Content feed Comments Feed

Patras Yunan Açık Üniversitesi öğretim görevlisi ve Historical Materialism dergisi editöryal kurulu üyesi Panagiotis Sotiris, Tribune gazetesi için kaleme aldığı yazıda, solun Avrupa Birliği şüpheciliğinin hem başka bir dünya tahayyülü için hem de aşırı sağın siyaset alanının daraltılması açısından önemini vurguladı.



Odada bir fil var. Büyük ve şişman, fakat kimse ondan bahsetmiyor. Bu fil, “Avrupa yolu”nun krizi. Avroda kalma adına uygulanan barbarca kemer sıkmadan ve toplumsal felaketten, Avrupa’daki göçmenleri katletme kalesine, genelgeler komisyonu tarafından halk egemenliğinin yok edilmesinden, Ukrayna hükümetindeki faşistlere yönelik suçlu hoşgörüye kadar, “Avrupa rüyası” gündelik bir kâbusa dönüşüyor.

Ve görkemli Avrupa yapısının böylesine büyük bir meşruiyet krizinden geçtiği, çelişkilerinin öne çıktığı ve milyonlarca Avrupa vatandaşının, Avrupa Birliği’nin kendilerine düşman bir yapı olduğunu hissettiği –haklı olarak- bir zamanda Avrupa Solu güçlerinin büyük kısmı hâlâ, neredeyse zorunlu olarak, Avrupa Birliği’nin “reforme edilebileceğine” inanmakta ısrar ediyor. Avrupa Sol Partisi’nin açıklamaları, kaynakların yeniden dağıtıldığı “iyi” bir avro, bir “kalkınma” Avrupa Merkez Bankası (ECB), “demokratik” bir Avrupa Parlamentosu, bir “dayanışma” Avrupa Komisyonu olasılıklarına yönelik çağrılarla doludur. Fakat biz biliyoruz ki, fantezi çoğu zaman gerçeklikten uzaktır.

SYRIZA’nın da içinde olduğu Avrupa solunun omurgası, sanki Avrupa sermayesinin en stratejik tercihiyle çatışmak istemiyor ve “mevcut neoliberalizm”in kurumsal konsolidasyonunun en uç biçimlerinden birini, bir ilerici siyasetin kaçınılmaz sınırı olarak kabul ediyor. SYRIZA’nın korkakça “avro için hiçbir fedakârlık yok” noktasını bile terk etmesinden beri sürekli olarak daha “gerçekçi” pozisyonlara çekilmesi bir tesadüf mü?

Daha da kötüsü, bu, aşırı sağda eleştirel bir siyasi alana yol veriyor. Aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin avro sorununu öne çıkaran tek milliyetçi parti olduğu Fransa seçimlerinin sonuçları ya da Avrupa (Birliği) şüphecisi UKIP’nin daha güçlü göründüğü Britanya örneği alarmları çalıyor. Avrupa aşırı sağı, kendi muhafazakâr, istihdam yanlısı, ırkçı ve yabancı düşmanı ajandasını gerçekleştirmeye çalışmak için Avrupa vatandaşlarının avro ve AB’ye yönelik öfke ve infialinden faydalanıyor, kendini, ulus devlette ısrar eden yegâne güç olarak yansıtıyor.

Avrupa solunun birçok eğiliminin mücadeleyi, özellikle Avrupa düzeyinde mücadeleyi desteklediği doğrudur. Ama bu neden hafife alınıyor? Halk egemenliğinin resmi kurumlarının bile olmadığı, muazzam tarihsel, siyasi, sinematik ve kültürel eşitsizliklerin olduğu Avrupa düzeyinde mücadele, Yunanistan gibi çelişkilerin patladığı ve giderek daha da güçlendiği ülkelerde ne zamandan beri ulusal düzeydeki mücadeleye tercih edilir oldu? “Avrupa entegrasyonu”nun “çelik kafesi”nden kopmak mümkün mü? Sol, enternasyonalizmini neden AB gibi özünde sermaye milliyetçiliği”nin ifadesi olan neoliberal bir yapı üzerinden tanımlasın? Yunanistan’ı, tüm Avrupa geneline gelgitli umut dalgaları gönderecek bir mücadele ve yıkımın örneği yaparak bir kopuşun olabileceğini, “avro ve AB dışında bir yaşamın olduğunu” göstermek için neden daha çok enternasyonalist olmayasınız?

Sol, her geçen gün daha fazla otoriterleşen, neoliberalizmin dozunu artıran ve şiddete başvuran Avrupa mitini reddetme cesaretinde olmalı. Çünkü “Avrupa entegrasyonu”na dair pan-Avrupa memnuniyetsizliği sol için bir fırsattır. Avro ve AB anlaşmaları gibi “hâlihazırdaki küreselleşme” mekanizmalarından çıkışın “ulusal izolasyonculuk” değil, küreselleşmiş piyasaların sistemik şiddetine karşı toplumsal korumanın gerekli koşulu olduğunu göstermek için fırsattır. Kolektif katılım, özyönetim, kamu malları üzerinde toplumsal denetim, “kanun ve nizam” doktrinini değil, dayanışmanın sunduğu güvenliği temel alan üretken bir model arayışı için fırsattır. Demokrasiyi ve halk egemenliğini; aşağıdan günlük iktidar pratiği olarak, yaşamak için emek gücünü satmaya bağımlı olan tüm halkın kolektif siyasi organı vasıtasıyla yeniden kurmak için fırsattır. Ulus şeklindeki “hayali cemaat”e ve müstehzi –ve bazen denizaşırı- “yatırımcılar ulusu”na karşı, gerçek cemaati, tek bir yerde yaşayan, çalışan, savaşan herkesin ortak kimliğini, açık yüreklilikle “işçilerin anavatanı”nı talep etmek için fırsattır.

Bugün solun; işçi hareketinin demokratik, enternasyonalist ve yıkıcı geleneklerine aşılanmış bir Avrupa (Birliği) şüpheciliği, Avrupa kurmaylarını korkutacak ve gerçek umut bulvarları açacaktır.

https://www.tribune.gr/politics/news/article/25869/gia-enan-aristero-evroskeptikismo.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

  

Fransız Komünist Partisi’nin yayın organı olan l'Humanité gazetesinden Pierre Chaillan, Fransız düşünür Alain Badiou ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Rusya’nın Ukrayna saldırısının başlamasından önce, Şubat ayında gerçekleştirilen söyleşide Badiou, dünyada bir “yönelim bozukluğu”na ve bununla bağlantılı olarak büyük savaşlar çıkması ihtimaline işaret ederek, gidişatın değiştirilebilmesi için komünist siyasetin gerekliliğine vurgu yapıyor. 



- Kitabınızda “dünyanın, yöneliminin bozulmasını” tahlil ediyorsunuz. Bu durum nasıl karakterize edilir?

Siyasi düzlemde, yönelim bozukluğu, “demokrasi” adı verilen, benim ise “kapitalo-parlamentarizm” dediğim hâkim siyasi rejimin rezilce yöneliminin bozulması olarak görünüyor. Bu, büyük kapitalist ülkelerde, Fransa’da solun fiilen ortadan kaybolmasıyla kendini gösteren devlet-politik modelinde işlev bozukluğunun ortaya çıkması gerçekliğinden kaynaklanmaktadır –Fransa’da solun muazzam seçim zayıflığını kastediyorum. Sonuç olarak, çoğunluk ile muhalefet arasında demokratik temsiliyet dengesiz hale gelmiştir. Bu daha doğru, çünkü kendisini muhalefet olarak sunan şeyin bir kısmını soldan bile daha fazla mensubu olan aşırı sağ oluşturuyor. Bu, sistemsel politik yönelim bozulmasının bir belirtisidir. Biz bunu, ABD’de Trump, Fransa’da Marine Le Pen ya da Éric Zemmour gibi tekil şahsiyetlerin ortaya çıkışında gördük.

Daha stratejik bir düzlemde, yönelim bozulması, küreselleşme olgusunun yeterince dikkate alınmaması nedeniyle erişilen ve tartışılan hiçbir şeyin güncel durumla baş edememesi gerçeğinden kaynaklandı. Küresel düzlemde, hâkim yapıları tanımlamak ve bir alternatife imkân tanıyan yolları tespit etmek mümkün olmalı. Şu ana kadar bu yapılmadı. Birçok insan yapılanlardan, beyan edilenlerden memnuniyet duymuyor, ancak diğer yandan kendilerini yaratıcı ve olumlu bir şekilde yönlendirmek amacıyla oluşturulmuş referans noktalarından yoksunlar. Bütün bu fenomenler, hep birlikte politik yönelim bozulmasını oluşturur. Dolaylı olarak da milliyetçi ve kimlikçi grupların patolojik ortaya çıkışlarını.

- Size göre, bu yönelim bozulmasının “aktif etkenleri”, “en kötüyü” bile kabul edilebilir hale getirebilir. İnsanlığımız bunlar hakkında yaygın şekilde uyarılmışken, neden bugün “sabıkalı” önermeler geçerliliğini koruyor?

Böylesine açık “tarihten dersler” olduğu konusunda emin değilim. Tarihin dersleri, politik yönelimin belirginleştiğini varsayar. Paris Komünü’ne bakalım: 19. yüzyılın sonuna dek, Komün tamamen göz ardı edilen bir hadiseydi. Ancak Lenin, kendisini teslim olup Birinci Dünya Savaşı’na giren sosyal demokrasiden ayrıştırmak için onu kavradığında insanların zihninde yeniden göz önüne alınabilir, yeniden adlandırılabilir ve yeniden yönlendirilebilirdi. Dolayısı ile, tarihin dersleri bazen artık işlemez çünkü bunlar artık güncel bağlamda yorumlanamaz durumdadır. Bugün, ülke nüfusunun bir kısmını yok etmeye hazırlanmış yabancı düşmanı ve ırkçı aşırı sağın yeniden ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Tabii ki bu insanların krematoryuma gönderilmeleri gerektiğini söylemiyorlar, ancak gözümüzün önünden kaybolmaları gerektiğini ilan ediyorlar. Bu hafife alınmamalıdır. 

- Yönelim bozulması tahliliniz, Zygmunt Bauman’ın “sıvılaşma” tahliliyle örtüşüyor gibi görünüyor. Sorun, kendimizi yönlendirmek ya da biraz katılık, bazı referans noktaları bulmak olacak. Bu, sizin “komünist siyaset” dediğiniz şey mi? 

Evet. İkisi diyalektik olarak bağlantılı. Duruşunuzu belirlemekte zorluk çekiyorsanız, yeni bir yeniden yönlendirmeye başlamak için bazı dayanak noktalarına ihtiyacınız olur. Aslında bu, komünist siyaset dediğim şeydir. Emmanuel Macron’u, ülkeyi günümüz kapitalizminin küresel gereksinimlerine uyduran bir figür olarak tanımlarsak, ona karşı durabileceğimiz tek şey bu noktada farklı bir yönelim durumu olabilir. Ben hâlâ komünist yönelimin, kapitalizmin, toplumların yönetimini eline aldığı çağda insanlığın tamamına önerilen yegâne yönelim olduğuna ikna olmayı sürdürüyorum. Bu ele almanın küreselleşme halini aldığı noktadayız ve sadece ekonomik karmaşa değil, aynı zamanda küresel ölçekte savaş şeklinde ciddi risklerle de yüz yüzeyiz. Mevcut durum, yirminci yüzyılın başlarındaki durum ile karşılaştırılabilir halde.  

Farklı olan bağlama karşın, 1914 savaşının arifesi ile benzerlikler dikkat çekicidir. Muazzam kapitalist kutuplaşmalar mevcut, özellikle de Çin ile ABD arasında. Avrupa’ya gelirsek, henüz bozulma öncesinde kendini yapma sürecinde ve gerçek bir güç teşkil etmenin araçlarını bulamamış durumda. Deneyim gösteriyor ki, eğer buna karşı koymak istiyorsak ülkelerin liderlerinin sermaye temsilcileri olmamaları gerektiğini kabul etmeliyiz. Muhalefetin varlığını kabullenen “demokratik” rejimlere de itibar edemeyiz. Bu muhalefet aslında tamamen şekilseldir. Gerçek bir muhalefet radikal ve ilkeli olmalı, söz konusu olanın başka bir dünya, başka bir ekonomi, başka bir siyaset vizyonu olduğu gerçeğine dayanmalıdır. Saldırgan komünizmin kökleri ve yöntemlerini geri kazanmalıyız. Aksi halde, tahayyül ettiğimizden de kötü olacak bir şeylere doğru gidiyoruz. Bu, hem aşırı sağın yükselişi hem de bununla bağlantılı olarak savaş risklerinin artması olacak. 

- Hem mevcut dünyaya hem de güçlü anti-kapitalist protestolara yönelik eleştirilerinizde, “hiçbir zaman olumlu bir şey önermeksizin gösteri yapan solculuk” konusunda yumuşak olmaktan uzaksınız. Sizden daha uzlaşmacı bir tutum bekleyebilirdik…

Bu kapitalizme karşı protesto büyük oranda simgesel. “Kapitalizm” kelimesi telaffuz edilir, fakat talep ve protestoların içsel kültüründe, mevcut düzenin, hükümetin en ufak bir gerçek öneri olmaksızın, eleştirilen düzenin yerini alması gereken en ufak bir genel vizyon olmaksızın oldukça soyut bir genel olumsuzlaması vardır. Siyasette, salt olumsuzlama hiçbir zaman anlamlı değildir. Bunu daha çok söylüyorum çünkü kendim de uyguladım. Düşmanı yararlı şekilde eleştirebilecek bir konumda olmak için protestonun kendisi bir alternatif taşımalıdır. Aksi halde, cevap her zaman başka bir yol olmadığı ve kendimizi silahsız bulacağımızdır. Marksizm’i eleştirel bir girişime indirgemek çok zararlıdır. Birçok kez denenmiş olan bu operasyon, her seferinde çok sulandırılmış bir versiyon ile sonuçlanmıştır. Marksist gerçekliği içinde komünist hareketin özü, görünüşte olumsuzlamalar olan fakat gerçekte güç ilişkilerini ve olumlu önerileri gerektiren etkili önerilere dayanır. Katı bir olumsuzluk içinde olmak ne Marksist ne de hakikaten devrimcidir. Gerçekte, kelimenin kötü anlamıyla aşırı solculuktur.

- Geçmiş ya da bugünkü deneylerin başarısızlıklarının, burada yine bir “komünist olumlama”dan değil, “kapitalizmin olumsuzlama politikası”ndan kaynaklandığını düşünüyorsunuz. Bu nasıl tercüme edilir?

Bir yeniden yönlendirmede değerlendirme gereklidir. Komünizm nerede duruyor? Geniş bir küresel tartışma başlatmak bana göre elzem görünüyor. Tartışma, Lenin ile Kautsky’ninki gibi stratejik düzlemde yürütülmeli. Bu, proleterlerin olduğu her yerde eş zamanlı olarak militan titizlik, anketler, orada bulunma ile yapılmalıdır. Üç döneme ayırabileceğimiz bir taslak öneriyorum. 19. yüzyılın ikinci yarısını kapsayan ilk işçi sınıfı deneyleriyle kuruluş. Bu dönem, kapitalist rekabetin en kötüsünü, sömürgecilik ve savaşı destekleyen sosyal demokrat partilerin oluşumu ile sonuçlandı. Bu yozlaşmaya karşı, Marx ve Engels, Alman sosyal demokrasisi ile çatışmaya girdi. Ardından, savaşla birlikte, Lenin’in Bolşevik Parti’si ve onun, teorik komünizmi müdafaa eden merkezi partisi öncülüğünde devrimci düzeni oluşturması ile birlikte sosyal demokrasinin bu yozlaşmasının radikal eleştirisi açıldı. Bu ikinci evre, 20. yüzyılın komünist partilerinin evresi ilginç unsurlar içeriyordu, ancak devletin sönümlenip gitmesinin yerine devlet komünizminin kalıcı paradoksunu getirdi. Bu nedenle, üçüncü bir dönemin en başındayız. 

- Gezegenin varlığını sürdürebilmesi açısından iklim mücadelesine ilişkin bir farkındalık var. Bununla birlikte, çevre bahsine gelince, mevcut ekolojik söylemde dini bir boyut görüyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?

Çevrecilerin sunduğu gibi, saik apolitiktir ve kamufle edilmiş bir dini boyut içerir. Ekolojistlerin dindar olduğunu söylemiyorum, fakat eskatolojik (Ahiret, dünyanın sonu ile ilgilenen anlamında teoloji terimi; ç.n.) vaazın, insanları yeni bir siyasi alanın açılmasını yasaklayan temel bir korkuda birleştirmeye dayandığını ve bunun iki sebeple olduğunu belirtiyorum. Birincisi, siyasetin büyük toplumsal çelişkilerden oluştuğunu unutmak için. Herkesi, sevgili gezegenimiz adına bir araya getirerek siyaset yapılamaz. İkinci sebep, kapitalizmin kendi doğasını değil, etkilerinden birini ele almamızdır. Gezegeni yağmalamak ile suçlanıyor ancak bu onun sorunu değil. Kapitalizm, isterse, gezegenin korunması için bir bakanlık oluşturabilir, fakat onun gerçek doğası, ona ait olan sömürü çehresi önemli zararlara yol açar. Şeylere sonuçları ile yaklaşmak, merkezi mekanizmaya dokunmamak anlamına gelir. Büyük sermayenin kasalarını beslemeye gelince, herkesin gezegenin kaderi ile ilgilendiği doğru değildir.

- Öyleyse, bir “yenilenmiş komünist siyaset” nasıl bir yol izleyecektir? Toplanılacak bir ilk destek noktası var mı?

Marx ve Engels’in büyük oranda İngiltere’deki işçi sınıfına dair bir araştırmadan faydalandıkları gibi, Fransız tekilliğini incelemek için açıklamaya özelleştirmelere karşı koşulsuz bir mücadeleden başlanarak girişilebilir, fakat savunmacı bir şekilde değil. Bu, programın bel kemiğini oluşturacaktır. Ciddi şekilde Marx'ın sözüne dönmeli ve mevcut koşullarda “özel mülkiyetin kaldırılmasını” yeniden etkinleştirmeliyiz. Neden bütün hükümetler özelleştirme konusunda bu kadar hevesli? Bu, mevcut rejimin sınıfsal doğasını açığa çıkarmaktadır. Bu konu üzerine inatçı bir şekilde gösteriler yapılması çağrısında bulunmalıyız: özelleştirme yapılmaması, gerçekleştirilen özelleştirmelerden geriye dönülmesi ve geniş bir kamu sektörünün yeniden inşası. Bu gereklilik, sermayenin vekilinin ta kendisi olan Macron ile tamamen zıt olduğumuz için anlaşılabilir.

- Bu, komünist “yeniden yönelim”in pusulası olabilir mi?

Pandemi, halk sağlığına yönelik sinsi bir saldırının ortasında geldi. Enerji ve EDF'yi (Électricité de France-Fransa merkezli elektrik iletim şirketi; ç.n.), demiryolu ulaşımını ve SNCF'yi (Société Nationale des Chemins de Fer Français-Fransa’da devlete ait demiryolu taşımacılığı kurumu; ç.n.), kentsel ulaşımı ve sağlığı etkiledikten sonra, özelleştirmeler şüphesiz yüksek öğrenime ve eğitime saldıracaktır. Kapitalizmin, Direniş’in –De Gaullecüler ile komünistlerin birleşik ittifakı- kamulaştırma programına karşı bu kapsamlı saldırısıyla karşı karşıya kalındığında belirli konular üzerinde genel bir mücadele vermek mümkündür. Doktordan metro vatmanına, çöp toplayıcısından öğretmenine kadar ilgili tüm personeli etkilediği için bir direniş savaşı başlatmanın zamanı geldi. Çünkü sadece iki yol var: son dönemlerde büyük başarılar elde eden egemen kapitalist yol ve çok zayıflamış olan komünist yol. Ve ikincisini diriltmeden, ilkine karşı nasıl siyaset yapılabileceğini gerçekten anlamıyorum. 


https://www.humanite.fr/en-debat/alain-badiou/alain-badiou-il-est-temps-de-satteler-une-riposte-generale-742499 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir. 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 



Uruguaylı gazeteci-yazar Raúl Zibechi, Latin Amerika ve Karayipler merkezli yayın yapan nodal.am internet portalı için kaleme aldığı yazısında Rusya’nın Ukrayna işgalinden yola çıkarak, jeopolitik kavramının ve bu kavrama dayanan siyaset yapma anlayışının sistemle olan yakın bağına vurgu yapıyor.


Jeopolitik, en güçlü devletlerin hizmetindedir, emperyal düşünce ve dünyayı görme biçimleri ile ilgilidir. Bu şekilde ortaya çıkmıştır ve bazı entelektüeller bir çeşit solcu, hatta devrimci jeopolitikten bahsetse de hâlâ öyledir.

Jeopolitik, 20. yüzyılın başlarında coğrafi gerçeklikleri uluslararası ilişkiler ile bağlantılandıran Kuzeyli coğrafyacılar ve askeri stratejistler arasında ortaya çıkmıştır. Kavram ilk kez, İsveçli coğrafyacı Rudolf Kjellén’in “Bir Yaşam Biçimi Olarak Devlet” (1916 basımı; ç.n.) isimli kitabında ortaya çıkmıştır. ABD’li amiral Alfred Mahan deniz hâkimiyeti stratejisini geliştirirken Nicholas Spykman, Latin Amerika’yı, ABD’nin küresel egemenliğini güvence altına almak için mutlak kontrolünü sürdürmesi gereken bölge olarak tanımlıyordu.

Jeopolitik, 20. yüzyılın başında Almanya’da büyük gelişme kaydetmiş, Nazizm döneminde muazzam nüfuza ulaşmıştı. Latin Amerika’da, diktatörlük döneminde (1964-1985) Golbery do Couto e Silva liderliğinde ordu; Brezilya’nın yayılmasını, Amazon işgalinin tamamlanmasını savunmak ve bölgesel hegemon güç haline gelmek için kendini jeopolitik üzerinde temellendirdi.

Bu disiplini didiklemeyle değil, bunun halklara getirdiği sonuçlarla ilgileniyorum. Jeopolitik, devletlerarası ilişkilerle, özellikle de dünyaya hâkim olmayı amaçlayan devletlerin rolüyle ilgiliyse, bu düşünüşteki büyük eksiklik analizlerde isimleri bile anılmayan halklardır, ezilen halk yığınlarıdır.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini haklı gösterenlerin birçoğu, ABD mezalimlerini kınamak için sayfaları dolduruyor. Birileri bize şunu hatırlatıyor: ABD, 1990’larda 48 askeri müdahale gerçekleştirdi ve 21. yüzyılın ilk 20 senesi boyunca sonu gelmeyen çeşitli savaşlarla meşgul oldu. Bu dönemde ABD’nin, dünya genelinde 24 askeri müdahale ve 100 bin hava bombardımanı gerçekleştirdiğini, Barack Obama başkanlığında sadece 2016 yılında 7 ülkeye 16 bin 171 bomba attığını ekliyor.

Bu analizin mantığı şuna benzer bir şey söylüyor: A imparatorluğu korkunç düzeyde zalim ve cani; ancak B imparatorluğu çok daha az zararlı, çünkü kuşkusuz işlediği daha az suç var. ABD, her yıl yüz binlerce ya da on binlerce insanı öldüren bir emperyal mekanizma iken, neden Rusya gibi sadece birkaç bin insanı öldürenlere karşı sesinizi yükseltiyorsunuz?

Bu, insanların acılarını hesaba katmayan, insanları sadece ölüm istatistiklerindeki sayılar, salt ölmeye giden askerler, sadece şirket ve devletlerin kârlarını hesaplayan bir ölçekte sayılar olarak gören ürpertici ve bencil bir siyaset yapma biçimi.

Aksine, aşağıdan gelen bizler ezilen halkları, sınıfları, ten renklerini ve cinsiyetleri ön planda tutuyoruz. Çıkış noktamız ne devletler ne silahlı kuvvetler, ne de sermayedir. Küresel bir senaryonun, yayılmacı ve emperyalist devletlerin varlığından bihaber değiliz. Ancak bu senaryoyu, aşağıdan hareketler ve örgütler olarak nasıl davranacağımıza karar vermek doğrultusunda analiz ediyoruz.

1916 yılında, Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabında Lenin, tekelci kapitalizmi savaşın nedeni olarak tahlil etmişti. Ancak taraf tutmamış ve kıyımı devrime dönüştürmeye çalışmıştı.

Immanuel Wallerstein da böyle çalıştı. Onun dünya sistemi teorisi, toplumsal dönüşümü destekleme amacıyla, küreselleşmiş bir gezegende politik ve ekonomik ilişkilerin nasıl çalıştığını anlamayı ve açıklamayı hedefler.

Bunlar, faal insanlar için yararlı araçlardır. Çünkü sistemin nasıl işlediğini anlamak, rakip güçlerden birini haklı göstermeye neden olmak şöyle dursun, aşağıdakiler üzerinde ne sonuçları olacağını öngörmemize sebep olur. Zapatismo, deneyimlediğimiz sistemik kaosu bir fırtına olarak adlandırır ve ayrıca, kapitalizmin işleyişindeki değişimleri anlamanın gerekli olduğunu düşünür. İlki, yani fırtına hususunda sonuç, daha önce deneyimlemediğimiz aşırı durumlarla karşılaşmaya hazır olmamız gerektiğidir. Önümüzdeki birkaç yıl içinde atom silahlarının kullanılabileceğini düşündük mü?

İkinci, yani anlama hususunda, Zapatistalar hatırladığım kadarıyla açık şekilde bahsetmiyorlarsa da, en zengin yüzde 1’in ulus-devletleri gasp ettiği, medyanın bulunmadığı, sadece zehirlenmenin olduğu ve seçim demokrasilerinin soykırım işlemenin mazereti değilse de birer peri masalı olduğu açık. Sonuç olarak, kendilerini devlet mantığına sıkıştırmaya geçit vermezler.

İnsanlığın varlığını sürdürmesi için çarpıcı zamanlardan geçiyoruz. Gözlerimizi açmalı ve jeopolitik bataklığına sürüklenmemize izin vermemeliyiz. Sis, ışık ile gölgeyi ayırt etmemizi engelleyecek kadar yoğun iken, bizi ileriye taşıyacak olan etik ilkelere sarılalım.

 

https://www.nodal.am/2022/03/no-nos-dejemos-aplastar-por-la-geopolitica-por-raul-zibechi/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi