Content feed Comments Feed

İran’da 227 milletvekilinin, gösterilerde bugüne kadar gözaltına alınan/tutuklanan 14 bin 823 kişinin hızla idamını talep etmesine dair İran Komünist İşçi Partisi-Hikmetist tarafından bir açıklama yapıldı.


İdam talep eden katil milletvekillerine, yakışır bir cevap verelim!

Meclis’te, İslam Cumhuriyeti’ni temsil eden 227 çete üyesi, bir açıklama ile tutuklanan devrimci kadın ve erkeklerin idam cezası ile cezalandırılmalarını talep etti. Kasap iktidarının infaz makinesi ceza hâkimi Salvati, davaları başlattı ve Mohammad Qabadlo, Saman Saidi, Mohsen Rezazadeh Qaraqlou, Saeed Shirazi, Mohammad Broghni, Abolfazl Mehri, Hossein Hajilu, Manouchehr Mehman Nawazdel, Sohail Kho adlı 9 protestocu için idam cezası talep edildi. Rap şarkıcısı Saman Yasin de idama mahkûm edildi. Protestolarda bugüne kadar hayatını kaybedenlerin sayısı 50’si çocuk 319’a, tutuklananların sayısı ise 14 bin 823’e ulaştı. Siyasi tutsaklarımızın hayatları tehlikededir ve derhal gerekli adımlar atılmalıdır.

Kokuşmuş caniler, devrimcileri “yeryüzünde yozlaşmaya sebep olmak” ile suçluyor. Amaçları, sistemi savunmak, halkı ve devrimcileri korkutmaktır. Kendilerini tatmin için birbirlerinin üstüne basan ve “idam edilmeliler” diye slogan atan meclisin haydutları, kendilerini devrimcilerin doğrudan hedefi haline getirdiklerinin farkındalar mı? “Vururuz ve yanımıza kalır” dönemi geçti, sadece vurmuyorsunuz, yiyorsunuz da ancak aynı zamanda gölgenizden de korkmalısınız. Evlatlarımızı idam etmeye çalışanlar bunun bedelini ödemelidir. Günyüzü görmeye cesaret edemez hale getirelim ve Merivan’ın devrimci halkının yaptığı gibi, bu paralı askerlerin ofislerini tahrip edelim.

Devrimciler; kadınlar ve erkekler!

Cezaevi, mahkeme, polis ve zor gücü, devletin ve otoriter yönetimlerin belkemiğini oluşturur. Mevcut ayrımcı, sömürücü ve çürümüş düzeni, baskı ve boğma ile ayakta tutan çerçeve budur. Bugün bu temele saldırmalıyız. Dikkatleri cezaevlerine, açık ve gizli gözaltı merkezlerine çekelim. Her yerde cezaevlerine saldırmayı, buraları ele geçirmeyi ve tutsakları serbest bırakmayı planlayalım. Ancak devrimci gücümüzün kudretiyle cezaevlerinin kapılarını kırabilir ve tutsakları özgürleştirebiliriz.

Siyasi tutsaklar koşulsuz şartsız serbest bırakılmalıdır.

İslam Cumhuriyeti’ne ölüm!

Özgürlük, eşitlik, emekçi hükümeti!

İran Komünist İşçi Partisi-Hikmetist

 


https://hekmatist.org/archives/10027  adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.

İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist), Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından gözaltında katledilmesine ilişkin yazılı bir açıklama yaparak, herkesi başörtüsü dayatmasına karşı gelmeye ve kadın karşıtı yasaları ayaklar altına almak üzere sokağa çıkmaya davet etti.



Mahsa’nın öldürülmesi, İslam Cumhuriyeti için varoluşsal bir gerekliliktir. Bu rejimin başına bir taş vurmak ve onu devirmek, toplumdaki tüm ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşu ve kadınlar için varoluşsal bir zorunluluktur. İslam Cumhuriyeti’nin dinsel-faşist doğası, onun dayattığı kölelik ilişkilerine boyun eğmeyen kadınları sindirerek yeniden üretiliyor. Bu gerçek, karanlık fikirli ve gerici Humeyni’nin zorunlu başörtüsü emrini çıkardığı ilk günden beri bizimleydi ve aynı zamanda on binlerce asi kadın, bu kibre ve kadınların insanlıkları ile özgürlüklerinin ihlaline karşı, yeni dini rejimin devrilmesi gerekliliğiyle ayağa kalktı. Güçlerini tüm topluma gösterdiler. Humeyni, 44 sene önce bu kanlı nefret için dua etmişti ancak ömrünün, dine dayanan ve sınıflı toplumun karanlık gecesi kadar sürdüğü kısa sürede anlaşıldı.

Sakkız şehrinden 22 yaşındaki Mahsa Amini, İslami köktendinci devriye güçleri tarafından Tahran'da tutuklandı ve iki saat sonra yarı canlı bedeni kulaklarından akan kanla hastanenin yoğun bakım ünitesine alındı. Nakledildi ve doktorlara göre aldığı darbe nedeniyle komada öldü.

Halkın yüreğinde büyük bir öfke ve nefret patladı ama rejimi devirmek için bunu şiddetli bir mücadeleye dönüştürmek gerekiyor. İslam Cumhuriyeti, kadınların mevcudiyetiyle, erkek ve kadınların elleriyle yere dökülen her damla kanın hesabını soracak bir düşmanla karşı karşıya olduğunu bilmektedir. Zorunlu başörtüsüne ve şeriat yönetimine karşı kavga uzlaşmazdır. Sadece rejimin destekçileri ve yandaşlarına değil, sessiz kalan her birey ve gruba, pozisyonlarını belirlemeleri konusunda meydan okunmalıdır –faşistlerle birlikte olmanın sonu hiç kimse için mutlu bir son getirmez. Kadın karşıtı yasaların ve İslami şeriatın kadınlara yönelik özel şiddeti, insanların kitlesel protestosu, bilinçli ve örgütlü tepkisiyle karşılanmalıdır. Toplum için daha iyi bir gelecek, kadınlar ve İslam Cumhuriyeti arasındaki bu uzlaşmaz mücadelenin, bu konuda İslam Cumhuriyeti'ne karşı milyonlarca insanın açık bir buluşması haline gelmesine ve İslam Cumhuriyeti'nin anti-feminist küstahlığının toplumdan güçlü bir yanıt almasına bağlıdır. İslami başörtüsü ve kadınlara karşı yasalar toplu olarak ayaklar altına alınmalı ve İran genelinde büyük bir trend haline gelmelidir; bunu yapabilirsek, şüphesiz ülkede taze ve özgürleştirici bir nefes ve esaslı farklı bir gelecek için umut tohumları olacaktır. Ve binlerce kez daha iyisi için savaşma kararlılığı, milyonlarca ezilenin ve İslam Cumhuriyeti kurbanının kalbine ekilecektir. İslam Cumhuriyeti'nin gerici kırmızı çizgisi geniş çapta ve milyonlarca kişi tarafından ihlal edilmelidir ki rejimin ve baskıcı temsilcilerinin bunu sürdürmesi imkânsız hale gelsin. Kadınların ezilmesi, cehalet ve dini geri kalmışlık, kadın erkek her insanın hayatına baskıcı mührünü basmıştır. Birçok kez söylediğimiz gibi, işçi, öğretmen, öğrenci, emekli vb. protesto hareketlerinin önemsenmemesi, rejimin tüm protesto hareketlerini bastırmadaki elini güçlendirmekten başka bir şey değildir. Bu gerekliliği yanıtsız bırakmak, daha kötü bir durumun önünü açar. Bu gerçekten hiç şüphe edilmemelidir.

İslam Cumhuriyeti’ne ölüm, çok yaşa yeni sosyalist İran Cumhuriyeti!

İran Komünist Partisi (M.L.M.)


İran Komünist Partisi (M.L.M.) web sayfasında yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

Il Manifesto gazetesi, İtalyan tarihçi Enzo Traverso ile “Devrim: Bir Entelektüel Tarih” kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.


 

-          Bugün siyasi ve toplumsal devrimin düşmanları, son model cep telefonlarını, en son marka diş macunlarını satarken ya da seçim yarışındayken “devrim”den bahsediyorlar. Oysaki devrimin taraftarı olanlar sessizler. Bensaïd’in dediği gibi, devrim bugün hâlâ hangi anlamda bir “stratejik hipotez”dir?

 “Devrim” kelimesine yönelik, onu bağlamından yoksunlaştırarak boş gösteren durumuna getiren bir anlaşılmaz hale getirme olagelmiştir. Solun reform ile devrim arasında tercih yapmak zorunda olduğu bir dönem vardı. Bugün, “devrim” kelimesi iPhone’un son modeline, “reform” kelimesi ise neoliberal yönetimin takdimiyle bağlantılı bazı toplumsal açıdan geriletici tedbirlere (çalışma reformları, sağlık sistemi reformları, üniversite reformları vs.) işaret ediyor. Bu başkalaşım, İspanya İç Savaşı ve Paris Komünü gibi olayların devrimci boyutu görmezden gelinme eğilimindeyken “faşist devrim”  -kendisi, faşist retoriğe ait olan- fikrinin yaygın olduğu tarih yazımı alanında da dikkate değer. Politik kullanımları değiştiği gibi, “devrim” kavramı da değişiyor. Eric Hobsbawm gibi bir tarihçinin bu kavramı, moderniteyi yorumlamada kilit yaptığı çağı çok geride bıraktık. Ben, bu sönüşün kökenlerinin, -siyaset ve kültür endüstrisinin iletişim stratejilerine ilişkin meselelerden ziyade- yirminci yüzyıl devrimlerinin yenilgisinde yattığına ikna oldum. Yirminci yüzyıl aslında sadece savaşlar ve totalitarizm değil, aynı zamanda devrimler çağıydı. “Umut ilkesi” yüzyılında, Ernst Bloch’un anlayışıyla komünizm somut ve olası bir ütopya haline gelmişti. Bu “beklentiler/olasılıklar ufku” ortadan kayboldu.  

-          Son 15 yıl, hatta daha uzun bir süre boyunca hareketlerin bir tarihsel bellek ortaya çıkarmadıklarını, ancak geçmişin tutsakları olmadıklarını ve kendilerini yeniden keşfetmeleri gerektiğini yazıyorsunuz. Bu koşullar altında, bir devrimci politik gelenek yaratmak nasıl mümkün olabilir?

Açıkçası mesele, gençleri tarihsel bellek yoksunluğu nedeniyle suçlamak değil. Bundan ziyade, bugün hâkim olan tarih “anlayışı” ile uzlaşma meseledir. Yeni toplumsal ve politik hareketler hatırı sayılır potansiyele sahipler, fakat geçmişin tam olarak devrim fikriyle özdeşleşmiş ütopist ufkunu tahliye eden tarihsel dönüm noktasının evlatlarılar. Tarihini ve anlamsal değişimlerini yeniden inşa etmek muhtemelen bize, zamanımız için bir pusula olarak kaldığını anlamamızda yardımcı olacaktır.  

-          Bir devrim belleğine sahip olmamak ne anlama gelir?

Bu, yirminci yüzyılın devrimler döneminin son bulduğu ve bizim, bunun sonuçlarını yaşadığımız anlamına gelir. Bir yüzyıl boyunca tarih, önermesi, iktidarın askeri güç ile zaptı olan sosyalizme doğru koşuyor gibiydi. Bu vizyon, günümüz entelektüel evreninin fersah fersah uzağında. Yeni hareketlerin, tarihsel bir sürekliliğe uymasını engelleyen işte bu olayların beklenmedik şekilde gelişmesidir. Bu, artık devrim olmayacağı anlamına gelmez. Aksine, son yıllarda hâlihazırda gerçekleşen bazıları var –sadece “Arap Baharı”nı hatırlayın-. Bu devrimler, artık kendilerini bugün hükümsüz, tükenmiş ya da yenilmiş olan geçmiş modeller –sosyalizm, ulusal kurtuluş, Pan-Arabizm gibi- ile tanımlamıyorlardı ve nereye gittiklerini gerçekten bilmiyorlardı. Bin Ali ve Mübarek’in baskıcı rejimleri devrildiğinde onları nasıl değiştireceklerini bilmiyorlardı.

-          Güçlü modeller varken bile birçok devrim yenilgiye uğradı. Duruş biçimlerinin yitirilmesi kötüleştirici bir etken mi?

Bu aynı zamanda daha çok özgürlüğe imkân veren bir durumdur. Radikal dönüşüm fikri, kendisini yirminci yüzyıldan miras alınan modellerin, özellikle komünizm ve sömürgecilik karşıtlığının mirasçısı olarak görmese de varlığını sürdürüyor. Ancak henüz görünürde yeni bir model yok. Bu boşluk, kendilerini yeniden keşfetmeye zorlanan hareketlerde mevcut olan olağanüstü bir yaratıcılığın -hatta olağanüstü bir teorik kapsamlılık bile diyebilirim- kökenindedir. Bu yaratıcılığın temelinde bir devrimci soru var: dünyayı nasıl değiştirebilir, kapitalizme nasıl son verebilir, gezegeni nasıl kurtarabilir, toplumlarımıza musallat olan korkunç eşitsizliğin üstesinden nasıl gelebiliriz? Bugün bu ihtiyacın gençler arasında yaygın şekilde hissedildiğini düşünüyorum.

-          Birçok kitabınızda, örneğin Solun Melankolisi (Türkçede yayımlanmış ismi ile “Solun Melankolisi-Marksizm, Tarih ve Bellek; ç.n.) kitabınızda 1960’lara ve 1970’lere atıfta bulunuluyor. O yıllarla günümüz arasındaki farklar nelerdir?

1970’lerde siyaseti keşfedenler, çizgiler belirgin çok çeşitli hareketler ve örgütler arasından seçim yapmak zorunda kaldılar. Şükür ki, ideolojik kafeslere kapatılmış hissi olmaksızın düşünen ve hareket eden insanlar olan günümüzün gençleri için bu sorun değil. Fakat bu değişim sadece avantajlar sunmuyor, büyük bir kırılganlığı da beraberinde getiriyor, çünkü kesinlikle bu hareketler tarihsel bir devamlılık içinde bulunmuyor. Gelip geçiciler, kısa ömürlü kıvılcımlar. Uzun ömürlü ve oturmuş bir politik varlık kurmayı başardıklarında, Podemos ile, Syriza ile ya da hatta İşçi Partisi’ni aşağıdan yenileme girişiminin duvara tosladığı Büyük Britanya’da gördüğümüz şekliyle geleneksel siyaset tarafından yeniden soğurulma riski ile karşı karşıyadırlar. İtalya’da, son yirmi yılda ortaya çıkan bütün hareketler, her türlü hevesi boğacak mikro-aygıt koalisyonları haricinde kendilerine siyasi bir ifade kazandırmayı başaramadılar. Bir beklenti ufkunu yeniden inşa etmek, gelecek fikrini yeniden keşfetmek için, bu kısa kabarmaların ötesine geçmeliyiz.

-          Singular Pasts: The “I” in Historiography kitabınızda incelediğiniz neoliberal toplumlarda, başarısızlık ve yenilgi korkusu var. Bu bizi, yeniden denemeyi düşünmekten bile alıkoyuyor mu?

Belki de, ancak sosyalizm yenilgiyi “çalışarak”, yani Restorasyon ile sonuçlanan Fransız Devrimi’nin sonucunda doğdu. Yirmi birinci yüzyıl, bir başka tarihsel yenilgiden, küresel uzanımların yenilgisinden doğdu. Daha genç nesiller muhtemelen bunun farkına varmıyor, ancak bu mirasın sorumluluğunun ağır biçimde yüklendiği bir durumda hareket ediyorlar. Bir tarih anlayışının yeniden edinilmesi, dünyayı değiştirmenin, geçmişi çok eskiye dayanan bir tasarı olduğunu bilmek –yirminci yüzyılda sadece olası gibi görünen değil, aynı zamanda fiiliyata da geçirilen bir tasarı- ne kadar istikrarsız olursa olsun bir kimlik sunabilir ve bizi daha az savunmasız hissettirebilir.

-          Son yıllarda hareketlerden ortaya çıkan en dikkat çekici fikirlerden biri kesişimsellik, mücadelelerin çakışması ve çoklu baskıların nesnesi ve olası direnişlerin öznesi olarak yeni bir sınıf fikri. Bu perspektif çoğunlukla, yaşadığınız ve düşündüğünüz ülke olan Fransa’da akla geldi ve La France Insoumise/Boyun Eğmeyen Fransa (2016 yılında kurulan sol/sosyalist siyasi parti; ç.n.) deneyimini de içeriyor. Bu, devrimci perspektif algısını inşa etmek için yararlı bir pratik olabilir mi?

La France Insoumise, pozitif bir şekilde gelişti. Birçok çirkin milliyetçi ya da “egemenlikçi” partiden ayrıldı ya da kendilerinden ayrılmaları istendi. Harekette itici güç olmasa da Sarı Yelekliler hareketine katıldı. Çevresel boyutu entegre edebildi ve toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıfa dayalı istek ve talepler arasında kesişimsellik pratiği –mümkün olduğunca- yaptı. Çünkü işçi sınıfı banliyölerindeki ırkçılık karşıtı hareketlere uyum sağladı, Fransız sosyalizminin eski çerçevesi olan “ulusal-cumhuriyetçilik”in dar sınırlarını aştı. Sol koalisyon önemli bir seçim başarısı elde etti fakat bu şüphesiz devrim değil. Birçok engeli aşması gerekiyor.

-          Nasıl yani?

Tamamen şekilsel bir bakış açısından, sol NUPES koalisyonunun programı, 1981’de François Mitterrand’ın Union de la gauche/Sol Birlik’inin programından daha orta yolcu. Ekonominin belirli kilit sektörlerinin kamulaştırılmasını içermiyor. Mélenchon bunu dürüstçe kabul etmiştir: cumhurbaşkanı olmuş olsaydı bile, şu anda mevcut bulunmayan güçlü toplumsal hareketlerin desteği olmaksızın programını uygulayacak güce sahip olmayacaktı. Sorun, çekimserliğin çok yüksek düzeyde olması. Mevcut durumda, sosyal demokrasinin eski programı –refahın yeniden dağıtımı, sosyal reformlar, ücret ve emekli maaşlarının savunulması, eğitim, ulaşım ve sağlığa erişim- neoliberal düzenden bir kopuşa işaret eder. La France Insoumise, bu kopuşu somutlaştırıyor. Savaş sonrası dönemde, sosyal demokrasi, küresel çapta bir “umut ilkesi” olarak gözler önüne serilen sosyalizmin devasa meydan okuması karşısında, kapitalizmin “insanileştirilmesi”nin aracıydı. Bugün sosyal demokrasi sosyal demokrasinin önemli sütunlarından biri haline geldi. Evrensel şeyleştirme çağında, hakiki bir sosyal demokrat program, kapitalizmin hâkim modeliyle bir kopuş olmaksızın gerçekleştirilemez.

-          Sadece devrimler tarihi değil, karşı devrimler tarihi de mevcut. Bu modern devrimlerin, Fransız ve Sovyet devrimlerinin başlangıcından bu yana yıkıcı etkileri olan bir mesele. Karşı devrimler sadece tepkiler midir, yoksa kendilerine ait yeni bir gerçeklik üretirler ve özerk midirler?

Bu bir çeşit tarihsel kuraldı: karşı devrim olmaksızın devrim olmaz, simbiyotik bir ilişkiyle bağlıdırlar. Sovyet iktidarı krizdeyken ve artık bunları bastırmak için tanklarını gönderemiyorken ortaya çıkan “kadife devrimler” istisnaydılar. Karşı devrimler, dönüşümlerden geçen kendi kültür ve ideolojilerine sahiptirler. Yirminci yüzyılda bunlar faşizmi ürettiler. Faşizmin retoriğinin “devrimci” olması hedeflendi, ancak ana unsuru Bolşevizm’e tepkiydi. Yirminci yüzyıl; karşı devrimi, eski rejimi geri getirmek değil, yeni bir iktidar biçimi icat etmek iddiasındaydı. Bazıları onu sadece bir “anti-kültür” olarak değerlendirse bile, kültürü önemsiz değildi; her ne olursa olsun, faşizm, yeni bir medeniyet fikri icat etti. Almanya’da faşizm, Jünger, Schmitt ve Heidegger gibi büyük şahıslar üretti. Fransa’da, yirminci yüzyılın ilk yarısının edebiyatı, Proust’tan sonra, Céline ve Drieu la Rochelle gibi bir dizi faşist ile göze çarpar.

-          Mevcut neoliberal dönem, 1960 ve 1970’lerdeki küresel devrimci döneme bir tepki olarak karşı devrim olarak yorumlanabilir mi?

Evet. Bir tarihçi olarak Fernand Braudel’in “longue durée”sini hatırlatarak yanıtlamak isterim. Bugün içinde yaşadığımız neoliberal çağ, uzun yirminci yüzyıl devrimleri dönemine bir karşı tepki olarak –bu anlamda, bir karşı devrim- görülebilir. Toplumsal düzlemde bu bariz. Geçen yüzyılın bütün toplumsal kazanımları sorgulanmıştır. Küresel ölçekte sınıflar arasındaki güç ilişkileri derinden değişmiştir. Brooklyn’de, Amazon deposu işçileri sendikalarının tanınması kazanımını elde ettiler –ve bu, son yılların en büyük kazanımlarındandı. 1960 ve 1970’lerdeki emek hareketinin ne olduğunu düşününce, bu başarının korkunç bir gerileme durumunda geldiği şüphe götürmez.

-          Yaşamakta olduğumuz karşı devrimin tarihi nedir?

On yıllar boyunca, neoliberalizm üst sınıfların kültürü içerisinde sapkın bir akımdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında; Sovyetler Birliği, ABD ve Büyük Britanya’nın Nazizm ve faşizm ile savaştığı bir zamanda Roosevelt’i totalitarizm için bir beşinci kolcu (Ülke içinde düşman adına çalışma yürüten grup/kişi; ç.n.) olarak sunan Kölelik Yolu gibi bir kitabı kim ciddiye alırdı? O dönemlerde, Hayek’in fikirleri kabul edilemezdi. Bir dönüşün ilk işareti 1973’te Şili darbesiyle geldi. Chicago Boys (Şili’deki darbenin ve neoliberal dönüşümün arkasındaki ekip; ç.n.) geldi ve Gabriel Boric’in çevresindeki solun bugün hâlâ mızrakla dövüşmek zorunda kaldığı yapısal reformları ortaya koydu. Pinochet, silahlı karşı devrimi cisimleştirdi. Akabinde, neoliberalizm, liberal demokrasi ve piyasa toplumunun kombinasyonunu temel alan bir “anti-totaliter” retorik ile kendini dayattı.

-          Dolayısı ile neoliberalizm sadece bir tepki değil, aynı zamanda kurumsallaşmış bir siyasi form ve sürekli kendini yenileme peşinde olan özel bir yaşam biçimidir. Bunu “devrimci” olarak nitelemek doğru mudur?

Neoliberal “devrim” –ekonomik biçim olarak neoliberalizmin çok ötesine uzanan- imajların, tarzların ve illüzyonların sürekli bombardımanıdır. Tek kelimeyle bir “özelleştirilmiş ütopya”dır. Masum bir operasyon değildir. Felaketler ve uçsuz bucaksız acılar üreten sosyo-ekonomik düzen, medeniyet olarak kapitalizm sabit kalsa bile, etrafımızdaki her şeyin dönüştüğü hissini aşılamaya çalışır. Neoliberalizmin, kendisini sadece ordular vasıtasıyla değil, her şeyden önce, bütün bir yirminci yüzyıl tarihinin içine sokuşturulduğu totalitarizme “demokratik” bir alternatif olarak dayattığını vurgulamak isterim.

-          Devrim, karşı devrimciler tarafından çalındıysa, bu bakış açısı nasıl tersine çevrilebilir?

Kimsede bunun formülünün olduğunu düşünmüyorum. Devrim, ezilenlerin kendi güçlerinin, kolektif eylem ile dünyayı değiştirme yeterliliklerinin farkına vardıkları bir tarihsel momenttir. Walter Benjamin, anımsatıcı bir formül kullanmıştı: olağanüstü ve patlayıcı güçleri serbest bırakan atomun bölünmesi. Devrim, tarihin çizgiselliğinin aniden kırıldığı ve her şeyin mümkün hale geldiği, yeni ufukların açıldığı andır: devrimler, ütopya fabrikalarıdır. Bu, kaçınılmaz şekilde riskler içerir, çünkü tehlikeli yollar da alınabilir.

Ancak devrimler, kararnameler ile gerçekleşmezler; aşağıdan doğar ve Jules Michelet’in dediği gibi, yılan saçlı tanrıçalar gibi saçılırlar. Ancak şunu bilmek gerekir ki, devrimler sürekli olarak defedilseler de hâlâ tarihe hayat veriyorlar.


 https://www.versobooks.com/blogs/5394-revolutions-are-still-breathing-life-into-history adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 



Patras Yunan Açık Üniversitesi öğretim görevlisi ve Historical Materialism dergisi editöryal kurulu üyesi Panagiotis Sotiris, Tribune gazetesi için kaleme aldığı yazıda, solun Avrupa Birliği şüpheciliğinin hem başka bir dünya tahayyülü için hem de aşırı sağın siyaset alanının daraltılması açısından önemini vurguladı.



Odada bir fil var. Büyük ve şişman, fakat kimse ondan bahsetmiyor. Bu fil, “Avrupa yolu”nun krizi. Avroda kalma adına uygulanan barbarca kemer sıkmadan ve toplumsal felaketten, Avrupa’daki göçmenleri katletme kalesine, genelgeler komisyonu tarafından halk egemenliğinin yok edilmesinden, Ukrayna hükümetindeki faşistlere yönelik suçlu hoşgörüye kadar, “Avrupa rüyası” gündelik bir kâbusa dönüşüyor.

Ve görkemli Avrupa yapısının böylesine büyük bir meşruiyet krizinden geçtiği, çelişkilerinin öne çıktığı ve milyonlarca Avrupa vatandaşının, Avrupa Birliği’nin kendilerine düşman bir yapı olduğunu hissettiği –haklı olarak- bir zamanda Avrupa Solu güçlerinin büyük kısmı hâlâ, neredeyse zorunlu olarak, Avrupa Birliği’nin “reforme edilebileceğine” inanmakta ısrar ediyor. Avrupa Sol Partisi’nin açıklamaları, kaynakların yeniden dağıtıldığı “iyi” bir avro, bir “kalkınma” Avrupa Merkez Bankası (ECB), “demokratik” bir Avrupa Parlamentosu, bir “dayanışma” Avrupa Komisyonu olasılıklarına yönelik çağrılarla doludur. Fakat biz biliyoruz ki, fantezi çoğu zaman gerçeklikten uzaktır.

SYRIZA’nın da içinde olduğu Avrupa solunun omurgası, sanki Avrupa sermayesinin en stratejik tercihiyle çatışmak istemiyor ve “mevcut neoliberalizm”in kurumsal konsolidasyonunun en uç biçimlerinden birini, bir ilerici siyasetin kaçınılmaz sınırı olarak kabul ediyor. SYRIZA’nın korkakça “avro için hiçbir fedakârlık yok” noktasını bile terk etmesinden beri sürekli olarak daha “gerçekçi” pozisyonlara çekilmesi bir tesadüf mü?

Daha da kötüsü, bu, aşırı sağda eleştirel bir siyasi alana yol veriyor. Aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin avro sorununu öne çıkaran tek milliyetçi parti olduğu Fransa seçimlerinin sonuçları ya da Avrupa (Birliği) şüphecisi UKIP’nin daha güçlü göründüğü Britanya örneği alarmları çalıyor. Avrupa aşırı sağı, kendi muhafazakâr, istihdam yanlısı, ırkçı ve yabancı düşmanı ajandasını gerçekleştirmeye çalışmak için Avrupa vatandaşlarının avro ve AB’ye yönelik öfke ve infialinden faydalanıyor, kendini, ulus devlette ısrar eden yegâne güç olarak yansıtıyor.

Avrupa solunun birçok eğiliminin mücadeleyi, özellikle Avrupa düzeyinde mücadeleyi desteklediği doğrudur. Ama bu neden hafife alınıyor? Halk egemenliğinin resmi kurumlarının bile olmadığı, muazzam tarihsel, siyasi, sinematik ve kültürel eşitsizliklerin olduğu Avrupa düzeyinde mücadele, Yunanistan gibi çelişkilerin patladığı ve giderek daha da güçlendiği ülkelerde ne zamandan beri ulusal düzeydeki mücadeleye tercih edilir oldu? “Avrupa entegrasyonu”nun “çelik kafesi”nden kopmak mümkün mü? Sol, enternasyonalizmini neden AB gibi özünde sermaye milliyetçiliği”nin ifadesi olan neoliberal bir yapı üzerinden tanımlasın? Yunanistan’ı, tüm Avrupa geneline gelgitli umut dalgaları gönderecek bir mücadele ve yıkımın örneği yaparak bir kopuşun olabileceğini, “avro ve AB dışında bir yaşamın olduğunu” göstermek için neden daha çok enternasyonalist olmayasınız?

Sol, her geçen gün daha fazla otoriterleşen, neoliberalizmin dozunu artıran ve şiddete başvuran Avrupa mitini reddetme cesaretinde olmalı. Çünkü “Avrupa entegrasyonu”na dair pan-Avrupa memnuniyetsizliği sol için bir fırsattır. Avro ve AB anlaşmaları gibi “hâlihazırdaki küreselleşme” mekanizmalarından çıkışın “ulusal izolasyonculuk” değil, küreselleşmiş piyasaların sistemik şiddetine karşı toplumsal korumanın gerekli koşulu olduğunu göstermek için fırsattır. Kolektif katılım, özyönetim, kamu malları üzerinde toplumsal denetim, “kanun ve nizam” doktrinini değil, dayanışmanın sunduğu güvenliği temel alan üretken bir model arayışı için fırsattır. Demokrasiyi ve halk egemenliğini; aşağıdan günlük iktidar pratiği olarak, yaşamak için emek gücünü satmaya bağımlı olan tüm halkın kolektif siyasi organı vasıtasıyla yeniden kurmak için fırsattır. Ulus şeklindeki “hayali cemaat”e ve müstehzi –ve bazen denizaşırı- “yatırımcılar ulusu”na karşı, gerçek cemaati, tek bir yerde yaşayan, çalışan, savaşan herkesin ortak kimliğini, açık yüreklilikle “işçilerin anavatanı”nı talep etmek için fırsattır.

Bugün solun; işçi hareketinin demokratik, enternasyonalist ve yıkıcı geleneklerine aşılanmış bir Avrupa (Birliği) şüpheciliği, Avrupa kurmaylarını korkutacak ve gerçek umut bulvarları açacaktır.

https://www.tribune.gr/politics/news/article/25869/gia-enan-aristero-evroskeptikismo.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

  

Fransız Komünist Partisi’nin yayın organı olan l'Humanité gazetesinden Pierre Chaillan, Fransız düşünür Alain Badiou ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Rusya’nın Ukrayna saldırısının başlamasından önce, Şubat ayında gerçekleştirilen söyleşide Badiou, dünyada bir “yönelim bozukluğu”na ve bununla bağlantılı olarak büyük savaşlar çıkması ihtimaline işaret ederek, gidişatın değiştirilebilmesi için komünist siyasetin gerekliliğine vurgu yapıyor. 



- Kitabınızda “dünyanın, yöneliminin bozulmasını” tahlil ediyorsunuz. Bu durum nasıl karakterize edilir?

Siyasi düzlemde, yönelim bozukluğu, “demokrasi” adı verilen, benim ise “kapitalo-parlamentarizm” dediğim hâkim siyasi rejimin rezilce yöneliminin bozulması olarak görünüyor. Bu, büyük kapitalist ülkelerde, Fransa’da solun fiilen ortadan kaybolmasıyla kendini gösteren devlet-politik modelinde işlev bozukluğunun ortaya çıkması gerçekliğinden kaynaklanmaktadır –Fransa’da solun muazzam seçim zayıflığını kastediyorum. Sonuç olarak, çoğunluk ile muhalefet arasında demokratik temsiliyet dengesiz hale gelmiştir. Bu daha doğru, çünkü kendisini muhalefet olarak sunan şeyin bir kısmını soldan bile daha fazla mensubu olan aşırı sağ oluşturuyor. Bu, sistemsel politik yönelim bozulmasının bir belirtisidir. Biz bunu, ABD’de Trump, Fransa’da Marine Le Pen ya da Éric Zemmour gibi tekil şahsiyetlerin ortaya çıkışında gördük.

Daha stratejik bir düzlemde, yönelim bozulması, küreselleşme olgusunun yeterince dikkate alınmaması nedeniyle erişilen ve tartışılan hiçbir şeyin güncel durumla baş edememesi gerçeğinden kaynaklandı. Küresel düzlemde, hâkim yapıları tanımlamak ve bir alternatife imkân tanıyan yolları tespit etmek mümkün olmalı. Şu ana kadar bu yapılmadı. Birçok insan yapılanlardan, beyan edilenlerden memnuniyet duymuyor, ancak diğer yandan kendilerini yaratıcı ve olumlu bir şekilde yönlendirmek amacıyla oluşturulmuş referans noktalarından yoksunlar. Bütün bu fenomenler, hep birlikte politik yönelim bozulmasını oluşturur. Dolaylı olarak da milliyetçi ve kimlikçi grupların patolojik ortaya çıkışlarını.

- Size göre, bu yönelim bozulmasının “aktif etkenleri”, “en kötüyü” bile kabul edilebilir hale getirebilir. İnsanlığımız bunlar hakkında yaygın şekilde uyarılmışken, neden bugün “sabıkalı” önermeler geçerliliğini koruyor?

Böylesine açık “tarihten dersler” olduğu konusunda emin değilim. Tarihin dersleri, politik yönelimin belirginleştiğini varsayar. Paris Komünü’ne bakalım: 19. yüzyılın sonuna dek, Komün tamamen göz ardı edilen bir hadiseydi. Ancak Lenin, kendisini teslim olup Birinci Dünya Savaşı’na giren sosyal demokrasiden ayrıştırmak için onu kavradığında insanların zihninde yeniden göz önüne alınabilir, yeniden adlandırılabilir ve yeniden yönlendirilebilirdi. Dolayısı ile, tarihin dersleri bazen artık işlemez çünkü bunlar artık güncel bağlamda yorumlanamaz durumdadır. Bugün, ülke nüfusunun bir kısmını yok etmeye hazırlanmış yabancı düşmanı ve ırkçı aşırı sağın yeniden ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Tabii ki bu insanların krematoryuma gönderilmeleri gerektiğini söylemiyorlar, ancak gözümüzün önünden kaybolmaları gerektiğini ilan ediyorlar. Bu hafife alınmamalıdır. 

- Yönelim bozulması tahliliniz, Zygmunt Bauman’ın “sıvılaşma” tahliliyle örtüşüyor gibi görünüyor. Sorun, kendimizi yönlendirmek ya da biraz katılık, bazı referans noktaları bulmak olacak. Bu, sizin “komünist siyaset” dediğiniz şey mi? 

Evet. İkisi diyalektik olarak bağlantılı. Duruşunuzu belirlemekte zorluk çekiyorsanız, yeni bir yeniden yönlendirmeye başlamak için bazı dayanak noktalarına ihtiyacınız olur. Aslında bu, komünist siyaset dediğim şeydir. Emmanuel Macron’u, ülkeyi günümüz kapitalizminin küresel gereksinimlerine uyduran bir figür olarak tanımlarsak, ona karşı durabileceğimiz tek şey bu noktada farklı bir yönelim durumu olabilir. Ben hâlâ komünist yönelimin, kapitalizmin, toplumların yönetimini eline aldığı çağda insanlığın tamamına önerilen yegâne yönelim olduğuna ikna olmayı sürdürüyorum. Bu ele almanın küreselleşme halini aldığı noktadayız ve sadece ekonomik karmaşa değil, aynı zamanda küresel ölçekte savaş şeklinde ciddi risklerle de yüz yüzeyiz. Mevcut durum, yirminci yüzyılın başlarındaki durum ile karşılaştırılabilir halde.  

Farklı olan bağlama karşın, 1914 savaşının arifesi ile benzerlikler dikkat çekicidir. Muazzam kapitalist kutuplaşmalar mevcut, özellikle de Çin ile ABD arasında. Avrupa’ya gelirsek, henüz bozulma öncesinde kendini yapma sürecinde ve gerçek bir güç teşkil etmenin araçlarını bulamamış durumda. Deneyim gösteriyor ki, eğer buna karşı koymak istiyorsak ülkelerin liderlerinin sermaye temsilcileri olmamaları gerektiğini kabul etmeliyiz. Muhalefetin varlığını kabullenen “demokratik” rejimlere de itibar edemeyiz. Bu muhalefet aslında tamamen şekilseldir. Gerçek bir muhalefet radikal ve ilkeli olmalı, söz konusu olanın başka bir dünya, başka bir ekonomi, başka bir siyaset vizyonu olduğu gerçeğine dayanmalıdır. Saldırgan komünizmin kökleri ve yöntemlerini geri kazanmalıyız. Aksi halde, tahayyül ettiğimizden de kötü olacak bir şeylere doğru gidiyoruz. Bu, hem aşırı sağın yükselişi hem de bununla bağlantılı olarak savaş risklerinin artması olacak. 

- Hem mevcut dünyaya hem de güçlü anti-kapitalist protestolara yönelik eleştirilerinizde, “hiçbir zaman olumlu bir şey önermeksizin gösteri yapan solculuk” konusunda yumuşak olmaktan uzaksınız. Sizden daha uzlaşmacı bir tutum bekleyebilirdik…

Bu kapitalizme karşı protesto büyük oranda simgesel. “Kapitalizm” kelimesi telaffuz edilir, fakat talep ve protestoların içsel kültüründe, mevcut düzenin, hükümetin en ufak bir gerçek öneri olmaksızın, eleştirilen düzenin yerini alması gereken en ufak bir genel vizyon olmaksızın oldukça soyut bir genel olumsuzlaması vardır. Siyasette, salt olumsuzlama hiçbir zaman anlamlı değildir. Bunu daha çok söylüyorum çünkü kendim de uyguladım. Düşmanı yararlı şekilde eleştirebilecek bir konumda olmak için protestonun kendisi bir alternatif taşımalıdır. Aksi halde, cevap her zaman başka bir yol olmadığı ve kendimizi silahsız bulacağımızdır. Marksizm’i eleştirel bir girişime indirgemek çok zararlıdır. Birçok kez denenmiş olan bu operasyon, her seferinde çok sulandırılmış bir versiyon ile sonuçlanmıştır. Marksist gerçekliği içinde komünist hareketin özü, görünüşte olumsuzlamalar olan fakat gerçekte güç ilişkilerini ve olumlu önerileri gerektiren etkili önerilere dayanır. Katı bir olumsuzluk içinde olmak ne Marksist ne de hakikaten devrimcidir. Gerçekte, kelimenin kötü anlamıyla aşırı solculuktur.

- Geçmiş ya da bugünkü deneylerin başarısızlıklarının, burada yine bir “komünist olumlama”dan değil, “kapitalizmin olumsuzlama politikası”ndan kaynaklandığını düşünüyorsunuz. Bu nasıl tercüme edilir?

Bir yeniden yönlendirmede değerlendirme gereklidir. Komünizm nerede duruyor? Geniş bir küresel tartışma başlatmak bana göre elzem görünüyor. Tartışma, Lenin ile Kautsky’ninki gibi stratejik düzlemde yürütülmeli. Bu, proleterlerin olduğu her yerde eş zamanlı olarak militan titizlik, anketler, orada bulunma ile yapılmalıdır. Üç döneme ayırabileceğimiz bir taslak öneriyorum. 19. yüzyılın ikinci yarısını kapsayan ilk işçi sınıfı deneyleriyle kuruluş. Bu dönem, kapitalist rekabetin en kötüsünü, sömürgecilik ve savaşı destekleyen sosyal demokrat partilerin oluşumu ile sonuçlandı. Bu yozlaşmaya karşı, Marx ve Engels, Alman sosyal demokrasisi ile çatışmaya girdi. Ardından, savaşla birlikte, Lenin’in Bolşevik Parti’si ve onun, teorik komünizmi müdafaa eden merkezi partisi öncülüğünde devrimci düzeni oluşturması ile birlikte sosyal demokrasinin bu yozlaşmasının radikal eleştirisi açıldı. Bu ikinci evre, 20. yüzyılın komünist partilerinin evresi ilginç unsurlar içeriyordu, ancak devletin sönümlenip gitmesinin yerine devlet komünizminin kalıcı paradoksunu getirdi. Bu nedenle, üçüncü bir dönemin en başındayız. 

- Gezegenin varlığını sürdürebilmesi açısından iklim mücadelesine ilişkin bir farkındalık var. Bununla birlikte, çevre bahsine gelince, mevcut ekolojik söylemde dini bir boyut görüyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?

Çevrecilerin sunduğu gibi, saik apolitiktir ve kamufle edilmiş bir dini boyut içerir. Ekolojistlerin dindar olduğunu söylemiyorum, fakat eskatolojik (Ahiret, dünyanın sonu ile ilgilenen anlamında teoloji terimi; ç.n.) vaazın, insanları yeni bir siyasi alanın açılmasını yasaklayan temel bir korkuda birleştirmeye dayandığını ve bunun iki sebeple olduğunu belirtiyorum. Birincisi, siyasetin büyük toplumsal çelişkilerden oluştuğunu unutmak için. Herkesi, sevgili gezegenimiz adına bir araya getirerek siyaset yapılamaz. İkinci sebep, kapitalizmin kendi doğasını değil, etkilerinden birini ele almamızdır. Gezegeni yağmalamak ile suçlanıyor ancak bu onun sorunu değil. Kapitalizm, isterse, gezegenin korunması için bir bakanlık oluşturabilir, fakat onun gerçek doğası, ona ait olan sömürü çehresi önemli zararlara yol açar. Şeylere sonuçları ile yaklaşmak, merkezi mekanizmaya dokunmamak anlamına gelir. Büyük sermayenin kasalarını beslemeye gelince, herkesin gezegenin kaderi ile ilgilendiği doğru değildir.

- Öyleyse, bir “yenilenmiş komünist siyaset” nasıl bir yol izleyecektir? Toplanılacak bir ilk destek noktası var mı?

Marx ve Engels’in büyük oranda İngiltere’deki işçi sınıfına dair bir araştırmadan faydalandıkları gibi, Fransız tekilliğini incelemek için açıklamaya özelleştirmelere karşı koşulsuz bir mücadeleden başlanarak girişilebilir, fakat savunmacı bir şekilde değil. Bu, programın bel kemiğini oluşturacaktır. Ciddi şekilde Marx'ın sözüne dönmeli ve mevcut koşullarda “özel mülkiyetin kaldırılmasını” yeniden etkinleştirmeliyiz. Neden bütün hükümetler özelleştirme konusunda bu kadar hevesli? Bu, mevcut rejimin sınıfsal doğasını açığa çıkarmaktadır. Bu konu üzerine inatçı bir şekilde gösteriler yapılması çağrısında bulunmalıyız: özelleştirme yapılmaması, gerçekleştirilen özelleştirmelerden geriye dönülmesi ve geniş bir kamu sektörünün yeniden inşası. Bu gereklilik, sermayenin vekilinin ta kendisi olan Macron ile tamamen zıt olduğumuz için anlaşılabilir.

- Bu, komünist “yeniden yönelim”in pusulası olabilir mi?

Pandemi, halk sağlığına yönelik sinsi bir saldırının ortasında geldi. Enerji ve EDF'yi (Électricité de France-Fransa merkezli elektrik iletim şirketi; ç.n.), demiryolu ulaşımını ve SNCF'yi (Société Nationale des Chemins de Fer Français-Fransa’da devlete ait demiryolu taşımacılığı kurumu; ç.n.), kentsel ulaşımı ve sağlığı etkiledikten sonra, özelleştirmeler şüphesiz yüksek öğrenime ve eğitime saldıracaktır. Kapitalizmin, Direniş’in –De Gaullecüler ile komünistlerin birleşik ittifakı- kamulaştırma programına karşı bu kapsamlı saldırısıyla karşı karşıya kalındığında belirli konular üzerinde genel bir mücadele vermek mümkündür. Doktordan metro vatmanına, çöp toplayıcısından öğretmenine kadar ilgili tüm personeli etkilediği için bir direniş savaşı başlatmanın zamanı geldi. Çünkü sadece iki yol var: son dönemlerde büyük başarılar elde eden egemen kapitalist yol ve çok zayıflamış olan komünist yol. Ve ikincisini diriltmeden, ilkine karşı nasıl siyaset yapılabileceğini gerçekten anlamıyorum. 


https://www.humanite.fr/en-debat/alain-badiou/alain-badiou-il-est-temps-de-satteler-une-riposte-generale-742499 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir. 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 



Uruguaylı gazeteci-yazar Raúl Zibechi, Latin Amerika ve Karayipler merkezli yayın yapan nodal.am internet portalı için kaleme aldığı yazısında Rusya’nın Ukrayna işgalinden yola çıkarak, jeopolitik kavramının ve bu kavrama dayanan siyaset yapma anlayışının sistemle olan yakın bağına vurgu yapıyor.


Jeopolitik, en güçlü devletlerin hizmetindedir, emperyal düşünce ve dünyayı görme biçimleri ile ilgilidir. Bu şekilde ortaya çıkmıştır ve bazı entelektüeller bir çeşit solcu, hatta devrimci jeopolitikten bahsetse de hâlâ öyledir.

Jeopolitik, 20. yüzyılın başlarında coğrafi gerçeklikleri uluslararası ilişkiler ile bağlantılandıran Kuzeyli coğrafyacılar ve askeri stratejistler arasında ortaya çıkmıştır. Kavram ilk kez, İsveçli coğrafyacı Rudolf Kjellén’in “Bir Yaşam Biçimi Olarak Devlet” (1916 basımı; ç.n.) isimli kitabında ortaya çıkmıştır. ABD’li amiral Alfred Mahan deniz hâkimiyeti stratejisini geliştirirken Nicholas Spykman, Latin Amerika’yı, ABD’nin küresel egemenliğini güvence altına almak için mutlak kontrolünü sürdürmesi gereken bölge olarak tanımlıyordu.

Jeopolitik, 20. yüzyılın başında Almanya’da büyük gelişme kaydetmiş, Nazizm döneminde muazzam nüfuza ulaşmıştı. Latin Amerika’da, diktatörlük döneminde (1964-1985) Golbery do Couto e Silva liderliğinde ordu; Brezilya’nın yayılmasını, Amazon işgalinin tamamlanmasını savunmak ve bölgesel hegemon güç haline gelmek için kendini jeopolitik üzerinde temellendirdi.

Bu disiplini didiklemeyle değil, bunun halklara getirdiği sonuçlarla ilgileniyorum. Jeopolitik, devletlerarası ilişkilerle, özellikle de dünyaya hâkim olmayı amaçlayan devletlerin rolüyle ilgiliyse, bu düşünüşteki büyük eksiklik analizlerde isimleri bile anılmayan halklardır, ezilen halk yığınlarıdır.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini haklı gösterenlerin birçoğu, ABD mezalimlerini kınamak için sayfaları dolduruyor. Birileri bize şunu hatırlatıyor: ABD, 1990’larda 48 askeri müdahale gerçekleştirdi ve 21. yüzyılın ilk 20 senesi boyunca sonu gelmeyen çeşitli savaşlarla meşgul oldu. Bu dönemde ABD’nin, dünya genelinde 24 askeri müdahale ve 100 bin hava bombardımanı gerçekleştirdiğini, Barack Obama başkanlığında sadece 2016 yılında 7 ülkeye 16 bin 171 bomba attığını ekliyor.

Bu analizin mantığı şuna benzer bir şey söylüyor: A imparatorluğu korkunç düzeyde zalim ve cani; ancak B imparatorluğu çok daha az zararlı, çünkü kuşkusuz işlediği daha az suç var. ABD, her yıl yüz binlerce ya da on binlerce insanı öldüren bir emperyal mekanizma iken, neden Rusya gibi sadece birkaç bin insanı öldürenlere karşı sesinizi yükseltiyorsunuz?

Bu, insanların acılarını hesaba katmayan, insanları sadece ölüm istatistiklerindeki sayılar, salt ölmeye giden askerler, sadece şirket ve devletlerin kârlarını hesaplayan bir ölçekte sayılar olarak gören ürpertici ve bencil bir siyaset yapma biçimi.

Aksine, aşağıdan gelen bizler ezilen halkları, sınıfları, ten renklerini ve cinsiyetleri ön planda tutuyoruz. Çıkış noktamız ne devletler ne silahlı kuvvetler, ne de sermayedir. Küresel bir senaryonun, yayılmacı ve emperyalist devletlerin varlığından bihaber değiliz. Ancak bu senaryoyu, aşağıdan hareketler ve örgütler olarak nasıl davranacağımıza karar vermek doğrultusunda analiz ediyoruz.

1916 yılında, Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabında Lenin, tekelci kapitalizmi savaşın nedeni olarak tahlil etmişti. Ancak taraf tutmamış ve kıyımı devrime dönüştürmeye çalışmıştı.

Immanuel Wallerstein da böyle çalıştı. Onun dünya sistemi teorisi, toplumsal dönüşümü destekleme amacıyla, küreselleşmiş bir gezegende politik ve ekonomik ilişkilerin nasıl çalıştığını anlamayı ve açıklamayı hedefler.

Bunlar, faal insanlar için yararlı araçlardır. Çünkü sistemin nasıl işlediğini anlamak, rakip güçlerden birini haklı göstermeye neden olmak şöyle dursun, aşağıdakiler üzerinde ne sonuçları olacağını öngörmemize sebep olur. Zapatismo, deneyimlediğimiz sistemik kaosu bir fırtına olarak adlandırır ve ayrıca, kapitalizmin işleyişindeki değişimleri anlamanın gerekli olduğunu düşünür. İlki, yani fırtına hususunda sonuç, daha önce deneyimlemediğimiz aşırı durumlarla karşılaşmaya hazır olmamız gerektiğidir. Önümüzdeki birkaç yıl içinde atom silahlarının kullanılabileceğini düşündük mü?

İkinci, yani anlama hususunda, Zapatistalar hatırladığım kadarıyla açık şekilde bahsetmiyorlarsa da, en zengin yüzde 1’in ulus-devletleri gasp ettiği, medyanın bulunmadığı, sadece zehirlenmenin olduğu ve seçim demokrasilerinin soykırım işlemenin mazereti değilse de birer peri masalı olduğu açık. Sonuç olarak, kendilerini devlet mantığına sıkıştırmaya geçit vermezler.

İnsanlığın varlığını sürdürmesi için çarpıcı zamanlardan geçiyoruz. Gözlerimizi açmalı ve jeopolitik bataklığına sürüklenmemize izin vermemeliyiz. Sis, ışık ile gölgeyi ayırt etmemizi engelleyecek kadar yoğun iken, bizi ileriye taşıyacak olan etik ilkelere sarılalım.

 

https://www.nodal.am/2022/03/no-nos-dejemos-aplastar-por-la-geopolitica-por-raul-zibechi/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

 

Tarihçi-akademisyen Enzo Traverso, ABD’nin Cornell Universitesi’nin yayını Cornell Chronicle ile yeni kitabı “Devrim: Bir Entelektüel Tarih” üzerine söyleşi gerçekleştirdi.



Bir devrim, sadece kurulu düzenle sert bir kopuş değil, aynı zamanda halkın doğurduğu bir sosyal ve politik değişimdir. Ve devrim, sadece geçmişe ait değildir diyor romantizm çalışmaları akademisyeni Enzo Traverso. Traverso, Ekim 2021’de yayımlanan “Devrim: Bir Entelektüel Tarih” kitabında, 19. ve 20. yüzyıl devrimlerinin tarihini, bir imgeler takımı üzerinden yeniden yorumluyor: Marx’ın “tarihin lokomotifi”nden Lenin’in mumyalanmış bedenine, Paris Komünü’nün Vendome Sütunu’nu yıkışına; sorunlu şimdimize, devrimci geçmişin yeni bir entelektüel tarihini sunuyor.

-        - Bu araştırma dizisi için size ilham veren nedir?

Bu kitap, bir önceki kitabım Solun Melankolisi’nin tarihsel yankısını genişletiyor ve derinleştiriyor. Birkaç on yıl boyunca modern şiddetin –topyekûn savaşlar, faşizm, totalitarizm, soykırım ve entelektüellerin sürülmesi- tarihini incelememin ardından bunun tamamlanmamış, sakat bırakılmış bir alan olduğunu fark ettim; çünkü on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın bereketli bir yorumlayıcısı, onların özgürleştirici mücadele ve devrimlerini de içermelidir.

Devrimler neredeyse her yerde başarısız oldu ve çok sık biçimde, bunların enkazları resmin karanlık tarafında dâhil oldu: despotizmin, tiranlığın ve otoriter iktidarın parçası haline geldiler. Bununla birlikte, gizil güçleri hiçbir şekilde göz ardı edilebilir değildir ve mirasları dikkate değer şekilde varlığını korur.

SSCB tarihi; özgürlükten yoksunluk, diktatörlük ve şiddet ile kurulmuştur ve tüm yörüngesini totalitarizm ve gulag ile özdeşleştirmeye alışığız. Ancak tarihin diyalektiği karmaşıktır: modernitenin birkaç temel özelliğinde bahsedersek; demokrasinin ortaya çıkışı, genel oy hakkı, kadın hakları ve dekolonizasyon, Fransız ve Haiti devrimlerinden Rus ve Çin devrimlerine kadar devrim tarihinden ayrılamaz.

-        - Bize, devrimin kısa ve öz bir tanımını verebilir misiniz?

Hukuki ve politik tabirlerle, devrim, kurulu düzenle, bazen ülkenin ekonomik ve sosyal yapılarında dönüşümü de içeren sert bir kopuş anlamına gelir. Ancak devrimler, aşağıdan doğan sosyal ve politik depremlerdir; toplumun yönetilen ve madun tabakalarını –genellikle “halk” şeklinde tanımlananları- tarihsel öznelere dönüştürürler.

Bir devrim boyunca yaşam; yeni, beklenmeyen ve olağandışı bir yoğunluk kazanır. Aniden, halk kendi gücünün farkına varır ve kendini, dünyayı değiştirebilir hisseder. Birçok şahidi, devrimleri, Chagall’ın resimlerinde yerçekimi kanununun üstesinden gelerek köylerin ve tepelerin üzerinde uçmanın tadını çıkaran karakterler gibi, bir hafifleme hissi olarak tasvir etmiştir.

-          - Bu kitap sadece politik devrimleri mi betimliyor, yoksa kapsamı daha mı geniş?

Kitabımın ikinci başlığı, “bir entelektüel tarih”ten bahsediyor. Devrimler, politik değişimlerden çok daha fazlasıdır; bazen antropolojik değişimleri de içerirler. Yaşama ve düşünme biçimlerini, toplumu algılama ve yansıtma biçimlerini derinlemesine dönüştürürler. Politik değişimlerin çok ötesine geçerler, çünkü toplumsal ilişkileri ve kültürleri derinden etkiler, estetik ve edebiyat âlemlerini sarsarlar.

Kitabımda, hem düşüncelerle hem de imgelerle ilgileniyor, bağlantılarını inceliyorum. Böylece devrimlere; teorileri, ideolojileri, ütopik tasarımları ve kolektif hisleri yoğunlaştırak “diyalektik imgeler” olarak bakıyorum. Bayraklar ve barikatlar gibi devrimci sembollerle ilgilenen çok geniş bir ikonografi biliyoruz, ancak alegorileri ihmal etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Sadece iki örnek vermek gerekirse; “tarihin lokomotifi” ya da “cennet fırtınası” olarak devrimlerin betimlemeleri, bir tarih felsefesini ve insanların genel bakışını ortaya koyan alegori ve metaforlardır.

Devrimler, ütopya fabrikalarıdır. Fransız Devrimi, insanlığa “yeniden hayat vermeyi” amaçladı ve bütün bir 19. yüzyıl, ideal toplumsal düzeni kurma doğrultusundaki ütopik tasarımlarla dolup taştı: bu, bütünlüklü özgürlük ve insan ile doğa arasındaki kusursuz harmoniyi (Fourier) içeren en bonkör fantezilerden, rasyonelleştirilmiş disiplin sistemi (Cabet) şeklindeki en korkunç fikirlere uzanan bir kapsamdadır. Fransız Devrimi, 19. yüzyılın başından sonuna dek ilerleme fikrini ateşledi ve Haiti Devrimi, kölelerin ve sömürgeleştirilmiş halkların yeni bir kendini özgürleştirme çağını ilan etti. Rus Devrimi ile ütopyalar “hem gerekli hem mümkün” hale geldi; dünyayı değiştirmenin, günün görevi haline geldiği hissini yaydı. 1920’ler boyunca Rusya’da, bütünlüklü özgürlük, evrensel kardeşlik ve eşitlik hayalleri, “ölümsüzlük” gibi çılgın fikirlerle, “yeni insan” yaratma, bilim ve teknoloji vasıtasıyla gezegeni yeniden şekillendirme gibi tehlikeli projelerle birleştirildi. Bu garip ve büyüleyici karmaşıklık,  ne idealize edilmeyi ne damgalanmayı hak eder; eleştirel olarak anlaşılmasını gerektirir.

-          Bu kitapta ortaya koyduğunuz ve analiz ettiğiniz devrimler arasında nedensellik bağları var mıdır? Devrimlerin azmettiricileri geçmişten nasıl faydalanır?

Kitabımın amaçlarından biri, devrimlerin determinist nedensellikler aracılığıyla açıklanamayacağını göstermek. Tabii ki bütün tarihsel olaylar gibi birçok temek dayanakları, devrim süreci tükendiğinde ve başarıyla sonuçlandığında netlik kazanan çok sayıda “nedenleri” vardır. Bu tarihçilerin görevidir, fakat nedenleri saptamanın, onu açıklamak değil, karmaşık ve türlü türlü görünüşü aydınlatmak anlamına geldiğinin farkında olmalılar. Devrimler, öncüllerini aşar ve geleceği keşfeder; öngörülemezlerdir, genellikle beklenmezler ve sonuçlarını önceden bilemezler. Dinamiklerinin ve sonuçlarının, “sebeplerinin” içinde barınacağını düşünmek saf ve basite indirgenmiş bir tarihsel erekselciliktir (bkz. Teleoloji; ç.n.).

-         - “Devrim: Bir Entelektüel Tarih”, yayıncının “sorunlu şimdimiz” şeklinde tanımladığı şeye nasıl bir umut sunuyor?

Benim alanım entelektüel tarih ve kitabım, gelecek için bir reçete sunma iddiasında değil. Bu benim görevim değil. Bununla birlikte, bir yurttaş ve kendini adamış bir tarihçi olarak, “sorunlu şimdimiz”e kayıtsız kalamam ve kitabım –bu tüm tarih kitapları için geçerlidir- sadece geçmişi anlama değil, yaşadığımız dünyayı da anlama çabasına ortak oluyor.

Devrimi, günümüze belirli bir yaklaşıma işaret eden, tarihsel yorumlamanın anahtar kategorisi olarak yeniden sunmak istiyorum. Devrim sadece geçmişe ait değildir; Arap ülkelerindekiler ve neredeyse bütün kıtalarda ortaya çıkan küresel değişim talepli hareketler başta olmak üzere 21. yüzyıl şimdiden devrimler tecrübe etti. Devrimler başarısız oldular ya da yenildiler ve tarihçiler, trajik sonuçlarının nedenlerini soruşturmalılar, ancak tarihçiler aynı zamanda gizil güçlerini, dönüm noktalarını, belirgin çekişmelerini ve aktörlerini parçalayan açmazlarını da soruşturmalılar. Devrimler, ana akım betimlemelerde görünen ön yüzünden ötede, kolektif hafızanın gizli yanlarının içinden geçerler: bilim insanlarının, kendi zamanlarının tarihsel bilinçdışını sorgulamaları gerekmez mi?

 

https://as.cornell.edu/news/new-history-revolution-offers-hope-our-troubled-present adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 


Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi