Content feed Comments Feed

Uruguaylı yazar Raúl Zibechi, El Salto gazetesi için Brezilya Devlet Başkanı seçilen Jair Bolsonaro’nun ve genel olarak aşırı sağın yükselişinin temelini oluşturan geçmişe ilişkin bir yazı kaleme aldı.


“Bolsonarizmo”nun, eski bir yüzbaşını devlet başkanlığına yükselten aşırı ve muhafazakâr dalganın biçimlenişi, ekonomik ve toplumsal kriz, muazzam güvende olmama hissi –ki büyük oranda gerçek- ve İşçi Partisi’nin (PT) iktidarda sapmaları gibi konjonktürel sebeplerle açıklanabilir. Yoksullaştırılmış bir halk, orta sınıflar korku içinde ve hükümetteki solun yaygın çürümüşlüğü, sağcı tsunamiyi örtüledi.

Siyahların, yoksulların ve farklı cinsel yönelimdekilerin, Brezilya felaketinin mesulü oldukları algısını destekleyen gelenekler olmasaydı, onun (sağcı dalga) için katlamalı büyüme mümkün olmazdı. Bu geleneklerden bazılarını gözden geçirmeyi öneriyorum çünkü bunlar, mevcut durumda epey görünür durumdalar: kölelik ya da sömürgecilik asla geride bırakılmadı, küçük şehirlerde toplumsal kontrolün bir şekli olarak “coronelismo”* ve diktatörlüğün devamı, gölgesini toplumun üzerine düşürdü.

Köleliğin Mirası

Kölelik, babası İmparator II. Dom Pedro adına Prenses İsabel tarafından imzalanan Altın Yasa ile 1888 yılında resmen kaldırıldı. Brezilya, 1822 yılında Portekiz’den bağımsızlığını kazanmıştı ancak naip, bir darbe ile Eski Cumhuriyet’in kurulduğu 1889 yılına kadar hükümdarlığını ilan ederek monarşiyi sürdürdü. Köleliğin resmen kaldırılması, imparatorluğun krizinin ortasında gerçekleşse de zorunlu çalışma ve insan ticareti on yıllarca, hatta günümüze kadar devam etti.

Buna karşın, Uruguay köleliği 1837’de kaldırdı ve öncesinde de Arjantin’de “rahimlerin özgürlüğü” yasası (Yapılan bu düzenleme, kölelerin çocuklarının da köle statüsünde doğması uygulamasına son verilmesini öngörüyordu; ç.n.) ile kölelerin çocukları özgür oldu. Bu, Río de la Plata’da mümkündü çünkü burada, Portekiz kolonisiyken ve bağımsızken Brezilya’nın şeker plantasyonlarında çalıştırılan kölelerin ekonomide oynadığı kilit rolün aksine, küçük bir ekonomik etkiye sahip olan ev içi kölelik mevcuttu. Brezilya’da korku duyulan Askeri Polis, köleliğin kaldırılmasından aylar sonra 1889 yılında genelleştirildi.

Bu sömürgeci miras Brezilya’da hâlâ varlığını sürdürüyor. Kölelik resmi olarak, diğer Latin Amerika ülkelerine göre yarım yüzyıldan fazla devam etti ve sosyal ve ekonomik piramidin en alt basamağında yer alan yüzde 53’lük nüfusu oluşturan siyah ve melez Brezilyalılara yönelik sürekli saldırganlıkla sürdü. Gelecek devlet başkanının belirlendiği bu hafta, insanlarla ve Maré’deki neredeyse bütün nüfusu siyah ve yoksul olan, genç nüfusun ağır bastığı ve bunların çok azının üniversiteye erişebildiği Timbau ve Alemão gibi favelalardan (Favela: Brezilya’da gecekondu mahallelerine verilen isim; ç.n.) arkadaşlarla uzun uzun konuşma fırsatım oldu.

Politik tutumları, solun yerleşik olduğu orta sınıf mahallelerden çok farklı. Bolsonaro korkusunu hissetmiyorlar, muhtemelen ev içi emeklerini verdikleri patronlarıyla ya da çalıştıkları inşaatlardaki ustabaşılarıyla hiçbir zaman gerçekten demokratik bir ilişki bilmediklerinden böyle. Sorunları başka. Her zaman ayakta oldukları kalabalık otobüslerde günde 5-6 saat yol gidiyorlar. Bira içip müzik dinlemekten başka arzuları olmaksızın evlerine varıyorlar. Büyük bir kısmı politize durumda ancak başka bir şekilde: konuşmayla ifade etmiyorlar ve enerjilerini hayatta kalmaya ve bunu başarabilirlerse çocuklarının üniversiteye erişimini sağlamaya adamış durumdalar.

Coronelismo Mirası

İkinci miras coronelizmo. Eski Cumhuriyet döneminde kentsel alanda ortaya çıkan ve ahalinin oyunun şiddet ya da yardımların paylaştırılması yoluyla kontrol edildiği bir iktidar yapısı. Ulusal Muhafızlar’ın albaylığı, merkezi iktidarın, iktidarlarını sürdürmeleri doğrultusundaki siyasi kampanyalarını finanse eden büyük toprak sahiplerine bahşettiği neredeyse soylu bir unvandı.

Coronelizmo kültürü bütün ülkeye yayıldı ve Getúlio Vargas’ın 1930’da Birinci Cumhuriyet’i ilan ettiği darbe sonrasında varlığını, eski iktidar yapısını sürdürmek için şiddete başvurmayan, medyayı kullanan caudillismo** vasıtasıyla sürdürdü.

Bugün Brezilya’da, neredeyse 90 yıllık cumhuriyet yönetiminin ardından yerel elitlerin gücü el değmemiş biçimde varlığını sürdürüyor ve her seçimde yenileniyor. Bu geleneği en iyi temsil eden parti olan MDB (Movimiento Democrático de Brasileño / Brezilya Demokratik Hareketi) diktatörlük altında ortaya çıktı. Bu, 13 yıl boyunca PT (İşçi Partisi) ile birlikte ülkeyi yöneten bir önceki Devlet Başkanı Michel Temer’in partisi. Partinin başlıca amacı iktidarda kalmak ve liderlerine yönelik sayısız yolsuzluk suçlaması mevcut.

Diktatörlüğün Mirası

Üçüncü miras, 1964 yılında kurulup 1985’te sona eren diktatörlük. Brezilya, bölgede, diktatörlük yönetiminde yer alan ne asker ne de sivillerden yargılananın olmadığı, “bir daha asla”sı olmayan tek vaka. Nüfusun büyük bir kısmı için diktatörlük, Brezilya’nın modernleşmesini ve sanayide çalışmak üzere toplu halde şehre göçen en yoksulların toplumsal tırmanışını temsil eden iyi bir ekonomik dönemdi.

Diktatörlük, altyapı çalışmalarına önemli yatırımlar yaptı ve 1960’larda sürdürülebilir ekonomik büyümeye erişti. Ülke, diktatörlük döneminde bölgeye açıldı, General Golbery do Couto e Silva’nın jeopolitik tezlerini benimsedi ve bunun sonucunda ülke, komşuları arasında belirleyici bir konuma sahip oldu ve başlıca bölgesel güç haline geldi.

Düşünür Vladimir Safastle gibi, bir kırılma olmadığı ve işkencede payı olan askeri personel de, pay sahibi diğer kesimler de korunduğu için, diktatörlüğün kendini şekli demokrasiye yerleştirmekle birlikte gizli olarak varlığını sürdürdüğünü savunanlar var. Bu yüzden, hem ekonomik açıdan hem de ülke algısında şu anki kadar güçlü bir kriz ortaya çıktığında, 1964’ün hayali, arzu edilen ufuk olarak ortaya çıkar.

Belki de Lulismo***, ülkede, nüfusun büyük bir bölümünde heyecan uyandıran son projeydi. Ancak İşçi Partisi’nin yolsuzluk bataklığına sürüklenmesi, başka bir alternatifi öne çıkardı. Kendi patlamalarıyla, kestirilemeyen ancak uzak da olmayan bir zamanda mutlaka tökezleyecek olsa da aşırı sağın önü açık. Söz konusu sağ başarısız olduğunda, toplumsal sol, Bolsonarizmo’nun tamamlayıcısı olan üç mirası (ırkçılık, maçoluk ve militarizm) aşacak bir konumda olmalı.


*Coronelismo: “Koroneller Yönetimi” olarak da bilinen ve 1889’dan 1930’a kadar devam eden Eski Cumhuriyet döneminde gücün, “koronel” adı verilen, yardımları sadakat karşılığında dağıtan yerel oligarkların elinde toplandığı siyasi mekanizmaya verilen isim. Koronel kelimesinin kökeni colonel/albay kelimesine dayanmaktadır.

**Caudillismo: Latin Amerika’da, askeri ve politik önderliği elinde tutan bir diktatörün liderliğine dayanan politik-toplumsal egemenlik sistemi.

***Lulismo: Özetle; Eski Devlet Başkanı Lula da Silva döneminde, daha önce toplumsal hareketlere ve İşçi Partisi’ne düşman olan toplum kesimlerinin, Lula da Silva arkasında birleşmesini ifade eden ideoloji.

https://www.elsaltodiario.com/brasil/las-tres-herencias-que-confluyen-en-bolsonaro-dictadura-esclavitud-coronelismo adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Çin: Bir sonraki emperyalizm

6 Eylül 2018 Perşembe

Uruguaylı düşünür Raúl Zibechi, Meksika’nın La Jornada gazetesi için kaleme aldığı yazıda, Çin’in küresel bir güç olarak yükselişini ve yeni baş emperyal güç olma yolundaki ilerleyişini değerlendirdi.


Bu yüzyılın sonlarında doğru Çin, dünya lideri olan ABD ile yer değiştirerek yeni egemen olacakken tek soru, bu süreçte nükleer savaş olup olmayacağı. İlginçtir ki, dünya solunun önemli bir kısmı, Çin’i emperyalizmin yeni bir biçimine dönüştürme eğiliminde olan bu tırmanışı sempatiyle ya da nötr olarak gözlemliyor.

Çin’in küresel zeminde yükselişinin yolları, ABD’nin benzer zeminde kendini kalıcılaştırma yollarından, yakın bölgelerine ya da arka bahçelerine, özellikle de Karayipler, Meksika ve Orta Amerika’ya askeri olarak müdahale ettiği 20. yüzyılın ilk yıllarındakilerden farklı. Bunun aksine Çin, dikkate değer bir farka işaret eder şekilde şiddet ya da savaşlar olmaksızın bir süper güç haline geliyor. Liderlerinin yinelenen açıklamalarına göre de barış yörüngesinde devam edecek.

İkincisi, Çin tarihi, ABD, İngiltere, Hollanda ve Venedik Cumhuriyeti gibi önceki hegemonik güçlerden çok farklı. Ejderha ülkesi, 19. yüzyılda sömürgeci güçlerin ve 20. yüzyılda sömürgecilik ve emperyalizmin zararlarına maruz kalan bir toplumdan bahseden Japonya’nın işgallerine uğradı.

Aksine, Monroe Doktrini’nin, Latin Amerika’nın, ABD’nin “etki alanı” olduğunu ilan ettiği 1823’ten beri bu yükselen güç, yarısı 20. yüzyılın ilk bölümünde olmak üzere bölgede 50 askeri müdahale gerçekleştirdi. Hedef, Washington’ın düşman olarak gördüğü hükümetleri devirmek ve kendi çıkarlarına karşı olan şahıs ya da partilerin iktidara gelmesini engellemekti.

Üçüncü konu, Çin’in tarihi boyunca hiçbir zaman emperyal güç olmaması ve kendini, toprakları fethetmekten çok kendini savunmakla sınırlamasıydı. Dışarıyı tasarlama gücünden yoksun biçimde çözülmesi gereken ağır iç sorunlara sahip nispeten kırılgan bir imparatorluktu.

Buna rağmen, aksi yöne işaret eden başka sebeplere değinmeliyiz.

Birincisi, Çin, güçlü devlet ve özel tekellerinin devlet yönlendirmesinde sermaye ihracatıyla bugün yeryüzünün tüm köşelerinde büyük bir güç. Çin’de henüz Batılı ülkelerdeki gibi üretken sermaye üzerinde finansal sermayenin egemenliğini temsil eden bir finansal oligarşi olmamakla birlikte, Çin kapitalizmi de küresel sermaye ile aynı mantıkla yönlendirildiğinden bu yönde kuvvetli bir eğilim mevcut.

Bununla birlikte, finansal sermayenin ağır basması ve diplomatik müdahale biçimleri vasıtasıyla dışarıdaki büyük yatırımların korunmasına doğru eğilim, yönetenlerin beyan edilen niyetlerinin ötesinde bir etki yaratıyor. Çin’in, İpek Yolu ve küresel teknoloji lideri olmak için “Çin Malı 2025” gibi girişimler vasıtasıyla barışçıl yükselişi, ticaret savaşı ilan eden Washington’ın yanıtıyla çarpışıyor.

Asya ülkesi, kendi para birimini uluslararası hale getirmek için küresel finans sektörüne girmek zorunda olduğu gibi, mevcut kurallarla oynamak zorunda olduğundan bu savaşa girmeye zorlanıyor. Bu uzun yükseliş süreci boyunca Çin, profilini değiştiriyor, hızla inşa edilen bir uçak gemisiyle ve beşinci nesil savaş uçaklarıyla ispatlandığı şekilde tüm dünyaya müdahale etme kapasitesine sahip olacak şekilde giderek artan oranda güçlü bir ordu kuruyor.

İkincisi, Çin kültürü, çok güçlü patriyarkal eğilimiyle son derece muhafazakâr. Bu temelde, William I. Robinson’ın “küresel polis devleti” dediği şeyin parçası olmak amacıyla 600 milyon kadar gözetim kamerası kuracak olan nüfusunu kontrol etme amaçlı büyük bir devlet kuruyor.

Çin’in dijitalleştirilmiş kapitalizminin, robot, üç boyutlu baskı, nesnelerin interneti, yapay zekâ, yapay öğrenme, biyo ve nanoteknoloji, kuantum hesaplama ve bulut, enerji depolamanın yeni biçimleri ve kullanıcısız araçlar temelli devam eden teknoloji devriminde ABD’ye üstün gelmesi gerekiyor. Çin hâlihazırda, küresel polis devletine doğru yönelimi şiddetlendiren başlıca küreselleşme destekçisi güç durumunda.

Sonuç olarak, Çin siyasi kültürüyle dünyanın anti-sistemik hareketleri arasındaki ilişkiyi analiz etmenin şart olduğunu düşünüyorum. Dünya genelinde hareketlerin andığı üç tarih (8 Mart, 1 Mayıs ve 28 Haziran) ABD ve Avrupa ülkelerindeki bize yansıması gereken halk hareketlerinden doğmuştu.

Çin’de devrimci geleneklerin olmadığını ima etmek istemiyorum. Mao Zedong öncülüğündeki kültür devrimi iyi bir örnek. Ancak bu gelenekler, hareketlerde hâkim bir rol oynamıyor. Tarihte, örnekler aramamızı, mücadeleleri derinleştirmemizi gerektiren bir dönemecin eşiğindeyiz.


http://www.jornada.com.mx/2018/08/03/opinion/018a1pol adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Yunanistan Eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis, Project Syndicate için Yunanistan’da meydana gelen orman yangını felaketine ilişkin bir yazı kaleme aldı. Varoufakis yazısında, AB tarafından Yunanistan’a dayatılan kemer sıkma politikalarının yaşanan felaket üzerindeki etkisine işaret ederek, bu politikalara karşı AB vatandaşlarının birleşik mücadelesinin gerekliliğine vurgu yaptı.


Geçen Pazartesi Attica’nın başına devasa bir facia geldi. İlk işaretini, kuşluk vaktinde kızımı Avustralya’ya yolcu etmek üzere bulunduğum Atina Havaalanı’nda gördüm. Güçlü bir ağaç yanığı kokusu, güneşin çağrısıyla, ancak kalın, göğe yükselmiş bir dumanın neden olabileceği beyazımsı sahte tutulma benzeri bir gündüz karanlığının sardığı gökyüzüne bakmama sebep oldu.

Akşamın ilk saatleriyle birlikte haberler ardı ardına gelmeye başladı. Birçok arkadaşımızın ve bazı akrabalarımızın Doğu Attica’daki evleri yok olmuştu. Orman yangını, zincirini koparmış, Atina dışındaki Mati köyü ve Rafina kasabasını biçmiş ve bölge sakinlerini denize doğru kaçmaya zorlamıştı.

Kayıpları, siyasi hareketimiz DİEM25’ten aktivistlerin kötü durumundan bahsedilmesiyle öğrendim. Alevler, Mati’deki evlerini sokaklarındaki diğer tüm evlerle birlikte yok etmiş; ancak en azından canlarını kurtarmışlardı. Güçbela. Karşı komşuları ölmüştü; ertesi sabah cesetleri, yürek burkan bir bir araya gelmenin ortasında 3 yaşındaki kızları ile birlikte birbirine sarılmış halde bulunmuştu.

Ve kara haberler akmaya devam etti. Evleri paramparça olan bir arkadaşım ve kocası kayıplar. Evi deniz kenarındaki bir uçurumun üstünde olan kuzenim, aşağıdaki kayalık sulara 70 metreden atlamak zorunda kaldı; neyse ki balıkçılar tarafından kurtarıldı. Ancak aynı sahilin çok yakınına gelen 26 başka insan, suya ulaşamadan duman ve alevlere yenik düşmüş. Belirsiz sayıda kayıp insanın yanı sıra ölü sayısı 81’e ulaşmış durumda. Kelimeler kifayetsiz.

Bu neden oldu? Kuru bir kış, sıcaklığı 39 derece olduğu ve rüzgârın 130 kilometreyle estiği bir günde yangın felaketini ateşleyecek biçimde büyük miktarda kuru orman ve çalı yarattı. Ancak bunun üstüne, Kara Pazartesi’mizdeki hava, kontrol edilemeyen yangını ölümcül bir cehenneme çevirmek için Yunanistan devleti ve toplumunun kronik başarısızlıklarıyla işbirliği yaptı.

Savaş sonrası Yunanistan ekonomik modeli, herhangi bir yerde ve her yerde (koyak ve çam ormanlarını da içeren) anarşik ve plansız bir gayrimenkul imarına dayandı. Bu bizi, diğer gelişmekte olan ülkeler gibi, yaz aylarında ölümcül orman yangınlarına ve kış aylarında ani su baskınlarına karşı savunmasız (daha geçen kış, eski bir dere yatağına inşa edilen evlerinde 20 insan öldü) bıraktı.

Bu kolektif başarısızlık, Yunan devletinin daimi hazırlıksızlığıyla yardım gördü ve kızıştırıldı: örneğin, kış ve ilkbaharda tarla ve ormanlarda biriken çıraları temizlemekteki ya da bölge sakinleri için acil kaçış rotaları oluşturmak ve bunları kalıcılaştırmaktaki başarısızlığı. Ayrıca, deniz kıyısındaki yazlıklar çevresindeki sahilin, plajın özelleştirilmesi amacıyla yasadışı biçimde çitle çevrilmesi gibi, oligarşinin alışılagelmiş suçları da var. Konuştuğum görgü tanıkları, birçok kişinin, zenginlerin kendileriyle denizin arasına koyduğu tel örgülerle mücadele ederken öldüğünü ya da ağır yaralandığını söylediler.

Ve son ama çok önemli olarak, burada insanlığın kolektif sorumluluğu var. Bu facia, hızlı iklim değişikliğinin, bizim insani zaaflarımızı cezalandıran doğal fenomeni hızla dolduruyor olmamızdan başka hiçbir şeyi göstermez.

Çoğu zaman olduğu gibi, orman yangını Yunanistan’ı kasıp kavurduğunda hükümet kundaklamayı ima etti. Bu kalleşliği göz ardı edemesem de ikna olmuş değilim. Yunan hükümetleri geleneksel olarak rantçıları, kundakçıları, teröristleri ve hatta yabancı ajanları suçlamayı kullanışlı bulmuştur. Haberlere egemen olan bu kışkırtıcı iddialarla yetkililer, kendi hazırlıksızlıklarını ve uygun yasaları ile güvenlik düzenlemelerini benimseme ve uygulama konusundaki başarısızlıklarını kabullenmekten kaçınmışlardır.

Kemer sıkma ve Yunanistan’ın devam eden “Büyük Buhran”ı müdahalenin etkisizliğinde ne rol oynadı? İtfaiye teşkilatları, yurttaş koruma daireleri, ambulans hizmetleri ve hastanelerde son derece personel eksikliği var. İtfaiyeci ve yangın söndürme uçağı sayısını üç katına çıkardığımızda yangınları durdurulamayacak olsa da, kamu hizmetleri, toplulukları ve maneviyatının on yıl boyunca azaltılmasının cefasını çeken bir ülkenin iklim değişikliği ile daha beter hale gelen bir felakete kendini iyi hazırlaması güçlükle beklenebilirdi.

Gazeteciler bana, Avrupa Birliği’nin yardım edip etmediğini soruyor. Gerçek şu ki, biz Avrupa Birliği’ne girip drahmiyi Euro ile değiştirmeden önce ve bunun sonrasında da yıkıcı yangınlar yaşadık. AB, alevler ile mücadelemizde hiç rol oynamadı, görevi de değil, ayrıca yangınlardan ya da Yunan toplumunun 70 yıl boyunca doğal çevreyi kötüye kullanmasından sorumlu da tutulamaz. Ancak Yunanistan’ın resmi kreditörlerinden oluşan Troyka’nın –Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu- son 10 yıl boyunca Yunan devletini böylesi durumlarda ihtiyaç duyduğu kaynak ve imkânlardan etkin bir şekilde mahrum ettiği tartışma götürmez.

(Aynı gazeteci soruyor) Öyleyse bu, Atina için başkaldırma ve Yunanistan’ın bekasına zarar veren kemer sıkma ve harcama kesintilerinin sona ermesini talep etme zamanı değil mi? Tabii ki! Her an, Yunanistan’da daimi bir insani kriz yaratan saçma kemer sıkma politikaları ve insan düşmanı toplumsal politikaları şeklindeki deli gömleği üzerinden Troyka’ya karşı koymak için doğru zamandır.

On yıl boyunca, tüm sel ve orman yangınlarında kaybettiklerimizden çok daha fazla insanı, AB müessesesinin neden olduğu trajedide kaybettik. 2011 yılından beri 20 binden fazla insan intihar ederken, AB’nin Yunanistan’a zorla kabul ettirdiği ekonomik kriz nedeniyle çalışma yaşındaki on Yunan vatandaşından biri göç etti.

Yangın kurbanlarımız için Brüksel’de timsah gözyaşları akıtılacağını ve Yunanistan hükümetinden de benzer ikiyüzlü duruşu bekliyorum. Ancak Yunanistan’a eziyet eden örgütlü insan düşmanlığında, tek bir günde neredeyse 100 insanın ölmesi nedeniyle bir tersine dönüş beklemiyorum. Avrupa genelindeki ilericiler örgütlenmedikçe, yerel sorumluluğunu kabul etmedikçe ve AB düzeyinde baskı uygulamak için bir araya gelmedikçe hiçbir şey değişmeyecek; Yunanistan’ın Altın Şafak’ı, İtalya’nın Lega’sı, Almanya’nın Hıristiyan Sosyal Birlik ve Almanya İçin Alternatif’i, Sebastian Kurz’un Avusturya hükümeti ve Polonyalı-Macar bağnaz irtibat noktası gibi gururla insan düşmanı olan politik güçlerin daha fazla güçlenmesinden başka. Bu bağlamda, Yunanistan orman yangınları, Avrupalılar olarak bizlerin kolektif sorumluluğunun trajik bir hatırlatmasıdır.


https://www.project-syndicate.org/commentary/factors-behind-deadly-greek-fires-by-yanis-varoufakis-2018-07 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Viewpoint Magazine’dan Thomas Goes, Yunanistanlı Marksist akademisyen Panagiotis Sotiris ile, Nicos Poulantzas’ın düşüncesi ve teorilerinin güncelliği, artıları ve eksileri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.



Thomas Goes: Bugün neden neredeyse 40 yıl önce ölmüş bir teorisyen olan Nicos Poulantzas’ın çalışmalarını incelemeliyiz? Bir başka deyişle, antikapitalist sol bünyesindeki eylemciler, örgütçüler ve kadrolar onun yazdıklarından yararlı, aslında hatta güçlü, umut vaat eden bir sol inşa etmek için gerekli olabilecek ne öğrenebilir?

Panagiotis Sotiris: Poulantzas’ın çalışması, imkân dahilindeki Marksist devlet ve devletin bünyesindeki sınıf uzlaşmazlığına teorisine en önemli katkılardan biridir. Çalışması, devletin ziyadesiyle özgün ve ilişkisel bir kavrayışıydı –sadece egemen sınıfın elinde bir araç olarak değil, “sınıf ilişkisinin özeti” olarak devlet-. Devlet aygıtlarının karmaşıklığına yönelik paha biçilemez kavrayışlar sunmuş, devlet ile üretim alemini de kapsayan sınıf mücadelesi alanı arasındaki çoklu ilişkileri ve burjuva sınıf stratejilerinin (yeniden) üretiminde devletin can alıcı düğüm işlevi gördüğü sayısız yöntemi düzgün bir şekilde ifade etmiştir.(1)

Poulantzas’ın son kitabı “Devlet, İktidar, Sosyalizm”, devletin baskıcı tedbirler ve ideolojik çağırmaların (İdeolojik Çağırma kavramının kullanımı için Althusser’e bakınız; ç.n.) üretimi ve yeniden üretiminin yanı sıra Foucault’nun kavramını ödünç alarak iktidar söylemleri, stratejileri ve teknolojilerinin şekillendirilmesi konusunda nasıl önemli bir rol oynadığına ilişkin en komplike kavramsallaştırmayı sunar. Bu yaklaşım, Antonio Gramsci’nin “bütünsel/integral devlet”ini, “egemen sınıfın tahakkümünü sadece haklı çıkarıp sürdürmekle kalmayıp, üstünde egemen olduklarının etkin rızasını da kazanmayı başardığı pratik ve teorik eylemler blokunu” anımsatır.(2) Bu anlamda, Poulantzas’ın teorisi militanlara neye karşı olduklarını anlamaları konusunda yardım edecek bir araçtır.

Bununla birlikte, Poulantzas’ın devlete ilişkin ilişkisel kavrayışı, sınıf mücadelelerinin geçerliliğini teorize etmek için bir yol sunar. Bu ilişkisel kavrayışı, bir tür reformizm olarak yorumlama eğiliminin olduğu, devlet bünyesine “içselleştirilmiş” mücadeleler vasıtasıyla kademeli bir dönüşüme işaret ettiği doğrudur. Poulantzas’ın çalışmasını, Edward Bernstein reformizmi gibi bir şey haline getirecek okumayla aynı fikirde değilim. Poulantzas’a göre devlet aygıtları, “sınıf ilişkilerinin maddileştirilmesi ve yoğunlaşmasıdır”. Bu nedenle, burjuvazinin stratejik ve taktiksel çıkarları ile kaydedilmiş bir sınıf devletinden bahsediyoruz.(3) Her halükarda bu, sınıf uzlaşmazlığının ne kalesi ne de vasıtasıdır; sınıf uzlaşmazlığının alanıdır. Alt sınıflar, bir hegemonya stratejisinin parçası olarak yarılmalar, fırsatlar ve kazanımlara neden olabilir, bunlar sonunda, devletin baskı aygıtlarının maddiliğinin ta kendisiyle bir karşı karşıya gelmeyi de gerektirecektir (klasik Marksist teoride devleti parçalama gerekliliği olarak tanımlanan şey). Bu, militanlar için bir başka faydalı hatırlatmadır: radikal siyaset, ne kurumlar vasıtasıyla uzun bir yürüyüş ne de devletle nihai karşı karşıya geliş için basit bir hazırlıktır. Onu, bunun yerine karmaşık bir diyalektik süreç olarak düşünebiliriz: alt sınıflar lehine, güçlerin sınıf dengesinin değişmesi, işçi sınıfı egemenliği için koşulların yaratılması ve devlette maddi olarak çizilmiş olan sınıf stratejileri ile karşı karşıya gelmeye hazırlık.

Son olarak, Poulantzas’ın otoriter devletçilik kuramlaştırmasının önemini vurgulamak isterim. Poulantzas, 1973-74 kapitalist krizinin sonucunda, kapitalist sınıfın ve devletteki siyasi temsilcilerinin tepkilerinin, devletin otoriter dönüşümü ile birlikte kapsamlı yeniden yapılanmanın (ve neoliberal yönelimin ilk işaretleri) sonucu olduğunu ileri süren ilk Marksist teorisyenlerdendi. Bu ikili eğilimin, o zamandan bu yana toplumsal ve siyasi iktidarın değişmez özelliği olduğunu düşünüyorum. Bir yandan, kapitalist devletler içindeki gelişmelerle, mesela baskıcı gözetimin genişlemesiyle, güç odağının yasamadan yürütmeye kaymasıyla, halk sınıflarının her türlü müdahalesine karşı karar verme süreçlerinin yalıtılmasıyla ve siyasi tartışmaların kapsamının, sadece teknik olarak sunulan önemli stratejik tercihlere indirgenmesiyle ispat edilmiştir. Diğer yandan bu, Avrupa Birliği’nin otoriter kurumsal çerçevesinde, bir bakıma Avrupa’daki mükemmel otoriter devlet modelinde gün gibi ortadadır.

Thomas Goes: Belki de Poulantzas’ın sınıf analiziyle devam edebiliriz. Günümüz militanlığı için önemi nedir? İşçi sınıfı ile ücretli çalışanların farklı katmanlarından oluşmuş “yeni küçük burjuvazi” adını verdiği şeyi neden ayırmalıyız?

Panagiotis Sotiris: Poulantzas, ayakları üç kilit noktaya basan bir sınıf yapıları teorisi sunar.

Birincisi, toplumsal sınıfların, sınıf mücadelesi alanı dışında düşünülemez olduğunu belirtir. Şöyle yazmıştır: “toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelesinin her ikisini de tek bir süreçte içerir; toplumsal sınıflar ilk önce kendiliğinden var olmaz ve ancak sınıf mücadelesine girdikten sonra var olurlar. Toplumsal sınıflar, sınıf pratikleriyle, diğer bir deyişle sınıf mücadelesiyle örtüşür ve sadece müşterek muhalefetlerinde tanımlanmışlardır.”(4)

İkincisi, üretim ilişkilerinin basit bir yasal mülkiyet ilişkisi olmaktan ziyade, karmaşık güç ve araçlar ile üretim sürecinin kontrolü ilişkileri olduğunu iddia etmiştir.

Üçüncüsü, üretim ilişkilerine ve sınıf oluşumuna değindiğimizde sadece “ekonomik” hususlardan değil, siyasi ve ideolojik hususlardan da bahsetmiş olduğumuzu söylemiştir. Bu bağlamda, birçok geleneksel Marksist yaklaşımın dar ekonomizminden de, neo-Weberyen sınıf tabakalaşması teorilerinin ayırt edici özelliği olan bir şekilde üretim ilişkilerinin merkeziliğine gereken önemin verilmemesinden de kaçınırız.

Poulantzas’ın, yeni küçük burjuvazinin iç yüzünü kavrayışı önemlidir.(5) Bu kavrayış, toplumsal iş bölümünün, teknik iş bölümünden önce gelmesi (üretim ilişkilerinin, üretim güçlerinden önce gelmesinin bir yansıması olarak) anlayışı üzerine kuruludur. Poulantzas’a göre “teknik iş bölümüne yön veren, siyasi ve ideolojik ilişkilerin, fiilen üretim süreci bünyesindeki özel mevcudiyeti ile verilen biçimiyle toplumsal iş bölümüdür.”(6)

Dolayısıyla, aynı anda genel emekçi ve genel sermayedar durumlarını yansıtan karşıt sınıf konumlanışlarının ortaya çıkışının, “tarafsız” bir teknik evrim olmadığı, üretim alanı dâhilindeki emek sürecinin ve siyasi ve ideolojik ilişkilerin derinleşen kapitalist karakterinin dışavurumu olduğu gerçeğini vurgulamıştır. Poulantzas’ın, işçi sınıfını imalat işçiliği ile tanımlama eğilimi gibi bazı eksikliklerine karşın, bunun, Marksist toplumsal sınıflar teorisine önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum.

Dahası, Poulantzas’ın analizinin, bu toplumsal tabakayı “işçi sınıfı” olarak ele almanın, neden kapitalist emek sürecini ve kafa emeği ile kol emeği arasındaki kapitalist iş bölümünü bu şekliyle kanıksamak anlamına geleceğini anlamamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Üstelik bu, küçük burjuva ideolojinin önemli unsurlarının birleşmesi anlamına da gelecektir.

Bu, söz konusu tabakanın, bir alt sınıflar ittifakı olarak “halk”ın bir parçası olamayacağı anlamına gelmez. Gerçekten de, bugün en önemli sorunlardan biri, bu tabakaları böyle bir politik doğrultuya kazanmak. Zamanımızda, çağdaş kapitalist yeniden yapılanmalar aynı zamanda böylesi konumlanışları genişletmenin haricinde çalışma koşullarını kötüleştirerek böylece onları işçi sınıfına karşı kutuplaştırma eğilimindedir. Böyle tabakaları örgütlemek, onları sendikalara katmak, kolektif pratiklerle ve taleplerle uğraştırmak ve “orta sınıf” ya da “profesyoneller” oldukları şeklindeki ideolojiyi kırmak gerçekten de bugün sınıf mücadelelerinin en önemli umutlarından biridir.

Thomas Goes: Poulantzas, işçi sınıfı ile eski ve yeni küçük burjuvazi arasında bir sınıf ittifakını savunuyordu. Bunu “halk” olarak adlandırmıştı. Peki, birincisi böyle bir “halk”ın gelişiyor olduğunu nasıl varsayıyordu? Ve bu süreç dâhilinde, onun anlayışına göre devletin ve partinin rolü neydi? Benim izlenimim, partinin rolüne ilişkin kavrayışının epey geleneksel olduğu yönünde.

Panagiotis Sotiris: Poulantzas, işçi sınıfının hâkimiyetinde bir ittifak olarak halk şeklindeki düşüncesinin üzerinde temellenmiş bir sınıf ittifakları teorisinin yeniden inşası gayretinde bulundu. Bu bağlamda, halkı bir çağırma biçimi ya da söylemsel inşa olarak görme eğiliminde olan Ernesto Laclau’nun çalışmasının okumasıyla ilişkili olanlar gibi mevcut konumların aksine, halkın sınıf-kuramsal bir perspektifini sunar.

Poulantzas’ın, Komünist Parti’yi böylesi bir ittifakın politik koşullarının yaratılmasının başlıca alanı olarak gördüğü doğrudur. Kafasında hem Yunanistan komünist hareketi, KKE’nin direniş ve iç savaşta nasıl halkın öncü gücü haline geldiği deneyimi hem de İtalya ve Fransa’daki devasa komünist partiler deneyimi var. Bu nedenle aklında bir sol güçler ittifakı fikri de mevcuttu.

Bununla birlikte, fikrini parti ya da partilerle sınırlandırmadığını belirtmek önemlidir. Otonom toplumsal hareketlerin öneminin de altını çizmiştir. İntiharından kısa süre önce, son girişimlerinden birinde Batı’nın kitlesel işçi partilerinin kaçınılmaz krizinin derin kaygısına ve otonom toplumsal hareketlere daha da güçlü bir vurguya dair unsurlar bulabiliriz.(7)

Maalesef, zamansız ölümü nedeniyle, çalışmasının hangi yöne doğru gideceğini söyleyemeyiz. Bugünlerde, bu sorunları sadece geleneksel parti biçimi bünyesinde ele alamayacağımızı biliyoruz. Kamusal alanın yeniden kazanımı üzerinde temellen –Yunanistan’daki Meydanla Hareketi, İspanya’daki Öfkeliler- toplumsal hareketler, özellikle de yeni siyasi müdahale biçimleri de, “halk”ı oluşturan bu farklı toplumsal sınıf ve grupların bir araya gelişlerine kesinlikle imkân tanımıştır. Bununla birlikte, böylesi bir ittifakın eklemlenmesinde işçi sınıfı egemenliği meselesinin, hâlâ bunu destekleyecek bir ortak siyasi proje ve örgütsel biçimi, yani radikal sol cephenin aşağıdan otonom inisiyatiflerle karşılaşmasından oluşan orijinal bir biçim gerektirdiğini düşünüyorum.

Thomas Goes: Poulantzas’ın teorik ve politik yörüngesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çalışmasında, özellikle de Faşizm ve Diktatörlük ile Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar kitaplarında kolaylıkla Maoist bükülme fark edilebilir. Maoizm’in, Poulantzas üzerindeki kesin etkisi neydi?

Panagiotis Sotiris: Poulantzas’ın teorik ve politik yörüngesi, Atina’da bir genç olarak, Yunan solu içindeki (Komünist Parti’nin illegal örgütlenmelerinde ve EDA’nın –Birleşik Demokratik Sol; ç.n.- legal örgütlenmelerindeki) deneyimleriyle başlar ve sonrasında Mayıs 1968 civarında Fransa’daki gelişmelere ilişkin yakın deneyimleriyle sürer. Bu yörünge aynı zamanda Antonio Gramsci ve Louis Althusser’e yöneliminden önce Jean-Paul Sartre ve Lucien Goldmann ile başlayan bir dizi teorik etkilenimi de içerir. Poulantzas için bir diğer önemli deneyim, sadece 1968’de Fransa’da değil, aynı zamanda 1968’de Yunanistan Komünist Partisi’ndeki bölünmede ve Yunanistan İç Komünist Partisi’ne katılımındaki belirli deneyimidir.(8)

Geleneksel yaklaşım, Yunanistan komünist hareketindeki kopuşu, KKE’deki SSCB destekçisi tutucularla, Yunanistan İç Komünist Partisi’nin (KKE-Es) daha “avro-komünist” ya da “sağcı” yaklaşımı arasında tanımlar. Buna karşın, KKE-Es tarafında duran birçok militan, komünist hareketin strateji ve taktiklerinin radikal veya hatta devrimci yenilenmesi arayışındaydı ve KKE’nin daha geleneksel ve bürokratik yaklaşımına karşı çıktılar.

Poulantzas’ın aktif üyesi olduğu KKE-Es’in Paris’teki yerel örgütlenmesi, liderliğin soluna uzaktı. Poulantzas’ın aynı zamanda sadece Mayıs 1968 deneyimleriyle değil, Çin deneyimi, Mao ve Kültür Devrimi deneyimleriyle, ekonomizm ve reformizmin radikal eleştirilerinden etkilendiği de açıktır. Örneğin, emek sürecindeki hiyerarşileri, “tarafsız” ve “teknik” olarak ele almamadaki ısrarı, Kültür Devrimi’nin kapitalist toplumsal iş bölümüne karşı eleştirisini yansıtır.

Bununla birlikte, sonradan, özellikle de 1970’lerin ikinci yarısında Poulantzas’dan farklı bir siyasi yaklaşım görürüz. Sol Avro-Komünizm olarak tanımladığı şeyde karar kılmış ve sol birlik ve sosyalizme giden demokratik yol ikilisinden oluşan bir stratejiye taraftar görünüyordu. Böylesi bir yaklaşımı savunarak parlamenter çoğunluk ile güçlü otonom aşağıdan hareketlerin bileşimi olasılığında ısrar ettiği son kitabının en son bölümünde bu daha açıktır.(9) Bu aslında çelişkili bir pozisyondu. Yine de bu, önemli bir probleme dair etraflıca düşünme çabasıdır. Geçmiş tecrübelerin avantajına sahip olduğumuzdan, Poulantzas’ın o özel momentte bu tür olasılıklara dair fazlaca iyimser olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda, o dönemin sosyalist partilerinin (Fransa’da Sosyalist Parti ya da Yunanistan’da PASOK gibi) 1980’lerden itibaren kapitalist yeniden yapılanmanın uygulayıcısı olacaklarını fark etmemişti.

Poulantzas, Althusser ve Balibar’ın girişimleri ve bunlara Henri Weber ya da Daniel Bensaïd’in yanıtları, Christine Buci-Glucksmann’ın girişimi, buna paralel İtalyan tartışmasının (örneğin Ingrao’nun metinlerine bakınız) hepsinin, sosyalist geçişi sadece teorik değil, gerçek bir sorun olarak gören strateji sorunlarına ilişkin son büyük tartışmayı temsil ettiğini vurgulamak da önemlidir.(10)

Thomas Goes: Poulantzas’ın ekonomizm ve reformizm eleştirisinden bahsettiniz. Eleştirisi tam olarak neye dairdi? Ve bu, kendisinin teorik ve stratejik düşünüşünü nasıl etkilemişti? Örneğin, Faşizm ve Diktatörlük’te, Üçüncü Enternasyonal partilerinin ekonomist yaklaşıma sahip olduğuna ilişkin ısrarlı bir savı vardır. Ancak yegâne stratejik önerisi, daha fazla kitle çizgisi siyasetinin gerektiğiydi. Örneğin, bu KKE-Es’in Paris’teki yerel grubunun siyasetini nasıl etkiledi?

Panagiotis Sotiris: Poulantzas’ın ekonomizm eleştirisi, çalışmasında birçok anlamda belirgindir. Her şeyden önce, karmaşık devlet teorisini ve devletin araçsal kavramsallaştırmasının aksine olan rolünü detaylı olarak inceleme girişimi şeklindeki fikrin ta kendisi. İkincisi, Üçüncü Enternasyonal’e yönelik ekonomizm eleştirisi, Faşizm ve Diktatörlük’te sunmaya çalıştığı görüşün çok önemli bir safhasıdır. Üçüncüsü, onun siyasi ve ideolojik belirlenimleri içeren ve toplumsal iş bölümünün teknik iş bölümünden önce geldiğinde ısrar eden toplumsal sınıflar teorisi, ekonomizm ile bir kopuşu da temsil eder.

Üçüncü Enternasyonal eleştirisine gelirsek, Poulantzas’ın “üçüncü dönem” sekterliğinin yanı sıra “halk cepheleri” ve “demokratik” burjuva partileriyle siyasi ittifaklar şeklindeki reformist düşünce ile arasında sınır çizme çabası da çok ilginçtir. Bunların ışığında, Yunanistan İç Komünist Partisi bünyesindeki tartışmalara müdahilliğine dikkat çekmek isterim.

1970 yılında KKE-Es’in Paris’teki yerel örgütlülüğünün yayını olan Agonas’da (Mücadele) müstear isimle yazdığı metne dikkat çekmek isterim.(11) Bu, parti yöneticilerinden biri olan ve söz konusu partilerin küçük burjuva tabakasını temsil ettiği fikrini temel alarak demokratik partilerle (örneğin merkezdeki partiler) yukarıdan ittifaklar stratejisi öneren L. Eleutheriou’nun bir yazısına yanıttı.

Poulantzas bu temsil anlayışına karşıydı, sadece “yukarıdan” ittifaklar fikrini reddediyordu ve Birleşik Cephe taktiğinin aşağıdan çalışmayı ve komünist partilerin köylülük ve diğer küçük burjuva tabakalar içinde de çalışmayı denemesini gerektirdiğinde ısrarcıydı. Eleutheriou, Komünist Enternasyonal’in 7. kongresini ve Dimitrov’un konumlanışlarını anımsattığında, Poulantzas, bu konumlanışlara ilişkin Faşizm ve Diktatörlük’te de bulabileceğimiz ve siyasi ittifaklara farklı bir yaklaşımın gerektiğini iddia eden eleştirel yaklaşımını kullanır.

Bu noktada, 1967-74 diktatörlüğü döneminde Yunanistan solundaki tartışmalarda ve solun karşılaştığı, diktatörlük karşıtı mücadelede burjuva güçlere hegemonik rol vermekten kaçınırken diktatörlüğe karşı mücadelede birliğin nasıl yaratılacağı gibi zorluklarda siyasi ittifaklar sorununun çok can alıcı olduğunu vurgulamak isterim. Bu aynı zamanda, KKE-Es’in, Poulantzas’ın eleştirdiği ve burjuva güçlerle ittifakı bir kez daha destekleyen “ulusal diktatörlük karşıtı ittifak” stratejisi çevresinde diktatörlük sonrasında dönen tartışmalara müdahilliklerinde de belirgindi. Bu anlamda Poulantzas’ın, müdahalelerinde her zaman KKE-Es önderliğinin solunda olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan, Poulantzas her zaman bir tür heterodoksiye değil, komünist harekete atıfta bulunmuştur. Eldeki verilere göre konumlanışları Avrupa komünist partilerinin solundaydı ve çalışmalarında, “komünist reformizm” olarak adlandırabileceğimiz şeye eleştirel olan birçok konumlanış bulabiliriz. Bununla birlikte, hiçbir zaman bir çeşit goşizmi (aşırı solculuk) tercih etmedi ve odak noktası komünist partilerdeydi. Hiçbir zaman, dönemin Maoist ya da Troçkist gruplarının tek taraflı olarak gördüğü pozisyonlarını benimsemenin çözüm olduğunu iddia ediyor görünmemiştir; otonom ve radikal kitle hareketlerinin önemini vurgulamıştır.

Thomas Goes: Avrupa solu genelinde en azından 1989’dan itibaren, sosyalist geçişe dair az miktarda tartışma olmuştur. Devrimci sol içindeki bazı daha küçük gruplar, örneğin İngiltere’de Sosyalist İşçi Partisi, Fransa’da LCR (şu anda NPA/Yeni Antikapitalist Parti) haricinde, sol partiler az çok reformla için mücadeleye odaklanmıştı. O ya da bu şekilde, bu durum, sosyal demokrat ve/veya sol-liberal partilerle ittifaklar kurmayı denemiş stratejilerle bağlantılıydı. Bu, İtalya’daki PRC (Komünist Yeniden İnşa Partisi) için de doğrudur –toplumsal hareketler ile parti arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye çalışan bir parti. Bir başka şekilde söylersek: anti-neoliberal hükümet, daha geniş Avrupa solunda başlıca stratejik düşünce olmuştur. Poulantzascı ve aynı zamanda Yunan deneyimi üzerinde temellenmiş bir bakış açısından, bu stratejik yönelim hakkında ne düşünüyorsunuz?

Panagiotis Sotiris: 1968 sonrası dönemin, solun birçok biçim alan stratejik krizini yansıttığı doğrudur. Bunlardan biri, solun başlıca partilerinin “dekomünizasyon”u ve önce sosyal demokrat partilere, sonrasında ise sosyal liberal partilere dönüşümleridir. İlk akla gelen İtalyan Komünist Partisi’dir. Öte yandan, böylesi açık bir sosyal demokrat dönüşü reddeden eğilimlerin çoğu, 1990’larda kitle hareketlerinin bir savunusu ve genel olarak soyut sosyalizm desteğinin yanı sıra anti-liberal bir pozisyondan fazlasını üretmedi.

Aynı zamanda, devrimci ya da anti-kapitalist solun çoğu eğilimi ya da 1968 deneyimine işaret eden sol da, ideolojik bir kriz yaşadı. Birçok grup dağıldı ve devamlılık gösteren eğilimler görece küçük ve stratejik yenilenmeden yoksundular. Bu, 4. Enternasyonal’de, IST’de (International Socialist Tendency/Uluslararası Sosyalist Akım) ve diğerlerinde besbelliydi.

Bu sırada, özellikle de küreselleşme karşıtı hareketin sembolik dışavurumunun olduğu 1990’ların ikinci yarısından sonra yenilenmiş bir radikalizm vardı. Bu radikalizm sokaklarda, toplumsal hareketlerde, polisle çatışmalarda ifade buldu. Bazı durumlarda bu, 1999 Fransa’sında LCR-LO’nun ve 2002 Fransa başkanlık seçimlerinde Olivier Besancenot’nun aldığı çarpıcı sonuç gibi önemli seçim sonuçlarında ya da gençlerin Fransa Komünist Partisi’nde yeni keşfettikleri cazibe şeklindeki farklı etkide tecelli etti. Gelgelelim, bunu bir stratejik tartışma takip etmedi. Bu, binlerce militanın, büyük önemde toplumsal hareketlerin ve Marksist teoriye yönelik filizlenen bir ilginin olduğu, fakat gerçek bir stratejik tartışmanın bulunmadığı Avrupa Sosyal Forumu’nda ve Dünya Sosyal Forumu’nda apaçıktı. Daniel Bensaïd’in stratejik tartışmayı yeniden açma çağrısı yanıtsız kaldı.

Daha da talihsiz olan ise, sosyal demokratlarla ittifaklar şeklindeki sol stratejinin, özellikle anti-liberal hükümetlerle ya da –daha kötüsü- “kimsenin” hükümetleriyle yer değiştirmesiydi. PRC’nin (Komünist Yeniden İnşa Partisi), ikinci Prodi hükümetine dâhil olması şeklindeki korkunç deneyim, -ki İtalya’da komünist sol hiçbir zaman oradan geri dönememiş, iyileşememiştir- göz ardı edemeyeceğimiz bir ders sunar. Çeşitli örneklerde böylesi stratejilere destek için Poulantzas’a başvurulduğu doğru, fakat bu başvurmalarda hiçbir derinlik ve stratejik tartışma yoktur. Bu “sosyalizme giden demokratik yol” değil, parlamenter mantığa tamamen teslim olma ve “reel neoliberalizm”i uygulayan başlıca siyasi güçlerden biri olduğu bir dönemde hegemonyanın sosyal demokrasiye teslim edilmesi idi.

Bu yaklaşımla yaratılan söz konusu strateji boşluğu ve seçim siyaseti ile temel anti-neoliberal reformların ikamesi olayı, bu sol türünün temel sınırıdır; bu, söylemde radikal olan ancak kopuş stratejilerine dair düşünemeyen bir sol çeşidi yarattı. Bunun en trajik örneği, programatik olarak hazırlıksız ve zorunlu Avrupacılığı, Troyka’ya eksiksiz teslimiyetin ve şu anda agresif neoliberal mantığın tam kabulünün yolunu açan SYRIZA’dır. SYRIZA önderliğinin Çipras’ın kendisin de içinde olduğu genç üyeleri, “siyasi eğitim”lerini 90’larda ve 2000’lerin başında, tam olarak Avrupa Sosyal Forumu ve “anti-neoliberal cephe” fikrinin popülerlikte zirve yaptığı dönemde aldılar.

Thomas Goes: Bazı yoldaşlar, “dönemin karakteri”nin yanı sıra güçler dengesinin anti-neoliberal politikadan fazlasına izin vermediğini iddia edecektir. Alman solunda, kapitalist kalkınmanın muhtemel farklı yollarının (daha otoriter ve neoliberal veya daha toplumsal ve demokratik) yanı sıra güçler dengesi göz önünde bulundurulduğunda, yaptığımız her şeyin daha iyi bir kapitalizmi ısrarla istemek olduğu iddiasını duymak olağandır. Bu sayede sınıf mücadelesi ve toplumsal hareketler için daha iyi koşullar, sol için de daha çok alan yaratırız. Bir başka deyişle, bakış açılarına göre tek bir çözüm vardır. Ancak bu devrimci siyaset değil; Almancada buna “Reformalternative” deniyor. Poulantzas’ın son dönemleri, sol Avro-komünizme ilgisiyle bu tür stratejiler için bir referans noktasıdır. Bu stratejik önerilere sizi yanıtınız nedir?

Panagiotis Sotiris: Bu tür bir yaklaşımın, diyalektik karşıtı bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Solun, daha iyi bir kapitalizm projesi sunabileceğine ve böylece hareketler için daha iyi alan yaratacağına dair feci düşünce neredeyse saçmadır. Yani, işçi sınıfının tarihi, her ne zaman “daha iyi” bir kapitalizm olduysa bunun, solun bir iyi kapitalizm için ittifakları desteklemesinin sonucu olmadığını ortaya koyar. Bu, her zaman, 20. yüzyıl komünist hareketinde ispat edildiği şekilde otonom ve militan mücadelelerin ve mevcut toplumsal düzene karşı daha geniş anti-kapitalist meydan okumaların sonucu olmuştur. Ancak böylesi dinamikler, kapitalist güçleri alt sınıflar için reformlar yapmaya ve tavizler vermeye zorlayabilir.

Dahası, böylesi bir yaklaşım mevcut konjonktürün bir başka önemli yönünü hafife alır: neoliberal sıvışma birliği. 2007-2008 kapitalist krizine yanıt bu olmuştur. Attırılan otoriter devletçilik ve neredeyse bir “post-hegemonik” yaklaşım ile birlikte demokratik süreçlerin erozyonu, “daha iyi” bir kapitalizme doğru reformlar için çok alan olmadığı anlamına gelmiştir. Tabii ki sınıf mücadelesi asla sona ermez ve toplumsal uzlaşmazlığın değişmez bir karakteri vardır. Aynı zamanda, fiili karar alma süreçleri, alt sınıfların müdahilliğine karşı geçmişteki herhangi bir zamana göre daha yalıtılmıştır.

İhtiyaç duyulan şey, bir radikal alternatif sunan çok daha cepheleşen yaklaşımdır. Şu anda bir geçiş programından, kapitalistlerin iktidarına meydan okuyan, mevcut burjuva siyaset biçiminin ve kriz yönetiminin çelişkilerini belirginleştiren ve post-kapitalist toplumsal üzen için yolu açan bir dizi birbirine bağlanan taleplerden ve hedeflerden bahsediyoruz. Bir taraftan, böyle bir programatik yaklaşım, sola hakiki bir sistem karşıtı güç olarak yeniden iade-i itibarda bulunur, burjuva güçlerle arasına sınır hattı çeker, alternatif bir hikâye ortaya koyar (daha iyi bir kapitalizm fantezisi değil) ve kitle hareketlerine siyasi perspektif sunar. Böylesi bir yaklaşım, emek güçlerinin gerçekten hegemonik projesi için yolu açabilir ve sadece direnişi değil, iktidar ve hegemonyayı da hedefleyen bir sol için koşulları yaratabilir.

Bu tür tartışma ve konumlanışlarda Poulantzas’a muhtemel sarılmaları anlayabiliyorum. Fakat Poulantzas hiçbir zaman sadece reformlar için mücadele edecek bir soldan bahsetmemiştir. Hatta “demokratik yol” a doğru politik bir dönüş yaptığında bile bununla “sosyalizme giden demokratik yol”a, solun sosyalist dönüşüme yönelik radikal programına eşlik eden parlamenter zaferini, karmaşık toplumsal dönüşüm sürecinde güçlü otonom toplumsal hareketlerle birleştirecek bir sürece atıfta bulunduğunu asla unutmamalıyız. Bu konumlanışları eleştirebilir, Poulantzas’ın, devlet aygıtının böyle bir meydan okumaya nasıl tepki vereceğine gereken önemi vermemesi ya da komünist solun, PASOK gibi partilerle işbirliği yapma olanağına dair haddinden fazla olumlu yaklaşımı gibi çelişki ve eksikliklerini gündeme getirebiliriz, ancak hiçbir zaman “daha iyi kapitalizm” adına sosyal demokrat güçlerle bir ittifak önermediğini kabul etmeliyiz.

Dahası, Poulantzas sadece hükümet iktidarını hedeflemenin, “demokratik yol” olasılığının destekleyicisi olsa bile –daha klasik “isyancı” yaklaşımların aksine- strateji sorununun yanıtı olmadığını fark etmiştir. Her zaman, aşağıdan kitle hareketlerinin, sol bir hükümete bile eksikliklerinin üstesinden gelmesi, daha radikal bir yönelime girmesi, dönüşüm süreçlerini başlatması ve burjuva güçlerden gelebilecek potansiyel karşı saldırıyı yanıtlaması için baskı yapacak otonom hareketlerin önemine inanmıştır. Poulantzas’ı 1979 yılındaki bir röportajından alınan aşağıdaki paragrafa bakın:

“Buna rağmen, devlet içindeki güç dengesini değiştirmek, dahası, devletin maddi niteliğini radikal bir biçimde değiştirmek, sosyalizme demokratik geçişin sadece bir yönüdür. Aynı zamanda, tabandan gelen toplumsal hareketlere bağlı olan sürecin diğer yönü, doğrudan demokrasi alanlarının yayılmasında iticidir: kısaca, kendini her zaman devletin ötesine taşıran ve devletle arasına mesafe koyan halk mücadelelerine dayandıran hareketler için. Devlet alanıyla sınırlı kalmak, bir kopuş stratejisini benimsemek için bile olsa, akılsızca sosyal demokrasiye doğru kaymaktır; devletin maddi niteliğinin özgül ağırlığı nedeniyle, devlet içindeki kuvvet ilişkilerini değiştirmek bile, ancak devleti aşan mücadele ve hareketlere yaslanarak gerçekleşebilir.”(12)

Thomas Goes: Alternatif bir strateji neye benziyordu? Görebildiğim kadarıyla, radikal sol içinde tartışılmış başlıca üç alternatif strateji var. Birincisi, tekelcilik karşıtı ittifak ve ilerisi demokrasi fikri. Örneğin bu, düşüşte olan Alman Komünist Partisi’nin stratejik çerçevesi. İkincisi, farklı çeşitleriyle devlet dışı radikal siyaset fikri –anarko-sendikalizm ya da başka otonom akımlar. Ve sonuncu, fakat bir o kadar da önemli olanı, çoğunlukla Troçkist akımdan olan ve siyasetlerini derin devrimci kriz ve ikili iktidar durumunun gelişmesi fikri çevresinde örgütleyen devrimci Marksist örgütler. Alternatif bir yaklaşım görüyor musunuz? Geçen yıl katıldığım bir tartışmada, Stathis Kouvelakis toplumsal hareketlerle birlikte ve onlarla gerilimle çalışarak anti-kapitalist reformlar için harekete geçecek bir sol hükümeti savundu.

Panagiotis Sotiris: Bu kesinlikle açık ve oldukça zor bir soru. Birincisi, tekelcilik karşıtı ittifak fikrinin, egemen toplumsal bloku yanlış anlama üzerinde temellendiğini düşünüyorum. Tekeller ve orta ya da küçük burjuvazi arasındaki zıtlık, iktidar blokunun egemen kesimlerince yönetilen egemen blok içindeki gerilimdir. Mesela, “tekelci sermaye”nin işgücünün kuralsızlaştırılmasını ve aşırı sömürüyü, orta ve küçük işletmeler karşısındaki önde olma rolünü sürdürmek için nasıl araçlaştırdığını görebiliriz. Üstelik, birçok durumda orta ve küçük işletmelerin çoğalması, tekelci sermayenin stratejisine (dış kaynak kullanımı ve yoğunlaşma/merkezileşmenin yeni esnek biçimleri) bağlıdır. Üstüne düşünmeye çalışılacak bir şey serbest meslek sahibi ya da çok küçük işletmeciyle potansiyel ittifakken, bir diğer şey ise burjuvazinin ilerici unsurları ile bir ittifak şeklindeki fantezide ısrarcı olmaktır.

Burada, “devrimci iktidar için mücadele açısından siyaseti ortadan kaldırabiliriz” fikri vardır. Alain Badiou’nun “devletten uzak siyaset”inden John Holloway’in iktidarı almadan dünyayı değiştirme düşüncesine, bolca örnek mevcut.(13) Otonom hareketlerce gerçekleştirilen değişimler büyük olsa da bir sınırı var. Güçlü, otonom ve muzaffer toplumsal hareketlere ihtiyacımız var; nasıl ki öz yönetim deneyimi gibi başarılı alternatif toplumsal düzen tecrübelerine ihtiyacımız varsa. Yine de bu yeterli değil. Toplumsal değişim aynı zamanda egemen sınıfların gücüne meydan okumayı da gerektirir: devlet aygıtında maddileşmiş ve yoğunlaşmış olan güce. Bu özellikle otoriter devletçiliğin güncel biçimlerine bakarsak doğrudur, özellikle sürekli ekonomik kural dışılık ve baskı devleti biçiminde (Yunanistan’da Troyka tarafından dayatılan “rejim” gibi). Toplumsal hareketlerin önleyici biçimde altının oyulmasına ve hareketlerce sebep olunan büyük değişimlerin yapılması ihtimalinin şiddetle azaltılmasına yönelik bir eğilim var. Bu gibi gelişmelere karşı, karar alma süreçlerinin aşırı yalıtılmışlığı mevcut. Böylesi bir konjonktürde dünyayı değiştirmek için siyasi iktidara ihtiyacınız vardır.

Fakat, iktidarın alınmasının Ekim 1917’nin basit bir tekrarı olacağı fikri saçmadır. Bu, gerçek bir stratejiden daha çok fantezidir ve bazı durumlarda (akla gelen bir örnek, Yunanistan Komünist Partisi’nin mevcut anti-kapitalist söylemidir) çok şey yapmamanın bahanesidir. Devrimci yolun, siyasi ve teorik antikomünizme karşı bir ideolojik referans noktası olarak savunulmasını anlarım, ancak bu bir stratejiye dönüştürülmelidir. Bu, konjonktür, sunulan olanaklar ve avantaj elde edilecek gerekli özgün yöntemlere dair gerçekten düşünmek anlamına gelir. Hiçbir surette, durumları sürekli “yeterince olgunlaşmamış” olarak ele almak anlamına gelmez. 2010-2012’de Yunanistan, 1970’lerin ortasında “diktatörlüklerin düşüşü”nden bu yana herhangi bir Avrupa ülkesinde yaşanan krizden çok daha hegemonik bir krize yaklaştı. Bundan çok daha olgun ne olabilir?

Bu basitçe bir sol hükümeti bir geçiş programıyla ve aşağıdan otonom hareketlerle birleştirmek anlamına mı gelir? Daha diyalektik bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bir taraftan sadece Avrupa’daki son dönem gelişmeleri değil, aynı zamanda Latin Amerika’da bir önceki 10 yıldaki gelişmeler, kitle hareketlerine ve sistem partileri çevresinde birleşen temsiliyet ilişkilerinde önemli kırılmalara neden olan uç noktadaki toplumsal ve siyasi kriz koşullarında, radikal sol güçlerin hükümet iktidarına gelmesinin imkân dâhilinde olduğunu gösterdi. Aynı zamanda, devletin dönüşümünün kapsamı (güçlerin sınıf ilişkisinin sermaye lehine katılaşması ve maddileştirilmesi) ve otoriter devletçiliğin gelişiminin derecesi, iktidarı normal yolla çalıştırmanın çok zor olduğu anlamına gelir. Bu, Avrupa Birliği ve emperyalizmden kopuşa (çünkü, Eurozone ve Avrupa Birliği kurumsal çerçevesiyle bütünleşik neoliberalizm dâhilinde herhangi bir toplumsal değişim biçimne sahip olmak imkânsızdır) doğru mümkün olduğunca gidecek bir hükümetten (SYRIZA’nın aksine) bahsettiğimizde özellikle doğrudur.

İhtiyaç duyulan şey, aşağıdan bir halk iktidarının, devletin maddi özüne kazınmış olan kapitalist stratejilere karşılık vermek ve potansiyel burjuva karşı saldırılara yanıt vermek için aşılmasıdır. Sadece güçlü hareketlere değil, aynı zamanda ikili iktidarın özgün biçimlerine de ihtiyacımız var. Er ya da geç, sadece devleti yönetmeye veya yeniden düzenlemeye değil, burjuvaziyle kopuşu gerektirecek ve kapitalist muadilleriyle uzlaşmaz olan kurumsal düzenlemeleri uygulayabilecek bir kurucu sürece neden olacak süreçte daha derin bir dönüşüm gerçekleştirmek gerekecek: mülkiyete sınırlamalar, demokrasinin yeni biçimleri, katılımcı planlamanın yeni biçimleri, demokratik denetim ve baskı mekanizmalarının azaltılması.

Bunlar, gelecek için basit soyut şablonlar olamaz. Bunlar, gerçek deneyim ve deneylemelerin, kitlelerin kolektif yaratıcılığı, hareketler ve radikal siyasetle ilişkili öğrenme süreci ve açık teorik tartışma üzerinde temellenmelidir. Radikal ya da devrimci siyaset, bir sürekli deneyleme sürecidir. Maalesef soldaki çoğu örgüt ve cepheler ihtiyaç duyulan stratejiler, söylemler ve entelektüalizmin üretiminde kolektif laboratuvarlar haline gelme konusunda şu ana dek başarısız oldular. SYRIZA’nın deneyimi bile –eğer bir sınav vakası olarak alırsak- trajik eksikliklerini ve yenilgilerini ele alamadı.

Bazıları, devrimci siyaset için muhtemelen 2010-2012’de açık olan “fırsat penceresi” kapandığından şu anda sadece direniş ve hareketlere ihtiyacımız olduğunu savunacaktır. Yanıt, stratejik tartışmanın sol için hiçbir zaman bir lüks olmadığıdır. 1848’den Paris Komünü’nde, 1905 Devrimi’nden 1917’ye, büyük deneyimlerden öğrendiğimiz düşünce ve komünist teoriyi ve pratiği sürekli yeniden değerlendirip dönüştürmemiz ve hatta stratejiyi kökten değiştirmemiz, hem Marksizm hem de işçi sınıfı hareketi için oksijen gibi olmuştur. Bugün bu oksijene ihtiyacımız var.

(1) Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism (Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar), çev. David Fernbach (Londra: Verso, 1979), 26.
(2) Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri-Seçmeler, çev. Kenan Somer (İstanbul: Onur Yayınları, 1986), 179-187.
(3) Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism (Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar), 25.
(4) a.g.e., 14.
(5) Poulantzas, tekelci kapitalizmin koşullarının üretken olmayan ücretli işçilerden yeni bir küçük burjuva sınıfına sebebiyet verdiğini savunuyordu. Ofis çalışanları, mühendisler ve teknikerler bunun örneklerindendir.
(6) Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism (Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar), 21
(7) Örneğin bkz. Nicos Poulantzas, “Devlet, Toplumsal Hareketler, Parti: Nicos Poulantzas ile Söyleşi (1979)”, çev. Patrick King, Viewpoint Magazine.
(8) Nicos Poulantzas, “Nicos Poulantzas ile Söyleşi,” Poulantzas Okuru: Marksizm, Hukuk ve Devlet, çev. James Martin (Londra: Verso, 2008) 387-388.
(9) Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, çev. Turhan Ilgaz (Ankara: Epos Yayınları, 2004). Söz konusu bölümün başlığı: “Demokratik Bir Sosyalizme Doğru.”
(10) The Poulantzas Reader (Poulatzas Okuru) kitabından Henri Weber ile Nicos Poulantzas arasındaki tartışmaya (334-360) ve Buci-Gluckmann’ın Dialectiques isimli incelemesindeki çok sayıdaki girişime bakınız.
(11) Nicos Poulantzas, “On the Question of Alliances (İttifaklar Sorununa Dair)”, Agonas, Temmuz 1970 (Yunanca ve N. Skyrianos müstear adıyla yazmıştır)
(12) Nicos Poulantzas, “Devlet, Toplumsal Hareketler, Parti: Nicos Poulantzas ile Söyleşi (1979)”, çev. Patrick King, Viewpoint Magazine.
(13) John Holloway, “İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek”, çev. Pelin Siral (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003).

https://www.viewpointmag.com/2018/05/07/poulantzas-revisited-state-classes-and-socialist-transition-an-interview-with-panagiotis-sotiris/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Arjantin merkezli Revista Intersecciones sitesinden Facundo Nahuel Martín, Brezilyalı Marksist sosyolog ve düşünür Michael Löwy ile Marksizmin güncel durumu, evrenselcilik, romantik antikapitalizm ve Latin Amerika Marksizm’i üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.


- İlk soru Marksizm’in krizine ilişkin. Marksizm, özellikle 1980 ve 1990’larda ölmüş bir gelenek olarak yazıldı. Akademisyenler ve siyasi sınıf, ölümünü ilan etmekten mutlu oldular ve yine de 2008 küresel ekonomik krizini takiben Marksist teoride bir “onarım” olduğu görülmektedir. Bu olayı nasıl yorumluyorsunuz?

Şöyle diyen bir söz var: “Nihayet, Marksizm sonunda tüm insanlık için öldü.” Ya tarih? 1989? 1921? Hayır, bu söz 1907 yılından Benedetto Croce’ye ait. Ve 10 yıl sonra Rus Devrimi’ni gördük.

Marksizm’in ölümü tarih boyunca bin kez ilan edildi. Bu hiçbir zaman değişmeyecek. Kapitalizm varlığını sürdürdükçe Marksizm de var olacak. Tabii ki SSCB’nin ölümü Marksizm’in krizine bilhassa sebep olmuştur. Birçok insan, SSCB’nin, Marksizm’in cisimleşmiş hali olduğu hissindeydi ve bu düşünce, burjuvazinin, Marksizm, komünizm ve sosyalizm heyulasından kendini kesin olarak kurtarmaya çalışması için ideal koşulları yarattı. Ancak çabalarında başarısız olduklarını düşünüyorum.

İşaret ettiğiniz üzere, 2008 krizi bir başlangıç yarattı. Ve bu başlangıç, şu anda kendimizi tüm iniş çıkışlarıyla bulduğumuz yerdir. Burjuvazinin saldırıyı sürdürme ve Marksizm’i tahrip etme girişimlerinin olduğu dönemler ve kapitalizmin sorunlarının, burjuvazinin söylemeye zorlandığı kadar aşikâr olduğu dönemler oldu: “Kapitalizmin ve kapitalist krizlerin âlimi olan Marx’ın bu tasvirini ilgi çekici buluyoruz. Fakat bu sosyalizm zırvalarının hiçbirini kabul etmeyelim.” Ancak önemli olanın, devamlılık hattını tanımlamak olduğunu düşünüyorum. Bununla demek istediğim, medya ilgisi ve kamuoyu bakımından bütün yüzeysel dalgalanmalarla birlikte, Marksizm’in kesintisiz tarihinin, modern kültürün kalıcı, ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu konusunda ısrarcı olmak önemlidir. Şu ya da bu şekilde, Marksizm geri dönmeye devam ediyor, çünkü kapitalizmi –kapitalizmin nasıl işlediğini- ve onun neden bu kadar çekilmez, merhametsiz, adaletsiz olduğunun yanı sıra kapitalizme nasıl bir son verilebileceğini ve yerine daha adil ve akılcı bir toplumun koyulabileceğini anlamayı ve açıklamayı başarabilen yegâne eleştirel düşünce biçimidir. Marksizm’in yok olmaya direnmesinin sebebi budur.

Kamusal menfaatin büyümesi ve küçülmesine gelirsek, buna ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Croce’nin sözü, bu beyanları neden göründüğü gibi kabul etmememiz gerektiğine dair bir hatırlatma görevi görüyor. Sartre’ın bugün hâlâ çok anlamlı olduğunu düşündüğüm sözünde olduğu gibi, Marksizm’in öylece orada olduğunu kabul etmeliyiz: “Marksizm, çağımızın entelektüel ufkudur.” Bu ufku aşmaya dair her türlü çaba, kaçınılmaz olarak düşüncenin Marksizm öncesi liberalizm gibi biçimlerine gerilemeye neden olur.

- Bazıları Marksizm’in son krizi -80’li ve 90’lı yıllardaki- ile akademi dünyasındaki post-yapısalcı teorinin yükselişi ve bununla birlikte modernite ile bağlantılı belirli evrenselci ideallerin krizi arasında bir ilişki olduğunu iddia ettiler. Aydınlanma projesi ve modernite projesi hususunda Marksizm’i nasıl görüyorsunuz? Sanırım epey zor bir soru.


Öyle. Marksizm’in açık bir biçimde Aydınlanma’nın ürünü olduğunu düşünüyorum; bu mirasın radikal, devrimci ve kendi kendini eleştirebilen versiyonu. Düşünsel bir gelenek olarak Marksizm, esasen Aydınlanma’nın kendi sınırlarının bilincindedir. Tabii ki Marx, Aydınlanma düşüncesinin iki büyük direği olan Fransız materyalizmi ve Alman idealizminden yola çıktı. Ancak diyalektik olarak bunları aştı: bunları aşmasıyla eş zamanlı olarak bunların içinde eleştirel olanı ve düşünüşü için faydalı olanı ortaya çıkardı. Dolayısıyla Marx’ta, çok özel Aydınlanma geleneklerinin aşılması süreci vardır. Modernite bakımından da aynısı iddia edilebilir. Yani, Marksizm açık biçimde bir modern düşünce biçimidir –neticede, Orta Çağ’da ortaya çıkmadı- ve ancak, adına modernite dediğimiz belirli tarihsel anda vücut bulabilir. Ancak Marksizm, fiilen mevcut modernite olan kapitalist moderniteye yönelik eleştirel görüş üzerinde temellendi.

Postmodernizmi sorarsanız, hiçbir zaman entelektüel bir hevesten fazlası olduğuna inanmıyorum. Evet, entelektüelleri ve öğrencileri kendine çekti ve birtakım çalışmaların, doktora tezlerinin, aslında bütün bir literatürün sorumlusu; fakat hiçbir derin, dikkate değer siyasi ya da kültürel getirisi yok. Sığ bir olgu olarak görüyorum. Postmodernistlerin bazı kuramsal bakış açıları sundukları konum, “kimlikçi siyaset” denilen mevzu çevresinde; bu özel sorun, postmodernistlerden daha önce gelmiş ve daha uzun yaşamış olsa da. “Kimlikçi siyaset” derken, bütün evrenselcilikleri, etnik, cinsel, dinsel ya da ulusal olan belirli kimliklerin öz-olumlaması lehine reddetmekten bahsediyorum. Aslına bakarsanız, bugün yakın ilişki kurmamız ve taleplerini kendi taleplerimiz olarak benimsememiz gereken toplumsal hareketler mevcut. Bunlar, devrimci programımızın parçası olmalılar, ancak sınırlamalarını eleştirmeden ve taleplerini evrenselci bir perspektif dâhilinde ifade etmenin gerekliliğini teyit etmeden değil. Ve en önemlisi, bu, özel talepleri görmezden gelen soyut bir evrenselcilik olamaz; Hegel’in dediği gibi, özellikleri göz önüne alabilecek bir somut evrensel olmalı.

ABD’de bir Black Lives Matter gösterisine gideceğinizi ve şöyle diyeceğinizi düşünün: “Fakat gerçekten önemli olan şey işçi sınıfı mücadelesidir, çünkü mücadeleleri gerçekten evrenseldir. Şu an yaptığınız şey işçi sınıfını bölmektir.” Seni sepetlerlerse tamamen haklı olacaklardır. Sosyalizm için işçilerin mücadelesi, siyahların davalarını asli bir mesele olarak sahiplenmelidir. Evrenselcilik, bu boyundurukları ve meşru talepleri göz önünde tutmakta başarısız olursa, bu sahte bir evrenselcilik olur. Böylesi bir sözde evrenselcilik, ayrımcılığın korunmasını, imtiyazları ve ezme biçimlerini perdeler. Öyleyse diğer yandan, en açık biçimde burjuvazi tarafından –soldan da olmasına rağmen- temsil edilen soyut evrenselcilik modelinin meşru eleştirisi ile tam bir rölativizme yol açan postmodern eleştiriyi birbirinden ayırt etmeliyiz: örneğin, “Herkesin doğruya, iyiye ve benzerlerine dair kendi fikri vardır.” En aleni solcu versiyonlarında bile postmodernizm eninde sonunda bir çıkmaza giriyor; eleştirel düşüncesine ve toplumsal mücadelelere olan bağlılığına büyük saygı duyduğum biri olan Boaventura de Sousa Santos’ta olduğu gibi. Ancak bu teori bir çıkmaza sebep olur, çünkü bir “epistemolojik çokluk” ya da bu etkide bir şey savunur. Ve bu durumda her etnik köken, ırk, din ya da ulusun kendi bilme biçimlerinin olacağı varsayılır. Fakat neyle ayrıldık? Peki bizi ayıran ne? Bu farklılıkların hepsi eşdeğer mi, yoksa bazıları diğerlerinden daha mı iyi? Postmodernizmin sınırlarını en açık biçimde gördüğüm nokta bu; en sol, gelişmiş varyantlarında bile.

- Çalışmanızda, romantik antikapitalizm fikrini incelediniz. Romantik unsurun, modernitenin, moderniteden huzursuzluk veya rahatsızlığının belirli bir deneyimine eşlik etme eğiliminde olduğu izlenimi edinilebilir. Günümüz toplumunda bir yerlerde, günümüz antikapitalist mücadelelerin herhangi birinde aynı deneyimi görüyor musunuz? Çağdaş toplumda romantizmi nerede bulabiliriz?

Sorunuzu yanıtlamadan önce, Marx’a dair daha önce erişmeye çalıştığım bir noktayla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Marx’ın, romantizme dair tam olarak sizin formüle ettiğiniz meselenin aynısını söylediği bir sözü vardır. Marx der ki: “Daha önceki dönemlerde –hangi prekapitalist geçmişten bahsettiğini asla belirtmemesine karşın- daha dolu bir yaşam vardı, çünkü insan nitelikleri yabancılaşmamıştı. Romantiklerin yaptığı gibi, geçmişin bolluğuna geri dönmeyi arzu etmek saçma ve imkânsızdır. Burjuva toplumun boş geçmişini kabullenmek hâlâ daha kötüdür.” Marx’ın önerisi açıkça farklı bir yöntemdi: geleceğe bir sıçrayış. “Ancak burjuvazi, kendi meşruiyetine sahip olan –çünkü bir çeşit doluluk etkin bir şekilde mevcuttu- romantik eleştiriyi –geçmişin bolluğunun hasretini çeken bir eleştiri- yanıtlamaktan acizdir ve bu nedenle romantik eleştiri, burjuva topluma artık burjuvazi kalmayana dek eşlik edecek.”

Marx burada üç önemli meselenin konusunu açıyor. Birincisi, romantizm, geçmişte dünyada bir doluluk olduğu fikridir. Bu temeldir. İkincisi: bu fikir, bir meşruiyet faktörü içerir; başka bir deyişle, aslında geçmişte bir yaşam bolluğu vardı. Ancak üçüncüsü, biz bu geçmişe dönemeyiz ve başka türlüsünü ummak saçma olacaktır. Bu noktada –geçmişe gitme ihtimali- romantikler yanılmışlardı. Yine de burjuvazi, romantiklerin kaygılarını yanıtlamakta yetersizdir, çünkü kendileri boşluğun kendisini temsil ederler. Bir burjuvazi ve kapitalizm olduğu sürece romantizm de olacak. Bu bende, romantizmi anlayacağımız açı olduğu izlenimi bırakıyor. Şimdi Marx’ın Grundrisse’de hiç bahsini etmediği ve Marx’ın konuya dair düşüncelerine eklenebilecek tek bakış olduğunu düşündüğüm şey şu: romantizm içinde farklı akımlar vardır. Bazıları daha muhafazakâr, gerici ve geçmişe dönmenin mümkün olduğuna cidden inanır: Orta Çağ’ı yeniden canlandırmaya, bir doğal hale geri dönmeye ve ne olabilirse ona. İkincisi, kapitalist moderniteye ya da burjuva modernitesine eleştirel yaklaşan ancak yine de geçmişe dönüşün imkânsız olduğunu kabullenen başka akımlar vardır; bu ikinci akıma göre gelecek hiçbir umut vaat etmez ve buradan hareketle mutlak bir kaderciliği benimserler. Günümüz toplumunun hatalı ve geçmişin belki de daha iyi olduğunu, fakat geçmişe dönüşün elden gelmemesiyle elde kalan tek seçeneğin mevcut gelinen noktayı kabul etmek olduğunu iddia ederler. Bu akımın altında kadercilik ve teslimiyet yatmaktadır. Max Weber, bu ikinci romantizme iyi bir örnektir. Ve geçmişe özlem duymayan, aksine, geleceğe doğru ilerlemenin bir yolu olarak geçmişe başvuran üçüncü bir romantizm biçimi vardır. Bu akım, romantizmin kökenlerinde de vardır. Jean-Jacques Rousseau, 18. yüzyıl romantizminin kurucusuydu. Peki Rousseau ne demişti? “Çırılçıplak yaşayan insan –burada tamamıyla Latin Amerika yabanıllarından (Karayip yerlileri) bahsediyor- mutlu bir insandı, özel mülkiyet yoktu ve eşitlik vardı.” Oysa Rousseau ne önerdi? Dört ayak üstünde ormana dönüp ot yememizi mi? Rousseau açık bir şekilde farklı bir tasavvuru savunuyor. Günümüz toplumunda özel mülkiyet vardır, özgürlük ve eşitlik yoktur. Parmaklıkların ardında olduğumuzu ve modern toplumdaki insanın mahkûm olarak yaşadığını iddia eder. Rousseau böylelikle demokrasinin özel bir biçimini tahayyül eder (aklınızdaki komünist demokrasiyi değil), özgürlük ve eşitliğin olduğu bir gelecek demokrasisini, fakat demokrasinin bu biçimi Karayip yerlilerininkinden farklılık gösterir. Bu benim “devrimci romantizm” dediğim şeydir, romantizm biçiminde son yüzyıllar boyunca sürekli işleyen bir devrimci akımdır. Romantizmin her zaman şu iki yüzü olmuştur: muhafazakâr, gerici yüzü ve devrimci yüzü. William Blake ve Shelkley gibi birtakım ütopik sosyalistte ve 19. yüzyılın sonlarına doğru William Morris’de durum budur.

20. yüzyılda Ernst Bloch, Walter Benjamin vb. şahsiyetler vardı.

Ancak Marx’a dönersek: şüphesiz ki romantik değildi. Grundrisse’de çok şey söyler: romantizmden çok daha fazla Aydınlanma insanıydı; fakat bununla birlikte romantizmin, kapitalizm ve burjuvazi eleştirisinden yararlandı. Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, klasiklerden –Smith, Ricardo vb.- yola çıkıyordu, ancak bu isimlerin bir eleştirisini gerçekleştirmek için Sismondi’ye yaslanıyordu. Sismondi, zanaatkâr üretim modeline ve küçük toprak sahibi çiftçi toplumuna dönmek isteyen bir küçük burjuva düşünürüydü. Bu tabii ki imkânsızdı. Fakat Marx şöyle der: “Sismondi’nin burjuvazi ve kapitalist toplum eleştirisi doğrudur: halk sınıflarının tahribine neden olur, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik üretir…” Komünist Manifesto’da, Sismondi’den ve onun sermaye eleştirisinden bahseden bir tam paragraf vardır. Marx, romantik eleştirinin belirli unsurlarını kullanır, ancak bunu, geçmişe dönüş özlemi olmanda yapar. Aynı eğilimi başka yerde, Marx ya da Engels’in “ilk(s)el komünizm” adını verdikleri ilksel toplumla ilgilendikleri daha sonraki metinlerinde de buluruz. Ve Marx, Rus kırsal komününe (politik olarak diğer her şeyden daha önemli olan) ilişkin kendi metinlerinde şöyle der: “Kırsal Rus komünü –pre-modern, pre-kapitalist, yarı kolektif mülkiyetle-, sosyalist Rusya’nın yeniden doğuşu için belki sıçrama tahtası olabilir.” Yani Marx ve Engels’de, daha çok modernite ve Aydınlanma insanı olsalar da devrimci romantik bir eğilim vardı. Ve 20. yüzyıl Marksizm’i ile birlikte Ernst Bloch, Walter Benjamin ve Latin Amerika’da José Carlos Mariátegui’den gelen “romantik Marksizm” diyeceğim bir eğilim bulduk. Mariátegui, bu romantik Marksist biçimin tipik örneğidir. Belki de bahsettiğim Avrupalı isimlerden daha fazla.

Sorunuzu ele alırsak, romantizm bugün nerede? Onu çeşitli biçimlerde mevcut bulabiliriz. Bana göre romantizm, burjuva toplumun bir eleştirisidir. Bu toplum biçiminin bir eleştirisini bulundurmuyorsa romantizm değildir. Bu nedenle geçmişten nostaljik şekilde bahseden fakat aynı zamanda kapitalizmi kabul edenler romantik değillerdir. Latin Amerika Protestan tarikatları bunun bir örneğidir: çoğu kez tabiatı gereği gerici olan birtakım tarihsel dini değerlerle geçmişle ilgilenir görünürler; fakat bu gruplar aslında ultra-kapitalist ve sadece piyasa değerleri açısından düşünürler -bir refah teolojisi- ve kiliseleri esasen sadece kapitalist işletmelerdir. Bu romantizm değil. Romantizm, geçmişin ciddi bir dayanak noktası olduğunu ve burjuva toplumu ile kapitalizmi eleştirme konusunda muktedir olduğunu varsayarak başlar. Üstelik, bu farklı biçimlerde olabilir, bazısı daha gerici, bazıları daha ütopyacı, ilerici, devrimci, hangi kelimeyi kullanmayı seçerseniz.

Latin Amerika’nın, son bahsettiğim romantizm biçimine en iyi örneği sunduğunu düşünüyorum. Aklımda özel bir toplumsal hareket var; felsefi, antropolojik, kültürel, edebi, müzikal biçimleriyle bütün bir kültürel hareket, Indigenismo* var. Indigenismo’nun kendisi, kapitalizme az ya da çok eleştirel yaklaşan eğilimleri barındıran heterojen bir harekettir. Eleştirel biçiminde, Kolomb öncesi (1492 yılında Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi öncesinden bahisle; ç.n.) yerli değerlerini, geleneklerini ve doğayla ilişkilerini (bu yüzden eleştirinin ekolojik bir boyutu da vardır) temel alan bir kapitalizm eleştirisi barındırır. Ve hareketin etkisi, yerli topluluklarını epey aşar. Örneğin, ABD’deki Dakota Boru Hattı çevresindeki çatışmada yerli mücadelesini ele alalım; fosil yakıtlara bağımlılığa, kirli enerjiye ve küresel ısınmaya karşı ekolojik perspektiften verilen çok dikkate değer bir mücadele. Mücadeleleri her tür insanı cezbetti: gençler, kadınlar, çevreciler, sendikacılar ve solcular. Bu insanlar yerli halklara, onların doğayla ilişkilerine, kültürlerine, etkileşimlerinin komünal biçimine, maneviyatlarına hayranlıkla kaplandılar. Naomi Klein’ın “İşte Bu Her Şeyi Değiştirir” kitabını okursanız, bu olağanüstü şeye dair de bir şeyler okursunuz. Kendisi yerli değil, Kanadalı bir Musevi. Ancak yerli halklarla özdeşim kuruşunu görebilirsiniz. Bu, günümüzde Amerika kıtasında etkin olan ilerici romantizm biçiminin bir örneği olacaktır.

- Bir öncekinin ardından son bir soru. Marksizm’e sık sık yöneltilen itham, bir modernleşme ideolojisi, Avrupa-merkezci ve doğanın sömürüsüne dayanan bir felsefe olduğudur. Bu iddialara nasıl yanıt verirsiniz?

Bu doğru, 20. yüzyıl boyunca Marx’ın yazdıklarını sadece kapitalizmden daha verimli ve rasyonel olma arayışındaki bir modernleşme ideolojisi, kapitalizmin sınırlarının ötesinde üretici güçleri geliştirmeye niyet eden bir üretim biçimi olduğu şeklinde bu yönden çözümleyen Marksizm yorumlamaları –çoğu kez egemen yorumlamalar- var oldu. Bu elbette Sovyetler Birliği’nde epey vardı: “Amerikalılardan daha fazla çelik üretelim”, bu mahiyette şeyler. Bu nedenle, bir yandan Marksizm’in egemen bir yorumunun –esasen Stalinist ve sosyal demokrat biçiminin- bu tutumu, Marksizm’in her şeyden önce bir endüstriyel modernleşme teorisi olduğu, kapitalizmin daha toplumsal bir biçimi olduğu tutumunu; ya da başkalarına göre, üretici güçlerin sınırsız gelişiminin sunağında hâlâ ibadet eden kapitalist olmayan bir toplumsal yapı olduğu tutumunu sürdürdüğü doğrudur. Tabii ki benim görüşüm bu eğilimden kopmamız gerektiği yönündedir; modernitenin kazanımlarını bütünüyle reddetmeksizin alternatif bir yorum sunan ve üstüne konuştuğumuz romantik çizgiyle renklendirilen başka bir eğilimi yeniden bulmak için.

Örneğin José Carlos Mariátegui’yi ele alalım. Mariátegui, biz Latin Amerikalılar için ve hatta bölgenin de ötesi için çok önemli bir şahsiyettir. Mariátegui, “İnka komünizmi”nden bahsetmiş ve bunu yazdığı zamanlarda epey eleştiri almıştır. Fikirleri nedeniyle “romantik” ve “popülist” olarak damgalanmıştır. Ancak İspanyolların gelişinden önce, İnka İmparatorluğu ile genellikle ilişkili bir biçimde gerçekten bir çeşit tarıma dayalı “ilk(s)el komünizm” vardı. Fakat komünist öğe sadece imparatorluğun kendisi –yapısı ziyadesiyle otoriter olan- değildi; “ayllu” adı verilen toplumsal tabanında da mevcuttu. Bu boyut, modern komünistler olarak bizim için özellikle önemlidir, çünkü bu, modern komünistlerin mesajının yerli topluluklara, köylülere ve benzerlerine ulaşabileceği anlamına geliyor. Bu son derece anlamlı bir fikir. Mariátegui açık olarak, bazı yerli savunucularının savunduğu gibi İnka İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını arzu etmiyordu. Hatta Mariátegui’nin yazdığı makalelerden birinde şöyle bir bölüm vardır: “İnka komünizmi ile modern komünizm arasındaki fark nedir? İnka komünizmi, hiçbir bireysel özgürlüğün bulunmadığı bir sistem olarak tamamen otoriterdi. Bizler bireysel özgürlük, vicdan özgürlüğü, toplanma özgürlüğü vb. gibi modern kazanımları bünyesine katan modern bir komünizm istiyoruz.” Bu nedenle Mariátegui’ninki diyalektik bir tasavvurdur. Moderniteyi reddetmedi, ancak geçmişin, Latin Amerika’da komünizmi inşa etmeye çalışan devrimci mücadeleler için bir dayanak noktası ve ilham kaynağı olabileceği konusundaki fikrini değiştirmedi.

Kendimi, Mariátegui’nin 21. yüzyıldaki takipçisi olarak görüyorum. Mariátegui’nin, biz Latin Amerika’dakiler için bugün, her zamankinden daha önemli bir kaynak olduğunu ve bugün onu okumanın, ondan yeni bir ilham bulmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz, 1930’lardan bu yana çok şey değişti, ancak niyet hiçbir zaman Perulu entelektüellerin fikirlerini kopyalamak değildi. Mariátegui, bütün Latin Amerika’da bir ilham kaynağıdır, hâl böyleyken, biz hâlâ onu hafife alma eğilimindeyiz. Sol; Marx, Lenin, Troçki, hatta belki de Mao okumaya alıştırılmış, ancak bugün her zamankinden daha çok gerekli olmasına karşın Mariátegui giderek daha az okunuyor. Dahası, bence entelektüel bir figür olarak Avrupalı çağcılları ile –felsefi ve teorik açıdan- eşit önem ve kalitede: genç Gramsci, genç Bloch, genç Benjamin, genç Lukács; hepsi birçok ortak noktayı paylaşıyor. Onu, büyük 20. yüzyıl heterodoks Marksist düşünürlerinin anıtına koymayı isterim. Mariátegui’yi bu listeye koymanın zamanıdır.

*Indigenismo: Çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ulus devlet ile nüfusun çoğunluğunu oluşturan yerli halklar arasındaki ilişki üzerinde durarak, yerlilerin asimilasyona karşı kültürel, toplumsal haklarının güçlendirilmesini hedefleyen siyasi ideoloji. Latin Amerika isminin Indo-Amerika olarak değiştirilmesini önerirler.

https://www.versobooks.com/blogs/3787-michael-lowy-marxism-forms-an-enduring-integral-part-of-modern-culture adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Bask Ülkesi’nin bağımsızlığı için 1959 yılından bu yana mücadele sürdüren ETA, tüm faaliyetlerine son vererek kendisini feshettiğine dair açıklamasını bugün Cenevre’de basın ve kamuoyu ile paylaştı. ETA’nın son yazılı açıklamasının yanı sıra, örgütün önde gelen isimlerinden olan ve 2002 yılından bu yana kayıp olan Josu Urrutikoetxeak (Ternera) ve cezaevindeki kadın tutsaklardan Marixol Iparragirre’nin söz konusu metni okudukları ses kayıtları da kamuoyuyla paylaşıldı.


Ulusal kurtuluş için Bask sosyalist devrimci örgütü ETA, örgütün tarihsel dönemini ve işlevini noktalamaya dair teklifin üyelerince onaylanmasının ardından Bask halkını yolculuğunun bitmiş olduğuna dair buradan bilgilendirir. Bu kararın sonucu olarak:

- ETA bütün yapılarını tamamen dağıtmıştır.
- ETA politik faaliyetine tamamen son vermiştir. Artık politik konum belirtmeyecek, girişimlere destek olmayacak ya da başka faaliyetlerle etkileşim içinde olmayacaktır.
- ETA’nın eski üyeleri birleşik, bağımsız, sosyalist, Bask dili konuşan ve erkek egemenliğin olmadığı bir Bask ülkesi mücadelesine uygun gördükleri her neresi olursa orada, her zaman kanıtladıkları sorumluluk ve dürüstlük duygularıyla devam edecekler.

ETA, Bask Ülkesi’nin, Francoizm pençesinde acı çektiği, boğulduğu ve Jakoben devlet tarafından asimile edildiği bir zamanda doğdu ve bugün, 60 yıl sonra birçok alanda başarılan işler ve birçok neslin mücadelesi sayesinde Bask ulusu yaşıyor ve kendi geleceğinin efendisi olmak istiyor.

ETA; Bask ülkesi ile İspanyol ve Fransız devletleri arasındaki çatışma dönemine, politik şiddet kullanma dönemine bir son vermeyi temenni ediyor. Buna karşın, İspanyol ve Fransız devletleri sadece siyaseten karşı karşıya geliş konusundaki zayıflıklarını bilerek ve çatışmanın tamamen çözülmesi senaryosunun korkusuyla bu dönemi sürdürme girişimlerinde ısrar ediyorlar. Bunu tam tersine, ETA’nın bu demokratik senaryoya dair hiçbir korkusu yoktur ve özgürlük ve barışa doğru süreç bir başka yolda devam edebilsin diye bu tarihi kararı vermesinin nedeni de budur. Bu, 2011 yılında silahlı mücadeleye koşulsuz son verme kararını takiben mantıksal sonuçtur.

Şu andan itibaren, bir halk olarak başlıca görev, çatışmanın sonuçlarının üstesinden gelmek ve onun siyasi ve tarihsel sebeplerinden bahsetmek için kuvvet birikimine, kitle seferberliğine ve farklı bakış açılarına sahip olanlar arasında uzlaşmaya dayanan bir sürecin inşası olacaktır. Bunun temel bir parçası, milliyetimizin tanınmasını elde etmek için karar verme hakkımızın yaşama geçirilmesi olacak. Sol görüşlü bağımsızlık destekçisi insanlar, Bask devletinin kuruluşunu beraberinde getirmesi doğrultusunda bunun için mücadele edecek.

Biz, bu son kararımızı yeni bir tarihsel aşamayı teşvik etmek için verdik. ETA halktan doğdu ve şimdi yeniden halkın içinde eriyor.

BASK ÜLKESİNE ÖZGÜRLÜK! SOSYALİST BASK ÜLKESİ İÇİN!

BAĞIMSIZLIK VE SOSYALİZME ERİŞENE KADAR!

Bask Ülkesi, 3 Mayıs 2018
Euskadi Ta Askatasuna
E.T.A.

https://www.naiz.eus/media/asset_publics/resources/000/494/627/original/20180503-eta-final-statement.pdf adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

5 Mayıs 2018 tarihinde kendini feshetmesi beklenen Bask ülkesi ulusal kurtuluş örgütü ETA, Gara gazetesine gönderdiği açıklama ile silahlı mücadele sürecinde bugüne dek yaşanan çatışmalardan zarar görenlerden ve yakınlarından özür diledi. Söz konusu açıklamanın tam metnini aşağıda bulabilirsiniz.


“Bask devrimci sosyalist ulusal kurtuluş örgütü ETA, bu açıklama ile, silahlı mücadele döneminde sebep olduğu zararı kabullenirken, çatışmanın sonuçlarının üstesinden gelmeye ve bunların tekrarlanmamasına ilişkin taahhüt sunar.

On yıllar boyunca yurdumuzda çok fazla cefa çekildi: ölüm, yaralanma, işkence, kaybedilme ya da insanların ülke dışına kaçmaya zorlanmaları. Müthiş bir cefa. ETA, bu acılardaki doğrudan sorumluluğunu kabul ederek, bu tarihsel çatışmanın çok önce demokratik bir çözüme kavuşmuş olması ve bu acıların hiçbirinin yaşanmamış olmasını veya çok önce sona ermiş olmasını umut ettiğini belirtir. Aslında bu acılar ETA doğmadan önce de vardı ve ETA silah bıraktıktan sonra da devam etti. Guernica’nın bombalanmasından nesiller sonra bu acı ve ağıt bizlere miras kaldı; sonraki nesiller ise başka bir gelecek seçecek.

Uzun silahlı mücadele dönemi boyunca çözüm olmayan zararlara, birçok acıya sebep olduğumuzun farkındayız. ETA eylemlerinden dolayı ölenlere, yaralananlara, bu eylemlerin kurbanlarına, çatışmadan etkilenenlere saygılarımızı sunmak istiyoruz. Gerçekten üzgünüz.

Hataların ve yanlış kararların sonucu olarak ETA, hem Bask Ülkesi’nde hem de dışında çatışmaya doğrudan dâhil olmayanların mağdur olmasına sebep oldu. Silahlı mücadelenin gereklerinin zorlaması ile eylemlerimiz hiçbir sorumluluğu olmayan yurttaşlara zarar verdi. Dönüşü olmayan ciddi zararlara da sebep olduk. Bu insanlardan ve ailelerinden af diliyoruz. Bu sözler ne yaşananları telafi eder ne de büyük acıları azaltır. Bunları, benzer acılara bir daha neden olmayı istemeyerek saygı ile söylüyoruz.

Eylemlerimizin kabul edilemez ve insafsız olduğunu düşünen ve ifade edenleri anlıyor ve onlara saygı duyuyoruz, çünkü kimse düşünmediği ya da hissetmediği bir şeyi söylemeye zorlanamaz. Başkalarına göre, yasa maskesini kullanmasına karşın, birlikte hareket eden devlet güçleri ve özerk güçlerin eylemleri de tamamen haksızdı ve bu yurttaşların hiçbiri aşağılanmayı hak etmemişti. Aksi halde, alkışı hak eden bir haklı zarar olduğu değerlendirmesinde bulunmalıyız. Diğer yandan ETA’nın başka bir konumlanışı var: Özgürlük ve barışın Bask Ülkesi’nde çok uzun zaman önce kök salmış olmasını umut ederdik.

Kimse geçmişi değiştiremez, fakat şu anda yapılabilecek en zarar verici şeylerden biri bunu çarpıtmaya ve kati olayları saklamaya çalışmaktır. Hepimiz sorumluluğumuzun ve verdiğimiz zararın bilincinde olalım. Aynı bakış açılarına ve hislere sahip olmamamıza karşın, zarar verdiğimiz bir diğerimize saygı duymalıyız. ETA’nın ifade etmek istediği budur.

Bask Ülkesi’nde gelecek için kesinlikle yerine getirilmesi gereken görevlerden biri uzlaşmadır. Bu acılar tekrar yaşanmasın diye gerçeği, yapıcı bir yöntem ile bilmek, yaraları sarmak ve garantiler vermek de gerekli pratiklerdir. Siyasi çatışmaya demokratik çözüm getirmek yoluyla, barışın inşasına ve Bask Ülkesi’nde özgürlüğe erişilebilecektir. Guernica’nın alevlerini sonunda söndürmek için.”

Bask Ülkesi-8 Nisan 2018
Euskadi Ta Askatasuna (ETA)

https://www.naiz.eus/eu/hemeroteca/gara/editions/2018-04-20/hemeroteca_articles/eta-al-pueblo-vasco-declaracion-sobre-el-dano-causado adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Ekvador Devlet Başkanı Lenin Moreno’nun, Kolombiya hükümeti ile Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) arasındaki barış görüşmelerinde ülkesinin garantörlüğünü askıya alma kararından kısa süre sonra teleSUR’dan Victor de Currea-Lugo, Ekvador’un başkenti Quito’da ELN komutanları Pablo Beltran ve Aureliano Carbonell ile bir söyleşi gerçekleştirdi.


Victor de Currea-Lugo:
Kolombiya müzakere ekibinde bir değişiklik oldu. Gustavo Bell liderliğinde yeni bir ekibin gelmesine bağlı olarak görüşmelerde bir değişiklik oldu mu?

Aureliano Carbonell: Biz bir değişiklik olduğunu sezinledik, daha olumlu bir tutum, işlerin akışı bağlamında daha samimi bir atmosfer var. Tartıştığımız konuların içerikleri ve ilerleme sağlama olanakları bakımından kritik nokralara geliyoruz ve ne ölçüde daha esnek bir durum olacağını söylemek için erken olur. Ancak daha çok ilgi, daha yapıcı bir ruh olduğunu düşünüyoruz. Bugünlerde göreceğiz, çünkü yeni ateşkes ve toplumsal katılımın planlanması gibi zor konuları tartışacağız.

Victor de Currea-Lugo: Yeni hükümet 7 Ağustos’ta koltuğu devralacak. Yeni hükümetten ilerleme olarak ne göstermesini istiyorsunuz? Santos’un hükümetiyle barış sürecinde ne inşa etmeyi umuyorsunuz?

Pablo Beltran: Yol almak için bir anlaşmamız var, özellikle de iki izlekte: Büyük Ulusal Diyalog ve bir öncekinden daha iyi bir karşılıklı ateşkes. V döngüsünün anlamı budur. İlerleme kaydetmek için iki ayımız var, iki taraf da iyi niyetini sürdürürse bu hedeflere ulaşılabilir.

Aureliano Carbonell: Katılımcılık anlamında şu ana dek hazırlık niteliğindeki duyumlarımızı değerlendirdik, düşünce ve kararları paylaştık. Bunlarda benzerlikler olduğu gibi fikir ayrılıkları da var. Bugünlerde tamamen toplumsal katılım modeline dair çalışmaya başlayacağız.

Pablo Beltran: Ateşkes bakımından, daha önceki deneyimimiz temel alan yeni ve daha iyi bir ateşkeste anlaşma arzusu var. Yeni ateşkese dair, bir önceki ateşkesimizin değerlendirmesini temel alan anlaşmalarımız, görüş ayrılığımız ve katkılarımız mevcut. Şimdi aktif askeri ve teknik komisyonun kurulmasını dâhil etmeliyiz. Üstünde çalışılması gereken detaylar var fakat daha etkili planlanmış bir aşamaya gireceğiz.

Victor de Currea-Lugo: Seçimler yaklaşıyor ve ülke ziyadesiyle kutuplaşmış durumda. ELN’nin, siyasi uğrak ve seçim senaryosuna dair düşüncesi nedir?

Aureliano Carbonell: Mart 2018’deki yasama seçimlerinde, Kolombiya’da her zaman olan şeylere şahit olduk: oy satın alma, müşteri-patron düzeneği… Olumlu olan neydi? Demokratik Kutup’u, Yeşil İttifak’ı, yerlileri ve FARC’dan geriye kalanları bir araya getirdiğimizde geleneksel partilerle aynı görüşlere sahip olmayan 25-30 parlamenterimiz oluyor. Bu küçük bir sayı ancak aktif bir sol ve merkez muhalefet ilanı taahhüdünde bulunurlarsa ve toplumsal mücadelelerle dinamik bir ilişki içinde olurlarsa bu olumlu olabilir.

Başkanlık seçimlerinde hâkim sınıfların aşırı sağı desteklediklerini gördük: Uribe’nin adayı ve Vargas Lleras. Ülkede aynı zamanda olumlu bir olay görüyoruz ve bu, umut doğuran farklı bir ses, kent meydanlarında iyi iş çıkardı ve kamuoyu araştırmalarına göre iyi durumda. Bu, olumlu gördüğümüz bir eğilim yaratıyor. Ancak şu anda barış süreciyle hiçbir şekilde ilgilenmek istemeyen, ülkenin bir milimetre dâhi değişmesini istemeyen sağın ve aşırı sağın güçlü bir hâkimiyeti var.

Victor de Currea-Lugo: Hükümet ile FARC arasındaki müzakere sürecinin liderlerinden biri olan Jesus Santrich’in tutuklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu olan Quito’daki görüşmeleri etkiler mi?

Pablo Beltran: Size bir teşbihte bulunacağım: kör bir adam geliyor, bir muz kabuğu atıyorsunuz ve düşüyor. Herkes alkışlıyor çünkü bu muz kabuğunu attınız. Kolombiya da bu noktada. Tuzağa düşürmek için bir komplo var ve herkes tuzağı kuran kişiyi alkışlıyor. Bu resim çok net bir mesaj: açık şekilde, ABD tarafından barış sürecini çöpe çevirmek için bir müdahale. Ve Santos hükümeti bunu alkışlıyor.

Victor de Currea-Lugo: Bazı insanlar kendilerine “ELN neden barış müzakerelerinde kalıyor” diye soruyor.

Pablo Beltran: Bunu, müzakereleri terk ederek çözümleyemezsiniz. Siyasi çözüm arayışında ısrarcı olmalıyız. Her zaman hasımlar olacak. ABD’den daha büyük hasım var mı? Ancak bu önemli değil, ısrar etmeliyiz.

Victor de Currea-Lugo: Bugünlerde Kolombiya’da, sizin Halk Kurtuluş Ordusu (EPL) gerillalarıyla çatışmalar yaşadığınız Catatumbo bölgesine dair bir endişe var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pablo Beltran: Durum içler acısı. Sorunları çözmek için çeşitli açılardan girişimlerde bulunuyoruz. Yerli topluluklarıyla, köylülerle, siyasi çevrelerleve Norte de Santander valiliği ile temaslarımız var. Ağırlıklarına karşın, sorunlara müzakere edilmiş çözümler bulma arayışındayız. Bölgede çok iyi örgütlenmiş topluluklar var ve onlara saygı göstermeliyiz. Sorun ihraç eden değil, komşularına saygı durmak zorunda olan sınırın bir parçası.

Orada bir orman rezervi bölgeleri var ve buna saygı gösterilmeli, fakat koka mahsulleri amansızca büyüyor ve mahsullerin artışını teşvik edenler yerlilerin doğal koruma alanlarına el uzatıyor. Ayrıca, tomruklar geliyor ve Catatumbo Nehri bundan etkileniyor. Yerli yetkililere saygı göstermiyorlar. Pozisyonumuz: topluluk kurallarına, yerli yasalarına ve otoritesine saygı göstermeliyiz, sınırda nasıl bulunulacağını ve saygı duymayı bilmeli ve anlaşmalar yaparak bunları yerine getirmeliyiz.

Victor de Currea-Lugo: Devlet Başkanı Lenin Moreno’nun garantör olarka kendi rolünü askıya almasının ardından Ekvador’a karşı nasıl duygular içindesiniz?

Pablo Beltran: Ekvador, gizli müzakerelerin başlamasından bu yana çok iyi bir garantör ülke oldu, kamuya açık aşamada da beş periyoda ev sahipliği yaptı, büyük çabalar sergiledi ancak şimdi bize garantörlük rolünü sürdüremeyeceğini söylüyor. Bu onların kararı ve buna saygı duyuyoruz. Bir başka şey de kamuoyuna duyurulan nedenleri paylaşmaktır. Ama buna saygı duyuyoruz, çünkü iyi bir garantör ülke oldular, olanca desteklerini verdiler ve bunun farkındayız.

https://www.telesurtv.net/english/news/ELN-We-Must-Persist-in-Looking-for-a-Political-Solution-20180419-0003.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

John Smith tarafından yazılan "David Harvey'in emperyalizm analizine bir eleştiri" başlıklı metin ile başlayan emperyalizm polemiği, David Harvey'in Smith'e yanıt niteliği taşıyan metni ile devam etti. Harvey aşağıdaki metinde, servet akışının tersine dönüşü iddiası ile neyi kastettiğini açıklamaya çalışıyor. Tartışma, Hewlêr Kürdistan Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Adam Mayer tarafından kaleme alınan ve önümüzdeki günlerde çevirisine buradan erişebileceğiniz üçüncü bir metin ile -şimdilik- sona erecek.


John Smith çölde kaybolmuş ve susuzluktan ölüyor. Güvenilir GPS sistemi ona, on mil doğuda temiz su olduğunu söylüyor. Doğu'ya varmak için Batı'ya yönelmek gerektiğine inandığından, ki bu Güney'e varmak için Kuzey'e gitmek gerek şeklinde anlaşılmalı, sonuçta Güney'e varmak için yola çıkıp kayboluyor. Yazık ki, bana karşı ürettiği argümanın kalitesi budur.

Son zamanlarda servetin Batı’dan Doğu’ya taşındığını yorumlarken bahsini ettiğim Doğu, kendisini üçüncü sırada Japonya’nın takip ettiği ve şu anda dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan (Avrupa tek bir ekonomi olarak değerlendirilmezse) Çin’den müteşekkildir. Güney Kore, Tayvan ve (biraz coğrafyanın verdiği izinle) Singapur’u ekleyin ve şimdi gayrisafi hâsılanın yaklaşık üçte birini oluşturan (dörtte birinden biraz fazlasını oluşturan Kuzey Amerika ile karşılaştırıldığında) küresel ekonomide bir güç bloğunuz var (bir zamanlar “uçan kazlar” kapitalist bloğu olarak adlandırılmış olan). Geriye dönüp diyelim ki 1960 yılındaki dünyanın düzenine bakacak olursak, Doğu Asya’nın küresel sermaye birikiminde bir güç merkezi olarak şaşkınlık verici şekildeki yükselişi göz kamaştırıcı şekilde bariz olacaktır.

Çinliler ve Japonlar, şu anda ABD’nin sarsıcı devlet borcunun büyük parçalarına sahipler. Doğu Asya’daki her bir ekonomide, sınırları dâhilindeki çok büyük miktardaki sermaye fazlası için mekânsal çözüm arayışı şeklinde ilginç bir silsile var. Japonya 1960’ların sonunda sermaye ihracına başladı, Güney Kore 1970’lerin sonunda, Tayvan ise 1980’lerin başında. Bu yatırımın çoğu Kuzey Amerika ve Avrupa’ya gitti.

Şimdi sıra Çin’de. Çin’in dış yatırım haritası 2000 yılında neredeyse tamamen boştu. Şimdi bu akış sadece Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan “Bir Kuşak, Bir Yol” (Çin’in yeni ipek yolu projesine verilen isim; ç.n.) boyunca değil, aynı zamanda özellikle Doğu Afrika boyunca ve Latin Amerika’yadır (Ekvador’un doğrudan yabancı yatırımın yarıdan fazlası Çin’dendir). Çin, Mayıs 2017’de dünyanın dört bir yanından liderleri “Bir Kuşak, Bir Yol” konferansına katılmaya davet ettiğinde, kırk dünya lideri, çoğunun, Başkan Xi’nin, Çin’in hegemonik bir güç olacağı yeni dünya düzenini başlatması olarak gördükleri şeyi ilanını dinlemeye gitti.

Bu senaryoda ilgi çekici mikro özellikler var. Küresel Güney imalat sanayindeki korkunç aşırı sömürü koşulları anlatılarını okuduğumuzda, bu anlatılar çoğu kez nihai ürün Avrupa ya da ABD’ye girerken bile sürece dâhil olanların Tayvan ya da Güney Kore firmaları olduğunu belirginleştirir. Çin’in madenlere ve tarımsal mallara (özellikle soya fasulyesine) susamışlığı, Çin firmalarının tüm dünyada (Latin Amerika’ya bakın) tabiatı yıkıma uğratan maden çıkarıcılığının da merkezinde olduğu anlamına geliyor. Afrika’daki arazi gasplarına üstünkörü bir bakış Çin şirketlerinin ve varlık fonlarının, toprak elde etmede diğer herkesin önünde olduğunu gösteriyor. Zambiya’nın bakır bölgesinde faaliyet gösteren iki en büyük maden şirketi Hindistanlı ve Çinlidir.

Öyleyse John Smith’in başvurduğu sabit, sert emperyalizm teorisi tüm bunlar hakkında ne söylemeli?

John Smith’e göre Sermayenin Sınırları’nda emperyalizm sorununu ele alma konusunda başarısız olmuşum. Bundan sadece bir kez bahsettiğimi söylüyor. İndeks 24 kadar değinmeyi kayıt altına alıyor ve son bölümün ismi de “emperyalizmin diyalektiği”. Burada, kökenini Lenin’den alan emperyalizm kavrayışının, tüm dünyada meydana gelen karmaşık mekânsal, bölgelerarası ve mekâna özgü üretim, tahakkuk ve bölüşüm biçimlerini betimlemek konusunda yetersiz bulduğum kesinlikle doğru.

Daha sonra, aynı tür bir gayret bulmak için ilgimi, Emperyalizmin Geometrisi (hemen hemen aynı zamanlarda yazılan) kitabında, dünya sistemi dâhilinde yer değiştiren egemenliklerin daha açık ve akışkan bir analizi adına emperyalizm kavramını terk eden Giovanni Arrighi’ye yönelttim. İkimiz de, bir yerde üretilen değere bir başka yerde el konulduğunu ve bunda dehşete düşürecek derecede bir ahlâksızlık olduğunu inkâr etmiyoruz. Buna rağmen, elimizden geldiğince taslağını çıkarmaya, meydana çıkarmaya ve teorize etmeye çabaladığımız süreç bu. Marx bize, tarihsel materyalist yöntemin kavramlarla başlayarak sonrasında bunları gerçeklik olarak dayattığını değil, durumlarına uygun soyut kavramları bulmak için ortada olan gerçekliklerle başladığını öğretti. John Smith’in yaptığı gibi kavramlarla başlamak, kokuşmuş idealizmle meşgul olmaktır.

Bu yüzden, mevcut gerçekleşen şeyler temelinde eşitsiz coğrafi gelişme, çalışmanın çoğalan ve farklılaşan boyutlarına ilişkin bir teoriyle, küresel meta zincirleri ve mekânsal çözümlere ilişkin kavrayışla, mekân üretimi (özellikle kentleşme-John Smith’in bihaber olduğu hayati bir konu) kavrayışıyla, devalüasyon ve mülksüzleştirme yoluyla birikim şeklindeki kuvvetli güçler, yaratıcı yıkım güçlerini harekete geçirene dek bir süre için belli bir “yapısal uygunluk”un oluşabileceği bölgesel ekonomilerin inşası ve yıkımı kavrayışıyla çalışmayı tercih ediyorum. Bu güçler sadece Küresel Güney’de olan şeyleri değil, sanayisizleştirilen Kuzey’de olanları da etkiliyorlar.

Sermayenin, emeğin, paranın ve finansın farklılık gösteren coğrafi hareketlilikleri prizmasından buna ve rantiyecilerin artan güçlerine ve sermaye ile emek arasındakinin yanı sıra sermayenin çeşitli klikleri (örneğin üretim ile finans arasında) arasındaki değişen güç dengesine dikkatlice bakmaya çalıştım. John Smith’in benimsediği yavan ve sabit emperyalizm teorisinin yerine koymak istediğim bu. Bu teori, birkaç şirketin, birkaç zengin ailenin elinde gerçekleşen muazzam parasal güç birikimini ya da dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun düşürüldüğü rezil yaşam koşullarını inkâr etmez. Ancak Ohio ve Pennsylvania işçi sınıfının her ikisinin de lüks içinde yaşadığını tahayyül etmez. Marx’ın, çoğunlukla Küresel Güney’de egemen olan daha fazla yoksullaştırılmış sermaye birikimi alanlarından elde edilen mutlak artı değer ile ulaşılması imkânsız olan bir şekilde, sömürü oranı çarpıcı düzeylerde artarken bile emekçinin fiziksel yaşam standardında önemli yükselişi mümkün kılan göreli artı değer teorisinin önemini kabul eder. Dahası, Marx’ın uzun zaman önce işaret ettiği gibi servetin dünyanın bir yerinden diğerine coğrafi olarak taşınması bütün bir ülkeye fayda sağlamaz, bu servet sürekli olarak imtiyazlı sınıfların elinde toplanır. Son zamanlarda ABD’de, Wall Streetçiler ve onların dalkavukları bunu muhteşem bir şekilde yaparken, Michigan ve Ohio’nun eski işçileri çok kötü yaptı.

Tüm bunlara dair geçmişe bakalım. 1960’larda işçi sınıfının imtiyazlı kesimleri, Küresel Kuzey’in ulus devletlerinin sınırları içinde büyük oranda korumalı haldeydi ve kendi alanları dâhilinde siyasi iktidar için gayret edebilirlerdi. Sosyal demokrasinin taktikleriyle refah devletleri elde ettiler ve yükselen verimlilikten kaynaklanan bir hayli çıkarları oldu. Kapitalist karşı adım, bu gücü zayıflatmak ve göçmenliği teşvik ederek ücretleri düşürmek oldu. Almanlar Türkiye’ye, Fransızlar Kuzeybatı Afrika’ya, İsveçliler Yugoslavya’ya, İngilizler eski sömürgelerine baktılar ve ABD de tüm dünyaya açılmak için 1965 yılında göçmenlik kanununu yeniden düzenledi. John Smith, tüm bunların sermaye sınıfının isteğiyle sermaye devletince desteklendiğini unutuyor. Ancak bu çözüm işlemedi. Bu nedenle, 1970’lerden itibaren büyük miktarda (ancak kesinlikle tamamı değil) sermaye, emek gücünün en ucuz olduğu yerlere gitti. Ancak küreselleşme, ticaret borsası ve para akışına yönelik bariyerler indirilmeksizin işlemez ve ikinci söylediğim, uzun zamandan beri ulusal mevzuattan bıkmış olan finans-kapital için Pandora’nın kutusunun açılması anlamına geliyordu. Uzun erimli etkisi, Küresel Kuzey’in işçi sınıfı hareketlerinin gücünü ve imtiyazını, onları neredeyse her fiyata olabilen küresel emek gücünün rekabetçi kapsamına sokarak açık olarak azaltmasıydı. Günümüz kapitalizminin küresel yapısındaki işçi sınıfının, birbirleriyle 1960’larda olduklarından çok daha fazla rekabet halinde oldukları iddiasını destekliyorum.

Bununla birlikte, teknolojik gelişme, emeği ekonomik faaliyetin birçok alanında (örneğin Google ve Facebook) daha az önemli hale getirmiştir. Küresel Kuzey’in entelektüel ve örgütsel emeğini, Küresel Güney’in kol emeğiyle birleştiren yeni yapılar, Küresel Güney’deki geleneksel işçi sınıfı gücünü devre dışı hale getirirken, geride imkân dâhilindeki her yolla sömürülmüş sanayisizleştirilme ve işsizliğin harap manzarasını bıraktı.

Smith’in makul bir eleştirinin yerine kendini kaptırdığı polemiğin niteliğini gösteren son bir yorum. Yeni Emperyalizm kitabımda, “daha yardımsever bir Yeni Düzen (New Deal) emperyalizmi”ne dönüşün “özlemini çektiğimi” iddia ederek dalga geçiyor. İçerik, bunun kapitalist üretim biçimi dâhilinde mümkün olan tek yol olduğunu söylediğimi gösteriyor. O zaman (2003), kapitalizme bir alternatif ve kapitalizmin 2007-2008’de gerçekleşen türden ciddi bir şoka doğru yol aldığını belirleyebilen bir küresel işçi sınıfı hareketinin olmadığı açıktı (evet, bunun olabilirliğini Yeni Emperyalizm’de açık bir şekilde tahmin etmiştim). Bunu takip eden öngörülebilir krizin, bütün nüfusun zenginliklerinin ve varlık değerlerinin çoğuna daha çok el konularak çözüldüğü göz önünde bulundurulduğunda, solun Keynesyen bir alternatifi (yeri gelmişken, daha sonra Çin tarafından uygulanan) desteklemesi daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

Yeni muhafazakâr hareket tarafından, İkinci Dünya Savaşı’na zemin hazırlayan şeyi tekrar eden biçimde şiddetli militarist ve aşırı sömürücü çözümün açık biçimde tasarlandığı o sıralarda, benim siyasal değerlendirmemde bu, solun tıkanmayı karşılaması için yaratılabilecek bir soluklanma alanıydı; Şimdi geriye baktığımda, birçok insanın benimle aynı fikirde olmayabileceğini bilsem bile bu fikrimde haklı olduğumu düşünüyorum. Yazık ki bu açmaz hâlâ bizimle. Ancak makul eleştiri başka, gereksiz yere alay içeren eleştiri başka şeydir.

http://roape.net/2018/02/05/realities-ground-david-harvey-replies-john-smith/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız




Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi