Il Manifesto gazetesi, İtalyan tarihçi Enzo Traverso ile “Devrim: Bir Entelektüel Tarih” kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
-
Bugün siyasi
ve toplumsal devrimin düşmanları, son model cep telefonlarını, en son marka diş
macunlarını satarken ya da seçim yarışındayken “devrim”den bahsediyorlar.
Oysaki devrimin taraftarı olanlar sessizler. Bensaïd’in dediği gibi, devrim
bugün hâlâ hangi anlamda bir “stratejik hipotez”dir?
-
Son 15
yıl, hatta daha uzun bir süre boyunca hareketlerin bir tarihsel bellek ortaya çıkarmadıklarını,
ancak geçmişin tutsakları olmadıklarını ve kendilerini yeniden keşfetmeleri
gerektiğini yazıyorsunuz. Bu koşullar altında, bir devrimci politik gelenek
yaratmak nasıl mümkün olabilir?
Açıkçası mesele, gençleri
tarihsel bellek yoksunluğu nedeniyle suçlamak değil. Bundan ziyade, bugün hâkim
olan tarih “anlayışı” ile uzlaşma meseledir. Yeni toplumsal ve politik
hareketler hatırı sayılır potansiyele sahipler, fakat geçmişin tam olarak
devrim fikriyle özdeşleşmiş ütopist ufkunu tahliye eden tarihsel dönüm
noktasının evlatlarılar. Tarihini ve anlamsal değişimlerini yeniden inşa etmek
muhtemelen bize, zamanımız için bir pusula olarak kaldığını anlamamızda
yardımcı olacaktır.
-
Bir
devrim belleğine sahip olmamak ne anlama gelir?
Bu, yirminci yüzyılın devrimler
döneminin son bulduğu ve bizim, bunun sonuçlarını yaşadığımız anlamına gelir. Bir
yüzyıl boyunca tarih, önermesi, iktidarın askeri güç ile zaptı olan sosyalizme doğru
koşuyor gibiydi. Bu vizyon, günümüz entelektüel evreninin fersah fersah
uzağında. Yeni hareketlerin, tarihsel bir sürekliliğe uymasını engelleyen işte bu
olayların beklenmedik şekilde gelişmesidir. Bu, artık devrim olmayacağı
anlamına gelmez. Aksine, son yıllarda hâlihazırda gerçekleşen bazıları var –sadece
“Arap Baharı”nı hatırlayın-. Bu devrimler, artık kendilerini bugün hükümsüz,
tükenmiş ya da yenilmiş olan geçmiş modeller –sosyalizm, ulusal kurtuluş,
Pan-Arabizm gibi- ile tanımlamıyorlardı ve nereye gittiklerini gerçekten bilmiyorlardı.
Bin Ali ve Mübarek’in baskıcı rejimleri devrildiğinde onları nasıl değiştireceklerini
bilmiyorlardı.
-
Güçlü
modeller varken bile birçok devrim yenilgiye uğradı. Duruş biçimlerinin
yitirilmesi kötüleştirici bir etken mi?
Bu aynı zamanda daha çok
özgürlüğe imkân veren bir durumdur. Radikal dönüşüm fikri, kendisini yirminci
yüzyıldan miras alınan modellerin, özellikle komünizm ve sömürgecilik karşıtlığının
mirasçısı olarak görmese de varlığını sürdürüyor. Ancak henüz görünürde yeni
bir model yok. Bu boşluk, kendilerini yeniden keşfetmeye zorlanan hareketlerde
mevcut olan olağanüstü bir yaratıcılığın -hatta olağanüstü bir teorik
kapsamlılık bile diyebilirim- kökenindedir. Bu yaratıcılığın temelinde bir
devrimci soru var: dünyayı nasıl değiştirebilir, kapitalizme nasıl son
verebilir, gezegeni nasıl kurtarabilir, toplumlarımıza musallat olan korkunç
eşitsizliğin üstesinden nasıl gelebiliriz? Bugün bu ihtiyacın gençler arasında
yaygın şekilde hissedildiğini düşünüyorum.
-
Birçok
kitabınızda, örneğin Solun Melankolisi (Türkçede yayımlanmış ismi ile “Solun
Melankolisi-Marksizm, Tarih ve Bellek; ç.n.) kitabınızda 1960’lara ve 1970’lere
atıfta bulunuluyor. O yıllarla günümüz arasındaki farklar nelerdir?
1970’lerde siyaseti keşfedenler, çizgiler
belirgin çok çeşitli hareketler ve örgütler arasından seçim yapmak zorunda
kaldılar. Şükür ki, ideolojik kafeslere kapatılmış hissi olmaksızın düşünen ve
hareket eden insanlar olan günümüzün gençleri için bu sorun değil. Fakat bu
değişim sadece avantajlar sunmuyor, büyük bir kırılganlığı da beraberinde
getiriyor, çünkü kesinlikle bu hareketler tarihsel bir devamlılık içinde bulunmuyor.
Gelip geçiciler, kısa ömürlü kıvılcımlar. Uzun ömürlü ve oturmuş bir politik
varlık kurmayı başardıklarında, Podemos ile, Syriza ile ya da hatta İşçi Partisi’ni
aşağıdan yenileme girişiminin duvara tosladığı Büyük Britanya’da gördüğümüz
şekliyle geleneksel siyaset tarafından yeniden soğurulma riski ile karşı
karşıyadırlar. İtalya’da, son yirmi yılda ortaya çıkan bütün hareketler, her
türlü hevesi boğacak mikro-aygıt koalisyonları haricinde kendilerine siyasi bir
ifade kazandırmayı başaramadılar. Bir beklenti ufkunu yeniden inşa etmek,
gelecek fikrini yeniden keşfetmek için, bu kısa kabarmaların ötesine
geçmeliyiz.
-
Singular
Pasts: The “I” in Historiography kitabınızda incelediğiniz neoliberal
toplumlarda, başarısızlık ve yenilgi korkusu var. Bu bizi, yeniden denemeyi
düşünmekten bile alıkoyuyor mu?
Belki de, ancak sosyalizm
yenilgiyi “çalışarak”, yani Restorasyon ile sonuçlanan Fransız Devrimi’nin
sonucunda doğdu. Yirmi birinci yüzyıl, bir başka tarihsel yenilgiden, küresel
uzanımların yenilgisinden doğdu. Daha genç nesiller muhtemelen bunun farkına
varmıyor, ancak bu mirasın sorumluluğunun ağır biçimde yüklendiği bir durumda hareket
ediyorlar. Bir tarih anlayışının yeniden edinilmesi, dünyayı değiştirmenin,
geçmişi çok eskiye dayanan bir tasarı olduğunu bilmek –yirminci yüzyılda sadece
olası gibi görünen değil, aynı zamanda fiiliyata da geçirilen bir tasarı- ne
kadar istikrarsız olursa olsun bir kimlik sunabilir ve bizi daha az savunmasız
hissettirebilir.
-
Son
yıllarda hareketlerden ortaya çıkan en dikkat çekici fikirlerden biri
kesişimsellik, mücadelelerin çakışması ve çoklu baskıların nesnesi ve olası
direnişlerin öznesi olarak yeni bir sınıf fikri. Bu perspektif çoğunlukla,
yaşadığınız ve düşündüğünüz ülke olan Fransa’da akla geldi ve La France
Insoumise/Boyun Eğmeyen Fransa (2016 yılında kurulan sol/sosyalist siyasi parti;
ç.n.) deneyimini de içeriyor. Bu, devrimci perspektif algısını inşa etmek için
yararlı bir pratik olabilir mi?
La France Insoumise, pozitif bir
şekilde gelişti. Birçok çirkin milliyetçi ya da “egemenlikçi” partiden ayrıldı ya
da kendilerinden ayrılmaları istendi. Harekette itici güç olmasa da Sarı
Yelekliler hareketine katıldı. Çevresel boyutu entegre edebildi ve toplumsal
cinsiyet, ırk ve sınıfa dayalı istek ve talepler arasında kesişimsellik pratiği
–mümkün olduğunca- yaptı. Çünkü işçi sınıfı banliyölerindeki ırkçılık karşıtı
hareketlere uyum sağladı, Fransız sosyalizminin eski çerçevesi olan “ulusal-cumhuriyetçilik”in
dar sınırlarını aştı. Sol koalisyon önemli bir seçim başarısı elde etti fakat
bu şüphesiz devrim değil. Birçok engeli aşması gerekiyor.
-
Nasıl
yani?
Tamamen şekilsel bir bakış
açısından, sol NUPES koalisyonunun programı, 1981’de François Mitterrand’ın Union
de la gauche/Sol Birlik’inin programından daha orta yolcu. Ekonominin belirli
kilit sektörlerinin kamulaştırılmasını içermiyor. Mélenchon bunu dürüstçe kabul
etmiştir: cumhurbaşkanı olmuş olsaydı bile, şu anda mevcut bulunmayan güçlü
toplumsal hareketlerin desteği olmaksızın programını uygulayacak güce sahip
olmayacaktı. Sorun, çekimserliğin çok yüksek düzeyde olması. Mevcut durumda,
sosyal demokrasinin eski programı –refahın yeniden dağıtımı, sosyal reformlar,
ücret ve emekli maaşlarının savunulması, eğitim, ulaşım ve sağlığa erişim-
neoliberal düzenden bir kopuşa işaret eder. La France Insoumise, bu kopuşu
somutlaştırıyor. Savaş sonrası dönemde, sosyal demokrasi, küresel çapta bir “umut
ilkesi” olarak gözler önüne serilen sosyalizmin devasa meydan okuması
karşısında, kapitalizmin “insanileştirilmesi”nin aracıydı. Bugün sosyal
demokrasi sosyal demokrasinin önemli sütunlarından biri haline geldi. Evrensel
şeyleştirme çağında, hakiki bir sosyal demokrat program, kapitalizmin hâkim
modeliyle bir kopuş olmaksızın gerçekleştirilemez.
-
Sadece
devrimler tarihi değil, karşı devrimler tarihi de mevcut. Bu modern devrimlerin,
Fransız ve Sovyet devrimlerinin başlangıcından bu yana yıkıcı etkileri olan bir
mesele. Karşı devrimler sadece tepkiler midir, yoksa kendilerine ait yeni bir
gerçeklik üretirler ve özerk midirler?
Bu bir çeşit tarihsel kuraldı: karşı
devrim olmaksızın devrim olmaz, simbiyotik bir ilişkiyle bağlıdırlar. Sovyet iktidarı
krizdeyken ve artık bunları bastırmak için tanklarını gönderemiyorken ortaya
çıkan “kadife devrimler” istisnaydılar. Karşı devrimler, dönüşümlerden geçen
kendi kültür ve ideolojilerine sahiptirler. Yirminci yüzyılda bunlar faşizmi
ürettiler. Faşizmin retoriğinin “devrimci” olması hedeflendi, ancak ana unsuru
Bolşevizm’e tepkiydi. Yirminci yüzyıl; karşı devrimi, eski rejimi geri getirmek
değil, yeni bir iktidar biçimi icat etmek iddiasındaydı. Bazıları onu sadece bir
“anti-kültür” olarak değerlendirse bile, kültürü önemsiz değildi; her ne olursa
olsun, faşizm, yeni bir medeniyet fikri icat etti. Almanya’da faşizm, Jünger,
Schmitt ve Heidegger gibi büyük şahıslar üretti. Fransa’da, yirminci yüzyılın ilk
yarısının edebiyatı, Proust’tan sonra, Céline ve Drieu la Rochelle gibi bir
dizi faşist ile göze çarpar.
-
Mevcut
neoliberal dönem, 1960 ve 1970’lerdeki küresel devrimci döneme bir tepki olarak
karşı devrim olarak yorumlanabilir mi?
Evet. Bir tarihçi olarak Fernand
Braudel’in “longue durée”sini hatırlatarak yanıtlamak isterim. Bugün içinde
yaşadığımız neoliberal çağ, uzun yirminci yüzyıl devrimleri dönemine bir karşı
tepki olarak –bu anlamda, bir karşı devrim- görülebilir. Toplumsal düzlemde bu
bariz. Geçen yüzyılın bütün toplumsal kazanımları sorgulanmıştır. Küresel
ölçekte sınıflar arasındaki güç ilişkileri derinden değişmiştir. Brooklyn’de,
Amazon deposu işçileri sendikalarının tanınması kazanımını elde ettiler –ve bu,
son yılların en büyük kazanımlarındandı. 1960 ve 1970’lerdeki emek hareketinin
ne olduğunu düşününce, bu başarının korkunç bir gerileme durumunda geldiği
şüphe götürmez.
-
Yaşamakta
olduğumuz karşı devrimin tarihi nedir?
On yıllar boyunca, neoliberalizm
üst sınıfların kültürü içerisinde sapkın bir akımdı. İkinci Dünya Savaşı
sırasında; Sovyetler Birliği, ABD ve Büyük Britanya’nın Nazizm ve faşizm ile
savaştığı bir zamanda Roosevelt’i totalitarizm için bir beşinci kolcu (Ülke
içinde düşman adına çalışma yürüten grup/kişi; ç.n.) olarak sunan Kölelik Yolu gibi
bir kitabı kim ciddiye alırdı? O dönemlerde, Hayek’in fikirleri kabul
edilemezdi. Bir dönüşün ilk işareti 1973’te Şili darbesiyle geldi. Chicago Boys
(Şili’deki darbenin ve neoliberal dönüşümün arkasındaki ekip; ç.n.) geldi ve
Gabriel Boric’in çevresindeki solun bugün hâlâ mızrakla dövüşmek zorunda
kaldığı yapısal reformları ortaya koydu. Pinochet, silahlı karşı devrimi
cisimleştirdi. Akabinde, neoliberalizm, liberal demokrasi ve piyasa toplumunun
kombinasyonunu temel alan bir “anti-totaliter” retorik ile kendini dayattı.
-
Dolayısı
ile neoliberalizm sadece bir tepki değil, aynı zamanda kurumsallaşmış bir siyasi
form ve sürekli kendini yenileme peşinde olan özel bir yaşam biçimidir. Bunu “devrimci”
olarak nitelemek doğru mudur?
Neoliberal “devrim” –ekonomik
biçim olarak neoliberalizmin çok ötesine uzanan- imajların, tarzların ve illüzyonların
sürekli bombardımanıdır. Tek kelimeyle bir “özelleştirilmiş ütopya”dır. Masum
bir operasyon değildir. Felaketler ve uçsuz bucaksız acılar üreten
sosyo-ekonomik düzen, medeniyet olarak kapitalizm sabit kalsa bile, etrafımızdaki
her şeyin dönüştüğü hissini aşılamaya çalışır. Neoliberalizmin, kendisini
sadece ordular vasıtasıyla değil, her şeyden önce, bütün bir yirminci yüzyıl
tarihinin içine sokuşturulduğu totalitarizme “demokratik” bir alternatif olarak
dayattığını vurgulamak isterim.
-
Devrim, karşı
devrimciler tarafından çalındıysa, bu bakış açısı nasıl tersine çevrilebilir?
Kimsede bunun formülünün olduğunu
düşünmüyorum. Devrim, ezilenlerin kendi güçlerinin, kolektif eylem ile dünyayı
değiştirme yeterliliklerinin farkına vardıkları bir tarihsel momenttir. Walter
Benjamin, anımsatıcı bir formül kullanmıştı: olağanüstü ve patlayıcı güçleri
serbest bırakan atomun bölünmesi. Devrim, tarihin çizgiselliğinin aniden
kırıldığı ve her şeyin mümkün hale geldiği, yeni ufukların açıldığı andır: devrimler,
ütopya fabrikalarıdır. Bu, kaçınılmaz şekilde riskler içerir, çünkü tehlikeli
yollar da alınabilir.
Ancak devrimler, kararnameler ile
gerçekleşmezler; aşağıdan doğar ve Jules Michelet’in dediği gibi, yılan saçlı
tanrıçalar gibi saçılırlar. Ancak şunu bilmek gerekir ki, devrimler sürekli
olarak defedilseler de hâlâ tarihe hayat veriyorlar.