Content feed Comments Feed

Türkçeye de çevrilen Küresel Ekonomide Kriz kitabının yazarı olan ve siyaset teorisi alanında çalışmalar yürüten Bologna Üniversitesi (İtalya) Öğretim Görevlisi Sandro Mezzadra, koronavirüs salgını sürecinde hem devletler hem de toplumsal hareketler açısından ortaya çıkan imkânlar ve salgın sonrasında kapitalizmin geleceğine dair fikirlerini içeren bir yazı kaleme aldı.


Eczanede uzatmalı bir bekleyiş, süpermarkete girmeden önce uzun bir kuyruk. Bugün giderek sıradan hale gelen böylesi deneyimler koronavirüsün yayılmasının toplumu nasıl dönüştürdüğünü görmemize yardım edebilir. Yine de, daha kesin bir ifadeyle, küresel salgın ve İtalyan hükümeti tarafından buna karşı hamle girişimi olarak yürürlüğe konulan tedbirler aslında zaten bir süreden beri var olan eğilimleri daha da kızıştırıyor. Korku siyasetinin egemen olduğu son birkaç on yıl izini bıraktı. Bu, mevcut fiziksel temas korkusunda ya da insanlar arasında “güvenlik mesafesi”ni koruyan şüpheli bakışlarda görülebilir. Hiç kuşku yok ki böyle bir kontrol kaygısı, yaşamlarımıza hükmeden iktidarları güçlendirir ve bu alınanlar gibi hükümet kaynaklı önlemler bir kez alındığında politik imkân cephaneliğinin parçası haline geldiklerini hatırlamakta fayda var. Yine de, son derece farklı çağrışımları olan başka yansımalar da ortaya çıktı. Sokaktaki insanlar birbirlerine gülümsüyor, balkonlardan müzik çalınıyor ve dayanışma duygusu sadece doktor ve hemşireleri değil, aynı zamanda çalışma koşullarınca sunulan sağlık güvenliğini savunmak için grev yapan fabrika işçilerini de sarıyor.

Toplumsal hareketlerin ve solun rengârenk diyarında, tartışmalar ilk yöne, yani olağanüstü durum zamanlarında kontrol mekanizmalarının keskinleştirilmesine yoğunlaşıyor görünüyor. Kendilerini virüs bilim ve salgın bilim uzmanına dönüştüren tanınmış düşünürlerce ifade edilen fikirlerin bile ötesinde, COVID-19’un gerçek ciddiyetine dair bir çeşit kuşkuculuk baskın çıkıyor gibi görünüyor. Bu tutum bana yanıltıcı gibi geliyor. Bunun yerine tartışmaya, koronavirüsün yayılmasının hem milyonlarca insanın sağlık ve yaşamına (öncelikle yaşlı olanların ve risk grubundaki diğer bireylerin) hem de sağlık sisteminin tam da varlığını sürdürebilmesine yönelik bir tehdit teşkil ettiği gerçeğinden yola çıkarak başlamak gerek. Bu noktada bir şüphe olmaması gerektiğini düşünüyorum. Lakin, durum böyleyse, koronavirüs temel şeye, “genel”e yönelik bir tehdittir. Devam eden salgın, “bakım” –özellikle son yıllarda feminist tartışmalarda vurgulanan şey- ihtiyacımıza ek olarak böylesi bir genelin (yaşamlarımızın ta kendisinin yanında) kırılganlığını ve güvencesizliğini gösterdi. Fakat mevcut durumun yükselen kontrolünü unutmaksızın, şu anda İtalya'da, Avrupa'da ve dünyada neler olduğunu düşünmek amaçlı geliştirmek istediğim eşit derecede önemli olan bu ikinci perspektiftir.

Koronavirüsün ekonomik etkilerinin eşi benzeri görülmemiştir. On yıllardan beri ilk defa, kökeni "reel sektör"de yatan bir kriz, küresel finans piyasalarını emsalsiz kayıplara yol açacak şekilde şiddetli biçimde vurdu. Küresel kapitalizm bakımından, mevcut durumu resmetmeye en uygun şey "tıkanıklık" metaforu gibi görünüyor. Bir aynada olduğu gibi, bu kriz değerleme ve birikim devirleri; sermayenin, ticari malların ve insanların hiç bitmeyen hareketine dayanan kapitalizmin tersten görüntüsünü yansıtıyor. Kapitalist küreselleşmenin lojistik ve altyapısal iskeletini teşkil eden bağlantılar olan tedarik zincirleri, bugün önemli derecede engellenmiş görünüyor. Uzunca bir süredir tedarik zincirlerinin ve bağlantılı geçit ağlarının, özel bölgelerinin ve aktarma merkezlerinin genişlemesini yönlendiren borsadaki fiyatlar, böylesi bir tıkanıklığı dışa vurmaya zorlanıyor.

Öyleyse, mevcut salgının, küresel kapitalizmin gelişiminde dönüşü olmayan bir noktaya denk geldiğini söylemek yanlış olmaz. Hiçbir şekilde "çöküş" ya da kıyamet fantezilerine kapılmıyorum. Kapitalizm, koronavirüsten sonra da kesinlikle var olmaya devam edecek, ancak yakın geçmişte gördüğümüz -2007/2008 yıllarında gerçekleşen finansal krizden kaynaklanan radikal değişimler göstermiş olsa da- versiyonundan son derece farklı olacak. İtalya'da ne olduğunu anlamak için -küresel düzeyden nazaran- buradan başlanması gerektiğini düşünüyorum. Şu anda İtalya çok da uzak olmayan bir geçmişte olduğundan büsbütün farklı koşullarda olsa da bir "laboratuvar".

Basitleştirme riski altında, bugünlerde krize yanıt olarak sınırları iyi belirlenmiş iki alternatifin şekil almaya başladığı söylenebilir. Bir yanda Johnson-Trump-Bolsonaro ekseninde örneğini bulan "Malthusçuluk" (bkz. Malthusçuluk) -esas olarak sosyal Darwinizm'den esinlenen-. Diğer yanda, kamusal sağlık sisteminin mevcut krizin üstesinden gelmede asli araç olarak yeniden yeterliliğe kavuşturulmasını amaçlayan alternatif bir yanıt beliriyor -burada, Çin, Güney Kore ve İtalya tarafından çok değişik örnekler sunuluyor-. İlk durumda, toplum içinde meydana gelen binlerce ölüm bir doğal seleksiyon biçimi olarak görülür; ikincisinde ise neredeyse tamamı şarta bağlı nedenlerle, mesele, farklı derecelerde otoriterlik ve sosyal kontrol ile "toplumun savunulması gerektiği" şeklinde görülür.

Açık bir şekilde anlatırsak: İtalyan hükümeti tarafından uygulamaya konulan tedbirleri hiçbir şekilde onaylamıyorum. Kendimi şu anda, küresel düzeyde sadece kapitalizmin geleceği için değil, aynı zamanda kendi hayatlarımız için de -sonuçta aynı şey- kritik sonuçlar doğuracak bir çatışmanın seyir halinde olduğunu söylemek ile sınırlıyorum. Bu mücadele; direnişleri sağlam ve sosyal, politik olarak kökleşmiş olduğundan Birleşik Krallık, ABD ve Brezilya gibi, hükümetleri "Malthusçu" çözümleri destekleyen ülkeleri etkiliyor. Fakat aynı zamanda, böylesi bir mücadelenin, işçilerin Confindustria'nın (İtalyan Genel Sanayi Konfederasyonu) seçeneklerini ve kendilerini üretimin yüceliğine kurban etmelerini reddetmeleriyle böyle bir mücadelenin ifade edildiği İtalya gibi ülkeleri de etkiliyor. Daha genel olarak, koronavirüs sürecinin yönetimi, kritik bir çatışma alanı olarak boy gösteriyor. Şu anda ve önümüzdeki aylarda ancak ve ancak toplumsal mücadelelerin sertleştirilmesi demokrasi alanlarının ve "genel"in önemsenmesinin yolunu açabilir. Bu İtalya için de en az ABD kadar geçerlidir.

Yakın gelecekte ortaya çıkabilecek bir dizi senaryo var ve kökleşmelerine müsaade edebilecek koşulları analiz etmeye değer. Kamusal sağlık sisteminin, yani sağlık hizmeti sosyal hakkının asli değeri kesinlikle sorgulanamayacak bir unsurdur. Bu, en azından bir süre için, daha fazla kesinti tasarlamanın zor olacağı ve aksine yeni yatırımlar mevsimine, özellikle de sağlık çalışanlarınca oluşturulan baskı altında başlamanın mümkün olabileceği anlamına gelir. Geçtiğimiz haftalar içinde meydana gelen değişikliklerin (online eğitimin kullanımından başlayarak) kalıcı durumlara dönüşmesini engellemek gerekecekse de, eğitim alanında da bunun aynısının olacağı umulabilir. Her krizde olduğu gibi, bakım işinin yükü en çok kadınlara kalıyor, ancak bu durum bile yeni mücadeleler ve müzakereler için alanlar yaratıyor. Yukarıda bahsi geçen işçi grevleri, sosyal olarak bile yeni sendikalaşma ufukları ihtimaline ve "karantina geliri" talebine işaret ediyor. Son derece yüksek bir bedel ödenmesine karşın, İtalya'daki son cezaevi isyanları, son yıllarda kökten ışık geçirmez hale gelen dünyada yenilenmiş bir görüş imkânı ortaya çıkardı -bununla birlikte, kısm de olsa önemli sonuçlar elde ettiler. Bu, farklı zamanlarda da olsa, koronavirüsün ülkeye geri göndermeleri fiilen durdurduğu mültecilerin Geri Dönüş İçin Konaklama Merkezleri'nde de (CPR) oluyor.

Söylemek istediğimi pekiştirmek için: şu anda ele aldığımız şey, sadece devlet idaresi mantığındaki değişimler değil, özgün mücadele alanları sunan senaryolardır. Metodolojik bir bakış açısıyla, o noktadan başlamak bana kritik geliyor. Dahası, virüs, egemenlikçilik ve onun sınır fetişizminin tamamen yanıltıcı karakterini gösterdi. Avrupa’da yeniden bir etki geliştirmek için koşullar uygun. Tabii ki Avrupa Birliği şu ana kadar çok bir şey yapmadı, amaca zarar veren yöntemlerle değilse de çelişkili hareket etti. Buna rağmen, tasarruf rejiminin sonunda dengeli bütçe dogmasından uzak düştüğünü nasıl göremeyiz? Avrupa Merkez Bankası’na yüklenen son başvuru makamı olarak borç verici rolünün verdiği “nesnel” gerilimler de ayrıca çarpıcı. Bunlar gerçekten de, politik yönelmişlikten azade olduklarına dair “nesnel” eğilimler olsalar da, Avrupa coğrafyasında mücadeleleri yeniden etkinleştirme koşullarını tayin ediyorlar. Belki de daha iyisi, kıtanın birçok parçasında gelişecek mücadelelerin yeniden sahne almasının Avrupa düzeyinde çerçevesini çiziyorlar.

Özetle, burada gelişen perspektif bizlere, devam eden salgına, dikkati farklı hareketler, toplumsal mücadeleler için ortaya çıkan alanlara ve solun kendisine çekerek bakma imkânı sağlıyor. Önceden de savunduğum gibi, kontrol konusunu, devletin yetkilerinin genişlemesi ve korku siyasetinin daha fazla teşvik edilmesi konularını küçümsemiyorum. Bu yönler, açık bir şekilde mevcut senaryonun parçası. Fakat bunlara nasıl karşı çıkılmalı? Kanaatim şu ki, “İtalyan laboratuvarı” şeklindeki mevcut algıyı tersine çevirmek için bu yazının başında atıfta bulunduğum genelin “önemsenmesi”nden başlanmalı. Dahası, mevcut durum dâhilinde salgın zamanında mücadelelerin daha genel bir politikasını şekillendirmeyi göz önünde bulundurarak mevcut fırsatları sımsıkı tutmak gerek.


https://www.versobooks.com/blogs/4598-politics-of-struggles-in-the-time-of-pandemic adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) bir açıklama yaparak, koronavirüse karşı her türlü hijyen önleminin alınması ve bazı Zapatista kurumlarının geçici olarak kapatılması çağrısında bulundu.


Meksika halkına;

Dünya halklarına;

Ulusal Yerli Kongresi-Yerli Yönetim Meclisi'ne;

Direniş ve isyan ağlarına;

Kız ve erkek kardeşlere;

Arkadaşlara;

Size şu bilgilendirmede bulunuyoruz:

"Koronavirüs" olarak da bilinen COVID-19'un yayılmasıyla ortaya çıkan insan yaşamına yönelik gerçek ve bilimsel olarak kanıtlanmış tehdidi göz önünde bulundurarak,

Uyruk, cinsiyet, etnik köken, dil, dini inaç, politik tutum, toplumsal durum ve tarih ayrımı yapmaksızın yaşamı tehdit eden bu tehlikeye karşı gerekli tedbirleri almak yerine, insani bir sorunu birbirlerine saldırmak için kullanan kötü hükümetlerin ve bir bütün olarak siyaset sınıfının saçma sorumsuzluğu ve ciddiyetten yoksunluğunu göz önünde bulundurarak,

Tehdit ile baş etmek için gerçek bir planın yokluğunun yanı sıra, salgının kapsam ve ciddiyetine dair doğru ve zamanında bilgilendirme eksikliğini göz önünde bulundurarak,

Zapatistaların kavgamıza adanmışlıklarını göz önünde bulundurarak,

Şu kararı verdik:

Bir- Köylerimizde, yerel örgütlenmelerimizde, mahallelerimizde ve tüm Zapatista örgütsel yapılarında bir kırmızı alarm kararı veriyoruz

İki- İyi Yönetim Belediyeleri ve Zapatista Asi Otonom Belediyelerine "caracol"ların ve Direniş ve İsyan Merkezleri'nin derhal kapatılması tavsiyesinde bulunuyoruz.

Üç- Destekçi taban ve bütün örgütsel yapıya, Zapatista yerel örgütlenmeleri, köyleri ve mahalleleri genelinde paylaşılacak bir dizi öneri ve olağanüstü hijyen önlemlerine uyulması tavsiyesinde bulunuyoruz.

Dört- Kötü hükümetlerin yetersizliği dikkate alındığında, Meksika'daki ve dünyadaki herkesi bilimsel temellerde gerekli sağlık tedbirlerini almaya, ilerlemeye ve bu salgından sağ çıkmaya teşvik ediyoruz.

Beş- Kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin bırakılmaması, bölgenin ve toprak ananın savunulması mücadelesinin sürdürülmesi, kaybedilen, katledilen ve hapsedilenler için mücadelenin sürmesi ve insanlık için kavga bayrağının en tepeye yükseltilmesi çağrısı yapıyoruz.

Altı- İnsanla teması kaybetmemeye, fakat birbirimizi arkadaş, kız kardeş ve erkek kardeşler olarak tanımanın yollarını geçici olarak değiştirmeye çağırıyoruz.

Kalp ile birlikte sözün ve kulağın birbirlerini bulacağı birçok patika, birçok yol, birçok takvim ve birçok coğrafya vardır. Ve yaşam için verilen bu savaş onlardan biri olabilir. Hepsi bu.

Meksika'nın Güneydoğusu dağlarından
Devrimci Yerli Gizli Komitesi-Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu Genel Komutanlığı adına
Subcomandante Insurgente (İsyancı) Moisés
Meksika, Mart 2020


https://chiapas-support.org/2020/03/17/because-of-coronavirus-the-ezln-closes-the-caracoles-and-calls-to-not-abandon-current-struggles/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü


Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Uruguaylı Gazeteci-yazar Raúl Zibechi, mevcut koronavirüs salgınının neoliberal politikalarla ilişkisi ve bu sürecin devletler ile toplumlar açısından işleyişine dair bir yazı kaleme aldı.



Virüslerin kök saldığı ve çoğaldığı toplumsal ve doğal ortamların önemini yüzyıllar önce öğrenebildik, çünkü onlarla yaşıyoruz ve bizi her zaman tehdit etmiyorlar. Kara veba bize, önceden var olan virüslerin, uygun koşullar yaratıldığında çoğaldığını ve yayıldığını öğretmiş olmalıydı. Bizim örneğimizde, bu koşullar neoliberalizm tarafından yaratıldı.

William McNeill, Vebalar ve İnsanlar kitabında, 1347 yılından itibaren Avrupa'yı kasıp kavuran kara vebayı analiz ederken bazı günümüz meselelerinin altını çiziyor. Paganlardan farklı olarak Hıristiyanlar, hastalarına bakmışlar, "öldürücü salgın zamanlarında birbirlerine yardım etmişlerdir" ve böylece vebanın etkilerini bünyelerine aldılar (Siglo XXI, s. 122). İnsanoğlunun kaynaşması, aşırı nüfus vebanın yayılmasında kilitti (s. 163).

Yoksulluk, az çeşitli beslenme biçimi, "batıl inançlar"ın kuralsızlığı, şehirlerin yerel gelenekleri ve yeni sakinlerin gelmeleri, vebaları felaketlere dönüştürdü (s. 155). Braudel vebanın ya da "binlerce kafası olan yılan"ın, durağan bir hayat yapısı oluşturduğunu ekler (Gündelik Hayatın Yapıları, s. 54). Buna rağmen ne kadar az şey öğrenmişiz.

Kara veba, birkaç yıl içinde Avrupa nüfusunun yarısının ölmesiyle aşırı emek gücü kıtlığı yaşanmasına ve yerleşik kurumların itibar kaybına bağlı olarak feodal toplumu yok etti. Şu anda devletlerin milyonları evlerine kilitlemesine neden olan korku budur.

Devam eden koronavirüs salgınının bazı özellikleri var. Toplumsal olanlarına odaklanacağım çünkü temel bilimsel sorulara aldırmıyorum.

Muhtemelen telafisi imkânsız olan çevresel, sağlıkla ilgili ve toplumsal yıkıma yol açan otuz yıllık neoliberalizm uygulaması olmasaydı mevcut salgının etkisi olmayacaktı.

Birleşmiş Milletler, BM Çevre Programı (UNEP) vasıtasıyla, salgının "çevresel bozulmanın bir yansıması" olduğunu onaylıyor. Rapor, "vahşi yaşam alanları insan faaliyetleriyle yok edildikçe, hayvanlardan insanlara geçen hastalıkların büyüdüğünü ve kötüleştiğini", çünkü "hastalık yapıcı virüslerin hayvan sürülerine ve insanlara daha hızlı yayıldığını" belirtiyor.

Hayvanlardan insanlara geçen hastalıkları engellemek ve sınırlandırmak için "ekosisteme ve vahşi yaşama yönelik doğal yaşam alanının daraltılması ve parçalanması, yasa dışı ticaret, kirletme ve istilacı türlerin üremeleri ile giderek artan iklim değişikliğini de içeren çeşitli tehditler ele alınmalı".

İspanya'nın bazı bölgelerinde bu Mart başı hava sıcaklıkları normalin 10 derece kadar üzerinde. Dahası, bilimsel bulgular, virütik hastalıklar ile ormansızlaştırmayı bağlantılandırıyor.

Salgını katlanarak çoğaltan ikinci mesele, sağlık sistemindeki ağır kesintiler. İtalya'da son 10 yıl içinde hastanelerdeki yatak kapasitesi 70 bin eksildi, 359 merkez ve sayısız küçük hastane kapatıldı. 2009-2018 yılları arasında sağlık harcaması OECD ülkelerinde yüzde 37 artarken İtalya'da yüzde 10 arttı. İtalya'da her bin kişiye 3.2 yatak düşerken bu oran Fransa'da 6, Almanya'da 8.

Ocak-Şubat ayları arasında İspanya sağlık sisteminde çalışan sayısı koronavirüsün yayılmasına paralel 18 bin 320 azaldı. Çalışma koşulları giderek artan bir şekilde ağırlaşırken, bu iş kolundaki sendikalar "geçici istihdam ve iş güvencesizliğin istismarından" bahsediyor. Sağlık sistemindeki bu neoliberal politika, İtalya'da bütün ülkenin karantinaya alınmasının ve İspanya'nın da onu izlemesinin muhtemel olmasının nedenlerinden biri.

Üçüncü mesele ise, kendini korku aşılamaya adayan ve taraflı bir şekilde yayın yapan ana akım medya tarafından geliştirilmeye çalışılan bireycilik ve eşitsizlik salgını. Bir asırdan fazla zamandır, alışveriş merkezleri gibi tüketim katedralleri kutsanırken, sermaye ve devletin halkın sosyalleşme alanlarına yönelik güçlü saldırısına maruz kaldık.

Tüketimi özendirme; depolitize eder, kimliksizleştirir ve bir "antropolojik değişim"i (Pasolini'nin uyardığı şekilde) beraberinde getirir. Bugün çocuk yerine evcil hayvan isteyen insanlar var. Yarattığımız ve durumunun sorumlusu olduğumuz dünya bu.

Uzun vadeli önlemler salgınları daha kötü duruma getirebilir. Devlet, ahaliyi evinde hapsederek, fiziksel teması bile yasaklayarak toplumu askıya alıyor. Eşitsizlik, vebanın duyurulmasıyla zenginler yazlıklarına kaçarken, yoksulların ise "devletin kendilerini beslediği, tecrit ettiği, engellediği ve gözetlediği şehirlerde tutsak kaldığı" Orta Çağ'dakiyle (1500'lü yıllar civarıyla) aynı (Braudel, s. 59).

İnsan ilişkilerini askıya alan dijitalleştirilmiş panoptikon hapishane modeli, sermayenin mevcut sistemik geçişte kontrolü elinden yitirmemek için koyduğu stratejik hedef gibi görünüyor.


https://www.jornada.com.mx/2020/03/13/opinion/018a1pol adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Patras Yunan Açık Üniversitesi öğretim görevlisi ve Historical Materialism dergisi editöryal kurulu üyesi Panagiotis Sotiris, koronavirüs salgını sürecinden yola çıkarak, böylesi kriz süreçlerinde demokratik bir biyopolitikanın oluşturulmasının, kolektif mücadelenin olabilirliği üzerine bir yazı kaleme aldı.


Giorgio Agamben'in, Covid-19 salgını karşısında "istisna hali"nde biyopolitika uygulaması olarak uygulanan tedbirleri tasvir ettiği yakın zamanlı girişimi, biyopolitiğe dair nasıl düşüneceğimize ilişkin önemli bir tartışmayı alevlendirdi.

Michel Foucault tarafından formüle edilen biyopolitika kavramı, kapitalist moderniteye geçişle ilişkili, özellikle de iktidar ve zorun uygulanma yöntemleri bakımından değişimleri anlamamıza çok önemli bir katkı olmuştur. Egemen olanın elinde tuttuğu bir yaşam ve ölüm hakkı olarak iktidardan, ahalinin sağlığını (ve üretkenliğini) garanti etme girişimi olarak iktidara geçiyoruz. Bu, her biçimdeki devlet müdahalesi ve zorlamanın, eşine rastlanmamış şekilde genişlemesine sebep oldu. Zorunlu aşamalardan kamusal alandaki sigara yasaklarına, biyopolitika mefhumu, sağlık politikalarının siyasi ve ideolojik boyutlarını anlamak için birçok durumda kilit olarak kullanılmıştır.

Aynı zamanda bize, ırkçılığın "bilimsel" zemin bulma arayışındaki yollardan öjenik gibi tehlikeli eğilimlere kadar, çoğu kez kamusal alanda bastırılan çeşitli olayları analiz etme imkânı verdi. Ve Agamben, "istisna hali"nin modern biçimlerini, yani başlıca örneği toplama kampları olan zorun aşırı biçimlerinin uygulamaya sokulduğu alanları teorize etme girişiminde bunu yapıcı bir yolla kullandı.

Covid-19 salgınıyla başa çıkılmasına dair sorular, biyopolitik ile ilgili meseleleri açık olarak ortaya çıkarmaktadır. Birçok yorumcu, Çin'in salgını kontrol altına alma ya da yavaşlatma doğrultusunda adımlar attığını öne sürdü, çünkü Çin; geniş karantina uygulaması, sosyal etkinliklerin yasaklanmasını içeren, devletin idaresinde bulunan büyük baskı, gözetim ve izleme önlem ve teknoloji cephaneliği tarafından da desteklenen biyopolitikanın otoriter bir versiyonunu uygulayabiliyor.

Hatta bazı yorumcular, liberal demokrasiler aynı zor kapasitesinden mahrum olduğundan ya da daha çok gönüllü bireysel davranış değişikliğine yatırım yaptığından aynı önlemleri alamadıklarını ve bunun da salgınla başa çıkma girişimi önünde engel oluşturabildiğini iddia ettiler.

Ancak açmazı, bir otoriter biyopolitika ile rasyonel bireysel tercihler yapan bireylere yönelik bir liberal güven arasında göstermenin kolaycılık olacağını düşünüyorum.

Dahası, karantinalar ya da "sosyal mesafelenme" gibi halk sağlığı tedbirlerine basitçe biyopolitika olarak yaklaşmak, şu ya da bu şekilde bunların potansiyel faydalarını gözden kaçırıyor. Aşının ya da virüse karşı başarılı tedavilerin yokluğunda, 19. yüzyıl halk sağlığı kitapçıklarının dağarcığından gelen bu önlemler, özellikle hassas gruplar için yükü hafifletebilir.

Özellikle de, ileri kapitalist ülkelerde bile halk sağlığı altyapısının bozulduğunu ve salgının yayılma oranını azaltacak tedbirler alınmadıkça salgının zirvesine dayanamayacaklarını düşündüğümüzde doğru.

Agamben'in aksine, "çıplak hayat"ın (Agamben'in, insanın biyolojik varoluşu kavramsallaştırması; ç.n.), çökmüş bir sağlık sistemi nedeniyle bir solunum cihazı ya da yoğun bakım ünitesi listesindeki adıyla bekleyen bir emekliye, karantinanın uygulanabilirliği ile ilgilenen entelektüelden daha yakın olacağını söyleyebiliriz.

Yukarıdakilerin ışığında, Foucault'ya farklı bir dönüş önermek isterim. Foucault'nun ziyadesiyle ilişkisel bir iktidar pratikleri kavrayışına sahip olduğunu bazen unuttuğumuzu düşünüyorum. Bu anlamda; demokratik, hatta komünist bir biyopolitikanın mümkün olup olmadığı sorusunu sormak yerindedir.

Bu soruyu farklı bir şekilde ifade edersek: Zor ve gözetim biçimlerinin bunlara paralel olarak genişlemesi olmaksızın kitlelerin sağlığına gerçekten de yardım eden, geniş çaplı davranış değişikliklerini de içeren kolektif pratiklere sahip olmak mümkün müdür?

Foucault'nun kendisi, son zamanlarındaki çalışmalarında gerçek, hakikati söylemek ve kendilik kavramları etrafında böyle bir yöne işaret eder. Antik felsefeyle gerçekleştirdiği bu bir hayli orijinal diyalogunda, bireysel ve kolektif özeni, zorlayıcı olmayan yöntemlerle bir araya getiren alternatif bir bios (yaşam; ç.n.) politikası önermiştir.

Böylesi bir bakış açısında, salgın zamanlarında hareketin azaltılması ve sosyal mesafelenme için ya da kapalı kamusal alanlarda sigara içilmemesi veya doğaya zarar veren bireysel ve kolektif pratiklerden kaçınılması için alınan kararlar, demokratik olarak tartışılmış kolektif kararların sonucu olacaktır. Bu, başkaları ve ardından kendimiz için basit bir disiplinden sorumluluğa ve sosyalliği askıya almaktan onu dönüştürmeye geçiş yaptığımız anlamına gelir. Böyle bir durumda, her türlü sosyal uyum algısını bozabilecek kalıcı olarak bireyselleştirilmişlik korkusu yerine, böylesi sağlık acil durumlarında tıbbi müdahale ile eşit düzeyde önemli olabilecek unsurlar olan ortak mücadele kapsamında kolektif çaba, koordinasyon ve dayanışma fikrine geçiyoruz.

Bu, demokratik bir biyopolitika imkânı sunar. Bu aynı zamanda bilginin demokratikleşmesini de temel alabilir. Kitleselleşme kampanyalarına duyulan ihtiyaç ile birlikte bilgiye erişimin artması, sadece uzmanların otoritesini değil, bilgi ve kavrayışı temel alan kolektif karar alma süreçlerini mümkün kılar.

Aşağıdan biyopolitika

HIV ile savaş, damgalanmayla mücadele, insanların bunun "yüksek risk grubu" hastalığı olmadığını anlamalarını sağlama, güvenli seks pratikleri eğitimi, tedavi edici önlemlerin finansmanı ve kamusal sağlık hizmetine erişim talebi ACT UP (Act Up; 1987 yılında New York'ta kurulan ve AIDS'in asli sorumlularının tespitini amaçlayan örgüt; ç.n.) gibi hareketlerin mücadeleleri olmaksızın mümkün olmazdı. Bunun gerçekten de aşağıdan bir biyopolitika örneği olduğunu söyleyebiliriz.

Ve mevcut konjonktürde, toplumsal hareketlerin faaliyet gösterecekleri çok alanları var. Kamusal sağlık sistemlerinin, salgının yol açtığı ekstra yüke dayanmasına destek olacak acil önlemler talep edebilirler. Bu tür bir krizde, bireyselleştirilmiş "hayatı idame" paniğinin aksine dayanışma ve kolektif öz örgütlülük ihtiyacına işaret edebilirler. Devlet gücünün (ya da zorun), kaynakların, özel sektörden toplumsal olarak ihtiyaç duyulan yönlere kanalize edilmesi için kullanılması konusunda ısrarcı olabilirler. Ve hayat kurtarıcı bir zorunluluk olarak toplumsal değişim talep edebilirler.


https://lastingfuture.blogspot.com/2020/03/against-agamben-is-democratic.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Silvia Federici, Katalunya merkezli Justícia Global dergisi ile kadın emeği, kadınların ayrı örgütlenme hakkı ve sebepleri, ev içi emek vb. konulara dair bir söyleşi gerçekleştirdi. Federici söyleşide; taşıyıcı annelik, seks işçiliği gibi tartışmalı konular üzerinde de duruyor.



- Feminizm, her zamankinden daha fazla sokakları doldurmakta ve söylemini siyasi gündeme ve medyanın gündemine yerleştirmekte. 2018 ve 2019 yıllarında tüm dünyada gerçekleşen feminist grevler hareketin tarihteki en kitlesel eylemleri oldu. Bunu nasıl okuyorsunuz?

Grevlerden mutlu oldum, neden mi? Buna dair düşünmemiz önemli, çünkü erkek çalışanlar hiçbir zaman bir şey talep etmeksizin greve gitmezler. Kadınların, taleplerinin karşılandığı bir program oluşturmalarını isterim.

- Öyle değil mi?

İstenen çok fazla şey var. Kadın grevi erkeklerinkinden farklı olmalı, çünkü omuzlarında çok fazla yeniden üretim yükü var. Ele alınacak zorluklardan birinin farklı yöntemlerle greve gidilmesi ve taleplerde bulunulması, sadece protesto grevi olmaması olduğunu düşünüyorum. Feminist hareket şu anda programa dair, üstünde uzlaştığımız noktalar neler olduğu ve bunlardan hangilerinin bizi birleştireceğine dair bir tartışmaya başlamış durumda.

- Bu greve dair yeterli teorik çaba olmadığını ve somut taleplerin masaya koyulmadığını düşünüyor musunuz?

Hem evet hem hayır. En spesifik olanları hangileri?

- Yöneticilerin bakım hizmeti sektöründe düzgün çalışma koşullarını temin etmeleri, toplumsal cinsiyet eğitimi, kürtajın bir hak olarak tanınması, kadınlarla çalışan hukuk personellerinin feminist eğitim alması ya da ücret uçurumunun kapanması gibi talepler.

Feministlerin, bu rahatsızlıkları masaya koymalarının üzerinden 40 yıl geçti. Bugün büyük bir kriz var ve daha somut şeyleri tartışmaya başlamanın zamanıdır. Ücret farkı ve emek piyasasında eşitlik tabii ki önemli, fakat biz her zaman buna odaklanıyoruz ve iş bundan ibaret değil. Yeni şeyler görürsem mutlu olacağım.

- 70’lerin başında, temel olarak kadının yeniden üretim işinin ya da bakım işinin varlığını kabul eden bir maaşın gerekliliği talebinde olan uluslararası ev içi emek için ücret kampanyasını başlattınız.

Bunu talep ettik, çünkü kadınların, kişisel hizmet olmayan bütün işleri ücret almaksızın yaptıklarını analiz ettik; bu, büyük sermayeye fayda sağlayan bir iş: kadın yeniden üretir; yani meta olan üreticileri üretir. Ancak bu işe ücret verilmez ki bu da kadını erkeğe bağımlı kılar; bağımlılık ve eşitsizlik de yeni bir yoksulluk durumunu ve kadının işine dair cehaleti yaratır. Ücret talebi, kadınların bir miktar özerklik için iki iş yapmaya zorlandıkları ve iki iş yapmak istemezlerse hâlihazırda yaptıkları iş üzerinden kendilerini desteklemeye başlayabilecekleri fikrine bir alternatif olarak kadın emeğini görünür kılmanın ve ücretsiz iş yapmayı reddetmenin bir yoludur. Kadının özerkliği, ev dışında çalışabilme talebiyle elde edilemez.

- Çocuk bakımı ve ev işi de iştir.

Kesinlikle. Bu, sevdiğimizden yaptığımız bir iş değil. Bu nedenle harekete geçmeye karar verdik; bu bir talep değildi; bu, ev işinin doğallaştırıldığı ve iş olarak tanınmadığı bütün bir düzeni yıkmaktı. Kadınlara daha çok fırsat vereceğimizi söylemekti: evin dışında çalışmak istiyorlarsa tamam; ancak evden çıkmaya cesaret edersek bunu elimizde hiçbir şey olmadan değil, daha fazla güç ile yapalım. Çünkü evden çıktığımızda ev işini de yapmaya devam ediyoruz; fabrikaya girdiğimiz anda ortadan kaybolmuyor. Bunun üzerine, zaten yaptığımız ve yapmaya devam edeceğimiz şeyin karşılığını istemeye başladık.

- Bu aylarda merkeze alınan taleplerden biri bakıma dair. Ancak feminizmin yükselişi ve yarattığı hareketle, Me Too gibi söylemlerle, feminist grevlerle ya da Arjantinli kadınların kürtaj hakkı mücadelesiyle sokakları teslim alması, kurumların içinde ve dışında, talepleri geri planda bırakabilecek cinsiyetçi ve şiddet içeren tepkilerle karşılanmakta.

Kapitalist sistemde iki yönelim var. Bir tarafta, kadını eve kilitlemek ve geleneksel rolleri yeniden tesis etmek isteyen aşırı sağ kapitalizm var. Ama diğer tarafta ise kadınları her türlü işte çarka entegre etmek istediğinden onların evden çıkmalarına methiyeler düzen Hillary Clinton ve Barack Obama gibi politikacılar var. Ancak biz bu entegrasyonun nasıl olduğunu, emek dünyasının alt ölçeklerinde olduğunu gördük. Kapitalizm, kadınların her yerde sömürebilecekleri ideal işçi olduklarını keşfetti; bakış bu. Zira, kadınların evlerinden ayrılmalarını öven bir kapitalizm çeşidi var. Bu nedenle, tek bir kapitalist politika yok: her ikisi de baskıcı fakat farklı yöntemlerle. Bu söylemlerin sadece sağ kesim tarafından desteklendiğini düşünürken dikkatli olmalıyız; bu aynı zamanda liberal kapitalizmin de söylemi.

- Aslında bu, esaslarını sorgulamaksızın erkek ve kadınların bu alanda eşit olduğunu iddia eden liberal kapitalizmin teorileriyle de bağlantılı.

Hiçbir şeyi değiştirmeden. Kadının, emek piyasasında erkekle daha eşit olduğu şekilde daha fazla üretmesi, hiçbir şeyin değişmediği bir toplumda aynı olanaklara sahip olması amacında olan bir feminizm var. Bu, liberal feminizm ya da benim isimlendirdiğim şekliyle devlet feminizminin tasarımı, çünkü bu Birleşmiş Milletler tarafından, büyük devletler tarafından uydurulmuştur.

- İlk söylediğiniz, yani kadının geleneksel rolüne dönmesini savunan, günümüz politik şartlarında yükselişte olan aşırı sağ partiler tarafından benimseniyor.

Bu kadının güçlenmesine yönelik bir tepkiyken aynı zamanda bir provokasyon: bu tez, kadınların kurtuluşu söyleminin, evden ayrılmanın, berbat işleri tercih etmek demek olduğunu bilen birçok proleter kadın için çekici olmadığı gerçeğini istismar ediyor. Çoğu zaman kadınların kurtuluşuna methiyeler düzmek yalandan ibarettir, çünkü dışarıda çalışanların çoğu için, çalıştıkları iş vasıtasıyla özerkliğe erişmek çok zordur. Peki neden? İstikrarsızlık ve emek piyasasının koşulları, düşük ücretler, fayda eksikliği, kreşe ödeme yapma gerekliliği… Nihayetinde, çalışma paraya mal olur ve çoğu kadın ev dışında bir işe sahip olmakla kendini kurtulmuş hissetmez.

- Bu bakış kadınları zorluyor mu?

Bilinçlerine hitap ediyor. Çalıma yoluyla elde edilen kurtuluş üzerinden feminizm övgüsünün kendileri için manipülasyondan ibaret olduğu birçok kadın var. Küresel ölçekte; farklı, özerk ya da gidişatını kendi kendinin tayin ettiği bir yaşamı elde etmesini sağlayacak yaratıcı işlere başvuran kadınların oranı çok az. Çoğunluğu, çok düşük ücretler karşılığında gün boyu çalışıyor ve kazandıkları kendilerine yetmiyor. ABD’de, ev dışında çalışan kadınların çoğu, kazandıkları kendilerini geçindirmeye yetmediğinden maaşları kadar borçlanıyor. Ucuz kadın emeğinden milyonlarca dolar kazanılıyor ve bu kadınlar antidepresan kullanıyor çünkü yoğun çalışılan bir günün sonunda düşünmeye dalıyorlar ve emekli olma umutları yok. Sağın, bu mutsuzluğu istismar ettiğini düşünüyorum.

- Peki sol? Özerk örgütlenmenin, sınıf mücadelesini atomize edebileceği argümanıyla feminist hareketi eleştiren kesimler mevcut.


Evet, bu tez varlığını sürdürüyor ve komik. Kadınların, işçi sınıfını böldüğü düşünmek, sınıfın zaten bölünmüş olduğunu görmemek demektir. Dahası, bölen biz değil, kadınların eşitsiz koşullarda olduğunu ve bağımlılık haliyle yaşamaya zorlandığını reddedenlerdir. Feminist hareket neden kendini erkeklerden ayrıştırdı? Çünkü biz sadece, “Lütfen arkadaşlar, sadece Vietnam hakkında değil, kadınların koşulları hakkında da konuşalım” diyorduk. Bu asla önemli olmadı; her zaman alaya alındı, her zaman hor görüldü ve sonunda kadınlar öfkelenerek bu alanları terk etti.

- Bu kopuşu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yapabilecekleri en iyi şey buydu, çünkü ancak karma örgütü terk ettikten sonra kadın sömürüsünün özel biçimini analiz etmeye ve ücretsiz emeğin tamamını kullanarak sermayenin nasıl arttığını anlamaya başladılar. Özerk bir alan olmaksızın, kadın bölümü bir yığın olurdu. Karmalıktan kopuş, emeğin ne olduğu kavrayışının yanı sıra ücretin ve aynı zamanda hiyerarşiler ve farklılıkların birikimi olan kapitalist birikimin ne olduğu kavrayışını değiştirdi. Meslektaşlarınızla cinsellik ve menopoz hakkında konuştuğunuzu düşünebiliyor musunuz? Kadınların çalışmalarına dair bile konuşamazsın! Cinsellik, çocuklar, ebeveynlik, egemenlik hakkında konuştuğunuzu düşünün… Seninle alay ederler. Bu nedenle, bölünmüş olduğumuzu söylediklerinde büyük bir küçümsenme hissediyorum.

- Şu anda, dekolonyal bakış açısının çok görünür olduğu bir kesişimsel feminizmin örülmesi ihtiyacından epey bahsediyoruz.

Bana göre, bu bakış açısı 1970’lerde de çok görünürdü; bu bir yenilik değil. ABD’de bunu haklı çıkaran Afro-Amerikan benzerlerimiz vardı ve bütün beyaz kadınların bunu reddettiği doğru değil. Çoğunlukla umursamadığımız düşüncesini hafifletmeliyiz. Kapitalizme, soyut bir evrensel özne perspektifinden bakılamayacağını her azman vurguladım ve bu, kadınlar için de doğru. Soyut bir siyah birey olmadığı gibi soyut bir genel kadın da yok. Afrika’ya gittiğinizde egemenler siyahtır. Örneğin Nijerya’ya gittiğinizde yönetici sınıfın parçası olan kadınlar vardır. Bu sebeple, kimden bahsettiğimizi söylemek her zaman gereklidir.

- Fakat kadınlar arasında ortak paydalar var.

Tabii ki. Söz konusu kadınlar olunca bunu sadece biyolojik olarak yapmıyoruz –arkasında bütün bir mücadele öyküsü var. Ancak aralarında büyük farklılıklar mevcut –köylü kadınlar, entelektüel kadınlar, ev kadınları ve en önemlisi, sömürgeleştirilmiş bir dünyadan gelen kadınlar var. Bazıları kapitalist sistemi destekliyor, bundan fayda sağlıyor ve sermaye sahibi. Bunlar bizim kız kardeşlerimiz değil. Önemli olan şu ki, anti-sömürgeci ve feminist hareketlerle birlikte, kendileriyle sömürülenler arasındaki eşitsizlikler de fark edilmeye başlandı. Bu, söz konusu eşitsizliğin varlığını tanıyan örgütleri aramaya sürükler. Bana göre konunun can alıcı noktası bu.

Hepimizin birleştiği bir örgüt düşüncesinin olmadığını kabullenmeliyiz. Birleşme bir hedef; hâlihazırda başardığımız bir gerçeklik değil. Bu; örgütlenme biçimine, feminist hareketin merkezi bir unsur olarak koyduğu özerklik söylemine anlamını verir. Özerklik, mücadele biçimlerimizi ve bunların içeriğini tanımlayabilme yetimiz anlamına gelir. Bu, siyah kadınlar için de geçerlidir. Tabii ki ortak mücadele anlarımız var fakat kendi örgütsel yapılarına, kendi alanlarına sahipler ve ne yapabileceklerine karar verme gücü istiyorlar.

- Devletin, kadın bedeni ve onun yeniden üretici kapasitesi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştığı savunuluyor. Şu anda taşıyıcı annelik, kiralık rahimler üzerine bir tartışma hararetle sürüyor. Ne düşünüyorsunuz?

Bu çok moral bozucu. Feminist ya da solcu insanların, insan yaşamının en ölçüsüz metalaştırmasını, insanın satılmasını nasıl savunabildiklerini anlamıyorum. Ve beni hayrete düşüren şey, eşcinsel erkeklerin ebeveyn olmasının önünü açmak için ayağa kalkmaları. Onlara, bir fiyat karşılığında bile bile bir bebek üreteceğini üstü kapalı söyleyen kadınlar var. Bunu satıyorlar ve bunun için sorumluluk alıyorlar. Bu, eşcinsel erkeklere babalık hakkı vermek ile meşrulaştırılamaz. Babalık, mutlak ve ne pahasına olursa olsun alınacak bir hak değildir. Fahişelik gibi konularla hüzünlenen ve sonra taşıyıcı anneliği savunan kadınlar var. Bu bir sevgi işareti değil: bu bir satış, insan eti pazarı! Yapanları ahlak bakımından değerlendirmek istemiyorum ama onları destekleyemem de.

- Şimdi değindiğiniz seks işçiliği tartışması da çok canlı bir tartışma.

Kadınlar her zaman bedenlerini sermayeleri olarak kullanmıştır. Kendinizi geçindirme yetiniz yoksa, emeğinizi ve bedeninizi satarsınız. Ben her zaman kölelik karşıtlarının sadece cinsel sömürüyle değil, her türlü sömürüyle ilgilenmeleri gerektiğini söylerim. Seks işçiliği tabii ki bir sömürü biçimidir, ancak makinelerle çalışma ya da ekonomik çözüm olarak anlaşılır olan evlilikler de öyle değerlendirilebilir. Kaç kadın işini koruyabilmek, kovulmamak ya da çalışma koşullarını iyileştirmek için ücretli istihdamın bir parçası olarak fahişeleşiyor? Bunun ticaret olduğunu söylemek doğru değil: büyük bir toplumsal gerçekliği gizlemektir.

- Bedenlerimiz her zaman bir savaş meydanıdır.

Hiçbir kadın fahişe olmaya karar vermez, tamam, fakat bu sonuç bazen tamamı kötü olan seçimler karşısında ortaya çıkar. Bir sınıf sorunu olarak fahişeliğe karar veren milyonlarca kadın var; çok parası olan bir kadın fahişelik yapmayacaktır veya aksi olursa yapacaktır. Bu sebeple, kadınlara ne yapmaları gerektiğini söylemememiz gerekmiyor; hiçbiri bir şeylerini, ne vajinalarını ne de beyinlerini- satmak zorunda kalmasın diye ihtimallerini genişletmeliyiz.

https://www.elcritic.cat/entrevistes/silvia-federici-el-capitalisme-ha-tingut-grans-beneficis-gracies-al-treball-barat-de-les-dones-46428 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Dünya genelinde kadınlar 8 Mart’ta dördüncü kez feminist greve hazırlanırken, feminist akademisyen-yazar Silvia Federici, Uruguay merkezli ZUR web portalı ile New York'da gerçekleştirdiği söyleşide feminist hareketin güncel durumu, feminist hareketin sol hareketler ve diğer toplumsal hareketlerle ilişkileri ve çeşitli ülkelerde birbirini takip eden isyanlara dair değerlendirmelerde bulundu.



- Son yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’da gezdiniz ve feminist bireyler ve örgütlerle sürekli temas halinde oldunuz. Bugün feminist mücadeleyi nasıl görüyorsunuz?

Çok önemli ve özel bir andayız. Orada daha çok etki olmakla birlikte sadece Latin Amerika’da değil; bu, feminist hareketlerin tüm farklılıklarla, kitle mücadeleleriyle, 1980’lerden bu yana yapısal düzenlemelere, doğal kaynak sömürüsüne dayanan politikalara, neoliberalizme yanıt olarak büyümekte olan toplumsal hareketlerle buluştuğu bir dönem. Bu karşılaşma, tüm bu politikaların kadınların ve yaşamın yeniden üretiminin üzerinde etkisi olduğu çok güçlü bir somut durumdan kaynaklanıyor. Bu nedenle kadınlar, sadece mülksüzleştirmenin kurbanları olarak değil, aynı zamanda direnişin savaşçıları, önderleri olarak da ön plandalar. Ve direnişe önderlik etmeye ek olarak, hareketlerden, karma örgütlerden erkeklerle de hesaplaşmaları gerekiyor.

Yeni bir feminizm yaratıldı; bütün bir zulüm tarihinin farkında olan anti-kapitalist bir bakışa, sömürgelikten çıkarma bakışına sahip olmasından kaynaklı çok güçlü olduğunu düşündüğüm bir feminizm. Nihayet, yaşamın tüm boyutlarını kapsayan bir hareket bu. Çalışmaya, geleneksel olarak anlaşıldığı gibi yani üretimle bağlantılı olarak odaklanmayan, bunun yerine çalışma alanıyla, bedenle, toplumda neler olduğuyla da ilgilenen bir hareket. Ve sadece muhalefet yapan değil, aynı zamanda inşa eden bir hareket. Muazzam gücünün, sağda faşizm dalgalarının yükselişinin devam etmesi gerçeğine karşın büyümesine yol veren şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Büyüyor, çünkü tüm yaratıcılığıyla, erkek hâkimiyetindeki devrimci hareketlerde bugüne dek görülmeyen yeni bir altyapı yaratıyor.

Çok sağlam temellere sahip bir hareket olduğuna inanıyorum; böylece Arjantin ve Uruguay’da olduğu gibi farklı kesimlerden gelen kadınları katmaya devam ediyor: sendikalardan, dayanışma ekonomisinden, yerlilerden, köylülerden. Bu bir güçtür. Hiç şüphesiz Latin Amerika’da mücadelelere neden olan feminist harekettir, ancak bu farklı yollarla başka yerlerde de oluyor.

- Son aylarda tam da Latin Amerika’da iyi bir yaşamın savunusuyla bir dizi halk ayaklanması meydana geldi. Muhtemelen en net vak’alar Şili ve Ekvador’dakiler, ancak sadece bunlar yok. Bu mücadele süreçlerini, yaşamın yeniden üretimini merkeze koyan feminist bir perspektiften nasıl okuyabiliriz?

Feminist bir perspektifin tam da bunun için önemli olduğuna inanıyorum çünkü en temel olan şeye odaklanıyor; ister hedef ister mücadelenin gereği olarak: günlük yaşamdaki yeniden üretimdeki değişime, sadece ev içi yeniden üretimdeki değil tüm alanlardaki toplumsal yeniden üretimdeki değişime. Çünkü ev işi, cinsellik, uygulanabilirlik anlamında yeniden üretim, aynı zamanda çevre, doğa, kırsal bölge, tarım, kültür, eğitimde de yeniden üretim anlamına gelir.

Feminizm, yeniden üretimle bağlantılı olan ve her türlü toplumsal değişimin, bütün mücadelelerin temeli olan çok geniş bir yelpazedeki konularla temas etmektedir. Yaşamın en önemli yönleri olan bunları değiştirmeden başarılı bir mücadele olamaz. Şili’de, Ekvador’da meydana gelen ayaklanmalarda kadınların katılımının çok önemli olduğuna inanmam bundandır; özellikle uzun vadeli bakmak, bu hareketlere yarın sona erecek anlık isyanlar olarak değil de çok derin bir isyanın ifadesi olan hareketler olarak, bu çok adaletsiz, çok şiddet uygulayan sisteme derin bir “yeter” demenin ifadesi olarak bakmak gerek. Ve kadınların perspektif ve eylemlerini uzun vadeli düşünmek önemli.

- Bahsini ettiğimiz feminist mücadeleler, anti-kapitalist ya da popüler feminizm, çeşitli sorunlarla ilgileniyor. Sadece kadınların sorunlarına değil, aynı zamanda toplumsal ilişkiler ve doğaya ilişkin olanlara da ilgi gösteriyor. Bununla birlikte, çoğu zaman kadın seslerimizi mücadeleye bir kesim olarak sokmaya çalışıyoruz; sadece kadın sorunundan bahsedebilirmişiz gibi. Özellikle bu, solla bir çatışma konusu. Feminizm ile sol arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunun çok önemli olduğunu ve solun bunu görmek istemediğini düşünüyorum. Erkek çıkarları, kadınların kendi pozisyonlarının ne olduğu üzerine düşünen erkekleri kör ediyor: sadece bir kesimi temsil ediyorlar, mücadelenin belirli bir şeklini. Feminist harekete dair bana önemli gelen şey, bu insanların gözlerini açmaları ve yaşamın yeniden üretimi evreninin tamamını keşfetmeleri. Gerçekten de, kapitalizmde sadece bir kısım işçinin yaşamına, sadece proletarya kesimine bakmayan, onun bütünlüğüne bakan bir hareket. Başlangıçta, yani 70’lerde yeniden üretimden ev işi olarak bahsedilirdi, ancak son 30 yılda yeniden üretimin her şey olduğunu gördük. Toprağı işleme, tohumlar, tarla, sağlık, eğitim, yetiştirme, hava kalitesi.

Feminizmin katkısı, eşitsizliklere de işaret etmesi olmuştur; çünkü kapitalizm, bolluğun değil kıtlığın ve eşitsizliklerin üretimidir. Kapitalizm sadece meta değil, birincil varlık koşulu olarak ayrım ve hiyerarşiler de üretir. Feminizmin bize daha geniş bir perspektif sunmasının nedeni sektörel bakmaması, bir bütün olarak yaşama bakmasıdır. Tabii burada, Birleşmiş Milletler ve devletler tarafından kadınları kapitalist kalkınmanın yeni biçimlerinde çalıştırmak için yaratılan devlet feminizminden değil anti-kapitalist feminizmden bahsediyoruz. Bunu açıklığa kavuşturmak çok önemli çünkü bugün aynı zamanda bir devlet feminizmi, resmi feminizm de var. Bu tür bir feminizmden bahsetmiyoruz.

- 8 Mart yaklaşırken birçok ülkede iş bırakma ve eylemlere hazırlanılıyor. Önümüzdeki feminist grevi, daha genel anlamıyla bu mücadeleyi sürdürmeyi ne gibi zorluklar bekliyor?

Bana göre en önemli şey her zaman süreçtir, tarih değil; ancak inşa süreci. 8 Mart ne yapıldığının ilanıdır, çok önemli bir sembolik andır, ancak en önemli şey, her zaman ortak çıkarları olmasına karşın buluşulmayan kadınlarla temas etme, yeni alanlar yaratma sürecinde neyin inşa edildiğidir. Ayrıca, taleplerimizi derinleştirmenin zamanıdır.

Öte yandan yeni örgütlenme biçimleri, yeni alanlar yaratmalıyız; çünkü alan, buluşabileceğimiz alanlarımızın olması birinci derecede önemlidir. Diğer taraftan ne istediğimize dair bir program gerek; çünkü hâlâ tanımlanacak birçok şeyimiz var. Örneğin, çocukluk döneminin durumuna dair feminizmde hâlâ çok az şey konuşulmuş durumda. Programımızı daha fazla açık bir şekilde ifade etmeliyiz; yapılmış olana eleştirel biçimde, yapıcı biçimde, ne istediğimizi, ne tür bir toplum ve ilişkiler istediğimizi anlamak için.

- Hazır sözünü etmişken; feminist harekette kuşaklar arası ilişkileri nasıl görüyorsunuz?

Bu konuda iyimserim, çünkü çok fazla gördüm ve İspanya’da, Arjantin’de ve tam da burada New York’da genç kadınların konuşmalarıma geldiklerini gördüm. 77 yaşındayım ve sunumlarımda çoğunluk, katılımcıların yüzde 80’i 19-20 yaşında genç kadınlardan oluşuyor. Bana, bir ilişkilenme arzusu var gibi geliyor. 70’li yıllarda, karma hareketlerde “30 yaşın üstündeki kimseye asla güvenme” denirdi. Evet, nedenini anlıyorum ama şükür ki şu anda feminizmde böyle olmuyor.

Bir anlama arzusu, daha yaşlı insanlarla ilişkilenme arzusu var. Yine de yaşlı insanlarda sorun, çok üstünkörü dokunmaları. Bugün daha yaşlı ve özellikle yaşlanmış insanlar çok uzun bir kriz yaşıyor. Birçoğu yaşamları boyunca erkeklerin yaşayıp ölmeleri için çalıştı ve artık çalışamadıklarından yardıma ihtiyaç duyduklarında bir çareleri yoktu çünkü yaşamlarının büyük kısmını hiçbir kazanım elde etmeden çalışmaya harcamışlardı. ABD’de devlet huzurevlerinin büyük kısmını yaşlı kadınlar dolduruyor. Gerçekten trajik durumlar, özellikle çoğunlukla korkunç koşullarda yaşayan kendi kendine yetemeyenlerin durumu trajik. Çocukluk dönemi durumu gibi bunun da feminist harekette yeteri kadar tartışılmadığına inanıyorum. Hareket bugün çeşitli yaşlardan kadınları bir araya getiriyorsa da, bu hâlâ kapsanması gereken bir sorundur. Çünkü şiddet üzerine konuşacaksak, birçok yaşlı kadının yaşadığı ekonomik ve duygusal sefalet şiddetin bir biçimidir.

- Feminist mücadele dünyanın birçok yerinde çok güçlüyken, aynı zamanda atılımdayken, başka yerlerinde en iyisine muhafazakâr diyebileceğimiz faşist iktidarlar var. Bu sürecin bir feminist okumasını nasıl yapabiliriz?


Bu şiddeti 16. ya da 17. yüzyıla gitmeksizin 20. yüzyıl bağlamında açıklarsak, kapitalizmin, en son gelişme aşamaları da dâhil, her zaman çok şiddet içerdiğini görebiliriz: neredeyse 50 milyon insanın öldüğü iki dünya savaşı, 1960'lardan bu yana Latin Amerika'da bir hâkimiyet sistemi olarak kitlesel işkence, ABD'nin hem Demokrat hem Cumhuriyetçi hükümetlerinin desteklediği bütün savaşlar vb. Bunun yeni bir şey olduğunu düşünmemek için bağlamsallaştırmanın önemli olduğunu düşünüyorum; kapitalizm özellikle kendisini tehdit altında, tedirgin hissettiğinde bu şiddeti harekete geçirmeye ihtiyaç duyar.

Ve bugün kapitalizm kendini tehdit altında hissediyor. Birincisi, yıllardan beri kâr düzeyinin yeterli olmadığından yakınıyorlar, öyleyse kapitalizm krizde. İkincisi, ilerleme var; feminizm, uluslararası isyanın elmas ucudur. Yıllardan beri süregelen bir direniş var. Arap Baharı'ndan bugüne, her zaman daha fazla işkence, savaş, cezaevi gerektiren bir direniş. Bu nedenle, cevap olarak bu şiddeti yeni bir şey olarak değil, kapitalizmin kendini krizde, temellerinin tehlikede olduğunu hissettiğinde ve uluslararası hareketlerin işbirliği yapmaksızın aynı temalara sahip olduklarıyla yüz yüze geldiğinde verdiği alışılagelmiş yanıt olarak görüyorum. Çünkü Brezilya'dan Şili'ye, Ekvador'dan Lübnan'a, Haiti'ye dek, yoksullaştırılmaya, sefalete karşı bir direniş var.

Arkadaşlarımızın Şili'de büyük bir cesaretle "tecavüzcü sensin" demeleri tesadüf değil, çünkü bunu Şili'de yapmak, diğer ülkelerde yapmakla aynı şey değil, hızla dolaşıma girdi. Bu uluslararasılaştırma ve sorunların, amaçların, sloganların, örgütlenme biçimlerinin hızla dolaşıma girmesi bize bir "başkaldırı" olduğunu, "yeter" deyişin çok yaygın olduğunu söylüyor. Bolsonaro'nun, kilisenin ve ekonomik girişimlerin birer yanıt olduğunu düşünüyorum. Vahşi kemer sıkma politikalarını, yıllardan bu yana süren mülksüzleştirmeyi, milyonlarca insanı topraklarından sürmeyi, devasa bir şiddet aygıtı örgütlemeden yapamazsınız.

- Son kitabınız "Tenin Sınırlarının Ötesine" henüz yayımlandı. Kitapta, beden kavramına kapitalizm tarafından düşünüldüğü şekliyle -bir iş makinesi, kadın açısından bakıldığında bir (yeniden) üretim makinesi- karşı çıkıyorsunuz. Bugün, toplumsal ve politik eylem kategorisi olarak beden ne anlama geliyor?

Beden alanı fikrini seviyorum çünkü bize hızla toplu bir görüntü veriyor. Sadece ilk savunma bölgesi olduğu için, yeryüzü, beden söylemiyle beden söylemini temasa geçirdiği için değil, beden söylemini kolektif bir sorun olarak ortaya koyduğu için de. Dolayısıyla, beden söylemi, kimin kimi yönettiğiyle, kimin yaşamlarımız üzerinde karar verme gücüne sahip olduğuyla ilgili.

Bunun, mücadelede en temel sorunlardan biri olduğunu düşünüyorum. Çünkü sadece işteyken olanı değil, her dakikamızı kontrol etmek isteyen bir devlet var. Kadınlar özelinde devlet, bedenimizi, günlük gerçekliğimizi işgal ediyor; bunu, erkeklere yaptığına oranla giderek artan bir yoğunlukla ve daha baskıcı bir yöntemle yapıyor. Kürtaj problemi çok iyi bir örnektir. Bu nedenle, bugün feminist bir perspektiften bedene dair düşünmek, yaşamlarımıza dair kimin karar verebilme imkânı olduğunu tespit etmek için bilhassa önemlidir.

Beden; yaşam demektir, yeniden üretim demektir, duygulanım demektir. He şey, beden konusunu çepeçevre sarar: yemek, seks, ebeveynlik, üreme. Dolayısıyla, beden için mücadele, yaşamın en temel yönleri için mücadeledir. Pek çok kadını böylesi güçlü bir keskinlikle hayran bırakmasının sebebinin bu olduğunu düşünüyorum, çünkü yaşamımızın efendisinin kim olduğuna burada karar verilir; biz mi, yoksa devlet mi?

- Ancak siz, bedeni kolektif biçimde geri kazanmayı, yaşamlarımıza dair kolektif karar alma gücünü yeniden ele geçirmeyi vurguluyorsunuz…

Evet, kolektif güç, kesinlikle. Tek başımıza yenildik. Mücadele için evden çıkmanızın gerekmesinin nedeni bu. İş için değil, evden mücadele için, bir araya gelmek için, tek başımıza sahip olduğumuz bütün sorunlara karşı koymak için çıkın.

- Tenin sınırlarının ötesine geçmek fikri, yaygın beden kavramını doğru varsaymak ile ilgili. Bunun için, Bakhtin tarafından tasarlanan, ötesinde olanın sahiplenilmesi ve dâhil edilmesi yoluyla genişleyen yaygın beden kavramını tartışıyor ve aynı derecede yaygın ancak radikal şekilde farklı mahiyette bir fikir öneriyorsunuz. Diğer canlı organizmalarla “büyülü bir süreklilik”ten ve kapitalizmin böldüklerini bir araya getiren bir bedenden bahsediyorsunuz. Bu anlamda, beden karşılıklı bağımlılığa dair düşünmenin başlangıç noktası olur mu?

Sahiplenmek isteyen bir beden değil, bağ kurmak isteyen bir beden üzerine düşünüyorum. Dünyayı yemeyi değil, dünyayla bağ kurmayı istiyor. 16-17. yüzyılın bakışı, bedenin yeniden doğuşu bakışı, onu tamamen izole bir şey olarak algılamadı; bir ada değildi ancak açıktı. Aydan, yıldızlardan ve rüzgârdan etkilenebilirdi. Havadan, sudan ayrı olmadığı için geniş olan beden. Ve bu beden başkalarının bedenleriyle çok yakından bağlantılı. Aşk ve seks deneyimi örnek olarak gösterilebilir, ancak bizim hiç durmadan nasıl etkilendiğimizi ve bedenimizin nasıl değiştiğini gösteren tek şey değil. Örneğin nazar geleneği, başkalarının size acı çektirebileceği ya da sizi mutlu edebileceği, sizi değiştirebileceği gerçeği ile ilgilidir.

Bedeni, kapitalistlerin düşündüğü şekilde, bugün bilimin düşündüğü şekilde hücrelerin kümeleştiği ve her hücrenin, her genin bir programının olduğu tamamen bir makine olarak, organik olmayan bir şey olarak düşünemeyiz. Benim arayışım ve amacım, bedene yönelik, günümüz biliminde egemen olan bakışın tamamen aksi bir bakışı geliştirmek. Giderek artan bir biçimde, bedeni, her birinin kendi ayırt edici özelliği olan küçük parçalar halinde izole etme girişimleri var. Bu bir parçalanmadır. Çatlamaya dair düşünüyorum; bugün bilim insanları beden üzerine düşündüklerinde, bir çeşit onu parçalarına ayıran epistemolojik çatlama yaratıyorlar.

Bana göre beden; hayvanlarla, doğayla ve başkalarıyla yeniden bağlantı kurmalı. Mutluluğumuzun ve beden sağlığımızın yolu budur. Çünkü mutsuzluk tam da bedenin kuşatılmasını içerir. “Caliban ve Cadı”da yazdığım üzere, sadece dünyaya yönelik bir kuşatma değil, bedenlere de kuşatma var. Giderek artan bir şekilde, başkalarına güvenemeyeceğimiz ve başkalarından korkmamız gerektiği hissini yaratıyorlar bizde. Neoliberalizmle birlikte altı çizilen bu gına getirici bireycilik tamamen acınası. Çünkü başkalarıyla ilişkilenmenin büyük bir zenginleşme olduğunu görmek yerine dünyayı korku adına kavramsallaştırıyor.

- Tenin Sınırlarının Ötesine kitabınızın son bölümü olan “Neşeli Militanlık” özellikle harika. İki zıt militanlık fikri var: iyi hissettiren ve diğer arzularla bağlantılandıran neşeli militanlık karşısında kederli politika ve militanlık.

Bence kederli militanlık, geleceği olmayan bir militanlık ancak varlığını sürdürüyor. Erkek egemenliğinde olan bir militanlığın kederli bir militanlık, yabancılaşılmış bir iş olarak militanlık olduğunu düşünüyorum; bu, biri “Bir mitinge daha gitmeliyim” diye düşünürken diğerinin “İşe gitmeliyim” diye düşündüğü bir militanlık. Bu, arkadaşların coşku duymaksızın ve sevmeksizin tarihsel bir itaat olarak gördükleri, kendilerine hiçbir şey vermeyen fakat bir görev, bir mecburiyet olarak yaptıkları bir şey. Bu, başka bir toplum inşa etmek değil.

Riskler alabilirsiniz ancak bu farklı. Bazen risk alabilirsiniz çünkü böyle yapmanız siz bir şeyler kazandırır, yaşamınızı değiştirir. Ancak bu sizi şu anda değiştirir, belki 20 yıl içinde değil, şu anda değiştirir. Bana göre bu yeni bir dünya inşa etmektir. Bu sadece “hayır” demekle ilgili değildir. Yaşam, diğer insanlarla farklı şekilde etkileşime girmeye ve kendimize dair bir şeyler keşfetmeye başlamamızla değişir. Çünkü değişiriz, farklı ilişkiler kurarak değişiriz. Ve yaşamın, yeryüzündeki çoğu insan için başkalarının kederlerini üstüne ekleyemeyecekleri derecede çok kederli olduğunu ve her şeyin acı ve sıkıntı verici olduğu bir mitinge gitmek yerine gece evde televizyon izlerken ölmeyi tercih edeceklerini düşünüyorum.

- Feminizm çerçevesinden arzu politikası olarak adlandırdığımız bu şey, birazcık bu kederli militanlığın antitezi olacaktır.

Kesinlikle. Ve bu yaratıcılıktır, militanlığın yaratıcılığı. Bunu derinlemesine deneyimledim, çünkü birkaç yıl içinde kadınların erkeklerle birlikte oldukları hareketleri, karma hareketleri bıraktıklarında oluşan farkı gördüm. Kadınlar böyle değiştiler (avuç içlerini çevirerek). Konuşmaya, şarkı söylemeye, yaratmaya, çizmeye başladılar. Bu inanılmaz bir yaratıcılık patlaması gibiydi! Daha öncesinde örgütlerin tüm dâhili işlerini yaptılar. Hareketlerde, erkeklerle birlikte çok fazla dâhili iş yapıldı!


http://www.zur.org.uy/content/%E2%80%9Cel-feminismo-es-la-punta-de-diamante-de-una-insurgencia-internacional%E2%80%9D-entrevista-silvia adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Hindistan'da; sağcı iktidarın geçen Aralık ayında parlamentodan geçirdiği ve Pakistan, Afganistan ve Bangladeş'ten gelen 6 dini gruba vatandaşlık yolunu açan ancak Müslümanları kapsam dışı bırakan yeni vatandaşlık yasasına karşı protestolarda yaklaşık 40 kişi hayatını kaybederken, Müslüman azınlığa yönelik kitlesel linç girişimleri de devam ediyor. Hindistanlı yazar Arundhati Roy, yeni Vatandaşlık Yasası'na karşı protestolar ve buna paralel yükselen milliyetçiliğe dair pazar günü Delhi'de bir konuşma gerçekleştirirken, yasanın sadece Müslümanları değil, onlara saldıran milliyetçi grupları da içine alan çok geniş bir kesimi illegal kılma tehdidi taşıdığını belirtiyor.



Değerli arkadaşlar, yoldaşlar ve yazar dostlarım;

Bugün toplandığımız bu yer, iktidar partisi üyelerinin konuşmalarıyla gaza getirilen, polis tarafından desteklenen ve onlardan fiilen yardım alan, elektronik kitle medyasının büyük bir kesimince gece gündüz durmaksızın destek güvencesi verilen, mahkemelerin kendilerine hiçbir şey yapmayacağının rahatlığını hisseden faşist çetenin dört gün önce Kuzey Doğu Delhi’deki işçi sınıfına mensup Müslüman topluluklarına silahlı ve canice bir saldırı gerçekleştirdiği yere sadece kısa bir otobüs yolculuğu mesafesinde.

Saldırı bir süreden beri kararlaştırılmıştı, bu nedenle insanlar kısmen hazırlıklıydılar ve kendilerini savundular. Marketler, dükkânlar, evler, camiler ve araçlar yakıldı. Sokaklar taş ve molozlarla dolu. Hastaneler yaralı ve ölülerle dolu. Morglar cesetlerle dolu. Bir polis memuru ve istihbarat bürosunun genç bir personelinin de aralarında olduğu Müslümanlar da Hindular da var.

Bununla birlikte, bu noktada denklik olamaz. Bunların hiçbiri, saldırının, apaçık faşist devlet aygıtı tarafından desteklenen ve “Jai Shri Ram” ("Şan olsun tanrımız Ram'a", Ramachandra olarak da bilinen Ram, Hinduizmin önemli tanrılarından biri, Vişnu'nun yedinci avatarıdır; ç.n.) sloganı atan lümpen çeteler tarafından başlatıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu sloganlara rağmen, bu, insanların Hindu-Müslüman “ayaklanma” şeklinde etiketlemekten hoşlandıkları şey değil. Bu, faşistler ile anti-faşistler arasında devam eden savaşın -Müslümanların, faşistlerin “düşmanları” arasında ilk sırada yer aldığı- dışavurumu. Birçoklarının yaptığı gibi, bunu bir ayaklanma ya da “danga” olarak veya “sağ”a karşı “sol” ya da “yanlış”a karşı “doğru” olarak adlandırmak tehlikeli ve gerçeğin üstünü örter niteliktedir.

Hepimiz, kundaklama sırasında seyirci kalan ve bazen buna katılan polislerin videolarını gördük. 15 Aralık’ta Jamia Milia İslam Üniversitesi kütüphanesini tahrip etmeleri ile aynı şekilde güvenlik kameralarını parçaladıklarını gördük. Birbirinin üstüne yığılmış şekilde yaralı yatan yaralı Müslüman erkeklere vurmalarını ve onları milli marşı okuamay zorlamalarını gördük. Bu genç adamlardan birinin öldüğünü biliyoruz. Ölen, yaralanan ve harap edilen Müslümanların yanı sıra Hindular da, kendisi 18 yıl önce haftalarca devam eden daha geniş çapta bir katliamın gerçekleştiği devletin işlerinin başında olmaya yabancı olmayan apaçık faşist başbakanımız Narendra Modi’nin liderlik ettiği bu rejimin kurbanıdırlar.

Bu teferruatlı yangın felaketinin analizinin üstünde önümüzdeki yıllar boyunca çalışılacak. Ancak yerel detay, sadece bir tarihsel kayıt meselesi olacak çünkü sosyal medyada ateşlenen nefret dolu iddiaları temel alan dalgacıklar dışa doğru girdap olmaya başladı ve daha şimdiden hafif esintide bile daha fazla kan kokusu alabiliyoruz. Her ne kadar Kuzey Delhi’de daha fazla ölüm olmasa da, dün (29 Şubat) Orta Delhi’de, saldırıları büyüten sloganı atan insan güruhları gördük: “Desh ke Gaddaron ko, Goli maaron saalon ko.” (“Vatan hainlerini vurun” anlamına gelen Hintçe slogan; ç.n.)

Daha birkaç gün önce, Delhi Yüksek Mahkemesi Yargıcı Muralidharan, aynı sloganı daha önce de seçim sloganı olarak kullanan BJP'nin (Başbakan Modi'nin de üyesi olduğu Bharatiya Janata Partisi; 180 milyon üyesi ile dünyanın en büyük siyasi partisi olan milliyetçi partidir; ç.n.) eski yasama meclisi üyesi adayı Kapil Mishra’ya karşı hiçbir adım atmaması nedeniyle Delhi polisine çok öfkeliydi. 26 Şubat gecesi, yargıca Pencap Yüksek Mahkemesi’ndeki yeni görevine başlaması için gece yarısı talimatı verildi. Kapil Mishra aynı sloganı atan sokaklara döndü. Şimdi bir başka uyarıya kadar kullanılabilir. Yargıçlarla eğlence yeni değil. Yargıç Loya’nun öyküsünü biliyoruz. 2002 yılında Gujarat’ta 96 Müslüman’ın öldürüldüğü Nadora Patiya katliamına katılmaktan mahkûm edilen Babu Bajrangi’nin öyküsünü unutmuş olabiliriz. Onu YouTube’da dinleyin: Size, “Narendra bhai”nin (Bhai, Hint dilinde isimlere eklenerek kendinden yaşlı insanlara sevgi gösterir bir hitap olan, “ağabey” anlamına gelen ifadedir. Başbakan Modi’nin adı, sıklıkla “Narandra Bhai Modi” şeklinde de anılmaktadır; ç.n.) onu, yargıçları “ayarlaması” nedeniyle nasıl hapisten çıkardığını anlatacak.

Bunun gibi katliamları seçimler öncesinde beklemeyi öğrendik –bunlar, oyları kutuplaştırmak ve seçmen kazanmak için yapılan bir çeşit barbarca seçim kampanyası haline geldi. Ancak Delhi katliamı, BJP-RSS’nin (Rashtriya Swayamsevak Sangh, yaklaşık 6 milyon üyesi olan Hindu milliyetçisi bir partidir; ç.n.) onur kırıcı bir yenilgi aldığı seçimden sadece günler sonra gerçekleşti. Bu Delhi için bir cezalandırma ve Bihar’da yapılacak seçimler için bir ilan.

Her şey kayıt altında. Herkesin görmesi ve duyması için her şey mevcut -Kapil Mishra, Parvesh Verma, Devlet Bakanı Anurag Thakur, Uttar Pradesh Eyaleti Başbakanı Yogi Adityanath, İçişleeri Bakanı Amit Shah ve hatta bizzat başbakanınkiler. Ve buna rağmen her şey baş aşağı çevrildi –Hindistan, yeni vatandaşlık yasasına karşı on binlercesi 75 günden bu yana sokakta olan tamamen barışçıl, çoğunluğu kadın, çoğunluğu –ancak sadece değil- Müslüman protestocuların kurbanıymış gibi bir görüntü yaratıldı.

Müslüman olmayan azınlıklar için hızlı bir vatandaşlık yolu sunan yasa, bariz şekilde anayasaya aykırı ve yine bariz şekilde Müslüman karşıtı. Ulusal Nüfus Kaydı ve Ulusal Vatandaşlık Kaydı ile birleştirildiğinde bu yasa, sadece Müslümanların değil gerekli belgelere sahip olmayan yüz milyonlarca Hindistanlının da –bugün, “Goli Maaro Saalon Ko” sloganı atanlar da dâhil- yasa dışı kılınması, istikrarsızlaştırılması ve kriminalize edilmesi anlamına geliyor.

Vatandaşlık sorun haline gelince, her şey sorun haline gelir –çocuklarınızın hakları, oy kullanma haklarınız, toprak haklarınız. Hannah Arendt’in dediği gibi “vatandaşlık size, haklara sahip olma hakkı verir.” Sorunun bu olmadığını düşünenler, lütfen Assam'a bakın ve iki milyon insana -Hindular, Müslümanlar, Dalitler ve Adivasiler- ne olduğunu görün. Şu anda Meghalaya'da yerel aşiretler ile aşiret olmayan nüfus arasında sorun başlamış durumda. Shillong'da sokağa çıkma yasağı var. Eyalet sınırları oranın yerlisi olmayanlara kapatılmış durumda.

Vatandaşlık yasası, Ulusal Nüfus Kaydı ve Ulusal Vatandaşlık Kaydı yasalarının yegâne amacı, sadece Hindistan'da değil, bütün bir Hint Yarımadası'nda istikrarsızlaştırma ve halkı bölmedir. Eğer gerçekten de var iseler, Hindistan'ın şu andaki İçişleri Bakanı tarafından Bangladeşli "akkarıncılar" olarak isimlendirilen bu milyonlarca hayalet insan gözaltı merkezlerinde tutulamaz ve sınır dışı edilemez. Böylesi bir terminolojiyi kullanarak ve böylesi gülünç ve şeytanca bir proje tasarlayarak bu hükümet, onlar hakkında endişelendiğini iddia ettikleri fakat Yeni Delhi'den yayılan bu bağnazlığın ters etkisinin sıkıntısını çekebilecek Bangladeş, Pakistan ve Afganistan'da yaşayan on milyonlarca Hindu'yu tehlikeye atmaktadır.

Nereye vardığımıza bakın.

1947 yılında, mevcut yöneticilerimiz haricinde neredeyse herkes tarafından savaşılan sömürge yönetiminden bağımsızlığımızı kazandık. O gün bugündür her türlü toplumsal hareket, kast karşıtı mücadeleler, anti-kapitalist mücadeleler, feminist mücadeleler bugüne kadarki yolculuğumuza damgalarını vurdular.

1960'larda, devrim çağrısı refahın bölüşümü ve hâkim sınıfın devrilmesi için bir sosyal adalet talebiydi.

1990'larla birlikte bunu, 63 kişinin toplam servetinin 1 milyar 200 milyon insana yıllık bütçeden ayrılan paydan fazla olduğu yeni Hindistan'ın inşasının sivil zayiatları olan milyonlarca insanın, kendi toprakları ve köylerinden edilmelerine karşı mücadeleye indirgedik.

Şimdi ise, bu ülkenin inşasıyla hiçbir ilgileri olmayan insanlara, yurttaşlık haklarımız için yalvarmaya indirgedik. Ve biz yalvarırken, devletin korumasını geri çekmesini, polisin toplumsallaşmasını izliyoruz, yargının gitgide görevinden çekilmesini izliyoruz, rahat olana sıkıntı vermesi, sıkıntıda olanı rahatlatması gereken medyanın bunun tam tersini yapışını izliyoruz.

Bugün, Jammu Keşmir'in özel statüsünden anayasaya aykırı bir şekilde mahrum edilmesinin 210. günündeyiz. Üç eski eyalet başbakanının da aralarında bulunduğu binlerce Keşmirli cezaevinde tutulmaya devam ediliyor. 7 milyon insan, kitlesel insan hakları ihlalinde eşi benzeri olmayan bir uygulama olarak fiili istihbarat kuşatmasının altında yaşıyor. 26 Şubat'ta Delhi sokakları, Srinagar sokaklarına benziyordu. Bu, Keşmirli çocukların yedi ay içinde okula ilk kez gittikleri gündü. Fakat çevrenizdeki her şey yavaş yavaş boğazlanırken okula gitmenin ne anlamı var?

Anayasayla idare edilmeyen ve kurumlarının içi oyulmuş bir demokrasi sadece çoğunlukçu bir devlet haline gelebilir. Anayasaya ile bir bütün olarak ya da kısmen hemfikir olur veya olmazsınız -ancak bu hükümetin yaptığı şekilde anayasa yokmuş gibi hareket etmek, demokrasiyi tamamen yürürlükten kaldırmaktır. Belki de amaç budur. Bizim koronavirüs versiyonumuz bu. Hastayız.

Ufukta yardım yok. İyi niyetli yabancı ülke yok. Birleşmiş Milletler yok.

Ve seçimleri kazanmayı amaçlayan hiçbir siyasi parti ahlâki bir pozisyon almayacak ya da alamayacak. Çünkü kanallarda yangın var. Sistem iflas ediyor.

İhtiyacımız olan, herkesçe sevilmemeye hazır olan bir halk. Kendini tehlikeye atmaya hazır olanlar. Gerçeği söylemeye hazır olanlar. Cesur gazeteciler bunu yapabilirler ve yaptılar da. Cesur hukukçular bunu yapabilir ve yaptılar da. Ve sanatçılar -güzel, göz kamaştırıcı, cesur yazarlar, şairler, müzisyenler, ressamlar ve film yapımcıları bunu yapabilirler. Bu güzellik bizim safımızda. Hepsi.

Yapılacak işimiz var. Ve kazanılacak bir dünya.


https://scroll.in/article/954805/arundhati-roy-on-delhi-violence-this-is-our-version-of-the-coronavirus-we-are-sick adresinde yayımlanan transkriptten metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi