Content feed Comments Feed



Şili’de, faşist lider Augusto Pinochet döneminden beri sürdürülen ve ülkenin, neoliberalizmin laboratuvarı olarak tanımlanmasına neden olan ekonomik kalkınma modeli, 2019 yılına gelindiğinde geniş kitleler tarafından fiili ve kitlesel eylem ile reddedilmeye başlandı. 2019 yılının Ekim ayında, lise öğrencilerinin ulaşım zammına tepki eylemleriyle başlayan sokak hareketi, aylar süren, onlarca kişinin ölümü ve plastik mermilerle gözünü kaybetmesine neden olacak düzeyde şiddetle yanıtlanmasına karşın bastırılamayan bir hâl aldı. Geniş kitlelerin neoliberal politikalara son verilmesi talebi, bu politikaların el kitabı olan Pinochet anayasasının yürürlükten kalkarak yeni bir anayasa oluşturulması doğrultusunda bir referandum ile karşılığını buldu. Referandum sonucunda solun-sosyalistlerin ve yerli halkların ağırlıkta olduğu bir anayasa meclisi ortaya çıkarken, bu sürecin bir yansıması da, ülkede uzun yıllar sonra solun-sosyalistlerin bir iktidar alternatifi olarak yükselmesi oldu. 21 Kasım 2021 tarihinde gerçekleşen devlet başkanlığı ilk tur seçiminde, çeşitli sol-sosyalist partilerin anayasa referandumu sürecinde bir araya gelerek oluşturduğu Apruebo Dignidad (Haysiyeti Onaylıyorum) ittifakının adayı Gabriel Boric Font’un aşırı sağ aday José Antonio Kast ile birlikte 19 Aralık’ta gerçekleşecek ikinci tur seçimlere kalması da bu yükselişin göstergelerindendi.

Katalan bir anne, Hırvat bir babanın çocuğu olan Gabriel Boric; 2018 yılında Movimiento Autonomista (Otonomist Hareket), Izquierda Libertaria (Liberter Sol),​ Nueva Democracia (Yeni Demokrasi) ve Socialismo y Libertad (Sosyalizm ve Özgürlük) isimli politik yapıların bir araya gelmesi ile oluşturulan Convergencia Social (Toplumsal Yaklaşım) partisinin önde gelen isimlerinden. İki dönemdir milletvekili olan ve politik faaliyetleri nedeniyle hukuk öğrenimini yarıda bırakan 35 yaşındaki Boric, Apruebo Dignidad (Haysiyeti Onaylıyorum) ittifakı içinde yer alan ve liderliğini 23 yaşında bir kadının, Alondra Arellano’nun yaptığı partisinin adayı olarak 18 Temmuz’da ön seçimlere girdi. Otonomcu, liberter sosyalist olarak tanımlanan ve 2019 yılında Komünler isimli politik harekete dönüşen Izquierda Autónoma (Otonom Sol) isimli gençlik örgütünün içinden gelen Boric, bu ön seçimde sürpriz yaparak, Apruebo Dignidad ittifakının başkan adayı olmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan Komünist Parti üyesi Daniel Jadue’yi geride bıraktı ve sosyalistlerin adayı oldu. Seçimin ardından Salvador Allende’nin son sözlerine atıfta bulunan Boric, “Daha iyi bir toplum inşa etmek için özgür insanların geçeceği büyük caddeler yeniden açılacak. “Şili, nasıl ki neoliberalizmin beşiği idiyse, mezarı da olacaktır” demişti. Boric’in, 2019 yılı Aralık ayında, yani ülkeyi yeni bir anayasa yazılmasına kadar götüren büyük protestoların başlamasının ardından çıkarılan ve “anti-barikat yasası” adı verilen yasaya ‘evet’ oyu vermiş olması sık sık tartışmalara neden oluyor. Boric o dönem kendini, “Biz, barikatları toplumsal mücadele bağlamında direnişin meşru bir ifadesi olarak görüyoruz. İlk gününden beri protestoların içindeyiz. Fakat sosyal protestoları, yağma ve kundaklama fırsatı olarak görüp bunları kriminalize edenlere karşıyız” şeklinde savunmuştu.

Boric, seçim sürecinde başkan olması halinde isyan tutsakları için bir af düzenlemesi yapıp yapmayacağına ilişkin sorulara ise böyle bir çalışmanın istisnalar ile yapılacağını, genel bir af olmayacağını belirterek, “Bir kiliseyi yakan birini ya da marketi yağmalayan birini affedemezsiniz” demişti. Bu açıklamaları tepki gören Boric, Temmuz ayında isyan tutsaklarıyla görüşmek üzere bir cezaevine yaptığı ziyaret sırasında bir tutsağın yumruklu saldırısına da uğramıştı.

Küba’daki rejim karşıtı protestolara dair, “Küba’ya yönelik ambargoyu kınıyoruz. Fakat bugün, daha fazla özgürlük için ayağa kalkan Küba halkının yanında durmalıyız” şeklindeki açıklamasının ardından Daniel Jadue tarafından, “Zamanında anti-barikat yasasına verdiği destekten dolayı bugün birçok politik tutsak var. Kendisinden daha fazla tevazu rica ediyorum, çünkü böylesi bir ciddiyetle kınadığı ülkede (Küba’da) hâlâ çıkarılmış gözler, başının üstünden kamyon geçen insanlar yok ve ben, Şili’de olanlar için endişelenmemizi istiyorum” şeklinde eleştirilmişti.

Ön seçim öncesinde bu süreçteki rekabetin de etkisinin olduğu düşünülen tüm bu eleştirilerine karşın Jadue, aynı ittifak içinde yer aldığı Boric’in başkan adaylığına desteğini sık sık ifade etti ve seçim çalışmalarına aktif olarak dâhil oldu.



Boric, seçimin ilk turu sonrasında 230 sayfalık iktidar programını 18 sayfaya düşürürken, merkezin oyunu alabilmek için de programda bazı “esnemeler” gerçekleştirildi. Boric’in, “Büyük şirketlerin değil, halkın hizmetinde” şeklinde tanımladığı programda, Pinochet döneminden bu yana uygulanan ve geniş kesimlerin tepkisini çeken özel emeklilik sistemine son verilmesi, KOBİ’lere uygun kredi sağlanması, büyük şirketler ve varlıklı bireylerden, yani nüfusun yüzde 0,1’ini oluşturmasına karşın gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 1,5’una sahip olan 11 bin kişiden daha yüksek vergi alınması, sosyal hizmet harcamalarının arttırılması, öğrencilerin borçlarının silinmesi, asgari ücretin 500 dolara çıkarılması ve çalışma saatlerinin kısaltılması gibi başlıklar yer alıyor. Boric’in programındaki bir diğer başlık da polis teşkilatına dair. Ülkede bir yıldan fazla bir zaman devam eden halk isyanı sürecinde 34 kişinin ölümünün ve 464 kişinin kalıcı ya da geçici göz hasarı almasının sorumlusu olan Carabineros adı verilen Şili polisi konusundaki, ‘teşkilatın feshedilmesi’ çağrılarının aksine Boric, programında “insan haklarına tamamen saygılı, yeni ve daha iyi eğitilmiş polisler” vaadinde bulunuyor.

İki başkan adayı, Gabriel Boric ve José Antonio Kast, bazı başlıklarda birbirine tamamen zıt fikirlere sahip. Seçim sürecinde “Şili’nin Bolsonaro’su” olarak tanımlanan aşırı sağ/faşist aday Kast, göçmenlere karşı sınırda üç metre derinliğinde hendek kazmayı vaat edip, bunun “düşük maliyetli bir çözüm” olduğunu belirtirken, Boric ise “Göçmenlere insan hakları perspektifinden yaklaşılmalı” diyor. Mapuche halkına bakış konusunda da iki aday arasında büyük fark var. Kast, Mapuche halkının yurdu olan Wallmapu’daki askeri yığınağın sürmesi ve savunma amaçlı “meşru şiddetin” kullanılması taraftarı iken “uluslararası radikal sol karşıtı koordinasyon” önerisinde bulunuyor. Boric ise bölgenin militarizasyonuna karşı çıkarken, Kast’ın tahayyülünü “polis devleti” olarak tanımlıyor.

Daha önce kamuoyuyla paylaştığı iktidar programında, Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı’nı feshetmeye yer veren faşist aday Kast, gördüğü tepkilerin ardından geçtiğimiz haftalarda bütün kadınlardan özür dileyerek yaptıklarının bir hata olduğunu ve bundan vazgeçtiklerini belirtti.

Gabriel Boric, faşist bir aday karşısında Şili solunun geniş bir kesimi tarafından desteklense de, özellikle ilk turun ardından merkezden oy alma doğrultusunda yumuşatılan ve belki de İskandinav sosyal demokrasisinin bir benzerini hedeflediği söylenebilecek programının da etkisiyle, çeşitli çevreler tarafından eleştirilere de maruz kalıyor. Örneğin bu çevrelerden Devrimci İşçi Partisi (PTR) tarafından geçtiğimiz günlerde yapılan açıklamada, Kast’ın, “Ekim ayaklanmasında (2019 Ekim kastediliyor; ç.n.) savaşılan her şeyi temsil ettiği” ve “topyekûn işçi sınıfına saldırı projesi olduğu” belirtilerek özetle, “Bizler, Kast’tan nefret eden ve ona karşı durmak isteyen işçilerle, kadınlarla, gençlerle ve farklı cinsiyet kimlikleriyle omuz omuza duruyoruz. Çağrımız, Boric’e ve projesine güvenmeksizin Kast’ı ve sağı, işçi sınıfının ve halk kesimlerinin gücü ve seferberliğiyle yenmektir. Boric, Ekim’in taleplerini temsil etmemektedir. Son birkaç haftada, kendisinde hızlı bir merkeze ve ılımlılığa yönelmeye şahit olduk. Bu, sadece bir seçim taktiği olmaktan ötedir, söz konusu olan olası bir hükümetinin karakterinin ne olacağıdır” ifadeleri kullanılmıştı.  

Sonuç olarak, seçime kısa süre kalmışken yapılan kamuoyu araştırmalarında, müesses nizamın temsilcisi Kast ile başa baş görünen ve bazı kesimlerce politik nedenlerle ve içten, bazı kesimlerce ise taktik nedenlerle desteklenen Boric’in devlet başkanı olması halinde yapacakları ve yapmayacaklarıyla bir restorasyonun mu, yoksa uzun yıllardır uygulanan neoliberal politikaların topluma verdiği hasarı onarma ve ötesine geçme doğrultusunda geniş kapsamlı bir dönüşümün mü yüzü olacağı belirsiz. Net olan, Boric’in kaybetmesi halinde ömrü 40 yılı aşan ve Pinochet’nin kendisi ölse de mirası olarak yaşayan rejimin, 2019 Ekim isyanı sürecinden anayasasını kaybetse de ideolojik olarak güçlenerek çıkacağı ve bu yenilginin ülkedeki tüm ezilenlerin yenilgisi olacağı. 


Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Le Monde Diplomatique-Cono Sur baskısından Micaela Cuesta, yazar Enzo Traverso ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide; neoliberalizmin kökenleri, bugünkü durumu ve yeni sağ-neoliberalizm ilişkisi, sosyal medyanın ve dijital araçların mücadele araç ve yöntemlerine etkisi gibi konular üzerinde duruluyor.

 


-      - Söyleşiye neyle başlayacağını seçmek kolay değil, o nedenle kökenlere dair bir soruyla başlamak aklıma geliyor: içinde yaşadığımız bu zamanın kökenlerini nasıl açıklarsınız? Hangi zamansallıkları davet ediyor? Hangi genel özellikleri ve benzersizlikleri taşıyor?

Neoliberalizmin kökenleri çok eskiye dayanıyor. Entelektüel anlamda, 1930’lara oturtmamız gerekir. Kapitalizmin baskın biçimi olarak, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan tarafından 1980’lerin başında uygulandığından (laboratuvarı olan Latin Amerika’da Pinochet ile bunun çok öncesinden deneyimlendi) en az 40 yaşında. Bu da, neredeyse iki neslin neoliberal tarihsellik rejimi ile yaşadığı anlamına geliyor. Gençler için neoliberalizm bir norm, gezegeni şekillendiren bir “yaşam biçimi”. Deneyimlenmiş başka ekonomik ve toplumsal modellerle karşılaştırabilmek için, bunun en az 70 yaşında olması gerekir. Özetle, neoliberalizmin birtakım ekonomi politikalarından çok daha fazlası olduğuna inanıyorum; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine, ekonominin finansallaştırılmasına, piyasaların kuralsızlaştırılmasına vb. hiçbir şekilde indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Şüphesiz, savaş sonrası sürecin baskın kapitalizm biçimi olan “Refah Devleti”nin muzaffer alternatifi olarak görebiliriz, fakat bu basitleştirme olur. Pierre Dardot ve Christian Laval’in vurguladığı üzere, neoliberalizm, Weberyen anlamda bir “kendini hayatta idame etme” yolu, değerleri, davranışları ve genel ahlâkı reçete eden bir antropolojik modeldir. Bireysellik, rekabet ve özel çıkar arayışına dayalı varoluşun örgütlenmesini temel alan bir antropolojik modeldir. Herkes kendi yaşamını kendisinin “girişimcisi” olarak tasavvur etmelidir. Bazıları neoliberalizmi, zamanın yeni bir algılanışı ve temsili olarak tanımlamıştır; neoliberalizm “şimdici”dir çünkü ben sadece şimdiki zamanı bilirim; geçmişi ve geleceği şimdiye sıkıştırır. Değişmez bir toplumsal ve ekonomik çerçevede yenilenme ve kalıcı değişim değilse artık gelecek fikri yoktur; gelecek sadece bireysel “başarı” olarak düşünülebilir ve bu sebeple aynı zamanda özelleştirilmiştir. Bu antropolojik mutasyonu mümkün kılan, 20. yüzyıl devrimlerinin başarısızlığıdır. SSCB artık kimseye cazip gelmemektedir ve karşılaştırırsak, neoliberalizm daha fazla bireysel alanı sunuyor görünüyor (çoğunluk, Foucault bile buna inanmıştır), fakat SSCB’nin varlığı kapitalizme bir alternatifin mevcut olduğunu göstermişti. Bugün kapitalizm “doğallaştırılmıştır” ve bu, onun en büyük başarısıdır. Margaret Thatcher’ın tercih ettiği söylemsel kaide “Hiçbir alternatif yok” idi.

-    - Farklı yazarlara göre, neoliberalizm ile sembolik figürü büyük oranda Donald Trump olan ve sizin “Sağın Yeni Çehreleri”nde “post-faşizmler” olarak adlandırdığınız şey arasında bir bağlantı olabilir. Bu kitapta, Trump’ın başka şeylerin yanı sıra neoliberalizme bir tepkiden ortaya çıktığı anlayışındasınız. Sorum, Trump ve günümüz aşırı sağının diğer figürlerinin neoliberalizme bir tepki olarak değil de onun bir devamlılığı veya yan ürünü olarak düşünülüp düşünülemeyeceği. 

Trump hiç şüphesiz neoliberalizmin bir ürünü; İtalya’da Berlusconi’den başlayarak Brezilya’da Bolsonaro ve kendinden önceki birçok başkası gibi. Neoliberalizmin bir siyasi rengi yoktur, doğası gereği özel mülkiyete ve piyasaya saygılı bütün siyasi rejimlerle uyumludur (ve bunların içinde eriyebilir). Amerikan finansal elitleri dört yıl boyunca Trump’la çok iyi anlaştılar ve bugün Brezilya’da Bolsonaro ile aynısı oluyor. Ancak 2017 ya da 2020’de adayları Trump değildi. Ocak 2021’de Trump, faşist dürtülerini açık edip seçim sonuçlarını yeniden tartışmaya açmaya yönelerek açık biçimde yıkıcı olan bir hareketi destekleyince elitler onu terk etti. Bunu, demokrasi aşığı ya da ırkçılık karşıtı olduklarından yapmadılar, istikrara ihtiyaçları var ve ülkenin bir iç savaşa sürüklenmesinde çıkarları yok. Wall Street, Pentagon, orta batı eyaletlerindeki büyük şirketler ve Kaliforniya’daki çokuluslu yeni teknoloji şirketleri, Joe Biden’ın başkan olmasını engellemek için beyaz üstünlükçü bir hareketi asla desteklemeyecekti. Bugün Cumhuriyetçi Parti açık biçimde büyük zorluklarla karşı karşıya çünkü Trump’a olan sadakati, Amerikan müesses nizamının taşıyıcı kolonlarından olma şeklindeki geleneksel rolü ile neredeyse hiç uyumlu değil.

Avrupa’da neoliberal elitler Almanya İçin Alternatif Partisi’ni (AfD), Marine Le Pen’i, Matteo Salvini’yi ya da Vox’u desteklemiyorlar; onların temsilcileri Macron, Angela Merkel ve Mario Draghi. Avrupa Komisyonu’nu ve Avrupa Merkez Bankası’nı destekliyorlar; ulusal egemenliğe ve ulusal para birimine dönüşü talep eden aşırı sağı değil. Radikal sağa doğru devinimin güçlü olduğu doğru. Eğer bu hareketler iktidara gelirlerse neoliberalizme taahhütte bulunmaları ve programlarını gözden geçirmeleri gerekir: Polonya’da ve Macaristan’da olan bu, İtalya’da Lega per Salvini Premier partisinin Draghi hükümetine girmesiyle de bu gerçekleşiyor ve Marine Le Pen’in avrodan çıkmayı düşünmediğini açıklamasının ardından Fransa’da da olabilir. Fakat bu ufak bükülmeler, sağın neoliberalizme tâbi olmasının belirtisi, aksi bir durumun değil. Bir otoriter neoliberalizm biçimi, aşırı sağa ihtiyaç duymaz, Macron Fransa’sında polis şiddetindeki artışı gözlemlemek yeterli. Neoliberal temellerde “faşistleştirilmiş” bir gezegen göz ardı edemeyeceğimiz bir varsayım; teorik bakış açısından hiçbir şey buna karşıt değil. Fakat bugün, bu bana baskın varsayım gibi görünmüyor.

-          - Amerika kıtasının bu tarafında, Güney’de, Trump’ımız yok ama Bolsonaro’muz var. İşaret ettiğiniz gibi, post-faşizmlerin başvurduğu mitler, klasik faşizminkiler ile mukayese edilemez; ikisinde de bir mitsel-ideolojik boyut olduğunu kabul etme konusunda benimle aynı fikirde olacağınızı düşünüyorum. Soru şu olacaktır: hangi “mitolojiler” ya da doğrusunu söylemek gerekirse hangi toplumsal söylem kırıntıları bu siyasi figürlerin yerleştiği ideolojik kalelerin inşasına hizmet ediyor?

Radikal sağın mitolojisi 19. yüzyıldan miras kalmıştır; muhafazakârdır ve klasik faşizmi karakterize eden “ütopik” sorumluluğa ya da geleceğe yönelik bir projeksiyona sahip değildir. Şu anda gezegenin geleceğini planlayanlar neoliberal elitler, aşırı sağ değil. Radikal sağ mitleri, geçmişe dönmektir. Neoliberal sapmadan önceki, 19. yüzyıldan kalma bir kapitalizm biçimiyle örtüşen milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanı bir kültürü bünyesinde barındırır. Bunu söylemek, hiçbir suretle neoliberalizmi savunmak değildir. Microsoft, Amazon, Apple vb. çokuluslu şirketler küresel bir boyuta sahip. Stratejileri, dünyanın büyük kısmında, özellikle de Asya’da vahşi emek sömürüsü koşullarına ve yarı köleliğe yol açan emeğin uluslararası bölünmesini gerektiriyor. “Ütopik” neoliberal vizyoner Elon Musk bile kölelerin yerleştirildiği uydu gezegenlerde yerelleştirilmiş üretimle, bahçeye dönüştürülmüş bir dünya hayal ediyor. Aynı çokuluslu şirketler, Silikon Vadisi’ndeki şirketlerinde Hindistan, Pakistan, Afrika ya da Latin Amerika’dan gelen bilgisayar mühendisleri, mimarlar, tasarımcılar ve uzmanlaşmış teknisyenleri çok iyi koşullarda çalıştırıyor ve bunlara iyi maaşlar ödüyor. Ve hiçbir şekilde çalışanlarının cinsel yönelimleriyle ilgilenmiyorlar. Neoliberal kapitalizm çok ırklı, çok kültürlü ve inanç bakımından çoğulcu Amerika’dan korkmuyor, çünkü bu, Birleşik Devletler’in DNA’sıdır. Beyaz üstünlüğü, beyaz bir toplumun çok ırklı bir ülkede azınlığa dönüşmesi korkusu, küreselleşmiş kapitalizmden önce gelen çok eski bir ırkçı hayalettir.

-          2008 yılında Massimo Modonesi’ye verdiğiniz bir mülakatta şöyle demiştiniz: “Komünizme dair çalışmalarda, komünizm hatırasının kamusal alanda gölgede kalmasıyla paralel bir genişleme var.” Bununla ilgili olarak, bugün, belki de bu cehaleti temel alarak popülizmin rolünü oynamada (korku üretmek) başarısız olduğu her seferinde komünizmin bir heyula olarak rolünü yerine getirmeye çağrıldığını düşünüp düşünmediğinizi sormak istedim. Ve diğer yandan, bu durum nasıl parçalanabilir?

Massimo Modonesi, ortaya koyduklarıyla kafa patlatılmayı hak eden gerçek bir çelişkiyi yakalamıştı. Komünizmin kamusal alandan göreceli gözden kayboluşu ve tarihine ilişkin çalışmalardaki buna paralel artış, “hafıza mekânı”na dönüşümü gösteriyor. Kavramı ilk kullanan Pierre Nora’ya göre, “hafıza mekânları”, belleğin toplumsal bedende atmayı sona erdirdiği ve artık kolektif bilgi, pratik ve deneyimler dizisi olarak nesilden nesle aktarılmadığı zaman doğar. Komünizmin tarihselleştirilmesi, gerçek yaşamda ortadan kaybolması ile aynı zamana denk gelir. Bu, anti-komünist söylemin ortadan kaybolması anlamına gelmez: varlığını sürdürür ve çeşitli vesilelerle demagojik yöntemler ile harekete geçebilir; 2019-2020’de Bernie Sanders’a karşı kampanyayı düşünelim, İspanya sağının Podemos’a karşı kampanyasını vb., ancak genel olarak anti-komünizm, artık sağın hayali ve kültürünün asli bir unsuru değildir. Kültürel ve ideolojik “arşiv”inin bir parçası olarak herhangi bir anda tekrar aktifleştirilmeye hazır biçimde arka planda durur. Bu bakış açısından, bir mukayesenin taslağını çizmek ilgi çekicidir. Sahneden atılsa bile, komünizm yeni alternatif hareketlerin kültür ve tahayyülünde neredeyse tamamen yok iken anti-komünizm sağın ideolojik arşivinde varlığını sürdürür. Arap Baharı’nda, Wall Street’i İşgal Et hareketinde, İspanya’daki 15M hareketinde, Fransa’daki Nuit Debout (Çalışma kanunu reformlarına karşı Fransa’da 2016 yılında başlayan yaygın protestolar; ç.n.) protestolarında vb. bu işleviyle ilgili bir rol oynamadı. Aşırı sağ, repertuarına –milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, homofobi, kadın düşmanlığı vb.- bağlı kalarak bazı varyantları (İslamofobi, antisemitizmin yerini alma eğilimindedir) piyasaya sürüyor. Alternatif hareketler kendilerini yeniden keşfetmelidir, ancak komünist gelenekte kesinlikle var olan fakat baskın olmayan sömürgecilik karşıtı ve ırkçılık karşıtı bir kültür haricinde geçmişle herhangi bir süreklilik iddiasında bulunmazlar.

Bu bakış açısından, tarihsel devamlılıktaki kopuş, solda, sağdakinden daha derindir. Yeni alternatif hareketler, liberter bir geleneği yeniden keşfediyorlar; öğretisel anlamda anarşizm anlamında değil, bundan ziyade anti-otoriter hassasiyet, yerleşik geleneklere kayıtsızlık, yatay demokrasi, kolektif katılım, tüm hiyerarşilerin reddi olarak. Pratiklerinde, ekolojide, yeni haklar talebinde, toplumsal eşitsizlik eleştirisinde, sınıf, ırk, din ve cinsiyet ayrımcılığı eleştirisinde bir tür “biçimsel kesişimcilik” içinde aynı meşruiyete sahiptir. Bazen bu hareketler, gizlenmiş gelenekleri toprağa gömülü olduğu yerden çıkarır, örneğin Paris Komünü, 20. yüzyıl boyunca komünizmin ona verdiği imajın dışında, bir doğrudan demokrasi deneyimi olarak yeniden keşfedildi: Ekim Devrimi’nin henüz olgunlaşmamış bir habercisi şeklindeki imaj.

-          - Özgürleştirici bir eylemin yararına bir kullanım/yeniden işlevlendirme hakkı ile özdeşleşmiş kavramları, yazarları ya da kategorileri ele alma çağrısı, solun belirli akımlarının karakteristik bir hareketidir. Bugün benzer bir harekete şahit oluyoruz gibi görünüyor ama tam tersi yönde işaret var: taraftar toplamak için solun kavram ve kategorilerini alan sağ. Onun tarafında yeni kalmış görünüyor; “devrim”, isyan, özgürlük ve hatta bazı durumlarda cumhuriyet. Soru şu: Eleştiri, en önemli unsuru olan kelama, yani sava bu kadar az değer biçiliyor görünürken nereye atfedilebilir?

Sağ ve sol arasında böylesine büyük bir “fikir alışverişi”nden bahsedilebileceği konusunda emin değilim. Sol, sağdan bazı analitik kategorileri ödünç almıştır. Walter Benjamin’den Mario Tronti’ye, çok iyi tanıdığınız yazarların “istisna hâli” ya da “siyasetçinin özerkliği” gibi kavramları kullanmalarını bir düşünün. Hatta bütün bir damar olarak Marksizm ve eleştirel teorinin Heideggerci ilişkisini, en başta da Herbert Marcuse’u göz önünde bulundurun. Onların tarafında, bazı aşırı sağ düşünürler (örneğin Alain de Benoit) Gramsci’yi kapsamlı biçimde kullanmıştır. Jacob Taubes’in Schmitt ile mektuplaşmasında savunduğu gibi, bu, azaltılamaz bir mesafeyi ima eden imkânsız bir “diyalog”dur. Bir diyalogdan öte, bu bir simetridir: hem faşizm hem de komünizm, liberal geleneğe bir kez daha farklı perspektiflerden ve zıt hedeflerle meydan okudu. O halde, kalıtımsal bir yaklaşımı benimsersek geçişler sabittir: Frankfurt Okulu tarafından detaylandırılmış araçsal rasyonalite kavramında Weber ve de Nietzsche’den izler ya da genç Lukács’ın Marksizm’inde romantizmin izlerini vb. bulmak zor olmayacaktır. Ancak, analitik kategoriler, değer veya ilkeler değildir. Ne sosyalizm ya da komünizm fikrini sağın değerleriyle inşa edebilirsiniz ne de bir faşist düzen fikrini solun değerleriyle. Sadece klasik liberalizmden ilham alan bir dünya görüşü sağın değerleriyle solun değerlerini karıştırabilir. Bu hatanın en açık örneği, siyasi düşünce tarihinin en muğlak ve aldatıcı kavramlarından olan totalitarizm kavramıdır. “Devrimci” retoriğin milliyetçilik tarafından benimsenmesi yeni değildir –geçmişi, faşizme ve “muhafazakâr devrim” dedikleri şeye kadar dayanır- fakat bu, değerlerle değil her halükârda politik eylemin biçim ve araçlarıyla ilişkilidir.

Benim bugünkü izlenimim, yeni sağın, eski “faşist devrimci” retoriğini terk ettiği ve solun fikirlerini sahiplenmediğidir. Liberal geleneğin dil ve söylemini –“değerler”i ne ölçüde yaptıklarını bilmiyorum- dönüştürüyor; demokrasi, cumhuriyet, özgürlük, kurtuluş, haklar vb. sloganları lügatına entegre ediyor. Bununla birlikte, söz konusu kavramlar 1848’de ya da 20. yüzyılın birinci yarısında hâlâ sahip oldukları yıkıcı anlamı yitirmişlerdir. Bunlar artık evrensel kavramlardır, herkesin sahip çıkabileceği kapsamda suiistimal edilmiş ve bitap düşmüşlerdir, çünkü artık bir anlamları yoktur. Yeni sağın bu kavramlara verdiği içerik muhafazakâr ya da gericidir: “demokrasi”, plebisiter mutabakat anlamına gelir; “kurtuluş”, dışarıdan gelen kültürlerin (İslam) etkilerine karşı savunma anlamındadır; hakların savunulması, Batı medeniyetinin fetihlerini tehdit edebilecek azınlıkların dışlanması demektir; “feminizm”, İslami gericiliğe karşı mücadeledir vb. Aşırı sağ, halk sınıflarında fikir ittifakı buluyorsa (her yerde oluyor; ABD’den Brezilya’ya, Almanya’dan İtalya’ya) bu, yeni bir dilin benimsenmesinden değil, solun bunları terk etmesinden, sol parti ve sendikaların zayıflaması ve bugün olmamasından, kolektif eylem, örgütlenme ve dayanışma hafızası ve kültürünün artık var olmamasındandır. Sol, kolektif kurtuluş kavramını somutlaştırmıştır; aşırı sağ ise bir günah keçisi aramayı öneriyor. Trump, Bolsonaro ve Le Pen’in seçim mutabakatı, solcu bir dili benimseme olgusunda değil, -bazı durumlarda- protesto oyunu sermayeye çevirme becerisinde yatar.

-          Son soru ile bağlantılı olarak; başka şeylerle birlikte kitaplarınız sayesinde de biliyoruz ki okuryazar kültürün gerilemesinin hararetinde entelektüelin rolü ve onun kamusal alandaki etkisi de gerilemiştir. Bu kültürün ürettiği dünya imgeleri, “videosfer”inkilerden farklılık gösterir. Bu bakımdan, hangi “dünya görselleştirmeleri” (geçmiş ya da bugünkü), hangi bilinçsiz düşünme biçimleri veya çağdaş “dijitosfer”imizde –yakın zamanlardaki bir röportajınızda yarı şaka yarı ciddi böyle adlandırdınız- hangi anlatılar hâkimdir?

Saf olabilirim ama ben “dijitosfer”in potansiyelleri konusunda epey iyimserim. Tabii ki benim bu değişimi kavrayışım çok tahmini, çünkü başka iletişim araçlarını tercih eden bir nesle aitim ve bu nesil, söz konusu yeni araçlara çok aşina değil, ancak bazı iri ölçekli gerçekler ayan beyan ortada. Sosyal ağlar, kamusal alanın bütün yapısını tamamen dönüştürdü, çünkü bir yandan şeyleştirmeyi tamamladılar –bütün ağlar çokuluslu şirketlere ait-, fakat diğer yandan da yıkıcı aygıtlar haline geldiler. Bu olgunun bir örneği, 2018 ve 2019 yıllarında Fransa’daki “sarı yelekliler”. Geleneksel kamusal alanın bütün araçları –basın, televizyon kanalları ve radyo- bu hareketi suçlu çıkarmak konusunda hemfikirdi: popülist, ilkel, şiddet içeren, kültürel anlamda gerici, temsili demokrasinin kurumlarına saygısız olacak düzeyde gerici vb. Sosyal ağlar sayesinde, bu kendiliğinden hareket kendi yapılarını, kolektif tartışmanın ileri düzeyde demokratik biçimlerini, bütün toplumsal sorunlara dair yatay tartışmayı yaratmayı başardı ve kendi gösterilerini örgütledi. Kamuoyu araştırmaları gösterdi ki, her şekilde suçlu çıkarılan bu hareket, nüfusun yüzde 70’inden fazlasının kendisi ile fikir birliğini elde etmişti. Bu örnek genişletilebilir: 2011’deki Tunus isyanından 2019’da Cezayir’deki “Hirak” protestolarına Arap Baharı, sosyal medyaya çok borçlu. ABD’deki Black Lives Matter hareketinin, Hong Kong’da ve son olarak Minsk ve Burma’daki hareketlerin taşıyıcısıydı sosyal medya araçları. Sosyal ağlar, Habermas’ın kavramı kullandığı anlamda, muhtemelen 21. yüzyılın kamusal alanının ayrıcalıklı ifade alanını oluşturmaktadır: aklın eleştirel kullanımının icra edilebileceği bir sivil toplum alanı. Neoliberalizm, “dijitosfer”i bir şeyleştirme ve yabancılaştırma alanı olarak destekler: vatandaş olma statüleri yerini tüketiciler olmaya bırakmış izole bireyleri birbirine bağlayan, piyasanın aracılık ettiği iletişim. Sosyal ağların yıkıcı kullanımı, bu şeyleştirme taşıyıcılarını, toplumsal ve politik alanın yeniden sahiplenilmesini hedefleyen seferberlik ve kolektif eylem taşıyıcılarına dönüştürdü.

-         Şu anda, şimdiciliğin damga vurduğu bir zamanda yaşadığımız tezini kabullenirsek pandeminin; ifade etme ve başkalarıyla birlikte olma - her ikisi de bu durumu aşan bir şeyi organize etmek için gerekli örnekler olan- zamanını ve imkânını elinden alan acil ve zorunlu bir durdurmayı gerektirdiği için, bu deneyimi tamamlamaya geldiğini teyit etmenin uygun olduğunu düşünüyor musunuz? 

Şimdicilik –şimdiye sıkıştırılmış dünya- zamanımızın ufku olmayı sürdürüyor, fakat pandemi aynı zamanda onun çelişkilerine de ayna oldu. Bir yandan neoliberalizmin zaferini kutladı. İlk defa insanlığın kaderi –küresel bir pandeminin çözümü, tüm dünyanın saat yönünü yavaşlattı-  kapitalizmin ellerine teslim edildi. Tüm devletler, aşı geliştirme ve üretme işini büyük çokuluslu şirketlere emanet etti; özel şirketlerin hizmetine sunuldular ve şu anda piyasadan satın aldıkları dozlar ile nüfuslarını aşılamaktan sorumlular.

Bu, ilkesel bir tercih, çünkü araştırmalar kamu finansmanı sayesinde olağanüstü bir ivme gördü, fakat bu finansman, bunları nasıl yöneteceğine karar veren özel şirketlere bağlandı. Marx’ın dediği şekliyle, kapitalizm tüm yasal-politik üstyapılar üzerindeki ontolojik üstünlüğünü göstermiştir, çünkü egemenlik ilkesinden vazgeçilmiş ve sermayenin denetimine boyun eğilmiştir. “Siyasetin özerkliği” aniden silinmiştir. Ancak bu, durumun sadece bir yüzü. Diğer yüz gösteriyor ki, pandemi küresel ölçekte yaygın bir anti-kapitalist bilinci ateşledi. İnsanlar, pandemiden ulusal çözümlerle çıkmanın imkân dâhilinde olmadığını, küresel krizin küresel bir yanıt gerektirdiğini, bu yanıtın da kamusal güçlerin yeninden etkinleştirilmesini beraberinde getirdiğini anladılar. Binlerce insanın sağlığı, yalnızca kendi kârlarıyla ilgilenen bir avuç çokuluslu şirkete emanet edilemez. Bütün ülkelerde tartışmalar, on yıllardır süren özelleştirmeler ve kamu harcamalarındaki kesintilerle zayıflatılan ulusal sağlık sistemlerinin yetersizliklerine –pandeminin ilk aylarında maske ve oksijen tüpü sıkıntısı vardı- odaklandı. Sonunda, uluslararası kamuoyu yeni bir küresel mutabakat talebini ifade ediyor. Biden’ın politikaları ve Avrupa Birliği’nin yeniden başlama planları, bu toplumsal talebe ilk ve çekingen bir yanıt olan yamuk gösteren ayna gibi.

-          Son olarak, Solun Melankolisi kitabınızda tipik bir karmaşık entelektüel siyasi operasyon olarak adlandırdığınız şeyin, şimdiki zamanda ne şekilde onu aşabilecek bir çatlak açabileceğini ve bugün engellenmiş gibi görünen diğer yönleri hayal etmemize yol açabileceğini düşünüyorsunuz?

Solun Melankolisi kitabımda, “iyileştirmeye” çalıştım, yani, solun duygusal yapısına her zaman ait olan ancak yine her zaman yerinden edilen, gizlenen ya da sansürlenen bir hissin meşruiyetini tanımaya. Tarihini yeniden inşa etmeye çalıştım ama ona, 20. yüzyılın yenilgilerinin ardından gerekli olan bir “yas özeni” dışında iyileştirici nitelikler atfetmeye asla çalışmadım. Bana öyle geliyor ki, solun melankolisi bugünün mücadelelerine eşlik edebilir ve yeni projelerin doğuşunu yüreklendirebilir, ancak kesinlikle onların yerine geçmez. İlki, solun kendini tanımasına ve yeni bir özdüşünümsel olgunluğa ulaşmasına yardım ediyorsa verimlidir, fakat yaratıcı erdemlere sahip değildir. Sol, kapitalizm olmaksızın ve kapitalizme karşı yeni bir gelecek fikri icat etmelidir. Önümüzdeki yol uzun, ancak çizgisel ve birikimsel bir süreç değil; beklenmeyen tersine dönüşlere, değişimlere ve hızlanmalara hazırlanmalıyız.

 

https://www.eldiplo.org/notas-web/la-ruptura-de-continuidad-historica-ha-sido-mucho-mas-profunda-en-la-izquierda-que-en-la-derecha/  adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

Afganistan’da, Taliban’ın başkent Kabil’i ele geçirmesinin ardından ülkedeki sosyalist partilerden Afganistan Dayanışma Partisi tarafından bir açıklama yapıldı. Parti açıklamasında ABD, Rusya ve Çin başta olmak üzere çeşitli emperyal güçlerin tutumlarına dikkat çekilerek, “Afganistan halkı 20 yıl önceki halk değil ve dünya 20 yıl ileride. Yabancılara bağımlı ve onlar tarafından şişirilmiş olan Taliban, insanları sonsuza dek terör ve tiranlık çemberinde tutamayacak” denildi.

 


İşgalci ABD devleti, iğrenç ve zalim doğasını dünya karşısında bir kez daha ortaya koydu. 201 yılında bu cani devlet, diğer NATO üyesi emperyalistlerle danışıklı olarak “terörizmle mücadele”, “demokrasi” ve “kadın hakları” kisvesi altında Afganistan’ı işgal etti ve cihatçı kardeşlerinin yerini alarak Taliban’ın orta çağ yönetimini birkaç gün içinde devirdi. Fakat 20 yıl ve yüz binlerce yurttaşımızın katledilmesinden sonra bugün, Zalmay Zalilzad isimli hainin de yardımıyla iki eski Taliban kökenli grup sunarak mafya ve teröristlerle dolu harabe bir Afganistan bıraktı.

Herkes bilir ki, ABD emperyalizmi içi boş hükümetlerine asla halk arasında bir dayanak edinmek ve bir gün kendisine başkaldırmak için zemin hazırlamaz. Bunun sonucu olarak; savaş ağalarından, katillerden ve hırsızlardan oluşan 20 yıllık zengin Karzai hükümeti, Taliban’ın iktidarı almasının yolunu yapacak şekilde aşırı çürümüş, ayaktakımı ve toplum tarafından nefret edilir hale geldi ve bir avuç uyuşuk Facebook tüketicisi haricinde kimse hükümeti desteklemedi. Şu anda yabancı sahipleri ve Taliban’ın paralı askerleri bir hava boşluğuna saplanmış durumda. Pentagon, elçilik çalışanları ve destekçilerinin tahliyesi ve Kabil Havaalanı’nda bazı gençlerin Taliban teröründen kaçmak için Amerikan uçaklarına asılmaları ve daha sonra yüksekten düşerek dünya haberlerine manşet olmalarıyla “şok” oldu. Vietnam’dan bugüne böyle. Bu görüntüler ABD İmparatorluğu’nun zayıflığını ve yıkılışını temsil ederken tekelci dünyanın nihai noktası olarak nitelendiriliyor. Katar’daki Taliban isyancıları da, ABD’nin taleplerini dikkate alacak gelecekteki Taliban hükümetini kurmak konusunda aciz. Molla Birader, “Hiçbir zaman bu şekilde iktidara gelmeyi beklemiyorduk, ancak Allah bizim yanımızdaydı” itirafında bulundu, çünkü “ABD’nin yardımıyla oldu” demek istemiyor. Saçma palavralarıyla Eşref Gani, Rusya Büyükelçiliği’ne göre bazı civcivleri ve yüksek miktarda parayla birlikte kaçtı. Ancak Noriega, Pinochet, Ziya ül Hak, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi ile aynı kaderi paylaşmayan Gani’nin hâlâ en mutlu isimlerden olduğu da kabul edilmeli. Atta Muhammed Nur, Raşid Dostum ve İsmail Han gibi cihatçılar ve savaş ağaları Eşref Gani için o kadar değersiz hale geldi ki, onları nakletmeye bile zahmet etmedi ve tam bir aşağılama içinde kaçtı. Kanuni, Wali, Ziya Mesud, Selahaddin Rabbani, Halili, Muhakık, Latif Pedram ve bunlar gibi başka gruplar, kendilerini kıdemliler olarak yeniden var etmek, gelecek hükümette bir koltuk elde etmek ve Karun gibi sermayelerini güvence altına almak için İslamabad’daki Pakistanlı yetkililerin ayaklarının altına atıldılar. Durun. Dikkatten kaçmaması gerekir ki, emperyalizmin daimi düşmanları ve dostları yoktur ve sadece kendi stratejik çıkarlarıyla ilgilenir; bu nedenle hem Taliban hem de ABD’nin birbirlerine güvenlik sağlamaları sürpriz değildir. Taliban’ın cihadı sadece halkımız için değilse neden şu anda Kabil Havaalanı’nda konuşlu olan 6 bin ABD askeri için olmasın? Çok yakın gelecekte, ister cihatçı ister teknokrat olsunlar, dış güçlere köle olan hepsinin tekrar bir araya geleceklerini, çünkü esasında bir farkları olmadığını unutmayalım.

Taliban, Pakistan, İran, Katar, Suudi Arabistan vb. orta çağ rejimi altında ülkemiz karanlık ve yıkıcı bir zaman dilimi yaşayacak. Taliban, geçmiştekinden farklıymış gibi geçinse de Afganistan genelindeki eylemleri aynı özgürlük sevdalısı yağmacılar olduklarını ve en ufak bir değişime uğramadıklarını gösteriyor. Meydanı boş gören büyük güçler, özellikle de Çin ve Rusya, yaralı ve yarı ölü yurdumuzun bedeni üzerinde kendi çıkarlarını aramakta ve Taliban’ın cani liderlerini sıcak bir şekilde karşılayarak halkımızın katilleriyle rezil anlaşmalar yapmaya hazır olduklarını göstermekteler. Dolayısıyla Afganistan, geriye kalan büyük güçlerin şiddetli rekabetinin arenası olmaya devam ederken IŞİD ve Fâtımiler gibi terörist grupların ortaya çıkması Afganistan ve bölge halkına yeni felaketler getirecektir.

Özellikle ekonomik kriz ve koronavirüs salgını sürecini yönetmedeki yetersizliği sonrasında küresel egemenliği zayıflayan diktatöryal ABD hükümeti, yükselen ayaklanma ve protestolarla devrilmekten korkarken kendi iç problemlerine eğilmek için Afganistan ve Irak’taki birliklerini çekti.

Amerikalı işgalcilerin vahşet tarihi ve özellikle Afganistan’daki 20 yıllık tutsaklık, hiçbir yararsız hükümetin bizim kurtarıcımız olmayacağını ve ömrünün uzun sürmeyeceğini bir kez daha gösterdi. Yabancılara bağımlı ve onlar tarafından şişirilmiş olan Taliban, insanları sonsuza dek terör ve tiranlık çemberinde tutamayacak. Afganistan halkı 20 yıl önceki halk değil ve dünya 20 yıl ileride, bu nedenle Taliban asla eski ve çağ dışı kanunlarını tamamen uygulayamayacak, çünkü Arap efendileri bile bu cahil sınırları aşmaya zorlandılar.

Kederli ve perişan yurttaşlarımız!

Baskının olduğu her yerde direniş de vardır. Mademki en kanlı gericiliğin pençesindeyiz, mücadele ve direnişimizi mümkün olan her düzeyde sürdürmemiz bize bağlı. Yeni yöntemlerle direnmeye devam etmekten başka yol yok. Özgürlük, adalet ve gerçek demokrasiye sağlam bir bağlılığı olanlar halkı harekete geçirebilir ve en kanlı ve baskıcı koşullarda hainlere karşı savaşabilir. Taliban’a ve dış güçlere karşı olan ilerici hareketin ülkemizde doruğa ulaşacağına ve Afganistan Dayanışma Partisi’nin geçmişte olduğu gibi bu büyük mücadelede rolünü oynayacağına olan inancımız tamdır.

Afganistan Dayanışma Partisi

 

http://www.hambastagi.org/new/fa/docs/statement/2911-usa-change-its-puppets.html adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir. 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Paris Komünü: Marx, Mao, Yarın

11 Haziran 2021 Cuma

Alain Badiou, Paris Komünü’nün 150. yıl dönümünde Monthly Review için kaleme aldığı makalesinde, Karl Marx’ın Komün’e bakışından, özellikle 1960’ların ortalarında Çin ve Sovyetler Birliği’nin Komün deneyimine sahip çıkış tarzlarına, parti-devlet anlayışına karşı Komün’de aranan kurtuluşa, bunun üzerinden geliştirdikleri söylemsel karşıtlıklara ve Komün deneyimine yaklaşımlarına dek geniş değerlendirmelerde bulunuyor.



Karl Marx, 1871 yılında Paris Komünü’ne tamamen devlet sorunu ile ilişkili olan bir açıklama getirmişti. Ona göre, Komün, proletaryanın bütün bir toplumun yönüne ya da idaresine dair geçici işlevini benimsediği ilk tarihsel olayı meydana getiriyordu. Komün’ün girişimleri ve açmazlarından, devlet aygıtının “alınmış” veya “işgal edilmiş” olması değil, “parçalanmış” olması gerektiği sonucuna varıyordu.

Bu arada, bu analizdeki başlıca hatanın, Mart-Mayıs 1871 arasında günün gereğinin iktidar sorunu olduğu kavrayışı olduğunu belirtelim. Bu nedenle, şu azimli “eleştiriler” klişe haline gelmiştir: Komün, tahminen karar alma kapasitesinden yoksundu; eğer hemen Versailles’a yürümüş olsaydı; eğer Fransa Merkez Bankası’ndaki altınlara el koysaydı, vesaire. Bana göre, bu ‘eğer’ler gerçek bir içerikten yoksun. Hakikaten, Komün ne onlara esaslı bir şekilde yön verecek araçlara ne de büyük ihtimalle onlara ulaşacak araçlara sahipti.

Marx’ın açıklaması gerçekten muğlak. Bir yandan, devletin ve daha spesifik olarak ulus-devletin çözünmesine yol açacak görünen her şeyi övüyor. Bu bağlamda şunlara işaret eder: Komün’ün, doğrudan halkı silahlandırmak adına profesyonel bir orduyu ortadan kaldırması; memurların seçilmeleri ve görevden alınmaları konusunda aldığı bütün önlemler; belirleyici ve uygulayıcı işlev lehine, kuvvetler ayrılığına verdiği son; Komün’ün enternasyonalizmi (Komün’ün finansal temsilcileri Alman, askeri liderleri Polonyalıydı, vb.). Fakat diğer yandan, gerçekte devletçi yetersizlikler olan yetersizliklere üzülüyor: zayıf askeri merkeziyetçiliği; finansal öncelikleri tanımlamadaki yetersizliği; ulusal soruna ilişkin eksik yönleri, diğer kentlere hitabı, Prusya’daki savaşa dair söyledikleri ve söylemedikleri ve taşralı kitleleri bir araya getirmesi.

20 yıl sonra, 1891 yılında Marx’ın metninin yeni bir baskısına yazdığı önsözde Friedrich Engels Komün’ün çelişkilerini aynı şeklide resmeder. Aslında, 1871 hareketinde hâkim olan iki politik gücün, Proudhoncuların ve Blanquicilerin, ortaya koydukları kendi ideolojilerinin tam aksini yapmalarıyla sonuçlandığını gösterir. Blanquiciler aşırı merkeziyetçiliğin ve az sayıda cesur adamın, iktidarı, emekçi kitlelerin faydasına otoriter bir şekilde kullanmak üzere alacakları silahlı tertiplerin taraftarıydılar. Fakat bunun yerine, bağımsız komünler federasyonunun ve devlet bürokrasisinin imhasının ilanına sürüklendiler. Proudhoncular, üretim araçlarına yönelik kolektif sahiplenmenin her türlüsüne muhalif idiler ve küçük, öz yönetim girişimlerini destekliyorlardı. Fakat, büyük çaplı sanayiyi yönetme amacıyla geniş işçi ortaklıklarının oluşumunu desteklemeleriyle neticelendi. Engels, bu durumdan oldukça mantıklı bir şekilde, Komün’ün zayıflığının, onun ideolojik formlarının devlete dair kararlar almaya uygun olmamasında yattığı sonucunu çıkarır. Ve dahası, bu kutupsal karşıtlığın neticesinin, açıkça tek bir “Marksizm”e yol açan Blanquicilik ve Proudhonculuğun sonu olduğu sonucunu.

Fakat 1871 yılında ve hatta çok daha sonrasında temsil edilen Marx ve Engels’in duruma dair yeterliliği nedir? Komün’ün farz edilen hegemonyası, onu hangi ekstra araçlarla donatabilirdi?

İşin gerçeği şu ki, Marx’ın açıklamasının muğlaklığı, hem sosyal demokrat eğilim hem de onun Leninist radikalleşmesi tarafından, yani bir yüzyıldan fazla süre boyunca partinin temel motifinde yerini alacaktır.

Aslında, “sosyal demokrat” parti, “işçi sınıfı” partisi –ya da “proletarya” partisi- ve sonrasında “komünist” parti de aynı anda hem devlet ile ilişkisinde özgürdür hem de iktidarı kullanmaya hükmetmiştir. Bu, sübjektif destekle –ideolojik kopuşla- oluşturulan tamamen politik bir araçtır ve bu haliyle devletin dışındadır. Egemenlik bakımından özgürdür; devrim ya da burjuva devletin yıkılması şeklindeki asli temasını taşır. Ancak parti, aynı zamanda tamamen devlet iktidarının peşinde olan merkezileştirilmiş, disipline edilmiş gücün örgütleyicisidir. Yeni devletin temasını, proletarya diktatörlüğü devletinin temasını taşır. 

Bu nedenle, partinin, komüne dair Marksist açıklamanın muğlaklığının farkına vardığı, ona şekil verdiği söylenebilir. Parti; devlet olmayan, hatta devlet karşıtı olan bu özgürleşme siyasetinin karakteri ile bu siyasetin zaferi ve sürecinin devletçi karakteri arasındaki temel gerilimin politik mekânı haline geldi. Üstelik, zaferin isyan sonucu mu, seçim sonucu mu olduğuna aldırmaksızın durum budur: zihinsel şema aynı.

Partinin, parti-devlet suretini (özellikle Joseph Stalin’den itibaren) ortaya çıkarmasının sebebi budur. Parti-devlet, Komün’ün çözülmemiş olarak bıraktığı sorunları çözmek üzere tasarlanmış kabiliyetlerle donatılmıştır: polisin ve askeri savunmanın merkezileştirilmesi; burjuva ekonomik hükümlerin tamamen imhası; köylülerin, işçi hegemonyasına katılması ve itaat etmesi; güçlü bir enternasyonalin yaratılması vb. Efsaneye göre, V.I. Lenin’in, Bolşevik iktidarına erişildiği ve Paris Komünü’nün bütün yazgısının sona erdirildiği süre olan 72 günü aştığı gün karda dans etmesi boşuna değildir.

Gerçi, Komün’ün çözemediği devletçi sorunlara bir çözüm sunmuş olsa da, bunları çözme yolunda parti-devletin, Komün’ün farkına varabildiği birtakım politik sorunları örtbas edip etmediğinin sorulmasının gerekliliği bâkidir.

Her halükârda çarpıcı olan şu ki, parti-devlet üzerinden geriye dönük olarak düşünüldüğünde, Komün iki parametreye indirgenebilir: birincisi, onun toplumsal belirlenimine (işçiler); ikincisi, kahramanca ancak yetersiz iktidar pratiğine. Sonuç olarak, Komün bütün esaslı politik içeriğinden soyutlanır. Muhakkak anılır, kutlanır, sahip çıkılır; ancak sadece, devlet iktidarının toplumsal doğasının telaffuzu için soyut bir vurgu olarak. Fakat bütün içeriği bu ise, Komün politik olarak köhnemiş demektir. Çünkü Sylvain Lazarus'un, yegâne siyaset alanının parti olduğu Stalinist politik tarz olarak isimlendirilmesini önerdiği şey tarafından böyle gösterilmektedir.

Bu nedenle onun anılması, aynı zamanda yeniden canlandırılmasını yasaklar.

Bu konuda, Bertolt Brecht’le ilgili ilginç bir hikâye vardır. Savaşın ardından Brecht, ihtiyatlı bir şekilde, yasaları Sovyet kuvvetlerinin koyduğu “sosyalist” Almanya’ya döner. 1948 yılında, yurt dışından duruma dair haber almak amacıyla İsviçre’de durarak yola çıkar. Burada kaldığı süreçte, o zamanlar sevgilisi olan Ruth Berlau’nun da yardımıyla Komün Günleri isimli tarihi oyununu yazar. Bu, tarihsel şahsiyetlerin popüler kahramanlarla birleştirildiği sağlam belgelere dayalı bir çalışmadır. Epik olmaktansa lirik ve komik bir oyundur; nadiren sahnelenmiş olsa da bana göre iyi bir oyundur. Almanya’ya varmasının ardından Brecht yetkililere Komün Günleri’ni sahnelemeyi önerir. Pekâlâ, 1949 yılında bahsi geçen yetkililer böyle bir performansın yersiz olduğunu beyan ederler! Sosyalizm, Doğu Almanya’da galip gelmiş bir şekilde kurulma sürecinde olduğundan, Komün gibi zor ve modası geçmiş bir proleter bilinç vakasına geri dönmenin hiç gereği olamaz. Kısaca, Brecht iyi bir kartvizit seçmemişti. Stalin’in Leninizm’i “muzaffer devrimler çağının Marksizm’i” şeklinde tanımlaması –parti kültüne indirgemesi - nedeniyle, yenilgiye uğramış devrimlere dönüşün anlamsız olduğunu anlamamıştı. 

Bununla birlikte, Brecht’in Komün’ü yorumlayışı neydi? Bunu değerlendirmek için, “Komünarların Kararı” isimli şarkının son üç kıtasını okuyalım.

“Sizi, bize geçineceğimiz bir ücret vermeye

İkna etmeyeceğimizin farkına varıyoruz

Fabrikaları sizden almaya kesin karar verdik

Sizin kaybınızın, bizim kazancımız olacağının farkına varıyoruz

 

Yönetenlerimizin bizlere verdiği sözlere

Bel bağlamadığımızın farkına varıyoruz

Bizim için iyi bir yaşamın özgürlükle başladığına

Geleceğimizin kendi buyruğumuzla inşa edilmesi gerektiğine karar verdik

 

Toplarımızın gürleyişinin

Sizinle konuşacak yegâne kelam  olduğunun farkına varıyoruz

Size, dersimizi aldığımızı ispat ediyoruz

Gelecekte silahları size çevireceğiz.”

Net bir şekilde, buradaki genel çerçeve, klasik yorumlayışı sürdürüyor. Komün; toplumsal, iktidara dair ve maddi tatminin yanında topların bir bileşimi olarak biçimlendirilir.

Çin yeniden canlandırması

Kültür Devrimi süresince ve özellikle 1966-1972 yılları arasında Paris Komünü, Çinli Maoistler tarafından yeniden canlandırılıyor ve çok sıklıkla adı anılıyordu; parti-devletin katı hiyerarşisinin kıskacına yakalanınca Ekim Devrimi ve resmi Leninizm haricinde referanslar arıyorlarmış gibi. Bu nedenle, muhtemelen büyük oranda Mao Zedong’un kendisi tarafından yazılan bir metin olan Ağustos 1966’daki 16 Nokta Kararı’nda, özellikle de kitle hareketinde, yeni örgütlerin liderlerinin seçilmesi ve geri çağrılmasına dair endişeler ortaya çıkarken Paris Komünü’nde ilham arama tavsiyesinde bulunulur. Şangay Belediyesi’nin Ocak 1967’de devrimci işçiler ve öğrenciler tarafından devrilmesinin ardından, yeni iktidar organı isim olarak Şangay Komünü’nü almıştır ki bu, bazı Maoistlerin, Stalinist parti formu tarafından kutsallaştırılandan farklı bir biçimde, iktidar ve devlet sorunları ile politik olarak bağlantı kurmaya çabaladıkları gerçeğine işaret eder.   

Gerçi, bu girişimler istikrarsızdır. Bu duruma, iktidara “el konulmuş” ve eyalet ve kent iktidarının yeni organlarını düzenlemek kaçınılmaz iken Komün isminin hızla terk edilmesinde ve yerine çok daha muğlak bir adlandırma olan Devrimci Komite’nin getirilmesinde şahit olabiliyorduk. Buna, 1971 yılında Çin’de Komün’ün yüzüncü yıl dönümü töreninde de şahit olunabilir. Bu törenin, sadece anmaktan fazlasını içerdiği, hâlâ bir yeniden canlandırmanın unsurlarını kapsadığı, gösterilerin büyüklüğünden gün gibi ortadadır. Çin genelinde milyonlarca insan yürüyüş gerçekleştirmiştir. 

Fakat, o zaman bazılarımızın okuduğu ve çok çok daha az kişinin koruyarak tekrar okuyabildiği (Çinliler için yapması muhtemelen çok zor bir hale gelen şey) bir metin olan ve bu vesileyle yayımlanan metinde gün gibi ortada olan devrimci parantez yavaş yavaş kapanıyordu. Bahse konu metin şudur: Yaşasın Proletarya Diktatörlüğünün Zaferi! Paris Komünü’nün Yüzüncü Yılı Anısına.

Bu tamamen ikircikli.

Anlamlı bir biçimde, metin, önsözünde Komün döneminde Marx tarafından yazılmış bir reçete içerir: “Eğer Komün yıkılırsa, mücadele ancak ertelenir. Komün’ün ilkeleri ebedi ve yok edilemezdir; (bu ilkeler) işçi sınıfı özgürleşene dek kendilerini tekrar tekrar sahneye koyacaklardır.”

Bu tercih, 1971 yılında bile Çin’in, Komün’ü sadece işçi ayaklanmaları tarihinin şanlı (ama modası geçmiş) bir parçası olarak görmediğini, yeniden canlandırılacak olan ilkelerin tarihsel bir anlatımı olarak gördüğünü doğrular. Muhtemelen Mao’nun olan ve Marx’ın açıklamasını yansıtan şu açıklamaya da kulak verin: “Kültür Devrimi başarısız olursa, ilkeleri dönemin düzeni kadar mevcut kalacaktır.” Bu da bir kez daha, Kültür Devrimi’nin, Ekim 1917’den daha çok Komün ile bağlantılı bir seyri genişlettiğini tekrar gösterir.

Komün ile ilgi, Çinli liderlerin Sovyet liderlerine karşıt olduğu kutlamaların içeriğinde de belirgindir. Örneğin:

“Proletarya ve dünya devrimci halkları, Paris Komünü’nün ihtişamlı yüzüncü yılını kutlarken, Sovyet revizyonist dönek kliği rol keserek, “Komün’ün ilkelerine bağlılık”tan üstünkörü bir şekilde bahsediyor ve kendini Paris Komünü’nün halefi olarak ikame ediyor. Hiç utanma duyguları yok. Sovyet revizyonist döneklerinin, Paris Komünü’ne dair konuşmaya ne hakları var?”

Bu, hem Mao’nun katkısını hem de garip bir biçimde Kültür Devrimi’nin kendisini Komün ile bir devamlılık içinde konumlandırdığı yaratıcı devrimci Marksizm ile gerici devletçilik arasındaki bu ideolojik karşıtlık çerçevesindedir:

“Başkan Mao’nun kendisi tarafından başlatılan ve liderlik edilen Büyük Proletarya Kültür Devrimi’nin top atışları, dönek, gizlenmiş hain ve bozguncu Liu Shao-chi’nin başını çektiği burjuva karargâhları tahrip etmiş ve emperyalistler ile modern revizyonistlerin, Çin’de kapitalizmi geri getirme şeklindeki düşkün rüyalarını boşa çıkarmıştır.

Başkan Mao, proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyiminin olumlu ve olumsuz yönlerini kapsamlı bir biçimde özetledi, miras aldı, savundu, Marksist-Leninist proleter devrim ve proletarya diktatörlüğü teorisini geliştirdi ve günümüzün en önemli sorununu –proletarya diktatörlüğünü pekiştirme ve kapitalizmin restorasyonunu önleme sorunu- hem teoride hem de pratikte çözdü.”

Ana formülü “proletarya diktatörlüğünü pekiştirmek”tir. Burada Paris Komünü’ne başvurmak, proletarya diktatörlüğünün basit bir devletçi formül olamayacağını ve komünizme doğru yürüyüşü sürdürmenin, kitlelerin devrimci seferberliğine başvurmayı gerektirdiğini anlamak demektir. Bir diğer deyişle, 18 Mart 1871’de Parisli işçiler tarafından tarihte ilk kez yapıldığı gibi, sürmekte olan bir devrimci deneyim –her zaman bir parça şüpheli ve öngörülemeyen bir karar- içinde bir proleter devlet için yeni formlar icat etmenin gerekli olduğu düşünülüyordu. Dahası, makalenin başlangıcında Maoistler, Kültür Devrimi’ni “proletarya diktatörlüğünün nihayet keşfedilmiş biçimi” olarak ilan etmişlerdi bile.

Buna rağmen, siyaseti ve devleti ifade etmedeki genel kavrayış değişmemiş biçimde kalır. Paris Komünü’nün devrimci yeniden canlandırılması girişimi ön hesapta yazılı kalır ve özellikle hâlâ, partinin vesayet figürünün hâkimiyeti altındadır. Bu, Komün’ün eksik yönleri paragrafında açık bir şekilde gösteriliyor:

“Paris Komünü’nün başarısızlığının temel sebebi,  tarihsel koşullardan kaynaklı olarak, Marksizm’in işçi hareketinde henüz hâkim konuma gelmemiş olması ve Marksizm’in rehber düşünce olduğu bir proleter devrimci partinin henüz vücut bulmamış olmasıdır… Tarihsel deneyim, kitleler açısından çok elverişli bir devrimci durumun ve devrimci coşkunun var olduğu yerlerde hâlâ güçlü bir proleter önderlik çekirdeğine, yani ‘Marksist-Leninist devrimci teori üzerine ve Marksist-Leninist devrimci tarzda inşa edilmiş devrimci parti’ye sahip olmak gerektiğini göstermektedir.”

Partiye dair son atıf Mao’dan olsa da, bu aynı kolaylıkla Stalin’den de olabilirdi. Komün’e ilişkin Maoist tasavvurun, nihayetinde parti-devlet çerçevesinin mahkûmu olması ve dolayısıyla buna “ilk açıklama” adını vermem bundandır.  

Klasik yorumlamanın ve onun dışında kalan bu yorumlamanın taslağının sonunda, bugün Paris Komünü’nün politik görünürlüğünün katiyen belirgin olmadığını söyleyebiliriz. Yani, en azından “bugün”den kastımız, siyaseti, devlete tâbi kılmanın dışında ve partilerin ya da partinin çerçevesinin dışında düşünmek mücadelesine girişmemiz gereken ansa.

Yine de Komün, kendisini tam olarak böyle bir tâbi olma ya da böyle bir çerçeve içinde konumlandırmayan bir politik kesittir.

Böylece yöntem, klasik yorumlamayı bir kenara bırakmak ve komünün politik gerçekleri ile tespitlerini bütünüyle farklı bir yöntemle ele almaktan ibaret olacaktır.

Sol nedir?

İlk olarak, Komün’den önce Fransa’da devlet iktidarı sorunu ile diyalektik içinde, bir dizi iyi kötü silahlı halk ve işçi hareketlerinin olduğunu belirtelim. İktidar sorununun ortaya çıkmadığının düşünüldüğü korkunç Haziran 1848 günlerini görmezden gelebiliriz: ulusal atölyelerin kapanması üzerine köşeye sıkıştırılan ve Paris’ten kovalanan işçiler önderliksiz, perspektifsiz ve sessizce savaştılar. Çaresizlik, öfke, katliamlar. Ancak Temmuz 1830’da Trois Glorieuses (Temmuz Devrimi; ç.n.) ve V. Charles’ın düşüşü vardı; Şubat 1848 ve Louis Philippe’in düşüşü vardı ve son olarak 4 Eylül 1870 ve III. Napoleon’un düşüşü vardı. 40 yıllık sürede, genç Cumhuriyetçiler ve silahlı işçiler, iki monarşinin ve bir imparatorluğun yıkılmasına sebep oldular. İşte bu nedenle, Fransa’yı “sınıf mücadelesinin geleneksel toprağı” olarak gören Marx; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş başyapıtlarını yazdı.

1830, 1848 ve 1870 konusunda, temel bir nitelikte, bugün hâlâ geçerli olduğu için daha da temel hale gelen bir şeyde ortaklaştıklarını belirtmeliyiz. Kitlesel politik hareket büyük oranda proleterdir. Ancak hareketin nihai sonucunun Cumhuriyetçi ya da Orleansçı siyasetçilerin kliklerinin iktidara gelmesine yol açacağı şeklinde genel bir kabul vardır. Siyaset ve devlet arasındaki uçurum burada somuttur: politik hareketin parlamenter izdüşümü, aslında devlete ilişkin siyasi yetersizliği ispat eder. Fakat bu yetersizliğin, orta vadede devlet ile politik düzen arasındaki yapısal bir uçurumun bedeli olarak değil, hareketin bizzat kendisinin başarısızlığı olarak deneyimlenmesi de dikkate değerdir. Esasında, proleter hareket içinde öznel olarak, bir politik kitle hareketi ile onun devletçi sonucu arasında bir devamlılık olduğu veya olması gerektiği tezi baskındır. Dolayısıyla, yinelenen “ihanet” mevzusu (yani, iktidardaki siyasetçiler politik harekete ihanet ederler. Ancak onların gerçekten de başka bir amacı, başka bir işlevi var mıydı?). Ve her seferinde bu umutsuz ihanet motifi, çoğu kez uzun periyotlar ile siyasi hareketin tasfiyesine sebep olur.

Bu son derece ilgi çekicidir. Mayıs 1968’deki halk hareketinin ve onun “solcu” silsilesinin, 1981’in çok öncesinde François Mitterand’ın yardımına koşarak kendilerini tükettiğini hatırlayın. Daha da ötede, 1940 ile 1945 yılları arasındaki direniş hareketlerinin radikal özgünlüğü ve politik beklentisi, Charles de Gaulle himayesinde eski partilerin iktidara dönmeleriyle kurtuluştan sonra azaldı. Bugün, ortamdaki “hareketçilik” –emeklilik reformuna karşı sendikaların seferberliğinden, çalışma yasası reformuna karşı nuit debout hareketinden, Sarı Yelekliler’e dek-  ancak zamanımızın François Hollande’larını, Emmanuel Macron’larını ya da Jean-Luc Mélenchon’larını doğuruyor. Bütün bu mahluklar, Komün’ün katilleri ve Cumhuriyet’in hâlâ bilinen kurucuları olan Jules Favre’lerin, Jules Simon’ların, Jules Ferry’lerin (Henri Guillemin'in “Jules Cumhuriyeti” olarak adlandırdıkları) görevlerini sürdürüyorlar. Ve bugün hâlâ “solu yeniden inşa etmeye” davet ediliyoruz. Ne saçmalık!

Komün’ün belleğinin, parlamenter dolandırıcıların, kitle siyasetinin patlamalarıyla ilişkili olarak üstlendikleri değişmez uyumlulaştırma taktiklerine de şahitlik ettiği doğrudur: şehit düşen işçilerin cılız sembolü Mur des fédérés (“Komünarlar Duvarı”, 28 Mayıs 1871’de 147 Komün savaşçısının önünde kurşuna dizilerek öldürüldüğü ve önündeki bir hendeğe atıldığı Père Lachaise Mezarlığı’nda bulunan duvardır; ç.n.), “Jules’lar” ile birlikte Üçüncü Cumhuriyet’in parlamenter savaşçısı ve kurucusu olan Léon Gambetta'nın adının verildiği heybetli bulvarın yanında yer almıyor mu?

Fakat Komün, bütün bunlara bir istisna teşkil eder. Çünkü Komün, halk ve işçi siyasi hareketlerinin “parlamenter” ve “demokratik” yazgısıyla Fransa’daki ilk ve bugüne kadarki yegâne kopuş olan şeydir.

18 Mart 1871’de işçi bölgelerindeki direnişin akşamında, askerler topları alamadıkları için geri çekildiklerinde düzene geri dönmek, hükümetle müzakerede bulunmak ve tarihin şapkasından yeni bir oportünistler kliği çıkarmak için çağrı yapılabilirdi. Bu kez öyle bir şey olmayacaktı.

Her şey, 19 Mart’ta yaygın bir biçimde dağıtılan Ulusal Muhafız Merkez Komitesi’nin (Paris Komünü’nün devrimci yönetim organı/hükümeti; ç.n.) bildirisinde yoğunlaşmıştı: “Paris proleterleri, yönetenlerin başarısızlıklarının ve ihanetlerinin ortasında, kamu işlerinin idaresini kendi ellerine alarak durumu kurtarmanın zamanının geldiğini anladılar.”

Bu kez, bu eşsiz zamanda, yazgı, usta politikacıların ellerine teslim edilmedi. Bu kez, bu eşsiz zamanda, ihanet, talihsiz bir tercihin basit sonucu olarak değil, kaçınılması gereken bir durum olarak davet edildi. Bu kez, bu eşsiz zamanda, tasarı, durumu sadece proleter hareketin kaynakları temelinde ele almaktı.

Burada, gerçek bir politik deklarasyon yatıyor. Görev, bunun içeriğini düşünmektir.

Ancak ilk olarak bir yapısal tanımlama şarttır: Müstesna bir siyasi hareketin genel sonuçlarına katlanabilecek donanıma sahip olanların yalnızca kendileri olduğunu beyan eden parlamenter siyasi kadrolar kümesine “sol” diyelim. Ya da daha çağdaş bir ifadeyle, “toplumsal hareketler”i “politik perspektif”le donatmaya muktedir yegâne kişiler olduklarını beyan eden.   

Bu nedenle, 19 Mart 1871 bildirisini, tam olarak soldan kopuş bildirisi olarak tanımlayabiliriz.

 Bu açıkça, bedelini komünarların kendi kanlarıyla ödemek zorunda oldukları şeydi. Çünkü, en azından 1830’dan itibaren “sol”, büyük boyutlu hareketler sırasında müesses nizamın tek başvuru kaynağı olmuştur. Yine Mayıs 1968’de Başbakan Georges Pompidou’nun hızla farkında vardığı şekilde, fabrikalarda düzeni sadece Fransız Komünist Partisi yeniden tesis edebilecekti. Komün, böyle bir ölçekte soldan kopuşun emsalsiz örneğidir. Aklıma gelmişken, bu, 1965 ile 1968 yılları arasında Çinli devrimcilere ve 1966 ile 1976 yılları arasında Fransız Maoistlere yaptığı modelsel katkıya, müstesna faydaya ışık tutan şeydir: görevin, tam da bu temel simgeye, yani komünist partilerin dönüştüğü bir simge olan “sol”a her türlü tâbi olma halinden kopmak olduğu dönemler.

Doğru; ezilmesinin ardından sol “bellek” Komün’ü soğurdu. Bu paradoksal birleşmenin dolayımı, sürgündeki ya da hâlâ cezaevinde olan komünarlara bir af için parlamenter bir mücadele şeklini aldı. Bu mücadele yoluyla sol, seçim gücünü risksiz bir biçimde sağlamlaştırmayı umuyordu. Bunun ardından –hakkında bir şeyler söylediğim- anmalar devri geldi.

Bugün, Komün’ün politik görünürlüğü bir çözülme süreciyle geri getirilmelidir: soldan kopuşla doğan Komün, kendisini uzun zamandan beri altında ezmiş olan solcu yorumlayıcılardan çekilip alınmalıdır. Bunu yaparken, rezilliği yapısal olan solun artık, benim sermaye-parlamenter düzen dediğim şeyi sürdürmesine gerek olmayacak düzeyde düşmüş olduğu gerçeğinden faydalanalım. Paris Komünü’ne sadakat, bir anma meselesi değil, yeni bir düşünüş ve gelecekteki politik keşif meselesidir. 


https://monthlyreview.org/2021/05/01/the-paris-commune-marx-mao-tomorrow/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 


Hindistanlı yazar Arundhati Roy, İngiltere’nin The Guardian gazetesi için Hindistan'da çok büyük bir hızla yükselen Covid krizi sürecinde Modi hükümetinin izlediği politikalar ve bu politikaların sonuçlarına dair bir yazı kaleme aldı.


 

2017 yılında Uttar Pradeş eyaletindeki bilhassa kutuplaştırıcı seçim kampanyası süresince Hindistan Başbakanı Narandra Modi işleri daha da karıştırmaya girişti. Açık bir kürsüden, muhalefet partisinde olan eyalet hükümetini Hindu ölü yakma alanları (Shamshan) yerine Müslüman mezarlıklarına daha çok para harcayarak Müslüman toplumunu kullanmakla suçladı. Her hakaret ve azarlamanın tehditkâr bir yankıyla ortadan kaybolmadan önce yüksek bir notaya yükseldiği bu alışılagelmiş anıran küçümsemeyle kalabalığı kışkırttı. “Eğer bir köyde mezarlık yapılıyorsa, orada ölü yakma alanları da yapılmalıdır” diyordu.

Büyülenmiş ve aşkla dolu kalabalık da “Shamshan! Shamshan!” diye yankılanıyordu.

Belki de şimdi, Hindistan’ın ölü yakma alanlarındaki toplu cenazelerden yükselen alevlerin akıldan çıkmayan görüntüleri, uluslararası gazetelerin kapak sayfalarını oluşturduğu için mutludur. Ve ülkesindeki tüm kabristan ve shamshanlar hizmet ettikleri nüfusla doğru orantılı ve kapasitelerinin çok üstünde düzgünce çalışıyorlar.

Washington Post’ta yakın zamanda yayımlanan başyazıda Hindistan’ın gözler önüne serilen faciasına ve ülke sınırları içinde yeni ve hızla yayılan Covid varyantları bulundurmanın zorluğuna dair “1,3 milyar nüfuslu Hindistan izole edilebilir mi” şeklinde retorik bir soru soruluyordu. Ve “Kolay değil” diye yanıtlıyordu. Koronavirüs bundan sadece birkaç ay önce Birleşik Krallık ve Avrupa’da yayılırken bu sorunun aynı şekilde sorulması olası değildi. Ancak bu yılın Ocak ayında başbakanımızın Dünya Ekonomik Forumu’nda söylediği gibi üzerimize alınmaya pek hakkımız yok.

Modi, Avrupa ve ABD’de insanların, pandeminin ikinci dalgasının zirvesinin acısını çektikleri bir zamanda konuştu. Sunacağı tek bir duygudaşlık kelamı yoktu; sadece Hindistan’ın altyapısı ve Covid hazırlıklarına dair uzun ve sinsi bir böbürlenme vardı. Bu konuşmayı bilgisayarıma indirdim, çünkü tarih Modi hükümeti tarafından yeniden yazılırken –yakın zamanda olacağı gibi- ortadan kaybolabilir ya da bulması zor olabilirdi. İşte size birkaç paha biçilemez kesit:

“Dostlarım; bu kaygı zamanlarında 1,3 milyar Hintliden güven, pozitiflik ve umut mesajı getirdim. Hindistan’ın tüm dünyada koronadan en olumsuz etkilenecek ülke olacağı tahmin ediliyordu. Hindistan’da bir korona enfeksiyonu tsunamisi olacağı söyleniyordu; bazıları 700-800 milyon Hindistanlının enfekte olacağını söylerken başka bazıları da 2 milyon Hindistanlının öleceğini söylüyordu.”

“Dostlarım; Hindistan’ın başarısına bir başka ülkenin başarısı ile değer biçmek akla uygun olmaz. Dünya nüfusunun yüzde 18’ini barındıran bir ülke; o ülke koronayı etkin bir şekilde kontrol altına alarak insanlığı büyük bir felaketten kurtardı.”

Sihirbaz Modi, koronayı etkin bir şekilde kontrol altına alarak insanlığı kurtardığı için teşekkürleri kabul etti. Şu anda kontrol altına almadığı ortaya çıktı; radyoaktifmişiz gibi görülmemizden yakınabilir miyiz? Diğer ülkelerin sınırlarının bize kapatılmasından ve uçuşların iptal edilmesinden? Virüsle ve başbakanla, onun partisinin ve siyaset tarzının temsil ettiği bilim karşıtlığı, nefret ve aptallıkla damgalanmış olduğumuzdan?

Geçen yıl ilk Covid dalgası Hindistan’a geldiğinde ve dindiğinde, hükümet ve destekçisi haber yorumcuları muzafferdi. Print isimli online haber sitesinin genel yayın yönetmeni Shekhar Gupta, “Hindistan piknik yapmıyor. Fakat kanalizasyonlarımız cesetlerle tıkanmıyor, hastanelerde yatak sıkıntısı yok, krematoryum ve mezarlıklarda odun ya da yer sorunu yok. Gerçek olamayacak kadar iyi mi? Aynı fikirde değilseniz verileri getirin. Aksi halde tanrı olduğunu düşünüyorsun” diye tweet attı. Duygusuz, saygısız betimlemeyi bir kenara bırakalım –bize, çoğu pandeminin ikinci bir dalgası olduğunu söyleyecek bi tanrıya ihtiyacımız var mıydı?

Öldürücülüğü, bilim insanlarını ve virologları bile şaşırtmış olsa da bu tahmin edilebiliyordu. Öyleyse, Covid’e özel altyapı ve Modi’nin konuşmasında böbürlendiği virüse karşı “halk hareketi” nerede? Hastanelerde yatak yok. Doktorlar ve sağlık çalışanları kırılma noktasında. Arkadaşlarım, personel olmayan servisler ve yaşayandan çok ölen hastaların olduğu öykülerle arıyorlar. İnsanlar hastane koridorlarında, yolarda ve evlerinde ölüyor. Delhi’deki krematoryumlarda yakacak odun kalmadı. Orman müdürlüğü, şehirdeki ağaçların kesilmesi için özel izin vermek zorunda kaldı. Çaresiz insanlar, yanıcı ne bulurlarsa kullanıyorlar. Parklar ve otoparklar, ceset yakma alanlarına dönüştürülüyor. Adeta, görünmez bir UFO gökyüzümüze park etmiş ve ciğerlerimizdeki havayı çekiyor. Hiç bilmediğimiz türden bir hava saldırısı.

Oksijen, Hindistan’ın korkunç yeni borsasının yeni para birimi. Önde gelen siyasetçiler, gazeteciler, avukatlar –Hindistan elitleri- Twitter’da hastane yatağı ve oksijen tüpü için yalvarıyor. Oksijen tüpü karaborsası patlama yapıyor. Oksijen saturasyon cihazı ve ilaç bulmak zor.



Başka şeyler için de pazarlar var. Serbest piyasanın dip noktasında, bir hastane morgunda ceset torbasına koyularak istiflenmiş sevdiğinizi son bir kez görmek için morga girmek üzere vereceğiniz rüşvet. Son duaları okumayı kabul eden din adamına vereceğiniz ek ücret. Çaresiz ailelerin, insafsız doktorlarca yolunduğu çevrim içi tıbbi danışmanlık. En son noktada, arazinizi ve evinizi satarak parayı son rupisine kadar özel hastanede tedavi için kullanmanız gerekebilir. Onlar sizi hastaneye kabul etmeden vereceğiniz depozito bile ailenizi birkaç kuşak geriye götürebilir.

Bunların hiçbiri insanların maruz kaldığı travmanın, kaosun ve hepsinden öte onur kırıcılığın derinliğini ve düzeyini aksettirmeye yetmiyor. Genç arkadaşım T’nin başına gelenler, yalnızca Delhi’deki yüzlerce, belki de binlerce benzer hikâyeden sadece biridir. 20’li yaşlarında olan T, Delhi varoşlarındaki Ghaziabad’da ebeveynlerinin minicik evinde yaşıyor. Üçünün de Covid testi pozitif çıktı. Annesinin durumu kritikti. İlk günler olduğundan, annesine bir hastane yatağı bulacak kadar şanslıymış. Şiddetli bipolar depresyon teşhisi koyulan babası, şiddete başvurmaya ve kendi kendine zarar vermeye başladı. Uyumaya son verdi. Tuvaletini altına yapmaya başladı. Psikiyatrı çevrim içi yardım etmeye çalışıyordu fakat kocası daha yeni Covid’den öldüğü için o da zaman zaman kendini kaybediyordu. T’nin babasının hastaneye yatırılması gerektiğini söyledi, ancak covid pozitif olduğu için böyle bir şansı yoktu. Bu nedenle T, babasını zapt etmek, onu süngerle silerek temizlemek için geceler boyu uyanık kaldı. Onunla her konuştuğumda kendi nefesimin kesildiğini hissettim. Sonunda mesaj geldi: “Babam öldü.” Covid’den değil, mutlak çaresizliğin sebep olduğu psikiyatrik bir tükenişin tetiklediği kan basıncındaki büyük yükselme nedeniyle öldü.

Cesedi ne yapmalı? Tanıdığım herkesi çaresizce aradım. Aralarından geri dönüş yapan tanınmış sosyal eylemci Harsh Mander ile çalışan Anirban Bhattacharya oldu. Bhattacharya, 2016 yılında üniversitesinin kampüsünde örgütlenmesine destek verdiği bir protesto eylemi nedeniyle ‘isyana teşvik’ suçlamasıyla yargılanmak üzere. Geçen yıl yakalandığı sert Covid sonrasında tam iyileşemeyen Mander, her ikisi de Aralık 2019’da geçen ve Müslümanlara karşı açık ayrımcılık yapan Ulusal Vatandaşlık Sicili’ne (NERC) ve Vatandaşlık Yasası Değişikliği’ne (CAA) karşı insanları harekete geçirmesi sonrasında işlettiği yetimhanelerin kapatılmasıyla tehdit ediliyor. Mander ve Bhattacharya, bütün yönetim biçimlerinin yokluğunda, yardım hatları ve acil durum yanıtları oluşturarak kendi bakımsız, eksikli ambulanslarını çalıştıran, cenazeleri ve cesetlerin taşınmasını koordine eden birçok vatandaşın arasında yer alıyor. Bu gönüllüler için, yaptıkları şeyi yapmak güvenli değil. Pandeminin bu dalgasında hastalananlar ve yoğun bakım ünitelerini dolduranlar gençler. Genç insanlar öldüğünde, aramızdaki daha yaşlılar olarak yaşama hevesimizin birazını kaybediyoruz.

T’nin babasının bedeni yakıldı. T ve annesi iyileşiyor.

Eninde sonunda ortalık durulacak. Tabii ki öyle olacak. Ancak aramızdan hangilerinin o günü görene kadar sağ kalacağını bilmiyoruz. Zenginler daha rahat soluk alacak. Yoksullarınki öyle olmayacak. Şimdilik, hasta ve ölenlerin arasında bir demokrasi kalıntısı var. Zenginler de düşüyor. Hastaneler oksijen dileniyor. Bazıları, kendi oksijenini getir uygulamasına başlamış durumda. Oksijen krizi, siyasi partilerin suçu kendi üzerlerinden başka tarafa saptırmaya çalıştığı devletlerarası yoğun ve çirkin çatışmalara yol açıyor.

22 Nisan akşamı, Delhi’nin en büyük özel hastanesi Sir Ganga Ram’da yüksek akımlı oksijene bağlı olan 25 kritik Covid hastası yaşamını yitirdi. Hastane, oksijen stokunu yeniden doldurmak için çok sayıda çaresiz yardım çağrısı yayımlamıştı. Bir gün sonra, hastane yönetim kurulu başkanı meseleleri açıklığa kavuşturmak için telaş etti: “Oksijen desteği yokluğuna bağlı olarak öldüklerini söyleyemeyiz.” 24 Nisan’da, Jaipur Golden isimli Delhi’nin bir diğer büyük hastanesinde oksijen tedarikinin tükenmesiyle 20 hasta daha öldü. Aynı gün, Delhi yüksek mahkemesinde Hindistan Başsavcısı Tushar Mehta, Hindistan hükümeti adına konuştu: “Bebek gibi ağlamamaya çalışalım… Şu ana dek ülkede kimsenin oksijensiz kalmamasını sağladık.”

Uttar Pradeş’in Yogi Adityanath adıyla bilinen safran cübbeli başbakanı Ajay Mohan Bisht, eyaletindeki hiçbir hastanede oksijen sıkıntısı olmadığını ve bu dedikoduları yayanların Ulusal Güvenlik Yasası kapsamında kefaletle serbest kalma hakkı olmadan tutuklanarak mallarına el koyulacağını açıkladı.

Yogi Adityanath dalga geçmiyor., Hathras bölgesinde genç bir Dalit kadının toplu tecavüze uğrayarak öldürülmesini haber yapmak üzere iki başka gazeteci ile birlikte bölgeye gitmesinin ardından aylardır tutuklu olan Kerala’dan Müslüman gazeteci Siddique Kappan kritik düzeyde hasta ve Covid pozitif. Eşi, Hindistan yüksek mahkemesi başkanına umutsuz bir dilekçe vererek, kocasının Mathura’daki tıp fakültesi hastanesinde yatağa “bir hayvan gibi” zincirlenmiş biçimde yattığını söyledi (yüksek mahkeme şu anda Uttar Pradeş hükümetine, onu Delhi’deki bir hastaneye nakletme talimatı verdi). Yani, Uttar Pradeş’te yaşıyorsanız mesaj ‘kendinize bir iyilik yapın ve sızlanmadan ölün’ gibi görünüyor.



Sızlananlara yönelik tehdit, Uttar Pradeş ile sınırlı değil. Modi ve birkaç bakanının üyesi olduğu ve kendi silahlı milisleri bulunan faşist Hindu milliyetçi örgütü Rashtriya Swayamsevak Sangh’ın bir sözcüsü, “Hindistan karşıtı güçler”in, “olumsuzluğu” ve “güvensizliği” yükseltmek için krizi kullanacağı uyarısında bulunarak medyadan “olumlu atmosfer” oluşturulmasına yardım etmesini istedi. Twitter da hükümeti eleştiren hesapları devre dışı bırakarak onlara yardımcı olmakta.

Teselliyi nerede aramalıyız? Bilimde? Sayılara sarılalım mı? Kaç kişi öldü? Kaç kişi iyileşti? Kaç kişi hastalandı? Ne zaman pik yapacak? 27 Nisan’da 323 bin 144 vaka ve 2 bin 771 ölüm açıklandı. Kesinlik birazcık güven verici. Bunun haricinde nasıl bileceğiz? Delhi’de bile testlere ulaşmak zor. Küçük kasaba ve kentlerde yer alan mezarlık ve krematoryumlardaki Covid protokolü çerçevesindeki cenazeler, açıklanan resmi sayının 30 katı bir ölü sayısını ortaya koyuyor. Metropol bölgeleri dışında çalışan doktorlar, size bunun nasıl olduğunu anlatabilir.

Delhi böyle yıkılıyorsa Bihar, Uttar Pradeş ve Madya Pradeş’in köylerinde nasıl şeyler olduğunu tahayyül etmeliyiz? Virüsü kendileriyle birlikte taşıyan ve Modi’nin 2020’deki ulusal kapatmasında yaşadıkları şeylerin hatıralarıyla travmatize olan şehirlerdeki on milyonlarca işçinin, evlerinden ailelerine kaçtığı bir yer. Sadece dört saat öncesindeki duyuruyla bildirilen dünyanın en katı kapatmasıydı. Kapatma, göçmen işçileri şehirlerde işleri, kiralarını ödeyecek paraları, yiyecekleri ve ulaşım imkânları olmaksızın ortada bırakmıştı. Birçoğu en uzak köylerdeki evlerine yüzlerce mil yürümek zorunda kalmıştı. Yüzlercesi yollarda öldü.

Bu kez, herhangi bir ulusal kapatma olmamasına karşın, işçiler hâlâ ulaşım imkânı mevcutken, trenler ve otobüsler çalışırken bulundukları yerlerden gittiler. Bu büyük ülkede ekonominin lokomotifini oluşturuyor olsalar bile, bir kriz geldiğinde yönetimin gözünde tek kelimeyle var olmadıklarını bildikleri için gittiler. Bu senenin toplu göçü, farklı bir tür kaos ile sonuçlandı: köylerindeki evlerine girmeden önce kalacakları karantina merkezleri yok. Kırsal bölgeyi şehir virüsünden korumaya çabalayan cılız bir rol yapma bile yok.

Buralar, insanların ishal ve tüberküloz gibi kolaylıkla tedavi edilebilir hastalıklardan öldükleri köyler. Covid ile nasıl başa çıksınlar? Ulaşabilecekleri Covid testleri mi var? Hastaneleri mi var? Oksijen mi var? Dahası, sevgi var mı? Sevgiyi unut, endişe dahi var mı? Yok. Çünkü Hindistan’ın kamu kalbinin olması gereken yerde, sadece soğuk umursamazlıkla dolu kalp şeklinde bir boşluk var.   

Bu sabah erkenden (28 Nisan), arkadaşımız Prabhubhai’nin ölüm haberi geldi. Ölmeden önce klasik Covid semptomları göstermiş. Ancak ölümü resmi Covid sayılarına dâhil edilmedi, çünkü evinde test ya da tedavi olmaksızın öldü. Prabhubhai, Narmada Vadisi’ndeki baraj karşıtı hareketin kararlı bir destekçisiydi. Onlarca yıl önce ilk yerli kabile grubunun, barajı yapacaklara ve asker kolonisine yer açmak için topraklarından atıldığı Kevadia’daki evinde birkaç kez kaldım. Prabhubhai’ninki gibi yerinden edilmiş aileler, bir zamanlar kendilerinin olan bu topraklarda, koloninin kenarlarında fakirleştirilmiş ve yerleşik olmayan biçimde arazi ihlalcisi olarak hâlâ kalıyor.

Kevadia’da hastane yok. Sadece, özgürlük savaşçısı ve Hindistan’ın ilk başbakan yardımcısı olan ve baraja ismi verilen Sardar Vallabhbhai Patel için inşa edilen Birlik Heykeli var. 182 metrelik boyuyla dünyanın en büyük heykeli olan bu heykel 42 milyon dolara mal oldu. İçindeki yüksek hızlı asansörler, turistleri, Narmada Barajı’nı Sardar Patel’in göğüs hizasından görmeleri için yukarı çıkarıyor. Tabii ki, muazzam su havzasının derinliklerine batarak yok edilmiş nehir vadisi uygarlığını göremezsiniz ya da dünyanın bildiği en güzel, en yoğun mücadelelerden birini –sadece baraja karşı değil, aynı zamanda medeniyeti, mutluluğu ve ilerlemeyi neyin sağladığına dair kabullenilmiş fikirlere karşı da- vermiş olan insanların hikâyelerini duyamazsınız. Heykel, Modi’nin favori projesiydi. Ekim 2018’de resmi olarak açılışını yaptı.



Prabhubhai’nin ölümüne ilişkin mesajı ileten arkadaşım, yıllarını Narmada Vadisi’nde baraj karşıtı eylemci olarak geçirdi. Şöyle yazmıştı: “Bunu yazarken ellerim titriyor. Kevadia koloni ve çevresindeki Covid durumu korkunç.”

Hindistan’ın Covid grafiğini oluşturan kesin sayılar, Donald Trump’ın, Şubat 2020’de Modi’nin kendisi için düzenlediği “Namaste Trump” etkinliğine giderken aracıyla geçeceği sırada gecekonduları gizlemek için Ahmedabad’da inşa edilen duvar gibi. Bu sayılar ne kadar korkunç olsa da, size “önemli olan Hindistan”ın resmini sunuyorlar, ancak kesinlikle Hindistan’ın değil. Yani Hindistan’da, insanlardan Hindu olarak oy vermeleri, kullanıldıktan sonra atılarak ölmeleri bekleniyor.   

“Bebek gibi ağlamamaya çalışalım.”

Nisan 2020 itibariyle ve ardından yine Kasım 2020’de hükümetin kendisi tarafından kurulan bir komite tarafından şiddetli bir oksijen kıtlığı olasılığına işaret edildiği gerçeğine aldırış etmemeye çalışın. Delhi’nin en büyük hastanelerinin bile neden kendi oksijen üretici teçhizatlarının olmadığını merak etmemeye çalışın. Başbakanlık Yardım Fonu’nun –son dönemde daha fazla kamuya açılan Başbakanlık Ulusal Yardım Fonu’nun yerini alan ve kamunun parası ile devlet altyapısını kullanan, ancak kamuya hesap verme sorumluluğu olmaksızın özel bir tröst gibi işleyen şeffaf olmayan örgütlenme (Örtülü Ödenek muadili; ç.n.)- oksijen krizini çözmek için neden aniden devreye girdiğini merak etmemeye çalışın. Modi artık hava kaynağımızda paya mı sahip olacak?

“Bebek gibi ağlamamaya çalışalım.”

Geçmişte ve bugün Modi hükümetinin ilgilenmesi gereken çok daha acil sorunlar olduğunu anlayın. Demokrasinin son kırıntılarını yok etmek, Hindu olmayan azınlıklara eziyet etmek, Hindu ulusunun temellerini sağlamlaştırmak durmak bilmeyen bir program oluşturuyor. Örneğin, nesillerdir orada yaşayan ve bir anda vatandaşlıkları ellerinden alınan (bu konuda, bağımsız yüksek mahkememiz sağlam bir şekilde hükümetle ve hoşgörülü bir şekilde Vandallar ile aynı safa düştü) Assam’daki 2 milyon kişi için acil olarak inşa edilmesi gereken devasa cezaevi kompleksleri var.

Geçtiğimiz yılın Mart ayında kuzeydoğu Delhi’de kendi toplumlarına karşı gerçekleşen Müslüman karşıtı pogrom sonrasında birincil olarak yargılanıp hapsedilecek yüzlerce öğrenci, eylemci ve genç Müslüman var. Hindistan’da Müslüman iseniz, öldürülerek suç işlersiniz. Akrabalarınız bunun bedelini ödeyecektir. Üst düzey BJP’li (iktidar partisi; ç.n.) siyasetçilerin gözetiminde Hindu Vandallar tarafından toza dönüştürülen caminin yerine Ayodhya’da inşa edilen Ram Tapınağı’nın resmi açılışı yapıldı. Tarımı şirketleştiren yeni tartışmalı yeni tarım yasaları vardı. Sokağa çıktıklarında dövülmeleri ve gazlanmaları gereken yüz binlerce çiftçi vardı.

Sonra, Yeni Delhi’nin heybeti solmakta olan muhteşem merkezinin yerine büyük yeni bir şey geçirmek için multi-multi-multimilyon dolarlık plan var. Sonuçta, yeni Hindu Hindistan’ın hükümeti nasıl eski binalarda barınabilir? Pandeminin kırıp geçirdiği Delhi kapatılırken, ‘zorunlu iş’ ilan edilen “Central Vista” projesindeki inşaat çalışması başladı. İşçiler proje alanına nakledildiler. Belki bir krematoryum eklemek için planı değiştirirler.



Ayrıca, milyonlarca Hindu hacı, küçük bir kasabada Ganj Nehri’nde yıkanmak için toplanabilsin ve kutsanmış ve arınmış olarak ülkenin dört bir yanındaki evlerine döndüklerinde virüsü tarafsızca yayabilsinler diye organize edilecek bir Kumbh Mela (12 yılda bir düzenlenen ve dünyanın en büyük dini organizasyonu olan festivaldir. 55 gün sürer ve on milyonlarca Hindu katılır; ç.n.) vardı. Modi, kutsal suya dalmanın “sembolik” hale gelmesinin –bu ne anlama geliyorsa- bir fikir olabileceğini ortaya attıysa da, Kumbh sallamaya devam ediyor (geçen yıl İslamcı örgüt Tablighi Jamaat için bir konferansa katılanlara yapılanın aksine, medya bugünkülere karşı onları “korona cihatçıları” olarak isimlendiren ya da insanlığa karşı suç işlemekle itham eden bir kampanya gerçekleştirmedi) . Bir de, kaçmak zorunda kaldıkları soykırımcı Myanmar rejimine –bir darbenin ortasında- hızla iade edilen birkaç bin Rohingyalı mülteci vardı (bağımsız yüksek mahkememiz, bu konuda dilekçe verildiğinde bir kez daha hükümetinkiyle aynı fikirde oldu).

Yani, anlayabileceğiniz üzere meşgul, meşgul, meşgul.

Bütün bu zorunlu faaliyete ilaveten, Batı Bengal’de kazanılması gereken bir seçim var. Bu, İçişleri Bakanımız ve Modi’nin adamı olan Amit Shah’ın neredeyse kabine görevlerini bırakmasını ve partisinin kanlı propagandasını yaymak, her küçük kasaba ve köyde insnaı insana karşı kışkırtmak için tüm dikkatini Bengal’e odaklamasını aylar boyunca gerektirdi. Coğrafi açıdan, Batı Bengal küçük bir eyalet. Seçim bir günde tamamlanabilir ve nitekim geçmişte de böyle oldu. Ancak BJP için yeni bir bölge olduğundan, partinin, seçimi denetlemek üzere çoğu Bengal’den olmayan parti kadrolarını seçim çevrelerinden seçim çevrelerine taşımak için zamana ihtiyacı vardı. Seçim takvimi sekiz aşamaya bölündü ve 29 Nisan’da sonuçlanacak şekilde bir aya yayıldı. Korona enfeksiyonlarının sayısı yavaşça arttıkça, diğer partiler seçim takvimini yeniden değerlendirmesi için seçim komisyonuna yalvardı. Seçim komisyonu bunu reddetti, sıkı bir şekilde BJP’nin yanında durdu ve kampanya sürdü. BJP’nin yıldız kampanyacısı başbakanın muzaffer ve maskesiz bir şekilde, yine maskesiz olan kalabalığa konuştuğu ve eşi görülmemiş bir sayıda katılım gerçekleştirdikleri için onlara teşekkür ettiği videolarını kim görmedi? Günlük resmi enfeksiyon sayısının hızlı bir şekilde 200 binin üstüne fırladığı tarih 17 Nisan’dı.

 Şu anda oylama biterken, Bengal, “Bengal varyantı” olarak bilinen üçlü mutant varyantla yeni korona kazanı olmaya hazırlanıyor. Gazeteler, eyaletin başkenti Kalküta’da test yaptıran her iki kişiden birinin Covid pozitif olduğunu haber veriyor. BJP; Bengal’de kazanırsa herkesin ücretsiz aşılanmasını sağlayacağını açıkladı. Peki kazanamazsa?

“Bebek gibi ağlamamaya çalışalım.”

Her neyse, aşılardan ne haber? Bizi kesinlikle kurtaracaklar mı? Hindistan bir aşı merkezi değil mi? Aslına bakılırsa, Hindistan devleti iki üreticiye bağımlı; Hindistan Serum Enstitüsü (SII) ve Bharat Biotech. Her ikisinin de, dünyanın en pahalı iki aşısını piyasaya sürmesine izin veriliyor; dünyanın en yoksul halkına… Bu hafta, özel hastanelere kısmen yüksek bir fiyata ve iki eyalet hükümetine biraz daha düşük bir fiyata satış yapacaklarını açıkladılar. Yuvarlak hesaplamalar, aşı üreticilerinin muhtemelen fahiş kârlar elde edeceklerini gösteriyor.

Modi yönetiminde, Hindistan ekonomisinin içi oyuldu ve zaten güvencesiz hayatlar yaşayan yüz milyonlarca insan iğrenç bir yoksulluğa itildi. Şu anda çok büyük bir sayı, yaşamını sürdürmek için Kongre Partisi‘nin 2005 yılında iktidardayken oluşturduğu Ulusal Kırsal İstihdam Garantisi Yasası’ndan gelen çok cüzi kazançlara bel bağlıyor. Açlık sınırında yaşayan bu ailelerin, aylık gelirlerinin büyük bir kısmını aşılanmak için vermelerini beklemek imkânsız. Birleşik Krallık’ta aşılar ücretsiz ve temel bir hak. Sırası gelmeden aşılanmaya çalışanlar hakkında soruşturma açılabiliyor. Hindistan’da aşılama kampanyasının altında yatan temel itici güç şirket kârı gibi görünüyor.



Bu destansı facia, Modi’nin arkasında hizalanmış Hindistan televizyon kanallarında haberleştirilirken, hepsinin nasıl da özel eğitilmiş tek bir sesle konuştuğunu fark edeceksiniz. Tekrar tekrar “sistem çöktü” diyorlar. Virüs, Hindistan’ın sağlık “sistem”ini mahvetti.

Sistem çökmedi. “Sistem” hemen hemen hiç yoktu. Hükümet –bu hükümet ve bundan önceki Kongre Partisi hükümeti- mevcut olan küçük tıbbi altyapıyı kasti olarak parçaladı. Neredeyse var olmayan bir halk sağlığı sistemine sahip ülkeyi bir pandemi vurduğunda olan şey budur. Hindistan, dünyanın çoğu ülkesinden, hatta en yoksullarından bile çok daha düşük bir şekilde gayrisafi yurt içi hasılasının yüzde 1,25’ini sağlığa harcıyor. Bu oranın bile şişirilmiş olduğu düşünülüyor, çünkü önemli olan fakat kesinlikle sağlık hizmeti olarak nitelendirilmeyen şeylere dair harcamalar da buraya kaydırıldı. Bu nedenle, gerçek oranın yüzde 0,34 civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu olağanüstü yoksul ülkede trajedi şudur ki, Lancet tıp dergisinde 2016 yılında yayımlanan bir çalışmaya göre kentsel alanlardaki sağlık hizmetlerinin yüzde 78’i, kırsal alanlardaki sağlık hizmetlerinin ise yüzde 71’i şu anda özel sektör tarafından yürütülüyor. Kamu kesiminin elinde kalan kaynaklar; yiyici yöneticiler, tıp hekimleri, rüşvet içeren yönlendirmeler ve sigorta ticareti vasıtasıyla sistematik bir şekilde özel sektöre doğru hortumlanıyor.

Sağlık, temel bir haktır. Özel sektör; parası olmayan aç, hasta, ölmekte olan insanların gereksinimine cevap vermeyecek. Hindistan’daki sağlık hizmetlerinin devasa şekilde özelleştirilmesi suçtur.

Sistem çökmedi. Hükümet başarısız oldu. Belki de “başarısız oldu” kusurlu bir tanımlamadır; çünkü şahit olduğumuz şey ihmal sonucu işlenen bir suç değil, insanlığa karşı doğrudan suçtur. Virologlar, Hindistan’da günlük vaka sayısının üssel olarak büyüyerek 500 bini aşacağını tahmin ediyorlar. Önümüzdeki aylarda yüz binlerce, belki de daha fazla insanın öleceğini öngörüyorlar. Arkadaşlarım ve ben, okullardaki yoklamalar gibi, yaşıyor olduğumuzu tespit etmek üzere her gün birbirimizi aramak konusunda anlaştık. Sevdiklerimizle gözyaşları içinde ve kaygıyla konuşuyoruz, birbirimizi bir daha görüp göremeyeceğimizi bilmiyoruz. Yazıyoruz, çalışıyoruz ve başladığımız şeyi bitirebilecek kadar yaşayıp yaşamayacağımızı bilmiyoruz. Bizi hangi dehşet ve aşağılamanın beklediğini bilmiyoruz. Hepsinin aşağılaması. Bizi kıran şey budur.

Sosyal medyada #ModiMustResign (Modi istifa etmeli; ç.n.) etiketi  hakkında en çok konuşulan konulardan oluyor. Memlerin ve illüstrasyonların bazıları Modi’yi, sakal örtüsünün arkasından görünen kafatası yığınıyla resmediyor. Mesih Modi, bir ceset mitinginde konuşuyor. Modi ve Amit Shah, akbaba olarak, oy elde edecekleri cesetler arayışıyla ufku tarıyorlar. Yalnız bu, hikâyenin sadece bir tarafı. Diğer tarafında duygusuz, boş gözlerle ve neşesiz bir gülümsemeyle bakan ve geçmişteki birçok tiran gibi başkalarında tutkulu duygular canlandırabilecek bir adam var. Patolojisi bulaşıcı. Ve onu diğerlerinden ayıran da bu. Onun en büyük oy deposu olan ve büyük sayısal gücüyle ülkenin siyasi kaderini belirleme eğiliminde olan Kuzey Hindistan’da, çektirdiği acı garip bir zevke dönüşüyor gibi görünüyor.

Fredrick Douglass doğru söylemişti: “Tiranların sınırları, eziyet ettiklerinin tahammülüyle belirlenir.” Hindistan’da tahammül kapasitemizle nasıl da gurur duyuyoruz. Kendimizi meditasyon yapmak, kendi içimize dönmek, öfkemizi kovmak ve eşitlikçi olamamamızı meşrulaştırmak için ne de güzel eğittik. Küçük düşürülmemizi ne kadar da uysalca kabulleniyoruz.

2001 yılında siyaset sahnesine Gujarat eyaletinin başbakanı olarak çıktığında Modi, 2002 yılında Gujarat Pogromu olarak bilinen şeyden sonra gelecek kuşaklardaki yerini sağlama aldı. Birkaç günlük bir süre zarfında, Gujarat polisi tarafından izlenen ve bazen aktif biçimde destek olunan yasa dışı Hindu çeteleri, bir trene yönelik gerçekleştirilen ve 50’den fazla Hindu hacının canlı canlı yanmasıyla sonuçlanan kundaklama saldırısının “intikamı” olarak binlerce Müslüman’ı öldürdü, tecavüz etti ve diri diri yaktı. Şiddet dinince, o ana dek sadece partisi tarafından başbakan olarak atanmış olan Modi erken seçim çağrısında bulundu. Hindu Hriday Samrat (Hindu Kalplerinin İmparatoru) olarak resmedildiği kampanya ona büyük bir zafer kazandırdı. Modi, o günden beri seçim kaybetmedi.

Gujarat Pogromu’ndaki katillerden birkaçı, gazeteci Ashish Khetan’ın kamerasına yakalandıklarında insanları nasıl lime lime doğrayıp öldürdükleriyle, nasıl da hamile kadınların karınlarını yararak çıkardıkları bebeklerin başlarını kayalara vurarak öldürdükleriyle övünüyorlardı. Yaptıklarını, ancak Modi başbakanları olduğu için yapabileceklerini söylüyorlardı. Bu kayıtlar ulusal bir televizyonda yayınlandı. Modi iktidar koltuğunda kalırken, kayıtları mahkemelere sunulan ve adli olarak sorgulanan gazeteci Khetan birkaç kez tanık olarak mahkemede bulundu. Zamanla, katillerden bazıları gözaltına alındı ve tutuklandı, ama çoğu salındı. Son kitabı Undercover: My Journey Into the Darkness of Hindutva’da (Gizli: Hindutva Karanlığına Yolculuğum) Khetan, Modi’nin başbakan olarak görev süresi boyunca Gujarat polisinin, hâkimlerin, avukatların, savcıların ve araştırma komitelerinin hepsinin delillerle oynamak, tanıkları sindirmek ve hâkimlerin yerini değiştirmek için nasıl dolap çevirdiklerini detaylarıyla anlatıyor.

Tüm bunları bilmelerine karşın, Hindistan’ın birçok sözde kamusal entelektüeli, önde gelen şirketlerini CEO’ları ve onların sahip oldukları medya kuruluşları Modi’nin başbakanlığa giden yolunun taşlarını döşemek için çok çalıştılar. Eleştirisinde ısrarcı olan bizleri aşağıladılar ve bizlere bağırdılar. Mantraları, “hayatına devam et” idi. Bugün dahi, Modi’ye yönelik sert sözlerini, hitabet yeteneği ve “çalışkanlığına” dair övgü ile hafifletiyorlar. Muhalefet partilerine mensup siyasetçilere yönelik ithamları ve zorbalıkla aşağılamaları çok daha keskin. Özel küçümsemelerini, gelmekte olan Covid krizine karşı hükümeti durmadan uyaran ve tekrar tekrar hükümetten kendisini olabildiğince hazırlamasını isteyen tek siyasetçi olan Kongre Partisi’nden Rahul Gandhi’ye saklıyorlar. İktidar partisine, bütün muhalefet partilerini yok etme kampanyasında yardım etmek, demokrasinin yıkılması tezgâhı için işbirliği yapmak anlamına gelir.

İşte şimdi, bir demokrasinin işlemesi için elzem olan bütün bağımsız kuruluşların uzlaştığı ve içinin boşaltıldığı ve kontrolden çıkmış bir virüsün olduğu, onlar tarafından kolektif biçimde yaratılan cehennemdeyiz.  

Hükümetimiz dediğimiz kriz üretici makine, bizi bu felaketten çıkarma konusunda yetersiz. Özellikle, bu hükümetteki bütün kararları bir adam verdiği ve tehlikeli bir adam olduğu için –ve pek de zeki olmadığı için. Bu virüs uluslararası bir sorun. Bunun üstesinden gelebilmek için, en azından pandeminin kontrolü ve yönetimi konusunda karar alıcılığın, iktidar partisi üyelerinden, muhalefet üyelerinden, sağlık ve kamu politikası uzmanlarından oluşan bir çeşit tarafsız organın eline devredilmesi gerekiyor.

Modi’ye gelirsek, suçlarınızdan istifa etmeniz uygun bir teklif mi? Belki de onlara sadece biraz ara verebilir  -bütün zor işlerine bir ara. VVIP seyahati için –aslında onun için- uyarlanmış 564 milyon dolarlık Boeing 777 bir süredir pistte yatıyor. O ve adamları hemen gidebilirler. Geri kalanımız onların pisliklerini temizlemek için elimizden ne gelirse yapacağız.

Hayır, Hindistan izole edilemez. Yardıma ihtiyacımız var.

 

https://www.theguardian.com/news/2021/apr/28/crime-against-humanity-arundhati-roy-india-covid-catastrophe?s=09 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 


Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi