Alain Badiou, Paris
Komünü’nün 150. yıl dönümünde Monthly Review için kaleme aldığı makalesinde, Karl
Marx’ın Komün’e bakışından, özellikle 1960’ların ortalarında Çin ve Sovyetler
Birliği’nin Komün deneyimine sahip çıkış tarzlarına, parti-devlet anlayışına
karşı Komün’de aranan kurtuluşa, bunun üzerinden geliştirdikleri söylemsel
karşıtlıklara ve Komün deneyimine yaklaşımlarına dek geniş değerlendirmelerde
bulunuyor.
Karl Marx, 1871 yılında Paris Komünü’ne tamamen devlet
sorunu ile ilişkili olan bir açıklama getirmişti. Ona göre, Komün,
proletaryanın bütün bir toplumun yönüne ya da idaresine dair geçici işlevini
benimsediği ilk tarihsel olayı meydana getiriyordu. Komün’ün girişimleri ve
açmazlarından, devlet aygıtının “alınmış” veya “işgal edilmiş” olması değil,
“parçalanmış” olması gerektiği sonucuna varıyordu.
Bu arada, bu analizdeki başlıca hatanın, Mart-Mayıs 1871
arasında günün gereğinin iktidar sorunu olduğu kavrayışı olduğunu belirtelim.
Bu nedenle, şu azimli “eleştiriler” klişe haline gelmiştir: Komün, tahminen
karar alma kapasitesinden yoksundu; eğer hemen Versailles’a yürümüş olsaydı;
eğer Fransa Merkez Bankası’ndaki altınlara el koysaydı, vesaire. Bana göre, bu
‘eğer’ler gerçek bir içerikten yoksun. Hakikaten, Komün ne onlara esaslı bir
şekilde yön verecek araçlara ne de büyük ihtimalle onlara ulaşacak araçlara
sahipti.
Marx’ın açıklaması gerçekten muğlak. Bir yandan, devletin ve
daha spesifik olarak ulus-devletin çözünmesine yol açacak görünen her şeyi
övüyor. Bu bağlamda şunlara işaret eder: Komün’ün, doğrudan halkı silahlandırmak
adına profesyonel bir orduyu ortadan kaldırması; memurların seçilmeleri ve
görevden alınmaları konusunda aldığı bütün önlemler; belirleyici ve uygulayıcı
işlev lehine, kuvvetler ayrılığına verdiği son; Komün’ün enternasyonalizmi (Komün’ün
finansal temsilcileri Alman, askeri liderleri Polonyalıydı, vb.). Fakat diğer
yandan, gerçekte devletçi yetersizlikler olan yetersizliklere üzülüyor: zayıf
askeri merkeziyetçiliği; finansal öncelikleri tanımlamadaki yetersizliği; ulusal
soruna ilişkin eksik yönleri, diğer kentlere hitabı, Prusya’daki savaşa dair
söyledikleri ve söylemedikleri ve taşralı kitleleri bir araya getirmesi.
20 yıl sonra, 1891 yılında Marx’ın metninin yeni bir
baskısına yazdığı önsözde Friedrich Engels Komün’ün çelişkilerini aynı şeklide
resmeder. Aslında, 1871 hareketinde hâkim olan iki politik gücün,
Proudhoncuların ve Blanquicilerin, ortaya koydukları kendi ideolojilerinin tam
aksini yapmalarıyla sonuçlandığını gösterir. Blanquiciler aşırı
merkeziyetçiliğin ve az sayıda cesur adamın, iktidarı, emekçi kitlelerin
faydasına otoriter bir şekilde kullanmak üzere alacakları silahlı tertiplerin
taraftarıydılar. Fakat bunun yerine, bağımsız komünler federasyonunun ve devlet
bürokrasisinin imhasının ilanına sürüklendiler. Proudhoncular, üretim
araçlarına yönelik kolektif sahiplenmenin her türlüsüne muhalif idiler ve
küçük, öz yönetim girişimlerini destekliyorlardı. Fakat, büyük çaplı sanayiyi
yönetme amacıyla geniş işçi ortaklıklarının oluşumunu desteklemeleriyle
neticelendi. Engels, bu durumdan oldukça mantıklı bir şekilde, Komün’ün
zayıflığının, onun ideolojik formlarının devlete dair kararlar almaya uygun
olmamasında yattığı sonucunu çıkarır. Ve dahası, bu kutupsal karşıtlığın
neticesinin, açıkça tek bir “Marksizm”e yol açan Blanquicilik ve Proudhonculuğun
sonu olduğu sonucunu.
Fakat 1871 yılında ve hatta çok daha sonrasında temsil
edilen Marx ve Engels’in duruma dair yeterliliği nedir? Komün’ün farz edilen
hegemonyası, onu hangi ekstra araçlarla donatabilirdi?
İşin gerçeği şu ki, Marx’ın açıklamasının muğlaklığı, hem
sosyal demokrat eğilim hem de onun Leninist radikalleşmesi tarafından, yani bir
yüzyıldan fazla süre boyunca partinin temel motifinde yerini alacaktır.
Aslında, “sosyal demokrat” parti, “işçi sınıfı” partisi –ya
da “proletarya” partisi- ve sonrasında “komünist” parti de aynı anda hem devlet
ile ilişkisinde özgürdür hem de iktidarı kullanmaya hükmetmiştir. Bu, sübjektif
destekle –ideolojik kopuşla- oluşturulan tamamen politik bir araçtır ve bu
haliyle devletin dışındadır. Egemenlik bakımından özgürdür; devrim ya da
burjuva devletin yıkılması şeklindeki asli temasını taşır. Ancak parti, aynı
zamanda tamamen devlet iktidarının peşinde olan merkezileştirilmiş, disipline
edilmiş gücün örgütleyicisidir. Yeni devletin temasını, proletarya diktatörlüğü
devletinin temasını taşır.
Bu nedenle, partinin, komüne dair Marksist açıklamanın
muğlaklığının farkına vardığı, ona şekil verdiği söylenebilir. Parti; devlet
olmayan, hatta devlet karşıtı olan bu özgürleşme siyasetinin karakteri ile bu
siyasetin zaferi ve sürecinin devletçi karakteri arasındaki temel gerilimin
politik mekânı haline geldi. Üstelik, zaferin isyan sonucu mu, seçim sonucu mu
olduğuna aldırmaksızın durum budur: zihinsel şema aynı.
Partinin, parti-devlet suretini (özellikle Joseph Stalin’den
itibaren) ortaya çıkarmasının sebebi budur. Parti-devlet, Komün’ün çözülmemiş
olarak bıraktığı sorunları çözmek üzere tasarlanmış kabiliyetlerle
donatılmıştır: polisin ve askeri savunmanın merkezileştirilmesi; burjuva
ekonomik hükümlerin tamamen imhası; köylülerin, işçi hegemonyasına katılması ve
itaat etmesi; güçlü bir enternasyonalin yaratılması vb. Efsaneye göre, V.I.
Lenin’in, Bolşevik iktidarına erişildiği ve Paris Komünü’nün bütün yazgısının
sona erdirildiği süre olan 72 günü aştığı gün karda dans etmesi boşuna değildir.
Gerçi, Komün’ün çözemediği devletçi sorunlara bir çözüm
sunmuş olsa da, bunları çözme yolunda parti-devletin, Komün’ün farkına
varabildiği birtakım politik sorunları örtbas edip etmediğinin sorulmasının
gerekliliği bâkidir.
Her halükârda çarpıcı olan şu ki, parti-devlet üzerinden
geriye dönük olarak düşünüldüğünde, Komün iki parametreye indirgenebilir:
birincisi, onun toplumsal belirlenimine (işçiler); ikincisi, kahramanca ancak
yetersiz iktidar pratiğine. Sonuç olarak, Komün bütün esaslı politik
içeriğinden soyutlanır. Muhakkak anılır, kutlanır, sahip çıkılır; ancak sadece,
devlet iktidarının toplumsal doğasının telaffuzu için soyut bir vurgu olarak.
Fakat bütün içeriği bu ise, Komün politik olarak köhnemiş demektir. Çünkü
Sylvain Lazarus'un, yegâne siyaset alanının parti olduğu Stalinist politik tarz
olarak isimlendirilmesini önerdiği şey tarafından böyle gösterilmektedir.
Bu nedenle
onun anılması, aynı zamanda yeniden canlandırılmasını yasaklar.
Bu konuda,
Bertolt Brecht’le ilgili ilginç bir hikâye vardır. Savaşın ardından Brecht,
ihtiyatlı bir şekilde, yasaları Sovyet kuvvetlerinin koyduğu “sosyalist”
Almanya’ya döner. 1948 yılında, yurt dışından duruma dair haber almak amacıyla
İsviçre’de durarak yola çıkar. Burada kaldığı süreçte, o zamanlar sevgilisi
olan Ruth Berlau’nun da yardımıyla Komün Günleri isimli tarihi oyununu yazar.
Bu, tarihsel şahsiyetlerin popüler kahramanlarla birleştirildiği sağlam
belgelere dayalı bir çalışmadır. Epik olmaktansa lirik ve komik bir oyundur;
nadiren sahnelenmiş olsa da bana göre iyi bir oyundur. Almanya’ya varmasının
ardından Brecht yetkililere Komün Günleri’ni sahnelemeyi önerir. Pekâlâ, 1949
yılında bahsi geçen yetkililer böyle bir performansın yersiz olduğunu beyan
ederler! Sosyalizm, Doğu Almanya’da galip gelmiş bir şekilde kurulma sürecinde
olduğundan, Komün gibi zor ve modası geçmiş bir proleter bilinç vakasına geri dönmenin
hiç gereği olamaz. Kısaca, Brecht iyi bir kartvizit seçmemişti. Stalin’in
Leninizm’i “muzaffer devrimler çağının Marksizm’i” şeklinde tanımlaması –parti
kültüne indirgemesi - nedeniyle, yenilgiye uğramış devrimlere dönüşün anlamsız
olduğunu anlamamıştı.
Bununla birlikte, Brecht’in Komün’ü yorumlayışı neydi? Bunu
değerlendirmek için, “Komünarların Kararı” isimli şarkının son üç kıtasını
okuyalım.
“Sizi, bize geçineceğimiz bir ücret vermeye
İkna etmeyeceğimizin farkına varıyoruz
Fabrikaları sizden almaya kesin karar verdik
Sizin kaybınızın, bizim kazancımız olacağının farkına varıyoruz
Yönetenlerimizin bizlere verdiği sözlere
Bel bağlamadığımızın farkına varıyoruz
Bizim için iyi bir yaşamın özgürlükle başladığına
Geleceğimizin kendi buyruğumuzla inşa edilmesi gerektiğine karar
verdik
Toplarımızın gürleyişinin
Sizinle konuşacak yegâne kelam olduğunun farkına varıyoruz
Size, dersimizi aldığımızı ispat ediyoruz
Gelecekte silahları size çevireceğiz.”
Net bir şekilde, buradaki genel çerçeve, klasik yorumlayışı
sürdürüyor. Komün; toplumsal, iktidara dair ve maddi tatminin yanında topların
bir bileşimi olarak biçimlendirilir.
Çin yeniden canlandırması
Kültür Devrimi süresince ve özellikle 1966-1972 yılları arasında Paris
Komünü, Çinli Maoistler tarafından yeniden canlandırılıyor ve çok sıklıkla adı
anılıyordu; parti-devletin katı hiyerarşisinin kıskacına yakalanınca Ekim
Devrimi ve resmi Leninizm haricinde referanslar arıyorlarmış gibi. Bu nedenle,
muhtemelen büyük oranda Mao Zedong’un kendisi tarafından yazılan bir metin olan
Ağustos 1966’daki 16 Nokta Kararı’nda, özellikle de kitle hareketinde, yeni
örgütlerin liderlerinin seçilmesi ve geri çağrılmasına dair endişeler ortaya
çıkarken Paris Komünü’nde ilham arama tavsiyesinde bulunulur. Şangay
Belediyesi’nin Ocak 1967’de devrimci işçiler ve öğrenciler tarafından
devrilmesinin ardından, yeni iktidar organı isim olarak Şangay Komünü’nü
almıştır ki bu, bazı Maoistlerin, Stalinist parti formu tarafından
kutsallaştırılandan farklı bir biçimde, iktidar ve devlet sorunları ile politik
olarak bağlantı kurmaya çabaladıkları gerçeğine işaret eder.
Gerçi, bu girişimler istikrarsızdır. Bu duruma, iktidara “el konulmuş”
ve eyalet ve kent iktidarının yeni organlarını düzenlemek kaçınılmaz iken Komün
isminin hızla terk edilmesinde ve yerine çok daha muğlak bir adlandırma olan
Devrimci Komite’nin getirilmesinde şahit olabiliyorduk. Buna, 1971 yılında
Çin’de Komün’ün yüzüncü yıl dönümü töreninde de şahit olunabilir. Bu törenin,
sadece anmaktan fazlasını içerdiği, hâlâ bir yeniden canlandırmanın unsurlarını
kapsadığı, gösterilerin büyüklüğünden gün gibi ortadadır. Çin genelinde
milyonlarca insan yürüyüş gerçekleştirmiştir.
Fakat, o
zaman bazılarımızın okuduğu ve çok çok daha az kişinin koruyarak tekrar
okuyabildiği (Çinliler için yapması muhtemelen çok zor bir hale gelen şey) bir
metin olan ve bu vesileyle yayımlanan metinde gün gibi ortada olan devrimci
parantez yavaş yavaş kapanıyordu. Bahse konu metin şudur: Yaşasın Proletarya
Diktatörlüğünün Zaferi! Paris Komünü’nün Yüzüncü Yılı Anısına.
Bu tamamen
ikircikli.
Anlamlı bir
biçimde, metin, önsözünde Komün döneminde Marx tarafından yazılmış bir reçete
içerir: “Eğer Komün yıkılırsa, mücadele ancak ertelenir. Komün’ün ilkeleri
ebedi ve yok edilemezdir; (bu ilkeler) işçi sınıfı özgürleşene dek kendilerini
tekrar tekrar sahneye koyacaklardır.”
Bu tercih,
1971 yılında bile Çin’in, Komün’ü sadece işçi ayaklanmaları tarihinin şanlı
(ama modası geçmiş) bir parçası olarak görmediğini, yeniden canlandırılacak
olan ilkelerin tarihsel bir anlatımı olarak gördüğünü doğrular. Muhtemelen
Mao’nun olan ve Marx’ın açıklamasını yansıtan şu açıklamaya da kulak verin: “Kültür
Devrimi başarısız olursa, ilkeleri dönemin düzeni kadar mevcut kalacaktır.” Bu
da bir kez daha, Kültür Devrimi’nin, Ekim 1917’den daha çok Komün ile
bağlantılı bir seyri genişlettiğini tekrar gösterir.
Komün ile
ilgi, Çinli liderlerin Sovyet liderlerine karşıt olduğu kutlamaların içeriğinde
de belirgindir. Örneğin:
“Proletarya
ve dünya devrimci halkları, Paris Komünü’nün ihtişamlı yüzüncü yılını
kutlarken, Sovyet revizyonist dönek kliği rol keserek, “Komün’ün ilkelerine
bağlılık”tan üstünkörü bir şekilde bahsediyor ve kendini Paris Komünü’nün
halefi olarak ikame ediyor. Hiç utanma duyguları yok. Sovyet revizyonist
döneklerinin, Paris Komünü’ne dair konuşmaya ne hakları var?”
Bu, hem
Mao’nun katkısını hem de garip bir biçimde Kültür Devrimi’nin kendisini Komün
ile bir devamlılık içinde konumlandırdığı yaratıcı devrimci Marksizm ile gerici
devletçilik arasındaki bu ideolojik karşıtlık çerçevesindedir:
“Başkan
Mao’nun kendisi tarafından başlatılan ve liderlik edilen Büyük Proletarya
Kültür Devrimi’nin top atışları, dönek, gizlenmiş hain ve bozguncu Liu
Shao-chi’nin başını çektiği burjuva karargâhları tahrip etmiş ve emperyalistler
ile modern revizyonistlerin, Çin’de kapitalizmi geri getirme şeklindeki düşkün
rüyalarını boşa çıkarmıştır.
Başkan Mao, proletarya
diktatörlüğünün tarihsel deneyiminin olumlu ve olumsuz yönlerini kapsamlı bir
biçimde özetledi, miras aldı, savundu, Marksist-Leninist proleter devrim ve
proletarya diktatörlüğü teorisini geliştirdi ve günümüzün en önemli sorununu
–proletarya diktatörlüğünü pekiştirme ve kapitalizmin restorasyonunu önleme
sorunu- hem teoride hem de pratikte çözdü.”
Ana formülü
“proletarya diktatörlüğünü pekiştirmek”tir. Burada Paris Komünü’ne başvurmak,
proletarya diktatörlüğünün basit bir devletçi formül olamayacağını ve komünizme
doğru yürüyüşü sürdürmenin, kitlelerin devrimci seferberliğine başvurmayı
gerektirdiğini anlamak demektir. Bir diğer deyişle, 18 Mart 1871’de Parisli
işçiler tarafından tarihte ilk kez yapıldığı gibi, sürmekte olan bir devrimci
deneyim –her zaman bir parça şüpheli ve öngörülemeyen bir karar- içinde bir
proleter devlet için yeni formlar icat etmenin gerekli olduğu düşünülüyordu.
Dahası, makalenin başlangıcında Maoistler, Kültür Devrimi’ni “proletarya
diktatörlüğünün nihayet keşfedilmiş biçimi” olarak ilan etmişlerdi bile.
Buna rağmen,
siyaseti ve devleti ifade etmedeki genel kavrayış değişmemiş biçimde kalır. Paris
Komünü’nün devrimci yeniden canlandırılması girişimi ön hesapta yazılı kalır ve
özellikle hâlâ, partinin vesayet figürünün hâkimiyeti altındadır. Bu, Komün’ün
eksik yönleri paragrafında açık bir şekilde gösteriliyor:
“Paris
Komünü’nün başarısızlığının temel sebebi, tarihsel koşullardan kaynaklı olarak,
Marksizm’in işçi hareketinde henüz hâkim konuma gelmemiş olması ve Marksizm’in
rehber düşünce olduğu bir proleter devrimci partinin henüz vücut bulmamış
olmasıdır… Tarihsel deneyim, kitleler açısından çok elverişli bir devrimci
durumun ve devrimci coşkunun var olduğu yerlerde hâlâ güçlü bir proleter
önderlik çekirdeğine, yani ‘Marksist-Leninist devrimci teori üzerine ve
Marksist-Leninist devrimci tarzda inşa edilmiş devrimci parti’ye sahip olmak
gerektiğini göstermektedir.”
Partiye dair
son atıf Mao’dan olsa da, bu aynı kolaylıkla Stalin’den de olabilirdi. Komün’e
ilişkin Maoist tasavvurun, nihayetinde parti-devlet çerçevesinin mahkûmu olması
ve dolayısıyla buna “ilk açıklama” adını vermem bundandır.
Klasik
yorumlamanın ve onun dışında kalan bu yorumlamanın taslağının sonunda, bugün
Paris Komünü’nün politik görünürlüğünün katiyen belirgin olmadığını
söyleyebiliriz. Yani, en azından “bugün”den kastımız, siyaseti, devlete tâbi
kılmanın dışında ve partilerin ya da partinin çerçevesinin dışında düşünmek
mücadelesine girişmemiz gereken ansa.
Yine de
Komün, kendisini tam olarak böyle bir tâbi olma ya da böyle bir çerçeve içinde
konumlandırmayan bir politik kesittir.
Böylece
yöntem, klasik yorumlamayı bir kenara bırakmak ve komünün politik gerçekleri
ile tespitlerini bütünüyle farklı bir yöntemle ele almaktan ibaret olacaktır.
Sol nedir?
İlk olarak,
Komün’den önce Fransa’da devlet iktidarı sorunu ile diyalektik içinde, bir dizi
iyi kötü silahlı halk ve işçi hareketlerinin olduğunu belirtelim. İktidar
sorununun ortaya çıkmadığının düşünüldüğü korkunç Haziran 1848 günlerini
görmezden gelebiliriz: ulusal atölyelerin kapanması üzerine köşeye sıkıştırılan
ve Paris’ten kovalanan işçiler önderliksiz, perspektifsiz ve sessizce
savaştılar. Çaresizlik, öfke, katliamlar. Ancak Temmuz 1830’da Trois Glorieuses (Temmuz Devrimi; ç.n.) ve V. Charles’ın düşüşü vardı;
Şubat 1848 ve Louis Philippe’in düşüşü vardı ve son olarak 4 Eylül 1870 ve III.
Napoleon’un düşüşü vardı. 40 yıllık sürede, genç Cumhuriyetçiler ve silahlı
işçiler, iki monarşinin ve bir imparatorluğun yıkılmasına sebep oldular. İşte
bu nedenle, Fransa’yı “sınıf mücadelesinin geleneksel toprağı” olarak gören
Marx; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i ve
Fransa’da İç Savaş başyapıtlarını yazdı.
1830, 1848 ve 1870
konusunda, temel bir nitelikte, bugün hâlâ geçerli olduğu için daha da temel
hale gelen bir şeyde ortaklaştıklarını belirtmeliyiz. Kitlesel politik hareket
büyük oranda proleterdir. Ancak hareketin nihai sonucunun Cumhuriyetçi ya da
Orleansçı siyasetçilerin kliklerinin iktidara gelmesine yol açacağı şeklinde
genel bir kabul vardır. Siyaset ve devlet arasındaki uçurum burada somuttur: politik
hareketin parlamenter izdüşümü, aslında devlete ilişkin siyasi yetersizliği
ispat eder. Fakat bu yetersizliğin, orta vadede devlet ile politik düzen
arasındaki yapısal bir uçurumun bedeli olarak değil, hareketin bizzat
kendisinin başarısızlığı olarak deneyimlenmesi de dikkate değerdir. Esasında,
proleter hareket içinde öznel olarak, bir politik kitle hareketi ile onun
devletçi sonucu arasında bir devamlılık olduğu veya olması gerektiği tezi
baskındır. Dolayısıyla, yinelenen “ihanet” mevzusu (yani, iktidardaki
siyasetçiler politik harekete ihanet ederler. Ancak onların gerçekten de başka
bir amacı, başka bir işlevi var mıydı?). Ve her seferinde bu umutsuz ihanet
motifi, çoğu kez uzun periyotlar ile siyasi hareketin tasfiyesine sebep olur.
Bu son derece ilgi çekicidir. Mayıs 1968’deki halk hareketinin ve onun
“solcu” silsilesinin, 1981’in çok öncesinde François Mitterand’ın yardımına
koşarak kendilerini tükettiğini hatırlayın. Daha da ötede, 1940 ile 1945
yılları arasındaki direniş hareketlerinin radikal özgünlüğü ve politik
beklentisi, Charles de Gaulle himayesinde eski partilerin iktidara dönmeleriyle
kurtuluştan sonra azaldı. Bugün, ortamdaki “hareketçilik” –emeklilik reformuna
karşı sendikaların seferberliğinden, çalışma yasası reformuna karşı nuit debout
hareketinden, Sarı Yelekliler’e dek- ancak zamanımızın François
Hollande’larını, Emmanuel Macron’larını ya da Jean-Luc Mélenchon’larını
doğuruyor. Bütün bu mahluklar, Komün’ün katilleri ve Cumhuriyet’in hâlâ bilinen
kurucuları olan Jules Favre’lerin, Jules Simon’ların, Jules Ferry’lerin (Henri
Guillemin'in “Jules Cumhuriyeti” olarak adlandırdıkları) görevlerini
sürdürüyorlar. Ve bugün hâlâ “solu yeniden inşa etmeye” davet ediliyoruz. Ne
saçmalık!
Komün’ün belleğinin, parlamenter dolandırıcıların, kitle siyasetinin
patlamalarıyla ilişkili olarak üstlendikleri değişmez uyumlulaştırma
taktiklerine de şahitlik ettiği doğrudur: şehit düşen işçilerin cılız sembolü
Mur des fédérés (“Komünarlar Duvarı”, 28 Mayıs 1871’de 147 Komün savaşçısının
önünde kurşuna dizilerek öldürüldüğü ve önündeki bir hendeğe atıldığı Père
Lachaise Mezarlığı’nda bulunan duvardır; ç.n.), “Jules’lar” ile birlikte Üçüncü
Cumhuriyet’in parlamenter savaşçısı ve kurucusu olan Léon Gambetta'nın adının
verildiği heybetli bulvarın yanında yer almıyor mu?
Fakat Komün, bütün bunlara bir istisna teşkil eder. Çünkü Komün, halk
ve işçi siyasi hareketlerinin “parlamenter” ve “demokratik” yazgısıyla
Fransa’daki ilk ve bugüne kadarki yegâne kopuş olan şeydir.
18 Mart 1871’de işçi bölgelerindeki direnişin akşamında, askerler
topları alamadıkları için geri çekildiklerinde düzene geri dönmek, hükümetle
müzakerede bulunmak ve tarihin şapkasından yeni bir oportünistler kliği
çıkarmak için çağrı yapılabilirdi. Bu kez öyle bir şey olmayacaktı.
Her şey, 19 Mart’ta yaygın bir biçimde dağıtılan Ulusal Muhafız Merkez
Komitesi’nin (Paris Komünü’nün devrimci yönetim organı/hükümeti; ç.n.)
bildirisinde yoğunlaşmıştı: “Paris proleterleri, yönetenlerin
başarısızlıklarının ve ihanetlerinin ortasında, kamu işlerinin idaresini kendi
ellerine alarak durumu kurtarmanın zamanının geldiğini anladılar.”
Bu kez, bu eşsiz zamanda, yazgı, usta politikacıların ellerine teslim
edilmedi. Bu kez, bu eşsiz zamanda, ihanet, talihsiz bir tercihin basit sonucu
olarak değil, kaçınılması gereken bir durum olarak davet edildi. Bu kez, bu
eşsiz zamanda, tasarı, durumu sadece proleter hareketin kaynakları temelinde
ele almaktı.
Burada, gerçek bir politik deklarasyon yatıyor. Görev, bunun içeriğini
düşünmektir.
Ancak ilk olarak bir yapısal tanımlama şarttır: Müstesna bir siyasi
hareketin genel sonuçlarına katlanabilecek donanıma sahip olanların yalnızca
kendileri olduğunu beyan eden parlamenter siyasi kadrolar kümesine “sol” diyelim.
Ya da daha çağdaş bir ifadeyle, “toplumsal hareketler”i “politik perspektif”le
donatmaya muktedir yegâne kişiler olduklarını beyan eden.
Bu nedenle, 19 Mart 1871 bildirisini, tam olarak soldan kopuş
bildirisi olarak tanımlayabiliriz.
Bu açıkça, bedelini komünarların kendi kanlarıyla ödemek zorunda
oldukları şeydi. Çünkü, en azından 1830’dan itibaren “sol”, büyük boyutlu
hareketler sırasında müesses nizamın tek başvuru kaynağı olmuştur. Yine Mayıs
1968’de Başbakan Georges Pompidou’nun hızla farkında vardığı şekilde,
fabrikalarda düzeni sadece Fransız Komünist Partisi yeniden tesis edebilecekti.
Komün, böyle bir ölçekte soldan kopuşun emsalsiz örneğidir. Aklıma gelmişken,
bu, 1965 ile 1968 yılları arasında Çinli devrimcilere ve 1966 ile 1976 yılları
arasında Fransız Maoistlere yaptığı modelsel katkıya, müstesna faydaya ışık
tutan şeydir: görevin, tam da bu temel simgeye, yani komünist partilerin
dönüştüğü bir simge olan “sol”a her türlü tâbi olma halinden kopmak olduğu
dönemler.
Doğru; ezilmesinin ardından sol “bellek” Komün’ü soğurdu. Bu
paradoksal birleşmenin dolayımı, sürgündeki ya da hâlâ cezaevinde olan
komünarlara bir af için parlamenter bir mücadele şeklini aldı. Bu mücadele
yoluyla sol, seçim gücünü risksiz bir biçimde sağlamlaştırmayı umuyordu. Bunun
ardından –hakkında bir şeyler söylediğim- anmalar devri geldi.
Bugün, Komün’ün politik görünürlüğü bir çözülme süreciyle geri
getirilmelidir: soldan kopuşla doğan Komün, kendisini uzun zamandan beri
altında ezmiş olan solcu yorumlayıcılardan çekilip alınmalıdır. Bunu yaparken,
rezilliği yapısal olan solun artık, benim sermaye-parlamenter düzen dediğim
şeyi sürdürmesine gerek olmayacak düzeyde düşmüş olduğu gerçeğinden
faydalanalım. Paris Komünü’ne sadakat, bir anma meselesi değil, yeni bir düşünüş
ve gelecekteki politik keşif meselesidir.
https://monthlyreview.org/2021/05/01/the-paris-commune-marx-mao-tomorrow/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.