Content feed Comments Feed

Il Manifesto gazetesi, İtalyan tarihçi Enzo Traverso ile “Devrim: Bir Entelektüel Tarih” kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.


 

-          Bugün siyasi ve toplumsal devrimin düşmanları, son model cep telefonlarını, en son marka diş macunlarını satarken ya da seçim yarışındayken “devrim”den bahsediyorlar. Oysaki devrimin taraftarı olanlar sessizler. Bensaïd’in dediği gibi, devrim bugün hâlâ hangi anlamda bir “stratejik hipotez”dir?

 “Devrim” kelimesine yönelik, onu bağlamından yoksunlaştırarak boş gösteren durumuna getiren bir anlaşılmaz hale getirme olagelmiştir. Solun reform ile devrim arasında tercih yapmak zorunda olduğu bir dönem vardı. Bugün, “devrim” kelimesi iPhone’un son modeline, “reform” kelimesi ise neoliberal yönetimin takdimiyle bağlantılı bazı toplumsal açıdan geriletici tedbirlere (çalışma reformları, sağlık sistemi reformları, üniversite reformları vs.) işaret ediyor. Bu başkalaşım, İspanya İç Savaşı ve Paris Komünü gibi olayların devrimci boyutu görmezden gelinme eğilimindeyken “faşist devrim”  -kendisi, faşist retoriğe ait olan- fikrinin yaygın olduğu tarih yazımı alanında da dikkate değer. Politik kullanımları değiştiği gibi, “devrim” kavramı da değişiyor. Eric Hobsbawm gibi bir tarihçinin bu kavramı, moderniteyi yorumlamada kilit yaptığı çağı çok geride bıraktık. Ben, bu sönüşün kökenlerinin, -siyaset ve kültür endüstrisinin iletişim stratejilerine ilişkin meselelerden ziyade- yirminci yüzyıl devrimlerinin yenilgisinde yattığına ikna oldum. Yirminci yüzyıl aslında sadece savaşlar ve totalitarizm değil, aynı zamanda devrimler çağıydı. “Umut ilkesi” yüzyılında, Ernst Bloch’un anlayışıyla komünizm somut ve olası bir ütopya haline gelmişti. Bu “beklentiler/olasılıklar ufku” ortadan kayboldu.  

-          Son 15 yıl, hatta daha uzun bir süre boyunca hareketlerin bir tarihsel bellek ortaya çıkarmadıklarını, ancak geçmişin tutsakları olmadıklarını ve kendilerini yeniden keşfetmeleri gerektiğini yazıyorsunuz. Bu koşullar altında, bir devrimci politik gelenek yaratmak nasıl mümkün olabilir?

Açıkçası mesele, gençleri tarihsel bellek yoksunluğu nedeniyle suçlamak değil. Bundan ziyade, bugün hâkim olan tarih “anlayışı” ile uzlaşma meseledir. Yeni toplumsal ve politik hareketler hatırı sayılır potansiyele sahipler, fakat geçmişin tam olarak devrim fikriyle özdeşleşmiş ütopist ufkunu tahliye eden tarihsel dönüm noktasının evlatlarılar. Tarihini ve anlamsal değişimlerini yeniden inşa etmek muhtemelen bize, zamanımız için bir pusula olarak kaldığını anlamamızda yardımcı olacaktır.  

-          Bir devrim belleğine sahip olmamak ne anlama gelir?

Bu, yirminci yüzyılın devrimler döneminin son bulduğu ve bizim, bunun sonuçlarını yaşadığımız anlamına gelir. Bir yüzyıl boyunca tarih, önermesi, iktidarın askeri güç ile zaptı olan sosyalizme doğru koşuyor gibiydi. Bu vizyon, günümüz entelektüel evreninin fersah fersah uzağında. Yeni hareketlerin, tarihsel bir sürekliliğe uymasını engelleyen işte bu olayların beklenmedik şekilde gelişmesidir. Bu, artık devrim olmayacağı anlamına gelmez. Aksine, son yıllarda hâlihazırda gerçekleşen bazıları var –sadece “Arap Baharı”nı hatırlayın-. Bu devrimler, artık kendilerini bugün hükümsüz, tükenmiş ya da yenilmiş olan geçmiş modeller –sosyalizm, ulusal kurtuluş, Pan-Arabizm gibi- ile tanımlamıyorlardı ve nereye gittiklerini gerçekten bilmiyorlardı. Bin Ali ve Mübarek’in baskıcı rejimleri devrildiğinde onları nasıl değiştireceklerini bilmiyorlardı.

-          Güçlü modeller varken bile birçok devrim yenilgiye uğradı. Duruş biçimlerinin yitirilmesi kötüleştirici bir etken mi?

Bu aynı zamanda daha çok özgürlüğe imkân veren bir durumdur. Radikal dönüşüm fikri, kendisini yirminci yüzyıldan miras alınan modellerin, özellikle komünizm ve sömürgecilik karşıtlığının mirasçısı olarak görmese de varlığını sürdürüyor. Ancak henüz görünürde yeni bir model yok. Bu boşluk, kendilerini yeniden keşfetmeye zorlanan hareketlerde mevcut olan olağanüstü bir yaratıcılığın -hatta olağanüstü bir teorik kapsamlılık bile diyebilirim- kökenindedir. Bu yaratıcılığın temelinde bir devrimci soru var: dünyayı nasıl değiştirebilir, kapitalizme nasıl son verebilir, gezegeni nasıl kurtarabilir, toplumlarımıza musallat olan korkunç eşitsizliğin üstesinden nasıl gelebiliriz? Bugün bu ihtiyacın gençler arasında yaygın şekilde hissedildiğini düşünüyorum.

-          Birçok kitabınızda, örneğin Solun Melankolisi (Türkçede yayımlanmış ismi ile “Solun Melankolisi-Marksizm, Tarih ve Bellek; ç.n.) kitabınızda 1960’lara ve 1970’lere atıfta bulunuluyor. O yıllarla günümüz arasındaki farklar nelerdir?

1970’lerde siyaseti keşfedenler, çizgiler belirgin çok çeşitli hareketler ve örgütler arasından seçim yapmak zorunda kaldılar. Şükür ki, ideolojik kafeslere kapatılmış hissi olmaksızın düşünen ve hareket eden insanlar olan günümüzün gençleri için bu sorun değil. Fakat bu değişim sadece avantajlar sunmuyor, büyük bir kırılganlığı da beraberinde getiriyor, çünkü kesinlikle bu hareketler tarihsel bir devamlılık içinde bulunmuyor. Gelip geçiciler, kısa ömürlü kıvılcımlar. Uzun ömürlü ve oturmuş bir politik varlık kurmayı başardıklarında, Podemos ile, Syriza ile ya da hatta İşçi Partisi’ni aşağıdan yenileme girişiminin duvara tosladığı Büyük Britanya’da gördüğümüz şekliyle geleneksel siyaset tarafından yeniden soğurulma riski ile karşı karşıyadırlar. İtalya’da, son yirmi yılda ortaya çıkan bütün hareketler, her türlü hevesi boğacak mikro-aygıt koalisyonları haricinde kendilerine siyasi bir ifade kazandırmayı başaramadılar. Bir beklenti ufkunu yeniden inşa etmek, gelecek fikrini yeniden keşfetmek için, bu kısa kabarmaların ötesine geçmeliyiz.

-          Singular Pasts: The “I” in Historiography kitabınızda incelediğiniz neoliberal toplumlarda, başarısızlık ve yenilgi korkusu var. Bu bizi, yeniden denemeyi düşünmekten bile alıkoyuyor mu?

Belki de, ancak sosyalizm yenilgiyi “çalışarak”, yani Restorasyon ile sonuçlanan Fransız Devrimi’nin sonucunda doğdu. Yirmi birinci yüzyıl, bir başka tarihsel yenilgiden, küresel uzanımların yenilgisinden doğdu. Daha genç nesiller muhtemelen bunun farkına varmıyor, ancak bu mirasın sorumluluğunun ağır biçimde yüklendiği bir durumda hareket ediyorlar. Bir tarih anlayışının yeniden edinilmesi, dünyayı değiştirmenin, geçmişi çok eskiye dayanan bir tasarı olduğunu bilmek –yirminci yüzyılda sadece olası gibi görünen değil, aynı zamanda fiiliyata da geçirilen bir tasarı- ne kadar istikrarsız olursa olsun bir kimlik sunabilir ve bizi daha az savunmasız hissettirebilir.

-          Son yıllarda hareketlerden ortaya çıkan en dikkat çekici fikirlerden biri kesişimsellik, mücadelelerin çakışması ve çoklu baskıların nesnesi ve olası direnişlerin öznesi olarak yeni bir sınıf fikri. Bu perspektif çoğunlukla, yaşadığınız ve düşündüğünüz ülke olan Fransa’da akla geldi ve La France Insoumise/Boyun Eğmeyen Fransa (2016 yılında kurulan sol/sosyalist siyasi parti; ç.n.) deneyimini de içeriyor. Bu, devrimci perspektif algısını inşa etmek için yararlı bir pratik olabilir mi?

La France Insoumise, pozitif bir şekilde gelişti. Birçok çirkin milliyetçi ya da “egemenlikçi” partiden ayrıldı ya da kendilerinden ayrılmaları istendi. Harekette itici güç olmasa da Sarı Yelekliler hareketine katıldı. Çevresel boyutu entegre edebildi ve toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıfa dayalı istek ve talepler arasında kesişimsellik pratiği –mümkün olduğunca- yaptı. Çünkü işçi sınıfı banliyölerindeki ırkçılık karşıtı hareketlere uyum sağladı, Fransız sosyalizminin eski çerçevesi olan “ulusal-cumhuriyetçilik”in dar sınırlarını aştı. Sol koalisyon önemli bir seçim başarısı elde etti fakat bu şüphesiz devrim değil. Birçok engeli aşması gerekiyor.

-          Nasıl yani?

Tamamen şekilsel bir bakış açısından, sol NUPES koalisyonunun programı, 1981’de François Mitterrand’ın Union de la gauche/Sol Birlik’inin programından daha orta yolcu. Ekonominin belirli kilit sektörlerinin kamulaştırılmasını içermiyor. Mélenchon bunu dürüstçe kabul etmiştir: cumhurbaşkanı olmuş olsaydı bile, şu anda mevcut bulunmayan güçlü toplumsal hareketlerin desteği olmaksızın programını uygulayacak güce sahip olmayacaktı. Sorun, çekimserliğin çok yüksek düzeyde olması. Mevcut durumda, sosyal demokrasinin eski programı –refahın yeniden dağıtımı, sosyal reformlar, ücret ve emekli maaşlarının savunulması, eğitim, ulaşım ve sağlığa erişim- neoliberal düzenden bir kopuşa işaret eder. La France Insoumise, bu kopuşu somutlaştırıyor. Savaş sonrası dönemde, sosyal demokrasi, küresel çapta bir “umut ilkesi” olarak gözler önüne serilen sosyalizmin devasa meydan okuması karşısında, kapitalizmin “insanileştirilmesi”nin aracıydı. Bugün sosyal demokrasi sosyal demokrasinin önemli sütunlarından biri haline geldi. Evrensel şeyleştirme çağında, hakiki bir sosyal demokrat program, kapitalizmin hâkim modeliyle bir kopuş olmaksızın gerçekleştirilemez.

-          Sadece devrimler tarihi değil, karşı devrimler tarihi de mevcut. Bu modern devrimlerin, Fransız ve Sovyet devrimlerinin başlangıcından bu yana yıkıcı etkileri olan bir mesele. Karşı devrimler sadece tepkiler midir, yoksa kendilerine ait yeni bir gerçeklik üretirler ve özerk midirler?

Bu bir çeşit tarihsel kuraldı: karşı devrim olmaksızın devrim olmaz, simbiyotik bir ilişkiyle bağlıdırlar. Sovyet iktidarı krizdeyken ve artık bunları bastırmak için tanklarını gönderemiyorken ortaya çıkan “kadife devrimler” istisnaydılar. Karşı devrimler, dönüşümlerden geçen kendi kültür ve ideolojilerine sahiptirler. Yirminci yüzyılda bunlar faşizmi ürettiler. Faşizmin retoriğinin “devrimci” olması hedeflendi, ancak ana unsuru Bolşevizm’e tepkiydi. Yirminci yüzyıl; karşı devrimi, eski rejimi geri getirmek değil, yeni bir iktidar biçimi icat etmek iddiasındaydı. Bazıları onu sadece bir “anti-kültür” olarak değerlendirse bile, kültürü önemsiz değildi; her ne olursa olsun, faşizm, yeni bir medeniyet fikri icat etti. Almanya’da faşizm, Jünger, Schmitt ve Heidegger gibi büyük şahıslar üretti. Fransa’da, yirminci yüzyılın ilk yarısının edebiyatı, Proust’tan sonra, Céline ve Drieu la Rochelle gibi bir dizi faşist ile göze çarpar.

-          Mevcut neoliberal dönem, 1960 ve 1970’lerdeki küresel devrimci döneme bir tepki olarak karşı devrim olarak yorumlanabilir mi?

Evet. Bir tarihçi olarak Fernand Braudel’in “longue durée”sini hatırlatarak yanıtlamak isterim. Bugün içinde yaşadığımız neoliberal çağ, uzun yirminci yüzyıl devrimleri dönemine bir karşı tepki olarak –bu anlamda, bir karşı devrim- görülebilir. Toplumsal düzlemde bu bariz. Geçen yüzyılın bütün toplumsal kazanımları sorgulanmıştır. Küresel ölçekte sınıflar arasındaki güç ilişkileri derinden değişmiştir. Brooklyn’de, Amazon deposu işçileri sendikalarının tanınması kazanımını elde ettiler –ve bu, son yılların en büyük kazanımlarındandı. 1960 ve 1970’lerdeki emek hareketinin ne olduğunu düşününce, bu başarının korkunç bir gerileme durumunda geldiği şüphe götürmez.

-          Yaşamakta olduğumuz karşı devrimin tarihi nedir?

On yıllar boyunca, neoliberalizm üst sınıfların kültürü içerisinde sapkın bir akımdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında; Sovyetler Birliği, ABD ve Büyük Britanya’nın Nazizm ve faşizm ile savaştığı bir zamanda Roosevelt’i totalitarizm için bir beşinci kolcu (Ülke içinde düşman adına çalışma yürüten grup/kişi; ç.n.) olarak sunan Kölelik Yolu gibi bir kitabı kim ciddiye alırdı? O dönemlerde, Hayek’in fikirleri kabul edilemezdi. Bir dönüşün ilk işareti 1973’te Şili darbesiyle geldi. Chicago Boys (Şili’deki darbenin ve neoliberal dönüşümün arkasındaki ekip; ç.n.) geldi ve Gabriel Boric’in çevresindeki solun bugün hâlâ mızrakla dövüşmek zorunda kaldığı yapısal reformları ortaya koydu. Pinochet, silahlı karşı devrimi cisimleştirdi. Akabinde, neoliberalizm, liberal demokrasi ve piyasa toplumunun kombinasyonunu temel alan bir “anti-totaliter” retorik ile kendini dayattı.

-          Dolayısı ile neoliberalizm sadece bir tepki değil, aynı zamanda kurumsallaşmış bir siyasi form ve sürekli kendini yenileme peşinde olan özel bir yaşam biçimidir. Bunu “devrimci” olarak nitelemek doğru mudur?

Neoliberal “devrim” –ekonomik biçim olarak neoliberalizmin çok ötesine uzanan- imajların, tarzların ve illüzyonların sürekli bombardımanıdır. Tek kelimeyle bir “özelleştirilmiş ütopya”dır. Masum bir operasyon değildir. Felaketler ve uçsuz bucaksız acılar üreten sosyo-ekonomik düzen, medeniyet olarak kapitalizm sabit kalsa bile, etrafımızdaki her şeyin dönüştüğü hissini aşılamaya çalışır. Neoliberalizmin, kendisini sadece ordular vasıtasıyla değil, her şeyden önce, bütün bir yirminci yüzyıl tarihinin içine sokuşturulduğu totalitarizme “demokratik” bir alternatif olarak dayattığını vurgulamak isterim.

-          Devrim, karşı devrimciler tarafından çalındıysa, bu bakış açısı nasıl tersine çevrilebilir?

Kimsede bunun formülünün olduğunu düşünmüyorum. Devrim, ezilenlerin kendi güçlerinin, kolektif eylem ile dünyayı değiştirme yeterliliklerinin farkına vardıkları bir tarihsel momenttir. Walter Benjamin, anımsatıcı bir formül kullanmıştı: olağanüstü ve patlayıcı güçleri serbest bırakan atomun bölünmesi. Devrim, tarihin çizgiselliğinin aniden kırıldığı ve her şeyin mümkün hale geldiği, yeni ufukların açıldığı andır: devrimler, ütopya fabrikalarıdır. Bu, kaçınılmaz şekilde riskler içerir, çünkü tehlikeli yollar da alınabilir.

Ancak devrimler, kararnameler ile gerçekleşmezler; aşağıdan doğar ve Jules Michelet’in dediği gibi, yılan saçlı tanrıçalar gibi saçılırlar. Ancak şunu bilmek gerekir ki, devrimler sürekli olarak defedilseler de hâlâ tarihe hayat veriyorlar.


 https://www.versobooks.com/blogs/5394-revolutions-are-still-breathing-life-into-history adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 



Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi