinin aktivist ve kadrolarını, yurtsever subaylarını, öğrenci ve kadın hareketinin aktivist ve figürlerini kaybetti.

İbrahim Reisi, İslam Cumhuriyeti'nin suçlu ve azgın ‘yargı’ aygıtına başkanlık ettikten sonra rejim kaynaklarına göre bile kaba bir seçim şovunun ardından, tüm ülkede seçilme yeterliliğine sahip kişilerin %52'sinden fazlasının (Tahran'da %74’ünün) seçimlere katılmaması ve sandıklara 4 milyondan fazla geçersiz oy atılmasına karşın Ali Hamaney'in emri ve Devrim Muhafızları ile rejimin güvenlik organlarının doğrudan ve kapsamlı müdahalesiyle rejimin cumhurbaşkanı olarak atandı. İbrahim Reisi'nin cumhurbaşkanlığı dönemi, işçi ve emekçi protestolarının yoğunlaştığı, ‘Kadın, Yaşam, Özgürlük’ hareketi de dâhil olmak üzere İslam Cumhuriyeti hükümetine karşı yaygın halk mücadelelerinin yaşandığı, barışçıl halk protestolarının kanlı bir şekilde bastırılmasının yanı sıra muhaliflerin ve özgürlük savaşçılarının yaygın bir şekilde idam edildiği bir dönemdir. Ve aynı zamanda ekonomik krizin, eşi benzeri görülmemiş enflasyonun, on milyonlarca İranlının yoksulluk sınırının altına sürüklenmesinin, artan işsizliğin ve İran toplumunda yoksulluk ile zenginlik arasındaki vadinin derinleştiği ve kapsamının genişlediği dönemdi.

İslam Cumhuriyeti hükümetinin ve bu hükümetin başı olarak İbrahim Reisi’nin politikaları, ülkemiz insanlarının yaşamlarında çok daha zor bir durum yaratmıştır. Cumhurbaşkanı’nın hükümeti, kendisinden önceki hükümetler gibi, verdiği sözlerin aksine, ülke ekonomisinin gerileme eğilimini değiştiremedi ve ülkenin çalışkan emekçilerinin iş ve yaşam koşullarını iyileştiremedi, çünkü bu hükümet de daha öncekilerin neoliberal modele dayalı otuz yıllık makro-ekonomik programlarını sürdürdü.

İslam Konseyi ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinin boykot edilmesi, rejimin resmi istatistiklerine göre bile halkın %60’ından fazlasının katılmadığı ve buna rağmen seçimlere katılanlar tarafından milyonlarca geçersiz oy kullanıldığı eşi görülmemiş ölçekte bir boykottu. Bazı şehirlerde geçersiz oyların sayısı seçilenlerin oylarından bile fazlaydı. Bu, Ali Hamaney ve onun suçlu başkanının halkımız nezdindeki “popülarite” seviyesinin son sınanmasıydı.

Rejimin başlıca unsurlarından biri olan ve İslam Cumhuriyeti içindeki bazı güçlü çevreler tarafından Ali Hamaney’in yerine geçirilmeye hazırlanan İbrahim Reisi ‘Cellat’ın ölümü, rejimin ülkedeki son derece kritik durumu kontrol etme planlarına bir darbedir. Ali Hamaney'in dün gece ‘bir grup asker ailesi’ ile bir araya geldiği yönündeki sözleri ‘İran halkı endişe etmesin, ülke yönetiminde herhangi bir aksama olmayacak’ sözleri, rejim liderlerinin mevcut çok kritik durumdan duyduğu endişeyi göstermektedir.

Ülkemizin insanları ve bu gericilik ve zorbalığın, rejimin paralı askerlerinin korkunç suçlarından kurtulanların ailelerinin, İbrahim Reisi’nin ölümüyle ilgili tek üzüntüleri, çok uzak olmayan bir gelecekte tarihi yargılanma şansının ortadan kalkmış olmasıdır.

Partimizin son aylarda işaret ettiği üzere, bugün toplumun çoğunluğu ile iktidardaki diktatörlük arasındaki derin ve geniş uçurum onarılamaz. Toplumun büyük kesimi, özellikle de işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler, siyasi ve sosyal alanda köklü değişiklikler yapılmasını ve bu otoriter rejimden kurtulmayı istemektedir. İslam Cumhuriyeti çürümektedir ve hayatta kalması için krizler ve zor kararlarla karşı karşıyadır. Ülkenin tüm ulusal ve özgürlükçü güçleri, ortak ve birleşik mücadelesini yoğunlaştırarak, diktatörlük yönetimine son vermenin ve ulusal ve demokratik bir hükümet kurmanın yolunu açmalıdır.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 


Beşinci Bölüm

1904-1907: Ayaklanma Başlıyor, Sovyetlerin Rolü, Baskı

 


1905 yılındayız. Petersburg’da, Putilovsky fabrikasındaki işçiler greve gider: işten çıkarılan yoldaşlarının yeniden işe alınmasını ve bir ustabaşının görevden alınmasını talep ederler. Müdür bunu reddeder ve işçilerin çoğunu işten atmakla tehdit eder. Ortodoks bir rahip olan Georgy Gapon, mücadeleye önderlik eder ve söz konusu müdüre 12 talepten oluşan bir liste gönderir. Grev devam eder. Başka bir fabrika. Sonra bir başkası. Gapon, yönetimle müzakere etmek yerine hükümete başvurur ve bir dilekçe yazar. Devrimci militanlar isyana katılır ama kabul etmek gerekir: Gapon liderdir; halk ona tapmaktadır. Militanlar, Çar’a yalvarmanın siyasi bir hata olduğunu düşünürler –rejim ikna edilmemeli, yıkılmalıdır.

22 Ocak’ta kalabalık Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçer. Gapon, gür sakalı ve boynundaki haçla yürüyüşe önderlik eder. Çarın portreleri kaldırılır, kalabalık sadece lütuf beklemektedir. Ancak Çar orada değildir. Askerleri onları karşılar ve ateş ederler. Bu bir katliamdır. “Ayaklanma başladı. Zora karşı zor. Sokak çatışmaları şiddetleniyor, barikatlar kuruluyor, tüfekler çatırdıyor, silahlar patlıyor. Kan nehirleri akıyor, özgürlük için iç savaş alevleniyor” diye yazan Lenin, hükümetin derhal devrilmesini tavsiye eder. Gapon artık Çar’ın ölümünü vaat etmektedir. Cenevre’ye gider ve orada bir kafede Lenin’le buluşur. ,Lenin onun tarihsel erdemlerini kabul eder ama kafasının çok karışık olduğuna karar verir. İnanç adamının teoriden hoşlanmadığı doğrudur. Yine de Tony Cliff, Lenin: Partiyi İnşa Etmek (1893-1914) adlı kitabında, “Görüşme, Gapon’un tamamen samimi olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmadı” diyor. Troçki gizlice Rusya’ya döner ve birkaç ay sonra Lenin, sosyalist devrimin yakında demokratik devrimi takip edeceğini yazar. Ekim ayında İkinci Nikola, siyasi kanun kaçaklarını affederek halkın öfkesini yatıştırmaya çalışır. Lenin aceleyle memleketine geri döner. Kılık değiştirerek Saint Petersburg sovyetinin yönetimine yardım eder ve savaş sanatı üzerine metinler yazar. “Onun için sovyet, sadece proletaryanın mücadele içindeki yeni bir örgütlenme biçimi değil, aynı zamanda gelecekteki işçi iktidarının da biçimiydi. Bu fikri bir boşlukta geliştirmedi. Birçok işçinin içgüdüsel olarak hissettiği şeyi dile getiriyor ve genelleştiriyordu” diye yazıyor Cliff. Bu istisnai durum karşısında Bolşevikler ve Menşevikler bir araya gelir. Sovyet bastırılır. Menşevik eş başkanı Troçki tutuklanır. Genel grev çağrısı yapılır, Bolşevikler hedef talimine başlar ve halkı silahlanmaya teşvik eder. Moskova barikatlarla süslenir, isyancılar ellerinden geldiğince kendilerini donatır, alevler görülür, bir polis memuru evinin önünde düşer. Bir general tüm militanların imha edilmesini emreder; Aralık ayı sonunda ayaklanma bastırılır. Devrim, çiçek açamadan ölür.

Sibirya’da sürgüne mahkûm edilen Troçki, bir köylünün yardımıyla kaçmayı başarır ve Finlandiya’ya ulaşır. Orada Lenin’i ve deneyimli bir Menşevik figür olan Martov’u bulur. “Hayatım” kitabında hatırlayacaktır: “Lenin, hapishanedeki çalışmalarımdan övgüyle söz etti ama gerekli sonuçları çıkarmadığım için, yani Bolşeviklere geçmediğim için benimle alay etti. Bunda haklıydı.”

Nisan 1906’da Stockholm’de dördüncü parti kongresi yapılır. Bu kez Menşevikler çoğunluğa sahiptir. Taktiksel olarak tebaasını yumuşatmaya hevesli olan II. Nikola, bir yasama meclisi olan Devlet Duması’nın kurulmasını kabul eder. Halk, sıkı ve eşit olmayan bir şekilde denetlense de oy kullanır. Lenin de taktiksel olarak seçimlere katılımdan yanaydı. Bolşeviklerin çoğunluğu öyle düşünmüyordu. Oylamanın sonuçları Mayıs başındaki kongrede açıklandı: Ilımlı sosyalizm yanlısı İşçi Partisi 136 milletvekiliyle ikinci sırada yer aldı. Menşevikler tarafından temsil edilen Sosyal Demokrat İşçi Partisi 18 milletvekili çıkarır. II. Nikola, meclisi feshetmek için acele edecektir. Lenin, devrim çağrısı yapmaya devam eder. Sonra Saint Petersburg’a gider.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-five adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Bir önceki bölüm olan "Vladimir, Lenin Oluyor, Troçki ile İlk Görüşme (1900-1904)"yi okumak için buraya tıklayınız.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Dördüncü Bölüm

1900-1904: Vladimir, Lenin Oluyor, Troçki ile İlk Görüşme


 

Vladimir kalıcı olarak Lenin adını alır. “Ne Yapmalı?” adlı kitabı 1902'de gün ışığına çıkar. Troçki ile tanışır ve onunla karmaşık ilişkiler içine girer. Troçki çoktan uzaklaşmaya başlamıştır.

1901 yılındayız. Lenin doğar. Ve bu doğum, Plehanov’a yazılmış bir mektubun altında gerçekleşir. Bu takma adın nedenini bilmiyoruz -belki de Lena Nehri’nden sonra. Devrimci, yaşamı boyunca 148 isim kullanır; bundan sonra onu böyle çağıralım. 

Rosa Luxemburg ile tanışır ve ardından karısıyla birlikte Iskra’yı uzaktan yayabilecek ve destekleyebilecek bir militanlar ağı kurar. Lenin’in aklında tek bir fikir vardır: Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP), halkın sesini bütün yönleriyle taşımayı başarması. Bakanlarından ikisi, devrimci sosyalistlerin kurşunları altında kalır. Lenin’in reddettiği bir strateji. Bireysel terörizm, kitleleri bir araya getiremez ya da örgütleyemez. Şimdilik sadece bir dergi bunu yapabilir. “Ne Yapmalı? “üzerinde çalıştığı kitabın sorusudur. “Yazarken genellikle odada bir aşağı bir yukarı hızla yürür, yazacaklarını fısıldardı. Kendimi onun çalışma tarzına çoktan adapte etmiştim ve o yazarken onunla hiç konuşmadım ya da ona soru sormadım. Daha sonra yürüyüşe çıktığımızda bana ne yazdığını ve ne düşündüğünü anlatırdı” diye yazar Nadezhda Krupskaya. Kitabın adı, Çernişevski’nin 1863’te yazdığı aynı adlı ünlü romana bir saygı duruşudur. Bir neslin kitabı; Lenin’in kardeşi Aleksandr’ın kitaplığından indirip hararetle okuduğu kitap.  Kendisinin yazdığı “Ne Yapmalı?” 1902’de gün ışığına çıkar. Lenin, kalemi Sibirya'da bir av tüfeği gibi eline alır: Bernstein ve takipçilerine aklından geçenleri söyler. “Bu, burjuva demokrasisinin, sosyalizmin bağımsızlık hakkını ve dolayısıyla var olma hakkını inkâr etmesiyle eş anlamlıydı; pratikte, doğmakta olan işçi sınıfı hareketini liberallerin bir uzantısına dönüştürme çabası anlamına geliyordu.”

İhtiyaç duyulan şey, işçileri Marksist görüşlerin üstünlüğü konusunda ikna etmekti. Onları “dışarıdan”, eğitimli, disiplinli ve profesyonel devrimciler aracılığıyla ikna etmek, bir parti avangardı oluşturmak. Leninizmin temeli atılmıştır. Tony Cliff, Lenin’in çubuğu kasten fazla büktüğünü kabul ederken, “kendiliğindenciliğin” merkezi reddinin, “örgütlenmeye mekanik aşırı vurgu” verdiği yorumunu yapacaktır. Polis gözetimi arttırır, bunun üzerine çift Londra’ya taşınır ve yorulmak bilmeden Iskra üzerinde çalışır. Yayın komitesinde Plehanov da dâhil olmak üzere altı üye vardır ve Ekim ayında Lenin, Troçki ile tanışır. Devrimci, Sibirya’dan bir saman arabasında saklanarak kaçmayı başardıktan sonra İngiltere’ye henüz varmıştır. Kendisinden on yıl kıdemli olan Lenin, kanalın öbür tarafında Richter adıyla yaşamaktadır ve o sıralar yazılarıyla Pero olarak tanınan bu adamla tanışmak istemektedir. İki adam buluşur; Lenin, Troçki’ye kalacak bir yer bulur ve onu editör olarak yanına almayı umar. Plehanov reddeder. Grup içinde gerginlikler yaşanır ve Troçki’nin Leninist kutbu güçlendireceğinden şüphelenildiği söylenir. 23 yaşındaki Troçki, Iskra'ya katılır ama liderliğine katılmaz. Biyografi yazarı Isaac Deutscher şöyle yazacaktır: “Iskra'nın misyonuna, Troçki'den daha ateşli inanan kimse yoktu; yazıları da bu inançla titreşiyordu.”

Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin ikinci kongresi Temmuz 1903 sonunda Brüksel’de yapılır. Eski püskü bir depo, sadece 40 delege, bölgede polis. Kongre Londra’ya taşınır. Köylülüğün rolü, parti üyeliğinin koşulları üzerine tartışırlar, oylama yaparlar, Lenin, 14 kez araya girerek Iskra’nın liderliğinin daha katı bir temelde yeniden ele alınmasını ister. Toplantının amacı, devrimci eğilimleri birleştirmek olsa da, hemen iki blok ortaya çıkar: çoğunluk (Bolşevikler) ve azınlık (Menşevikler). Lenin bundan pişmanlık duyar, hatta tartışmalar sırasında “öfkeli bir adam gibi” davrandığını kabul eder. Troçki, yoldaşının sertliğini, Jakobenliğini ve Robespierci eğilimlerini eleştirerek mesafe koyar. Durum hızla kötüden daha kötüye gider. Azınlıklar boykot çağrısında bulunur, Lenin yayın kurulundan istifa eder, Troçki Iskra’ya geri döner. Gerilim bir kez daha Lenin’e hem zihnen hem de bedenen zarar verir; parti konseyinden ayrılır ve siyasi mücadeleden uzaklaşır gibi görünür. En azından görünüşte. 1904’ün sonunda, yaklaşık 20 Bolşevik militanla birlikte Vperyod (İleri) gazetesini kurar. Her şeye yeniden başlamalıdır. Solda Iskra'yı geçmelidir. Yıllar sonra Lenin, Troçki'ye “Yahuda” ve “domuz” diyecektir.


https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-four adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Bir önceki bölüm olan "Paris ve Almanya’ya Seyahatler, Bir Derginin Yaratılması (1895-1900)"nı okumak için buraya tıklayınız.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Üçüncü Bölüm

1895-1900: Paris ve Almanya’ya Seyahatler, Bir Derginin Yaratılması


 

Yüzyılın başında Vladimir’e seyahat etme izni verilir. Paris’te Marx’ın damadı Lafargue ile karşılaşır. Ardından İsviçre ve Berlin’e seyahat eder. Ocak 1900’de sürgünü sona erer ama Almanya’ya geri döner.

1895 yılındayız. Vladimir’e nihayet seyahat izni verilir. İsviçre’ye gider ve orada Plehanov’la tanışır. Bu aristokrasi evladı, Rusya’da Marksizmi yaymadan önce Engels’le tanışmıştır. Lenin onu okumuş ve hayranlık duymuştur. Birlikte Marksist bir dergi çıkarmayı düşünürler. Sonra Lenin Paris’e gider. Burada Marx’ın damadı Lafargue ile tanışır ve İsviçre’deki bir tedavinin ardından Berlin’e gider.  Tabii ki kitap okumaktadır. Kaldığı yer mutlaka bir kütüphanenin yanında olmalıdır. Eylül ayında ülkesine döner, Marksist okumaları bavulunun sahte tabanına gizlenmiştir.

Rusya’da ufak işçi sınıfı sesini yükseltmeye başlamıştır. Vladimir, henüz kurulan İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’nin bürolarına katılır. Çok geçmeden bir dergi kurma zamanı gelir, ancak polis bu emellere son verir: Birliğin militanları hapse atılır. Vladimir hapishanede görünmez mürekkeple -sütle- yazar, hücresine bakar, egzersiz yapar ve bir sonraki yazı projesine yoğunlaşır. Ocak 1897’nin sonunda 3 yıl sürgüne mahkûm edilir. Yön: Doğu Sibirya. Bir oda kiralar, nehirde yıkanır, balık tutar ve tutkuyla avlanır. Ailesi maddi ihtiyaçlarını karşılamaya devam eder; kısa süre sonra bir köpek ona eşlik eder. Nadezhda Krupskaya, annesiyle birlikte ona katılır. Soylu olmayan genç Marksist, onunla 1894’te Saint Petersburg’da bir konferans sırasında tanışmıştır. O da Birlik’e katılmıştı. Çift, 1897 yazında bir kilisede evlenir. Lenin’in Anıları adlı kitabında şöyle yazacaktır: “Vladimir İlyiç, işçilerin yaşamı ve koşullarına dair bir resim oluşturmasına, devrimci propaganda konusunda onlara yaklaşabileceği bir yol bulmasına yardımcı olabilecek her küçük ayrıntıyla ilgileniyordu.”

Birlikte birkaç İngilizce sosyalist metnin çevirisi için uğraştılar ve Lenin makalelerini çoğalttı. Takma bir adla iki kitap yayımladı. Ancak sürgün ona azap verir: güçsüzlüğünün acı bir şekilde farkındadır. Özellikle de Marksist dünya huzursuzken. Felsefenin Sefaleti’nin Almanca çevirmeni, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önde gelen teorisyeni ve Engels’in vasiyetini yerine getiren Eduard Bernstein, 1896’da “Sosyalizmin Sorunları” başlıklı üç makale, üç yıl sonra da Evrimci Sosyalizm kitabını yayımlar. Ne diyordu? Özetle şunu: Marx yanlış yoldaydı; kapitalizm kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında çökmeyecektir; orta sınıflar artık ihmal edilmemelidir; devlet, genel oy hakkı yoluyla mücadelenin odağı haline gelebilir. Özetle: şiddetli devrim yerine reform. Elbette bir ayaklanma. Rosa Luxemburg, ünlü “Reform mu Devrim mi?” kitabına dönüşecek makalelerinde yanıt vermekten çekinmez. Bernstein yanılıyor. Daha da kötüsü, bu saf oportünizmdir (“revizyonizm” olarak adlandırılır). “Ama şimdi Bernstein’ın kitabında yüzünü gösterdiğine göre, insan hayretle haykırmaktan kendini alamıyor: “Ne? Tüm söyleyeceğin bu mu? Orijinal bir düşüncenin gölgesi bile yok! Marksizm tarafından onlarca yıl önce çürütülmemiş, ezilmemiş, toz haline getirilmemiş tek bir fikir bile yok!”

Vladimir defalarca kitabın kendisine gönderilmesini talep eder. Kitabı eşiyle birlikte okuduktan sonra da küçümsediğini gizlemez. Bir kedi onlarla yaşamaya başlar ve Vladimir’in ailesi, mektuplarında günlük yaşamına dair hiçbir şey anlatmadığından yakınır. Ama o, bu tür bir ruhtan yoksundur. Önemli olan işidir. Daha sonra Gorki, Lenin için “Basit alışkanlıkları olan, içki ve sigaraya yabancı bir adamdı, sabahtan akşama kadar zor ve karmaşık işiyle meşguldü ve kendi ihtiyaçlarını göremese de yoldaşlarının iyiliğini gözetirdi” diyecektir. Nihayet 19 Ocak 1900 gelir: sürgün sona ermiştir. Çift, 500 kiloluk kitaplarını toplar ve Pskov’a yerleşir. Polis, onu buna zorlar. Ancak Rusya içinden hiçbir şey yapılamayacağından emindir. En ufak bir kıpırtıda tekrar içeri dalacaktır.

Yeni ortaya çıkan protesto hareketini birleştirmek için bir gazeteye ihtiyacı vardır, ancak gazete basılır basılmaz sansürlenecektir. Ayrılma zamanı: yetkililere bir dilekçe verir. Böylesine önemli bir adamdan kurtulma fikri hoşlarına gider ve kabul ederler. Temmuz ayında Almanya’ya gider ve orada Plehanov ile bu birlik için çalışma umuduyla buluşur.

Bu bir aldatmacadır. Hem de acı bir aldatmaca. Plehanov; şüpheci, sinirli, hoşgörüsüz ve otoriterdir. Hepsinin ötesinde, antisemitizme kayar. Vladimir’in hiçbir zaman bu kadar saygı duyduğu bir adam olmamıştı; ayrılırken hiç bu kadar yaralanmamıştı. Militan Troçkist Tony Cliff, Building the Party, Lenin 1893-1914 (Cilt 1) adlı kitabında, “Bu olay ona, kendi başına bir lider olmak için ilk kez kaslarını esnettiğini gösteriyor. Gelecekteki ittifaklarının ve kavgalarının kişisel ve siyasi yönlerini asla birbirine karıştırmamayı öğretti -doğasının duygusal yönünü disipline etmeyi öğrendi” diye yazıyor. Yüzyıl sona ermektedir ve Vladimir, Almanya’da Iskra’nın (Kıvılcım) ilk sayısına son rötuşları yapmaktadır. Sloganı mı? “Bir kıvılcımdan bir ateş alevlenecektir.”


https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-three adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Bir önceki bölüm olan "Kardeşin Ölümü, Marksist Çevreler, II. Nicholas Tahta Çıkıyor (1885-1893)"u okumak için buraya tıklayınız.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

İkinci Bölüm

1885-1893: Kardeşin Ölümü, Marksist Çevreler, II. Nicholas Tahta Çıkıyor

 


Ağabeyi Aleksandr, Çarlık yetkilileri tarafından tutuklanıp yargılandıktan sonra dört yoldaşıyla birlikte bir meydanda asıldığında Vladimir henüz ergenlik çağındadır. Bu olay Lenin’de ömür boyu kalıcı etki bırakacaktır.

1886 yılındayız. Vladimir’in babası beyin kanamasından ölür, çocuk artık bir ergendir, 16 yaşındadır ve yakın zamanda Paris yakınlarında ölen Babalar ve Oğullar’ın yazarı Turgenyev’i okumaktadır. Vladimir, taktığı haçı çıkarır. Siyaset hakkında hâlâ hiçbir şey bilmiyorsa da, en azından tüm soruların sorusunu çözmüştür: hayat, yeryüzünde yaşanır. Ağabeyi Aleksandr’ın üzerinde çalışabileceği birkaç siyasi fikri vardır. Narodnaya Volya’dan geriye kalanlara ve ideolojik olarak yönettiği “terörist fraksiyonuna” katılır. Çar ölmüştür, listede sırada varisi vardır. Aleksandr bombaları yapar ancak imparatorluk polisi, grubu harekete geçemeden onu tutuklar. Mahkemede tüm sorumluluğu üstlenir: 8 Mayıs 1887’de 4 yoldaşıyla birlikte bir meydanda asılır. Onların son nefeslerini teker teker izler. 21 yaşındadır. Saint Petersburg’un yaklaşık 30 kilometre doğusundaki Shlisselburg’da ölür. Kız kardeşleri Anna, ev hapsine alınır. Anneleri umutsuzluğa kapılır.

Biyografi yazarı Jean-Jacques Marie, kitabı “Lénine”de, “Ağabeyinin asılması Lenin’i derinden sarstı” diye yazar. Yorumcular bu konuda sayısız yorum yapmıştır: Bu trajedide, gelecekteki Lenin’de intikam duygusunun uyanışını mı sezmeliyiz? Rus yazar Lev Danilkin’in 2017 tarihli ödüllü eseri “Lenin, Pantokrator of Solar Dust”ta, Aleksandr’ın idamının, müstakbel Bolşevik’in “nevrozlarının kökeninde yattığına şüphe olmadığını” belirttiği hipotezi her halükârda bundandır. Psikolojik bir hipotez olduğu kesin. Amatör katilin ölümünden 8 yıl sonra Vladimir, “Ağabeyim, benim yolumu çizdi” diye itiraf edecekti. Şart kipine bağlı kalmalıyız. Ağabeyinin ölümünden sadece birkaç gün sonra genç adam yine de sınavlarını büyük bir başarıyla geçer. Altınla süslenmiştir. Zeki, soğuk, katı ve arkadaşsız bir öğrencidir. Onunla laf olsun diye konuşulmaz.

Ağustos ayında Vladimir, üniversitede hukuk okumak için Kazan’a gider. Orada bir konseyin temsilcisi seçilir. Yıl sona ererken, öğrenci kulüplerinin yasaklanmasına karşı mütevazı bir mitinge katılır. Tutuklanır, kışkırtıcı olmakla suçlanır, kurumdan atılır ve Kokushkino’daki annesi ve Anna’nın yanına geri gönderilir. O kış Vladimir avlanır ve kayak yapar; ama her şeyden önce okur. Hem de çok miktarda. Sonra sıkılmaya başlar. Kamu eğitimi bakanına, kendisini üniversiteye yeniden kabul etmesi için yalvarır: ret. Ancak ailenin Kazan’a dönmesine izin verilir. Vladimir, Marksist toplantılara katılır ve Kapital’i okumaya başlar. En azından ilk cildi; o sırada çevrilmiş olan tek cildi. Bu cilt Rusya’da oldukça başarılı olur. Marx, 5 yıl önce hastalanarak ölür; Kuzey Londra'da bir mezarlıkta yatmaktadır ve arkadaşı Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına yazdığı önsözde şöyle der: “Bu sınıf mücadelelerinin tarihi, günümüzde sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve egemen sınıfın -burjuvazinin- egemenliğinden kurtuluşunu, aynı zamanda ve ilk ve son kez toplumun genelini tüm sömürüden kurtarmadan elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşıldığı bir dizi evrim oluşturur. “

Siyasete artan bu ilgi, Vladimir’in annesinin hoşuna gitmez. Toprak satın aldığı Alakaevka köyünde bir çiftçi olmasını tercih eder; bu gerçekleşmeyecektir. Bu dönemde eski Marksist arkadaşları tutuklanır. Vladimir okumaya devam eder. Marx ve Engels’in yanı sıra köylü öyküleri de okur. Latince ve Rusça dersleri verir, spor yapar, yüzer ve bir Marksizm tartışma grubuna katılır. Hayatı düzenlidir. Hiçbir şey göze batmaz. Kalın kafalı, disiplinli. Hukuk eğitimine yeniden, bu kez uzaktan devam etmek ister, ama bir kez daha nafile. Annesi ısrar eder. Bu kez işe yarar. Sevgili çocuk, 1890 yazında Saint Petersburg’a gider. Ertesi Kasım ayında sınıf birincisi seçilir. Özgür düşünceli bir avukat, kısa süre sonra onu asistan olarak işe alır.

Rusya’yı kıtlık vurur. Toprakta kuraklık hüküm sürmektedir, rejim tahıl ihraç etmeye devam etmektedir ve köylüler şehre akın etmektedir. Ancak rejine göre kıtlık söz konusu değildir. Basına, formüle sadık kalmaları söylenir: “Kötü hasat.” Çar, ilk başta felaketi hafife alır. Halk, çiğ un ve kötü ekmek yer, dam için ayrılan samanlar hayvanlara geri döner. Bir yardım planı uygulamaya konur, bir prenses 10.000 ruble bağışlar; devlet, köylüye vaaz verir, tifüs ve kolera baş gösterir. Tolstoy, kıtlık üzerine yazdığı bir mektupta böyle gürler: “Nüfus yozlaşıyor, çocuklar zamanından önce ölüyor, sırf zengin beyefendiler ve tüccarlar kendilerine özgü efendi hayatlarını yaşayabilsinler diye.”

Vladimir, bu tür hayır işlerine katılmaya niyetli değildir: hayırseverlik adalet değildir. Ancak tarihçi Nicolas Werth’e göre, trajedinin onu tatmin edeceği noktadan daha fazlası vardır. Kendisi de Heller tarafından alıntılanan Beliakov’a atıfla: “Vladimir İlyiç Ulyanov, kıtlığın birçok olumlu sonucu olacağını, özellikle de burjuvazinin yerini alacak yeni bir sanayi proletaryasının ortaya çıkacağını açıkça söyleyecek cesarete sahipti [...] Kıtlığın, miadını doldurmuş köylü ekonomisini yok ederek, bir sonraki aşamayı daha hızlı bir şekilde getireceğini ve kapitalizmi zorunlu olarak takip eden aşama olan sosyalizmi başlatacağını açıkladı. Kıtlık, aynı zamanda sadece Çar’a değil, Tanrı’ya olan inancı da yok edecekti.” Yaklaşık 400 bin kişinin öldüğü açıklanacaktır.

1893’te Lenin, ödünç aldığı iki isimle iki Marksist çevrenin önünü açar. Kaldığı yerler sade, muhatapları ciddiyetinin farkındadır. Ertesi yıl, popülist militanlığa açıkça karşı çıkar: hayır, kesinlikle hayır, Rusya’da yaslanılacak komünizm tohumları yoktur. Her şey inşa edilmeye devam etmektedir ve ancak bu topraklarda doğan kapitalizmin üstesinden gelinerek komünizme ulaşılacaktır. Popülizme karşı bu mücadelesini Mayıs 1894'te üçüncü eserinde de sürdürecektir: “‘Halkın Dostları’ Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?” Birinciler popülisttir; ikinciler ise kendisinin de aralarında bulunduğu Marx’ın öğrencileridir. 24 yaşındaki Vladimir, onların “devrimci” teorilerini metodik bir şekilde parçalarına ayırmaya koyulur. Ve bunu yapmak için, genç adam “pisliğin içinden geçmek” zorunda olduğunu kabul ediyor. Üslubu çoktan oturmuştur: sert, alaycı, acımasız. Kaleminin kâğıdı tırmaladığı neredeyse duyuluyor. İşçi sınıfının “eğitimli temsilcilerini” bilimsel –siz Marksist olarak okuyun- sosyalizmin uygunluğuna ikna etmek ve uluslararası mücadele yoluyla komünist devrimin zaferine yürümek acildir.

Yıl sona erer; Çar da öyle. III. Aleksandr’ın hırpalanmış böbrekleri, sırtını yere getirir. II. Nicholas onun yerine geçer ve hiçbir şeyin otokrasiyi sarsamayacağına yemin eder. Vladimir ilk broşürünü yazar ve bunu grevdeki bir fabrikanın duvarlarına yapıştırır.


https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-two-1885-1893-the-death-of-the-brother-marxist-circles-nicholas-ii-ascends-to-the-throne adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Bir önceki bölüm olan "Vladimir’in Doğumu, Çar II. Aleksandr’ın Suikaste Uğraması"nı okumak için buraya tıklayınız.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.  

 

Fransa doğumlu yazar Joseph Andras, Lenin’in ölümünün yüzüncü yılı dolayısıyla, Fransa’da yayımlanan L’Humanité gazetesi için dokuz bölümden oluşan bir “Lenin Romanı” kaleme aldı. Çalışmanın ilk bölümünü aşağıda bulabilir, diğer bölümlere önümüzdeki günlerde yine buradan ulaşabilirsiniz.

 


Birinci Bölüm

1870-1885: Vladimir'in Doğumu, Çar II. Alenksandr’ın Suikaste Uğraması

(Oulianov ailesi Vladimir’in doğumuyla bir kişi daha büyür. Babası, fizik ve matematik alanında diploma alır. Annesi ise bir öğretmendir. On bir yıl sonra Çar Aleksandr bombalı bir suikastte hayatını kaybeder.)

1870 yılındayız. Volga kıyılarında bir yerde, Moskova’nın birkaç yüz kilometre doğusundaki Simbirsk (bugün Ulyanovsk) şehrinde, Oulinav ailesi bir kişi büyüyor. Vladimir yeni doğmuştur. Anna ve Aleksandr'dan sonra dünyaya gelir. Onu üç çocuk daha izleyecektir. Babalarının adı İlya, annelerinin adı Maria’dır. İlki, fizik ve matematik diplomasına sahiptir ve devlet okullarında müfettişlik yaparak geçimini sağlar; çok dil bilen ikincisi ise öğretmenlik yapmaktadır. İlya, Rus Ortodoks Kilisesi’ne sadıktır, Maria ise Lutherci olarak yetiştirilmiştir ve inancına mesafeli durmaktadır. Aile bir karışımdır: Kalmuk, Rus, İsveçli ve Yahudi. Bazıları Tatar ya da Çuvaş da diyor. Vladimir’i 6. gününde vaftiz eden ailesi Çar’a inanıyor. Muhafazakârdırlar: liberalizmle renklendirilmiş bir muhafazakârlık.

Çar’ın kendisi ise 52. yaşını kutlamaya hazırlanmaktadır. Adı II. Aleksandr, I. Nicolas ve Prusyalı Charlotte’un oğlu. Bu yıl çekilen bir fotoğrafta koyu renk, düz saçlarla kaplı yüksek bir alın görülüyor. Örgülü apoletleri ve sakalının içinde kaybolan büyük bir bıyığı vardır. Ağzının altında bir gölge var. İmparatorluğunu bu şekilde yönetiyor. Aynı zamanda Finlandiya Büyük Dükü. Babasının lakabı “sopa” ve “Avrupa’nın polisi”ydi; bu lakap boşuna takılmamıştı: Demir gözlü adam, bir savaş şahiniydi. Sert ve doğru düzgün vururdu. Oğlunun eli daha hafifti. Dokuz yıl önce serfliği kaldırdı. Ayrıca sansürü hafifletti ve bedensel cezayı yasakladı. Bu yüzden ona “reformcu” diyenler olacaktır.

Tabii ki Vladimir bunların hiçbirini bilmiyor. Yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenmektedir ve acelesi yoktur. Orantısız büyüklükte bir kafası vardır ve bunu hayatı boyunca koruyacaktır. Ve sonra büyür. Kısa sürede yüzmeyi sever ve iyi bir öğrenci olur. Yunanca ve Latince öğrenir, tarihe ilgi duyar, satranç oynamayı sever, çok çalışır ve huysuzdur. Anlatılanlar oybirliğiyle kabul edilir: Vladimir alaycı, çalkantılı, küstah ve düşüncesizdir. Her koşulda haklı olmak ister. Ayrıca miyopluktan muzdariptir - sürekli çatık bakışlarının gelecekteki sebebidir ve bu, muhataplarının hiçbir kelimeyi kaçırmadığına inanmasına yol açacaktır.

Vladimir'in 11. yaşında Çar ölür. Bir hastalıktan değil, Saint Petersburg’dan arabayla geçerken ayağının altına atılan bir bombadan. Saldırının sorumlusu devrimci örgüt Narodnaya Volya’dır (Halkın İradesi). Grubun geçmişi eskiye dayanmıyor, sadece 2 yaşında. Ama şimdiden net fikirlere sahip. Örneğin tam bir özgürlük. Ya da emperyal gücün sonu. Biri olmadan diğeri var olamaz. Her halükârda, bunlar ülkeyi ve sert kafalıları harekete geçiren türden fikirler. Bunlar anarşist, popülist ya da nihilisttir. Otoriteyi kınıyorlar, atalarının kanunlarını reddediyorlar. Onlar sosyalisttir. Halka giderler. Paris Komünü 10 yaşında ve Bakunin 5 yıl önce öldü. İngiliz sürgününde bitkin düşen yaşlı Marx, Kapital’i bitirmeyi başaramaz. Böylece, bugün, 13 Mart 1881’de, bir tünel kazıldıktan ve patlayıcılar hazırlandıktan sonra ilk bomba patlar. Hedefini ıskalar. Çar devrimcilere yaklaşmak için aşağı iner; bir bomba daha ortaya çıkar ve bu sefer son bomba olur. II. Aleksandr yaralarına çabucak yenik düşer, ancak son ayinlerini almadan önce ölmez. Oğlu hemen III. Aleksandr olur. 36 yaşındadır ve alnı babasınınkinden bile daha büyüktür.

Narondaya Volya, kitleleri ayağa kaldırmak için bireysel terörizme inanır. Sergey Neçayev’i okurlar. Daha da iyisi: onu, o işçi çocuğunu severler. Neçayev, vefatından önce Bakunin ile arkadaştı. Son büyük anarşist, devrimin “beden için şiddet ve zihin için yalan” olamayacağını düşünüyordu. O halde Neçayev’in Devrimci İlmihalini okuyalım. Devrimci, duygulardan yoksun olmalıdır: her şeyi devrime tâbi kılmalıdır. O, ahlakın ve yasaların düşmanıdır, doktrinlere hiç ihtiyacı yoktur. Sevgiyi de, onuru da özünde silin. Halkın mutluluğu tüm bunları hak eder. Açıkça ifade etmek gerekirse: “Görevimiz korkunç, toplam, evrensel ve acımasız bir yıkımdır.” Neçayev yakında ölecek, zorunlu çalışmaya mahkûm edilecek, bedeni Sibirya’da bir yerlerde iskorbüt hastalığından çürüyecek. Narodnaya Volya Çar’ı devirmiştir ve imparatorluk buna karşılık verir. Örgütü ezer ve ölen Çar’ın oğlu Nisan ayında Tanrı’nın kararını açıklar: otokrasi devam edecektir.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-one-1870-1885-the-birth-of-vladimir-the-assassination-of-tsar-alexander-ii  adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Fransa merkezli Revue L’Anticapitaliste, Marksist düşünür Michael Löwy ile Marx’ın ekolojiye ve ekolojik sorunlara yaklaşımına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdi. Löwy, erken dönemdeki eksikliklerine karşın Marx'ın yazılarının doğa, kapitalizm ve servet oluşumu arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olabileceğini savunuyor.



-         - Birçok ekolojist Marx’ı eleştirmekte ve Marksistleri kızıl paradigmayı terk edip yeşil paradigmayı benimsemeye çağırmaktadır. Temel argümanları nelerdir?

Ekolojistlere göre Marx, İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun izinden giderek, tüm değer ve zenginliğin kaynağını insan emeğine atfetmiş ve doğanın katkısını göz ardı etmiştir. Bu eleştiri bir yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır: Marx, emek-değer teorisini kapitalist sistemdeki değişim değerinin kökenini açıklamak için kullanır. Öte yandan doğa, değişim değeri değil kullanım değeri olan gerçek zenginliğin oluşumunda yer alır. Bu görüş, Marx’ın Alman sosyalist Ferdinand Lassalle ve takipçilerinin fikirlerine karşı kaleme aldığı Gotha Programının Eleştirisi (1875) adlı metinde çok açık bir şekilde ifade edilmiştir:

"Emek tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da en az emek kadar kullanım değerlerinin kaynağıdır (ve elbette maddi zenginliği oluşturan da bunlardır!). Emeğin kendisi yalnızca doğanın bir gücünün, insan emek gücünün tezahürüdür"[1].

-         - Ekolojistler Marx ve Engels’i prodüktivizmle suçluyor. Bu suçlama haklı mı?

Hayır, çünkü hiç kimse kapitalist üretim mantığını, üretim uğruna üretimi, sermaye, servet ve meta birikimini kendi içinde bir amaç olarak Marx kadar kınamamıştır. Gerçek sosyalizm fikri -sefil bürokratik taklitlerinin aksine- kullanım değerlerinin, insan ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli malların üretimidir. Karl Marx’a göre teknik ilerlemenin en yüce amacı, malların sonsuz artışı (‘sahip olmak’) değil, iş gününün azaltılması ve boş zamanın artırılmasıdır (‘olmak’)[2].

Bununla birlikte, Marx ve Engels’in (ve hatta daha sonraki Marksistlerin) sermaye tarafından yaratılan endüstriyel üretim sistemini genellikle eleştirmedikleri ve ‘üretici güçlerin gelişimini’ ilerlemenin ana vektörü haline getirme eğiliminde oldukları doğrudur. Bu açıdan bakıldığında, ‘kanonik’ metin, Marx’ın belli bir evrimcilik, ilerleme felsefesi, bilimcilik (doğa bilimleri modeli) ve üretici güçlere ilişkin sorunsuz bir bakış açısıyla en çok damgalanan yazılarından biri olan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın (1859) ünlü önsözüdür:

"Gelişimin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girer [...]. Üretici güçlerin gelişim biçimleri nedeniyle bu ilişkiler onların prangalarına dönüşür. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. [...] Hiçbir toplumsal düzen, yeterli tüm üretici güçler geliştirilmeden önce yıkılmaz"[3].

Bu ünlü pasajda, mevcut üretici güçler sorgulanmaz ve devrimin tek görevi, onların sınırsız gelişimi üzerinde bir ‘ayak bağı’ haline gelen üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaktır.

Grundrisse’den alınan aşağıdaki pasaj, Marx'ın kapitalist üretimin ‘uygarlaştırıcı’ çalışmalarına ve doğayı acımasızca araçsallaştırmasına duyduğu eleştirel olmayan hayranlığa iyi bir örnektir:

"Böylece sermaye, burjuva toplumunu ve toplumun üyeleri tarafından doğanın olduğu kadar toplumsal bağın da evrensel olarak sahiplenilmesini yaratır. Sermayenin büyük uygarlaştırıcı etkisi buradan kaynaklanır; daha önceki tüm toplum aşamalarının insanlığın sadece yerel gelişmeleri ve doğa-tanrıcılığı olarak göründüğü bir toplum aşaması üretir. Doğa ilk kez insanoğlu için salt bir nesne, salt bir fayda meselesi haline gelir; kendisi için bir güç olarak tanınmayı bırakır ve özerk yasalarının teorik keşfi, ister tüketim nesnesi ister üretim aracı olsun, onu insan ihtiyaçlarına boyun eğdirmek için yalnızca bir hile olarak görünür"[4].

Kapitalizmin doğayla ilişkisine dair bu hâlâ eleştirel olmayan görüş, takip eden yıllarda aşılacaktı. Aslında Marx’ın (ve Engels’in) doğa üzerine yazıları tekdüze bir blok olarak değil, hareket halindeki düşünceler olarak görülmelidir. Genç bir Japon araştırmacı olan Kohei Saito’nun Karl Marx’s Ecosocialism (Karl Marx’ın Ekososyalizmi) adlı yeni kitabında ortaya konan argüman budur. Capitalism, Nature, and the Unfinished Critique of Political Economy (New York: Monthly Review Press, 2017) kitabında Saito, Marx’ın doğal çevre üzerine düşüncelerinin evrimini, bir öğrenme, düzeltme ve yeniden formüle etme süreci içinde göstermektedir.

Kuşkusuz, bazı konularda Marx’ın yazılarında müthiş bir devamlılık vardır. Bu durum özellikle insanlar ile toprak, yani doğa arasındaki kapitalist ‘ayrımı’ reddetmesi için geçerlidir. Marx, ilkel toplumlarda üreticiler ile toprak arasında bir tür birlik olduğuna inanıyordu ve burjuva toplumu tarafından yok edilen bu birliği daha yüksek bir düzeyde (olumsuzlamanın olumsuzlanması) yeniden kurmayı sosyalizmin önemli görevlerinden biri olarak görüyordu. Bu, Marx’ın hem ekolojik düşüncesinde hem de antropolojik çalışmasında modern öncesi topluluklara olan ilgisini açıklar -sırasıyla ‘bilinçsiz sosyalistler’ olarak gördüğü iki yazar olan Carl Fraas ve Franz Maurer’den yararlanır.

Ancak çevreyle ilgili çoğu soruda Saito, kayda değer değişikliklerin altını çizmektedir. Kapital’den (1867) önce Marx’ın yazıları kapitalist ‘ilerleme’ konusunda pek eleştirel değildi. Bu durum, burjuvazi tarafından ‘doğa güçlerine boyun eğdirilmesini’ ve ‘tüm kıtaların temizlenmesini’ öven Komünist Manifesto’da açıkça görülmektedir.

Değişimler 1865-66 yıllarında, Marx’ın tarım kimyacısı Justus von Liebig’in yazıları aracılığıyla toprağın tükenmesi ve insan toplumları ile doğa arasındaki metabolik bozulma sorunlarını keşfetmesiyle başlar. Bu, Kapital’in birinci cildinde (1867) ve tamamlanmamış diğer iki cildinde, kapitalist ‘ilerlemenin’ neden olduğu hasara çok daha eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmasına yol açtı.

Böylece, Kapital’in tarımla ilgili bazı bölümlerinde, gerçek bir ekolojik sorunsalın ortaya çıktığını ve kapitalist üretimcilikten kaynaklanan felaketlerin radikal bir eleştirisini görüyoruz. Marx, insan toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın kapitalist prodüktivizmden kaynaklanan bozulmasına dair bir tür teori ortaya koyar. ‘Riß des Stoffwechsels’ ya da ‘metabolik yarık’ (kelimenin tam anlamıyla ‘maddi mübadelede yarık’) ifadesi, Kapital’in üçüncü cildinin ‘Kapitalist Toprak Rantının Doğuşu’ başlıklı 47. bölümündeki bir pasajda geçer:

"Bir yandan, büyük toprak mülkiyeti tarımsal nüfusu giderek azalan bir minimuma indirir ve onu büyük kentlerde bir araya toplanmış, giderek artan bir sanayi nüfusuyla karşı karşıya getirir; bu şekilde, yaşamın doğal yasaları tarafından öngörülen bir metabolizma olan toplumsal metabolizmanın (Stoffwechsel) birbirine bağlı sürecinde onarılamaz bir yarık (unheilbaren Riß) yaratan koşullar üretir"[5].

İleride göreceğimiz örneklerin çoğunda olduğu gibi, Marx’ın dikkati burada da tarıma ve toprağın tahrip edilmesi sorununa odaklanmıştır, ancak bu sorunu daha genel bir ilkeye bağlamaktadır: insan toplumları ile çevre arasındaki maddi mübadele sisteminde (Stoffwechsel), yaşamın 'doğal yasaları' ile çelişen bir kopuş.

‘Metabolik yarık’ teması Kapital’in birinci cildindeki bir pasajda da yer almaktadır. Bu, Marx'ın sermayenin doğal çevre üzerinde yarattığı tahribatı en açık şekilde tartıştığı bir metindir; üretici güçlerin neden olduğu ‘ilerleme’nin çelişkilerine dair diyalektik bir vizyon ortaya çıkar:

“Kapitalist üretim [...] insan ve toprak arasındaki metabolik etkileşimi (Stoffwechsel) bozar... dolayısıyla toprağın kalıcı (dauernder) verimliliği için ebedi doğal koşulun işlemesini engeller. [...]

Dahası, kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler, yalnızca işçiyi değil, toprağı da soyma sanatındaki ilerlemelerdir; toprağın verimliliğini belirli bir süre için artırmadaki tüm ilerlemeler, bu verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerlemedir. Bir ülke, Amerika Birleşik Devletleri örneğinde olduğu gibi, gelişmesinin arka planında büyük ölçekli sanayiye ne kadar çok geçerse, bu yıkım süreci de o kadar hızlı olur. Dolayısıyla kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin tekniklerini ve bileşim derecesini, aynı anda tüm zenginliğin asıl kaynakları olan toprağın ve işçinin altını oyarak (untergräbt) geliştirir.”[6]

Bu metinde birkaç husus dikkat çekicidir: her şeyden önce, ilerlemenin yıkıcı olabileceği fikri, doğal çevrenin bozulması ve tahrip edilmesinde bir 'ilerleme'. Burada, işçilerin ve doğanın sömürülmesi ve bozulması, kapitalist sanayi ve tarımın gelişiminde hüküm süren aynı yağmacı mantığın sonucu olarak paralel bir şekilde yerleştirilmiştir.

Marx’ın, proletaryanın sömürüsü ile toprağın sömürüsü arasında kurduğu bu doğrudan ilişki, sermayenin egemenliğine karşı ortak bir mücadelede, sınıf mücadelesi ile çevreyi savunma mücadelesi arasındaki bağlantıyı düşünmek için iyi bir başlangıç noktasıdır.

Toprağın tükenmesinden sonra, Marx ve Engels tarafından sıkça bahsedilen diğer ekolojik felaket örneği ormanların yok edilmesidir. Bu, Kapital’de birkaç kez karşımıza çıkar:

“Uygarlığın ve genel olarak sanayinin gelişimi, ormanların yok edilmesinde her zaman o kadar etkin olmuştur ki, ormanların korunması ve üretimi için yapılan her şey bunun yanında tamamen önemsiz kalmıştır."[7]

Bu iki olgu -ormanların ve toprağın bozulması- analizlerinde birbirleriyle yakından bağlantılıdır.

-         - Marx ve Engels, sosyalist programı doğal çevre ile ilişkili olarak nasıl tanımlamaktadır?

İki düşünür de sosyalist üretimi genellikle kapitalizm tarafından geliştirilen üretim güçlerinin ve araçlarının kolektif temellükü olarak düşünmektedir: üretim ilişkilerinin ve özellikle de mülkiyet ilişkilerinin temsil ettiği “prangalar” bir kez ortadan kaldırıldığında, bu güçler herhangi bir engelle karşılaşmadan gelişebilecektir. Böylece kapitalist üretim aygıtı ile sosyalizminki arasında bir tür esaslı süreklilik olacak, sosyalizm her şeyden önce sermaye tarafından yaratılan maddi uygarlığın planlı ve rasyonel yönetimini içerecekti.

Örneğin, ilkel sermaye birikimi bölümünün ünlü sonuç kısmında Marx şöyle yazar:

“Sermayenin tekeli, onunla birlikte ve onun altında gelişen üretim tarzı üzerinde bir ayak bağı haline gelir. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması öyle bir noktaya ulaşır ki, kapitalist bütünlükleriyle uyumsuz hale gelirler. Bu bütünlük parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanları çalar. [...] Kapitalist üretim, doğal bir sürecin kaçınılmazlığıyla, kendi olumsuzlanmasını doğurur."[8]

Kaderci ve pozitivist determinizm bir yana, bu pasaj sosyalist perspektifte sermayenin ‘yanında ve altında’ yaratılan tüm üretim tarzını olduğu gibi bırakıyor, sadece üretimin maddi kaynaklarıyla ‘uyumsuz’ hale gelen özel mülkiyetin ‘bütünlüğünü’ sorguluyor gibi görünüyor.

Bununla birlikte, sosyalist programın ekolojik boyutunu dikkate alan ve bazı ilginç yollar açan başka yazılar da vardır. Marx’ın yazılarındaki bazı pasajlar, doğal çevrenin korunmasını sosyalizmin temel bir görevi olarak görüyor gibi görünmektedir. Örneğin, Kapital’in üçüncü cildi, toprağın güçlerinin sömürülmesine ve israfına dayanan büyük ölçekli tarımsal üretimin kapitalist mantığını, doğası gereği sosyalist olan başka bir mantıkla karşılaştırır: ‘toprağın sürekli ortak mülkiyet olarak ve birbirini izleyen insan nesilleri zincirinin varlığının ve yeniden üretiminin devredilemez (unveräußerlichen) koşulu olarak bilinçli ve rasyonel bir şekilde ele alınması (s. 949)’. Benzer gerekçeler birkaç sayfa önce de yer almaktadır:

“Bütün bir toplum, bir ulus ya da aynı anda var olan tüm toplumlar bir arada ele alındığında bile yeryüzünün sahibi değildir. Onlar sadece onun sahipleridir, onun yararlanıcılarıdır (Nutznießer) ve onu daha iyi bir durumda, ‘boni patres familias’ olarak sonraki nesillere miras bırakmak zorundadırlar.”[9]

İnsan faaliyetlerinin doğal çevresi sorununa gerçek bir duyarlılık gösteren başka örnekler bulmak zor olmayacaktır. Ancak Marx ve Engels’in genel bir ekolojik perspektiften yoksun oldukları da bir gerçek olarak durmaktadır.

Ekolojinin Marx ve Engels’in teorik ve politik aygıtlarında merkezi bir yer işgal etmediği doğru olsa da -çünkü ekolojik kriz henüz bugün olduğu gibi insanlık için hayati bir sorun değildi- Marx’ın ekonomi politik eleştirisini ve insan toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın bozulmasına ilişkin analizini dikkate almadan çağdaş zorluklara eşit eleştirel bir ekoloji tasarlamanın imkânsız olduğu daha az doğru değildir. Marksizmi ve onun meta fetişizmi eleştirisini görmezden gelen ya da küçümseyen bir ekoloji, kapitalist üretimciliğin ‘aşırılıklarını’ düzeltmekten öteye gidememeye mahkûmdur.

Marx ve Engels’in yazılarına dayanarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde John Bellamy Foster’ın öncülüğünde Paul Burkett, Brett Clark, Fred Magdoff ve diğer birkaç kişinin katılımıyla (ve Kuzey Amerika solunun en önemli yayınlarından biri olan Monthly Review’un desteğiyle), kendisini ‘metabolik yarık’ yaklaşımı olarak tanımlayan ekolojik bir Marksist hareket gelişmiştir. Bu yazarlar, bu boyutu abartma eğilimleri eleştiriye açık olsa da, modern komünizmin kurucularının çalışmalarındaki ekolojik boyutun yeniden keşfedilmesine önemli bir katkıda bulunmuşlardır.

Marx ve Engels’in kapitalizme, değerin kör mantığına, insanların ve doğanın sermaye birikiminin zorunluluklarına acımasızca boyun eğdirilmesine yönelik eleştirilerini dikkate almadan, gezegendeki yaşamın doğal temellerinin mevcut yıkım sürecine ekososyalist bir alternatif düşünmek mümkün değildir. Ve onların önerilerine atıfta bulunmadan komünist bir gelecek tahayyül edemeyiz: üretim araçlarının kolektifleştirilmesi, piyasa değerleri yerine kullanım değerlerinin üretimi, üretim ve tüketimin demokratik planlaması. Ancak aynı zamanda 21. yüzyılın ekolojik sorunlarını da Marksist düşünceye entegre etmemiz gerekiyor: iklim değişikliğine karşı mücadele, fosil yakıtların ortadan kaldırılması, gereksiz üretimin büyük ölçüde azaltılması, yenilenebilir enerjilerin geliştirilmesi, pestisitlere/böcek ilaçlarına dayalı tarım endüstrisi yerine organik tarım, Güney ülkelerine olan ekolojik borcun tanınması vb. Çağımızın Marksistleri, Karl Marx’ın örneğini izlemelidir: diyalektik yöntemi kullanarak tarihsel değişimin ortaya çıkardığı yeni sorunlara tepki vermelidir.

 

[1] Karl Marx, The First International and After/Birinci Enternasyonal ve Sonrası (Londra: Verso, 2010), s. 341. Ayrıca bakınız Kapital, Cilt I (Londra: Penguin, 1976), s. 134: “Dolayısıyla emek, maddi zenginliğin, yani ürettiği kullanım değerlerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, emek maddi zenginliğin babasıdır, toprak ise anasıdır.”

[2] ‘Sahip olmak’ ve ‘olmak’ arasındaki karşıtlık üzerine bkz. 1844 El Yazmaları, Karl Marx, Erken Dönem Yazıları (Londra: Penguin, 1975), s. 361: ‘Ne kadar az olursanız, yaşamınıza o kadar az ifade verirsiniz, ne kadar çok sahip olursanız, yabancılaşmış yaşamınız o kadar büyük olur ve yabancılaşmış yaşamınızdan o kadar çok biriktirirsiniz.’ Sosyalizmin temel dayanağı olarak boş zaman üzerine bkz: Kapital Cilt III (Londra: Penguin 1981), s. 959.

[3] Erken Dönem Yazıları, s. 426.

[4] Karl Marx, Grundrisse (Londra: Penguin, 1974), s. 409-10.

[5] Kapital Üçüncü Cilt, s. 949. ‘Metabolik yarık’ terimi John Bellamy Foster tarafından Marx's Ecology. Materialism and Nature/Marx’ın Ekolojisi. Materyalizm ve Doğa (New York: Monthly Review Press, 2001, s. 155-67) adlı önemli kitabında popülerleştirilmiştir.

[6] Kapital Birinci Cilt, s. 637, 638.

[7] Kapital İkinci Cilt (Londra: Penguin, 1978), s. 322.

[8] Kapital Birinci Cilt, s. 929. Bu pasajlarda ‘sosyalizm’ kelimesi geçmemektedir, ancak dolaylı olarak geçmektedir.

[9] ‘İyi Ev Sahipleri’; Kapital Üçüncü Cilt, s. 911.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/karl-marx-and-ecology adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

La Jornada gazetesinden Mario Patrón, Meksika yerlilerinin, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) öncülüğündeki ayaklanmasının 30. yıl dönümü dolayısıyla, bu süreci ve hareketin günümüzdeki durumunu özetle değerlendiren bir yazı kaleme aldı.


Ülke ekonomisi için felaketle sonuçlanacak olan 1994 yılının ilk gününde Meksika, baskıya karşı 500 yıllık bir direniş geçmişi olan yerli toplulukların umutlarını canlandıran devrimci rüzgârlarla sarsılarak uyandı, Güneydoğu dağlarından doğan güçlü bir protesto çabasının Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) silahlı ayaklanmasında ifadesini bulduğunu gördüler; tam da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe girdiği gün, ülkedeki yerli toplulukların dışlanmasını sürdüren güçlerin güncellenmiş bir cisimleşmesi olarak ortaya çıktı. Aradan 30 yıl geçti ve bu mücadele bugüne kadar direnerek devam etti.

EZLN ayaklanmasından bu yana geçen 30 yıllık tarihi toparlamak hiç de basit değil. Direnişin büyüklüğünün, anlatısının tonunun ve eylemlerinin ağırlığının çeşitli geçişler yaşadığı otuz yıl. Bu 30 yıl boyunca değişmeyen şey, insanların haklarının, özerkliklerinin ve onurlarının tam olarak tanınması için verilen mücadelenin geçerliliğidir. Zengin tarihi; 1994'teki şaşırtıcı silahlı ayaklanma ve Chiapas’ta beş belediye koltuğunun ele geçirilmesi, hükümetle yapılan arabuluculuklar, Zapatista isyancı özerk belediyelerinin (Marez) kurulması, Ulusal Yerli Kongresi'nin oluşturulması, San Andrés, Lacandon Ormanı’nın çok sayıda bildirisi, Zapatista ‘caracoles’ ve iyi yönetim kurullarının oluşturulması, 2006’da Öteki Kampanyası’nın tanıtımı ile sürmektedir; ağlarında yayınlanan güçlü konuşmalar ve açıklamalar, sanatsal festivaller, mücadele eden kadınların uluslararası toplantıları, yerli hükümet konseyinin oluşturulması ve 2018’de Marichuy’un bağımsız ön adaylığı ve Avrupa’da Yaşam Turu ve diğerleri. Özellikle insan hakları gündeminde ve yerli halkların ulusal ve küresel düzeydeki mücadele ve direnişlerinde umut ufuklarına işaret eden eylemler.

Meksika’da Zapatismo’nun tarihsel değeri, EZLN hareketinde gündeminin aciliyetini, özellikle de ülkenin siyasi ve demokratik projesinin yaşayabilirliği ve uygunluğu için topluluk ve yerli haklarının temel merkeziliğini yinelemek için güçlü bir dürtü bulan insan hakları mücadelesinin sağlamlaştırılmasından ayrı tutulamaz. Dolayısıyla, yerli belediyelerde özerk yönetimlerin tanınması, gelenek ve göreneklere saygı, alternatif ve toplumsal adalet mekanizmaları ve hatta insan haklarının anayasallığını tanıyan 2011 anayasa reformunun kendisi gibi gelişmeler, Zapatista hareketinin sadece bölgesel direniş olarak değil, aynı zamanda ülke içinde ve dışında direniş ve halk hareketlerinin bir eklemleyicisi olarak başardıklarının meyveleridir.

Ancak 30 yıl sonra, Zapatista toplulukları bugün sadece devletin silahlı güçlerinin ve otuz yılı aşkın süredir kendilerine karşı faaliyet gösteren paramilitarizmin tehdidiyle değil, aynı zamanda organize suçun artan bölgesel kontrolü ve özellikle son aylarda Chiapas bölgesine musallat olan karteller arasındaki mücadelelerle de karşı karşıyadır. Chiapas’taki şiddet olaylarından kaynaklanan mevcut yerleşik taşkın kimseyi şaşırtmamalıdır zira EZLN son yıllarda suç gruplarının kendi topraklarındaki ilerleyişi konusunda ısrarla uyarılarda bulunmuştu. Dolayısıyla, devletin eylemsizliği ve bunun sonucunda Chiapas’ta şiddetin neden olduğu toplumsal ayrışma, ülke genelindeki pek çok hareketin yankı ve ilham bulduğu oluşumdaki çoklu direniş hareketlerini dağıtmak için büyümesine izin verilen beklenen bir senaryo gibi görünüyor.

Makro-kriminal şiddetin bu endişe verici tırmanışı, EZLN tarafından kısa süre önce açıklanan, Marez ve iyi yönetim kurullarının ortadan kalktığı ve iktidarın yerel özerk yönetimlere devredildiği sivil yapılarında değişiklik yapılmasına ilişkin değişikliklere yol açtı. Açıklamalarında duyurdukları üzere bu değişiklikler Zapatista özerkliğinin yapısını etkilememekte, ancak her gün silahlı saldırılar, adam kaçırmalar, zorla askere alma, kira ücretleri, ablukalar ve diğer şekillerde karşılaşılan şiddet karşısında halklarını ve topluluklarını daha iyi savunmayı amaçlayan tedbirlerdir.

Bununla birlikte, Chiapas’taki şiddet ortamı, kendisini zayıflatmaya yönelik sayısız çabayla karşı karşıya kalmış, buna rağmen Meksika’nın ezilen halklarının özgürlüğü, özerkliği ve onuru mücadelesinde canlı bir referans olarak varlığını sürdürmüş çetin, bazen de inişli çıkışlı bir mücadelenin 30. yıl dönümünün umutla anılmasını engellememektedir. Zapatista ayaklanmasından 30 yıl sonra, mücadeleleri hâlâ geçerliliğini korumakta ve onurları, sadece yasal aksesuarlar ve seçim yöntemi olarak değil, sosyal bir gerçeklik olarak anlaşılan insan hakları ve esaslı demokrasi süreci için yeni ufuklar aydınlatmaya devam etmektedir. Pek çok katkı elde edilmeli ve bu 30. yıl dönümü, günümüzde otantik direniş biçimlerini yeniden düşünmek, EZLN’nin mücadelesinden öğrenmek, taktiksel arabuluculuklarını ve stratejik bahislerini değerlendirmek ve hepsinden önemlisi, beş yüz yıl sonra direnmeye ve ülkenin karar alma süreçlerinde söz hakkı talep etmeye devam eden yerli halkların ve toplulukların eklemlenmesini güçlendirmek için çok fazla düşünmeye teşvik etmelidir.

 

https://www.jornada.com.mx/noticia/2023/12/28/opinion/ezln-a-30-anos-del-levantamiento-9038 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi