Content feed Comments Feed

İspanya’dan yayın yapan El Salto gazetesinden Pablo Elorduy, İtalyan sosyal teorisyen Alberto Toscano ile günümüzde faşizmin aldığı şekil ve ‘geç faşizm’ üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Faşizmin kökenlerinden yola çıkarak Gazze'de şu anda yaşanmakta olan soykırıma gelen Toscano, ‘faşist’ adını asla taşımayacak, ancak çağdaş aşırı sağla aynı özlemleri ve ufku paylaşan liderler tarafından desteklenen ve finanse edilen bu soykırıma dikkat çekiyor.



İsrail bugün “geç faşizm” kavramı açısından neyi temsil ediyor?

Öncelikle, İsrail’in kendi içinde faşizm üzerine yürütülen tartışmayı kısaca yeniden ele alalım. Bu tartışma şaşırtıcı derecede derin köklere sahip ve kitabımda ele aldığım birçok konu gibi 1970’lere kadar uzanıyor. O dönemde, Menachem Begin'in yükselişinden cesaret alan İsrail'in küçük anti-Siyonist solu, İsrail'in kendine özgü bir faşizm biçimi olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını sorgulamaya başladı. Bu durum, İsrail örneğinin faşizm kategorisinin sadece tanımlayıcı ve analitik bir araç olarak değil, aynı zamanda belirli fenomenleri gizlemek için de kullanılabileceğini açıkça ortaya koyması açısından açıklayıcı, hatta semptomatik bir nitelik taşıyor. Liberal Siyonizm içinde, bu etiket hâlâ bir anlam ifade ediyorsa, ki belki de geçmişte olduğundan çok daha az anlam ifade ediyor, İsrail'in “faşistleşmesi” kavramı, sanki faşizm yapısal bir durumdan ziyade sadece bir sapma, bir kriz anıymış gibi, klasik biçimindeki Siyonizmi bir tür gerekçe veya meşrulaştırma olarak da işlev gördü.

- Klasik Siyonizmi faşizmle eşitleme fikri nereden geliyor?

Solcu anti-Siyonist muhalefetin en ilginç hareketlerinden biri, mikroskobik ama entelektüel açıdan oldukça üretken olan 1970'lerdeki bir Troçkist gruptu. Bu grup, bazı İsrailli komünistlerin Menachem Begin dönemini faşizm dönemi olarak nitelemelerini -sanki komünistler daha önce olanları normalleştiriyormuş gibi- şiddetle eleştirdi. Bu örüntüyü başka yerlerde de görebilirsiniz: merkezciler, ilericiler, liberaller, hepsi faşizmi statükonun potansiyel bir sonucu veya diyalektik bir gelişimi olarak değil, bir kopuş, bir istisna olarak sunma eğilimindedir. Bu söylem günümüze kadar devam etmektedir. Haaretz'de siyasi kriz anlarında yazılmış, “faşizm”den bahseden sayısız makale bulabilirsiniz. Son dalga, 7 Ekim 2023'ten hemen önce, Yüksek Mahkeme ile ilgili tartışmalar sırasında geldi ve bu da son derece semptomatik bir durumdu.

- Ne anlamda?

O dönemde liberal ve ilerici Siyonist entelektüellerle yapılan röportajlarda şöyle sözler duyuluyordu: “Netanyahu'nun Yüksek Mahkeme'ye yönelik otoriter reformu kabul edilirse, faşistleşme mantığına girmiş olacağız, polisler geceleri evlere baskın yapacak, ordu istediği gibi hareket edebilecek...” Ancak farkında olmadan, Filistinlilerin işgal altındaki topraklarda on yıllardır yaşadıklarını ve 1948'den beri İsrail vatandaşlığı olan birçok Filistinlinin de karşı karşıya olduğu durumu tam olarak anlatıyorlardı. Bu anlamda, bugün faşizm söylemi liberalizm ve merkezcilik için bir tür kendini aklama aracı haline geliyor; yıllar boyunca ürettiği veya teşvik ettiği olayları “istisna” olarak göstermenin bir yolu.

- Bugün uluslararası aşırı sağın İsrail'in yanında toplandığını görüyoruz.

Evet, asıl soru bunun nasıl ve neden olduğu. Neden küresel aşırı sağ, şu anda dünya çapında oluşmakta olan bu geç faşist Enternasyonal, tam da İsrail'in elinde soykırım ve imha gibi en aşırı sömürgeci şiddetin yaşandığı bir anda İsrail ile bu kadar güçlü bir şekilde özdeşleşiyor? Bağlama bağlı olarak birçok olası yorum var. Ancak, faşizmin derin tarihinin, ön tarihinin, sömürgecilik ve ırkçı kapitalizmle olan yapısal ilişkisinin, bugünün ırkçı ve üstünlükçü Batı sağının İsrail'i kendi fikirlerinin tam anlamıyla gerçekleşmesi, neredeyse ütopik bir gerçekleşme olarak algılamasına izin verdiği açıktır: teknolojik olarak gelişmiş neoliberal kapitalist bir toplumda, ırkçı ötekini, yerli ötekini, tam bir cezasızlıkla özgürce egemenlik kurma olasılığı.

- Aslında, mutlak bir özdeşleşme söz konusudur.

Sanki sağın sömürgeci bilinçaltı artık kendini özgürce ifade edebiliyor. Elbette, Hindistan veya Latin Amerika'da durum farklıdır, ancak Avrupa'da bu özdeşleşme kusursuz bir şekilde uygundur. Soykırım savaşı yürüten etnokratik bir devletle bu özdeşleşme, Avrupa'nın bu arada kendine bağışıklık kazanmasına, antisemitizm, ırkçılık ve Holokost'a suç ortaklığı suçlamalarından arınmasına olanak tanıyor. Bu yüzden, kısa bir süre önce Kudüs'te “Yahudi dünyasını savunmak” için düzenlenen ve antisemitik geçmişi ve bugünü olan faşistlerin katıldığı bir toplantıyı grotesk ve aynı zamanda anlamlı buldum.

- Temel referans noktası, Demokratlar, Cumhuriyetçiler ve hatta Trump'ın İsrail'e yaklaşımında hiç fark olmayan Amerika Birleşik Devletleri. Bu uyum nasıl işliyor?

Amerika örneğinde, aşırı milliyetçi Hıristiyan Siyonizminin kendine özgü mantığı da belirleyici bir rol oynamaktadır. Irksal sömürgecilikle açık ve neredeyse düşüncesiz bir özdeşleşme söz konusudur. Bazı açılardan bu mantık, örneğin Alman şansölyesinin, İsraillilerin “bizim kirli işimizi yaptıkları” şeklindeki sözlerini yeterince açıklayabilse de, daha da önemli ve zararlı olabilir. Bu, İsrail'in herhangi bir savaş veya şiddet eyleminin, tanımı gereği, meşru müdafaa kapsamında gerçekleştirilen bir eylem olduğu; İsrail'in Batı'nın öncüsü olduğu ve şiddet eylemlerinin her zaman karşıt ve her şeyden önce haksız şiddete karşı koyma ihtiyacına uygun olduğu fikrini özetlemektedir. Aynı mantık, İran füzelerini fırlatmadan önce, ancak İsrail'in Tahran'ı bombalamasından sonra, Alman Dışişleri Bakanlığı X'te İran'ın saldırganlığını kınayan bir mesaj yayımladığında da açıkça görülmüştür.

- Avrupa'da faşizm olarak kabul edilemez olan uygulamaların, sömürgeleştirilmiş halklara uygulandığında uzun süre tolere edildiğini ve alkışlandığını zaten belirtmiştiniz. Bu mirası unuttuk mu?

Klasik biçimiyle bu, Aimé Césaire'in Sömürgecilik Üzerine Konuşma adlı eserinde ortaya koyduğu argümanla tam olarak örtüşmektedir ve bu argümanın altında yatan mantık, günümüzde sıklıkla sömürgeciliğin “bumerang etkisi” olarak adlandırılmaktadır. Faşizm, bu sömürgeci yöntemler ve şiddetlerin, bunlarla bağlantılı ırkçı ideolojilerin, kutsal sınırları aşarak Avrupa'nın içine sızdığı moment olarak anlaşılabilir. Elbette, bu tür yöntemler ve şiddet, sömürgeleştirilenler veya yerliler için hiçbir zaman istisnai olmamıştır. Bu, 1920'ler ve 30'larda siyah radikal ve sömürgecilik karşıtı düşüncenin temel görüşüydü. 1935'te İtalya'nın Etiyopya'yı işgali ve ardından 1936'da İspanya İç Savaşı'nın patlak vermesi ile 30'ların ortaları özellikle kritik bir dönüm noktası oldu.

- O yıllarda tehlikede olan neydi?

O zamana kadar Komintern ve Sovyetler Birliği, “sınıflar arası çatışma” ve faşizme ve sosyal demokrasiye karşı topyekûn uzlaşmazlık stratejisinden, Halk Cephesi mantığına doğru bir kayma yaşamıştı. 1935'te, bu çerçeve içinde ve Milletler Cemiyeti ile ilgili tartışmalarda, ırkçı veya faşist emperyalizm ile artık daha az kötü olarak görülen “demokratik” emperyalizm arasında yeni bir ayrım ortaya çıktı. Tam da bu anda, çoğu sömürge kökenli olan ancak Paris veya Londra'da diasporada yazan radikal entelektüeller, komünistler, Marksistler, faşizm üzerine eleştirel bir düşünce akımı geliştirdiler. Faşizm ve sömürgecilik arasındaki temel ilişkiyi açıkça ortaya koymakta ısrar ettiler. Mesajları şuydu: Sizin iğrençlik veya istisna olarak adlandırdığınız şey, Fransa ve İngiltere'nin “demokratik” ve “liberal” sömürgeciliği de dâhil olmak üzere, bizim sömürgecilik deneyimimizdir. Bunu George Padmore, Aimé Césaire, C. L. R. James ve diğerlerinin yazılarında görüyoruz. Bu aynı zamanda, çoğunun Komintern ve Üçüncü Enternasyonal ile yollarını ayırdığı ve daha sonra farklı Marksist ve sosyalist muhalefetler geliştirdiği zamandı ve bu yol ayırmanın nedeni buydu. Etiyopya örneğinde, işçi yaptırımları ve işçi boykotları fikri etrafında uluslararası dayanışma söylemi oluşturmaya çalıştılar; bu, daha sonra apartheid karşıtı mücadelede veya Pinochet diktatörlüğü altındaki Şili ile dayanışmada başvurulan stratejilerin çarpıcı bir öncüsüydü. Bu fikirler özellikle tersane işçileri, liman çalışanları ve denizciler arasında yayıldı.

- Kıta (Kıta Avrupası; ç.n.) solunun pek hatırlamadığı bir miras.

Antikapitalist ve antikolonyal düşünce içinde radikal olarak farklı bir siyasi bakış açısının nasıl geliştirildiğini anlamak kadar, bunun bir dizi stratejik ve pratik tartışmanın sonucu olarak ortaya çıktığını da anlamak çok önemlidir. Bu alternatif faşizm teorileri, “resmi” antifaşizm, ister liberal ister 1930'ların Komintern versiyonu olsun, Batı liberal kolonyalizmini tolere edilebilir bir küçük kötülük olarak gördüğü bir dönemde şekillendi. Ve bugün bunu hatırlamanın özellikle önemli olduğunu düşünüyorum.

Aynı tartışma, sivil haklar hareketinden önce, ırk ayrımcılığı bağlamında Amerika Birleşik Devletleri'nde de yaşandı.

Orada söylem farklı tonlar alıyor. Kitabımın epigraflarından biri Langston Hughes'a ait. Hughes, Avrupalıların yeni bir şey olarak deneyimledikleri faşizmin, kölelik ve Amerika Birleşik Devletleri'nin büyük bir bölümünü yöneten apartheid sistemi olan Jim Crow'a katlanmış olanlar için zaten çok tanıdık olduğunu belirtmiştir.

- Sol, uzun zamandır ütopyaları benimsemiş durumda, ancak deneyimler, ütopyanın en azından ideolojilere çapraz olduğunu ve genellikle tanımı gereği dışlayıcı olduğunu göstermektedir. Thomas More'un kendi Ütopya'sı da böyleydi. Bugün İsrail'in, Trump, onun kumarhaneleri ve altın yaldızlı videolarının yardımıyla, kendi tarzında bir ütopya sahnelediğini görüyoruz. Sol, ütopya kavramına bağlılığını sorunsallaştırmalı mı?

Avrupa'daki radikal hareketler, sömürgecilikle karmaşık ve çoğu zaman oldukça sorunlu ilişkiler içindeydiler ve bu karmaşık ilişkiler, onların ortaya koydukları somut ütopyaları şekillendirdi. Birkaç yıl önce, anarşist coğrafyacı Élisée Reclus'un yazıları üzerinde çalışıyordum. On dokuzuncu yüzyılda, özellikle 1848 ve ardından Paris Komünü'nün yenilgilerinin ardından, sürgünde yaşayan birçok devrimci -anarşistler ve aynı zamanda komünistler- adalar, ütopya bölgeleri kurmaya çalıştılar, ancak bu genellikle sömürgeci-yerleşimci bağlamlarda oldu. Fransız anarşistler arasında, egemenlik anlamında değil, “boş arazi bulmak” anlamında kolonileştirmenin mümkün olup olmadığı konusunda tartışmalar vardı. Ütopyanın sömürgecilikten arındırılması konusu karmaşıktır. Aynı durum, kendi tarihinin gölgesinde kalan ve yerleşimci sömürgeciliğinin hayaliyle doymuş Amerikan bilim kurgusuna baktığımızda da açıkça görülür.

- Sağın ütopya anlayışı ise bu tür sorunlar olmadan gelişir.

Ancak sağda, hatta radikal ve aşırı sağda bile ütopya konusunda güçlü çelişkiler vardır. 2016-17'de Trump ve Avrupa'daki aşırı sağdan yola çıkarak “geç faşizm”den bahsetmeye başlamamın nedenlerinden biri, ütopik yükün zayıf görünmesiydi.

- Bu, klasik faşizmden ne şekilde farklılık gösterir?

1930'larda, Ernst Bloch ve Georges Bataille gibi heterodoks Marksistler ve eleştirel teorisyenler, genellikle resmi komünizm ve sosyalizmi eleştirerek, faşizmin ütopik unsurunun hafife alındığını savundular. Onlar bunu sapkın bir ütopya olarak kabul ettiler, ancak yine de toplumdaki fazla arzuları, fantezileri ve güçleri kanalize etme kapasitesine sahip bir ütopya olarak gördüler. Rasyonalist Marksizmin bunu görmezden gelmesinin veya Bataille'ın daha aşırı versiyonunda, bu enerjileri doğrudan hesaba katmamasının bir hata olacağı konusunda uyarıda bulundular.

- Yine de siz, günümüz aşırı sağının ütopik dürtüsünün zayıf olduğunu savunuyorsunuz. Neden?

Aşırı sağdaki pek çok figür, daha belirsiz faşizmlerden yararlanıyor, ancak bu hareketlerin çoğu yaşam tarzları, bakış açıları ve hayal dünyaları açısından son derece muhafazakâr. Bir zamanlar komünizmin tersine bir taklidi olan, 1920'ler ve 30'ların solcu ütopyalarının, faşizmin “yeni insan” ya da radikal olarak farklı bir gelecek, estetiği ve kültürüyle ulusal bir devrim taşıdığı fikri, bugünün sağının merkezinde yer almıyor. Aynı ağırlığa sahip değil.

- Neden böyle?

Bir bakıma, seçimlerdeki ve kültürel başarıları, takipçilerinden çok az şey istemelerinden kaynaklanıyor. Ve bu kelimeyi, sosyal medyadaki yankısını da bilerek kullanıyorum. Fedakârlık yaptığınızı tahayyül etmeniz bir yana dursun, hayatınızı değiştirmenizi talep etmiyorlar. Gümrük vergisi savaşlarının ilk aşamalarında, Trump bir konuşmasının ardından, Amerikan kızlarının otuz yerine üç oyuncak bebekle yetinmeleri gerektiğini tuhaf bir şekilde kadın düşmanı bir tavırla söylediğinde insanlar şok oldu. Tüketim azaltma yönündeki bu kadar minimal bir çağrının bile sembolik sözleşmenin ihlali olarak algılanması çarpıcıydı. Bunu, onların öznel, varoluşsal muhafazakârlığının bir belirtisi olarak yorumluyorum. Ütopik unsurlar varsa da, bunlar önemsizdir: ev içi hâkimiyet, göçmenler üzerinde hakimiyet gibi önemsiz ütopyalar. Günlük yaşamın kırılması veya dönüşümü konusunda herhangi bir vizyonları yoktur.

- Buna karşılık İsrail, Siyonist aşırı sağın savunduğu Büyük İsrail fikriyle, toplamcı bir ütopya vaat ediyor.

Bu, küresel aşırı sağın belirli kesimlerinin İsrail'e neden bu kadar yakınlık ve ilgi duyduğunu açıklayabilir. Aşırı şiddetinde, her türlü jeopolitik çerçeveyi yıkma, uluslararası hukuku tamamen parçalama isteğinde, bir zamanlar hayal bile edilemeyen yeni alanlar, yeni yerleşim yerleri içeren ütopik bir ufuk görüyorlar. Bu, artık gerçek anlamda genişlemeci, hatta toprak kazanımı gibi hırsları barındırmayan Avrupa'nın geç veya post-faşist sağının somut hayal dünyasının bir parçası değil. Bu, sınır ile hudut arasındaki farktır. Hudut sonsuza kadar ilerleyebilir, Elon Musk'ın durumunda Mars'a kadar bile, ancak sınırda durum böyle değildir...

- Siyasi sınırı kastediyorsunuz...

Aynen öyle. Sınırın aksine, hudut, fethetmek için değildir, ötekini dışarıda tutmak için sabit kalmalıdır. Günümüzün sağı, hudutlara bu ikinci anlamda bağlıdır. Bu, her ne kadar gerilimsiz değilse de muhafazakâr bir hayal gücüdür. Zayıf da olsa, bazı ütopik unsurlar her zaman gerekli görünür, bu yüzden başka yerlere yansıtılır.

- ABD'de Trump, radikal dini tınılarla dolu yeni bir Altın Çağ vaadiyle evanjelikleri kendine yakın tutuyor.

Aslında, ABD'nin İsrail büyükelçisi bir keresinde Trump'ı neredeyse mesihvari terimlerle tanımlamıştı.

- Kıyamet veya Deccal ile flört eden bu aşkın vizyon, Fratelli d'Italia, Alternative für Deutschland, Rassemblement National ve hatta Vox gibi Avrupa'nın aşırı sağ partilerinde yok. Neden?

Bana göre, günümüzün aşırı sağ hareketleri son derece pragmatik bir zihniyetle hareket ediyor. Yani, “Artık büyüme ufku yok” diyen alaycı bir mantığı izliyorlar. Bazen bunu şiddetle inkâr etseler de, bana göre iklim krizi ve sınırlılığın bilinci, sağa güç veren ve ivme kazandıran hayali bir dünyaya dokunmuş durumda. Onların siyaseti, geleceğin daha kötü olacağı, ufkun kapandığı ve bu nedenle siyasetin azalan kaynakları düşmanca yeniden dağıtmak, başkalarını dışlamakla ilgili olduğu önermesine dayanıyor. Bu, Fratelli d'Italia gibi partilerin sunduğu sembolik ve psikolojik bir sözleşmedir. Bütün bunların, hem sembolik hem psikolojik sözleşmelerin içinde sembolik haz unsurları da var. Ancak bunun özünde alaycı bir gerçekçilik yatıyor: “Hepimiz Thatcher'ın dünyasında sıkışıp kaldığımızı biliyoruz: ‘Alternatif yok’ ve kapitalizmin durumu bu. Ancak iç ve küresel Ötekilerin kaynaklara erişimini kısıtlayacağız ve size psikolojik bir tazminat sunacağız: politik doğruluk tabularını yıkmanın, 'woke'larla alay etmenin heyecanı; ulusal, ırksal, cinsiyet kimliğini dışa vurma izni; hakaret etme ve aşağılama hakkı.” Günümüzün sağının büyük bir kısmı için, bu tür alaycı, kaderci bakış açısı pratikte açıkça ortadadır. W. E. Du Bois'in dediği gibi, psikolojik olarak çok fazla ödül var, ancak maddi faydalar açısından pek bir şey yok ve bu, onların kabul ettikleri anlaşmanın bir parçası sayılır.

- Başka alternatif yok, ötekiler için ise bu daha da az.

Bu sağa kaymanın, siyasetin millileştirilmesinin belirleyici bir anı, o dönemde yaşadığım İngiltere'deki Brexit'ti. O dönemde, Avrupa Birliği'nde kalmak isteyenlerle ayrılmak isteyenler arasında oldukça önemli bir fark olduğu görülen bazı ilginç anketler yapıldı. Ayrılmak isteyenlerin çoğunluğu, Brexit seçmenleri, hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyordu. Yaklaşık %70'i “Tabii ki hiçbir şey değişmeyecek, politikacılar yozlaşmış, satılmış, ama ben kimliğimi onaylıyorum” dedi. Öte yandan, AB'de kalmak isteyenlerin çoğu somut maddi sonuçlar bekliyordu. Bu zıtlık, sağcıları besleyen sinizmi, kaderciliği ortaya çıkardı. ABD'de ise durum, evanjelik etmen nedeniyle farklıdır. Oradaki anketler, Amerikalıların yaklaşık %40'ının Deccal'ın ortaya çıkacağına inandığını gösteriyor ve çok farklı bir ütopik yükü işaret ediyor. Ancak en azından Avrupa'da, baskın itici güç, büyük ölçüde sembolik, kimlik politikasıyla bağlantılı ve gerçek bir değişim ufku olmayan bu antagonistik yeniden dağıtımdır.

- Günümüz ABD aşırı sağında yer alan bir başka grup ise Silikon Vadisi milyarderleri. Elon Musk gibi isimler neden bu ideolojileri benimsemiş, Peter Thiel gibi diğerleri ise bunları teorileştirmiştir?

Malcolm Harris'in Palo Alto: A History of California, Capitalism, and the World (Little Brown and Co., 2023) kitabında çok iyi gösterdiği gibi, Silikon Vadisi uzun bir sağcı geçmişe sahiptir. Bu uzun geçmiş, bilgisayarların ortaya çıkmasından önce, 1920'ler ve 30'larda Stanford Üniversitesi'nde başlayan, öjeni düşüncesi ve ırksal imalar içeren entelektüel üstünlük hayalleriyle doludur. Buna astronomik düzeyde eşitsizlik ve aşırı abartılı, milyarder sınıfının öz farkındalığının ortaya çıkışı da ekleniyor. Bu bana, İtalyan komünist teorisyen Mario Tronti'nin, tarihimizin, kapitalizmin işçi sınıfından kurtulmaya çalıştığı bir tarih olduğunu söylediği güzel bir cümlesini hatırlatıyor; bugün gördüğümüz şey, Dünya'dan Mars'a kadar uzanan bir kurtuluş. Ama daha somut bir şey de var.

- O da?

Peter Thiel ve Marc Andreesen bir yana, bu büyük teknoloji kapitalistleri grubu, Silikon Vadisi'nin organik ideolojisi gibi görünen Demokrat Parti'nin ilerici neoliberalizmiyle, merkezcilikle uzun süre bir modus vivendi (Bir nevi ‘huzurlu ilişki için geçici anlaşma’; ç.n.) sürdürdü. Bu durum 2010'ların sonlarında, özellikle George Floyd'un öldürülmesinden sonra başlayan ayaklanmanın ardından değişmeye başladı. Şirketlerin içinde önemli etik-politik hareketler baş göstermeye başladı: Apartheid'a Karşı Teknoloji Çalışanları, ICE'ye Teknoloji Yok ve diğerleri. Şirketlerinin liberal-ilerici imajını ciddiye alan çalışanlar; Google, Amazon ve diğerlerinin, askeri-endüstriyel kompleksten sınırların militarizasyonuna kadar, devletin baskıcı altyapısının kilit bileşenleri olarak faaliyet göstermelerini durdurmalarını talep etmeye başladı. Sonuçta, bu şirketler askeri-sanayi kompleksine derinlemesine yerleşmiş durumda ve bugün daha da önemlisi, göçmenlerin baskı altına alınması ve sınırların militarizasyonunda da rol oynuyorlar. Hem ideolojik hem de maddi düzeyde, bu sektörler Amazon, Google ve Musk'ın ekmek kapısıdır. Maddi çıkarları, oyuncak gibi tüketici uygulamalarında değil, askeri ve baskıcı altyapı için devlet sözleşmelerindedir.

- Yani baskı teknolojisi...

Bununla birlikte, kendisini karşı-politik bir figür olarak gören “kurucu”nun politik psikolojisi de var: dâhi, egemen kapitalist, (iyi maaşlı ama hakları olmayan) çalışanlarının şirket içinde etik-politik oluşumlar, sendikalar kurmasını tolere edemiyor. Bu çarpıcı bir durum, çünkü bu patronlar her talebi kabul etseler bile, kimsenin harcayamayacağı kadar çok servete sahip olmaya devam edebilirlerdi. Ancak burada, güçlerinin sembolik boyutu ön plana çıkıyor.

- Yine de bu milyarder grubu ile MAGA hareketi arasında çelişkiler var.

Çatışmasız olmayan tuhaf bir ittifak oluşmuş durumda. Örneğin Steve Bannon, Silikon Vadisi'ni apartheid devleti olarak kınamıştır. Ancak bir yakınlaşma yaşanmış ve birleşik bir düşman ortaya çıkmıştır: ‘woke’luk, üniversiteler, entelektüel elitler, hem kurucuların dönüştürücü yaratıcılıklarını tam olarak kullanma yeteneklerini bastıran güçler hem de (büyük ölçüde hayali) beyaz milliyetçi işçileri domine edenler olarak tahayyül edilenler. Bu, aşırı sağın farklı fraksiyonları ve seçmenleri arasında garip bir negatif dayanışma bağı oluşturdu.

- Palantir'in kurucusu Peter Thiel, ABD aşırı sağının kilit isimlerinden biri. Bugün neyi temsil ediyor?

Palantir, Çin tehdidi ve diğer faktörler karşısında Silikon Vadisi'nin açıkça milliyetçi-medeniyetçi bir projeye dönüşmesi gerektiği fikrinin tam bilincini somutlaştırıyor. Bunu Alex Karp'ın sıkıcı ancak çılgın ve tuhaf son eseri The Technological Republic’de (Bodley Head, 2025) görebilirsiniz. Kitapta, liberalizm virüsünü, yani zayıflığı ortadan kaldırmamız ve Silikon Vadisi'ne eril enerjileri geri kazandırmamız gerektiği savunuluyor. Bu, Mark Zuckerberg'in bile benimsediği bir görüş. Karp, yapay zekâ ve insansız hava araçları çağında, Soğuk Savaş'ın altın çağında veya Manhattan Projesi'nde olduğu gibi, teknolojik kimlik ve jeopolitik hâkimiyetin yeni bir sentezinin oluşturulması gerektiğini ısrarla savunuyor. Bu onun ütopyası. İlginç olan ise, bunun artık neoliberal değil, hiper-teknolojik bir devlet kapitalizmi haline gelmiş olması.

- Monarşik imalarla.

Özellikle Curtis Yarvin gibi, CEO'yu egemen, anti-demokrasinin somutlaşmış hali olarak tanıtan figürlerde monarşik imalar var.

- Yarvin gibi karakterler, bu teorik karmaşayı, egemenlik uygulamalarını rasyonalize etme işlevinin yanı sıra, ciddiye almalı mıyız sorusunu akla getiriyor. Başka bir deyişle, bu fikirler sadece temelsiz yaygın inanç mı, yoksa gerçekten tutarlı bir gündem mi oluşturuyor?

Bunu söylemek zor. Bazen bu referanslar süs gibi görünüyor. Steve Bannon, Peter Thiel ve diğerleri Julius Evola veya Oswald Spengler'i okumaktan hoşlanıyor olabilirler, ama bunun ne kadar merkezi bir önemi var? Felsefeciler ve kavram tarihçileri olarak, belirli bir mesleki patolojinin ağırlığı altında, bu izi takip etmeye yatkınız. Ama gerçekte, Trumpçı sağın örgütlü galaksisi eski Cumhuriyetçi Parti’den -daha fazla Avrupa hayranı -evanjelikleri, milliyetçileri, Hıristiyanları vb. ile- ancak aynı zamanda Nouvelle Droite'dan etkilenen bir grup da var; hepsi Jean Raspail'in The Camp of the Saints'ini, belki biraz da Alain de Benois'yı ve diğerlerini okuyan, genellikle Siyonizmle başka bir bağlantı kuran Ulusal Muhafazakârlık hareketi aracılığıyla etkilenmiş olanlar.

- Son on yıldaki siyasi yayılımını anlamak için bu yeni aşırı sağ kültür ne kadar önemli?

Sağda entelektüel yaşama özlem var, bunu 1970'lerin İtalyan aşırı sağından, CasaPound çevresinden çok iyi biliyorum, her zaman dergiler, kolokyumlar, okuma grupları ile doluydu, duvarlar Gottfried Benn, Ernst Jünger, Giovanni Gentile, Gabriele D'Annunzio gibilerinin fotoğraflarıyla süslenmişti. Ancak bu galakside organik bir şey bulmak zor. Ve Bannon'un okuma alışkanlıklarına fazla odaklanmanın tehlikesi var. Uygulamada, Trumpizm'in entelektüel içeriğinin çoğu, düşünce kuruluşlarının gri, anonim çalışmalarıyla çok daha sıkıcı, daha teknik bir üretimden geliyor. Project 2025'i, özellikle de hukuki bölümlerini okursanız, ABD'ye özgü, ancak siyasi hayallerle -Hıristiyan, milliyetçi, kimlikçi, homofobik, kadın düşmanı- doymuş derin bir teknik entelektüellik görürsünüz. Bu, daha gösterişli unsurları bir arada tutan omurgadır. Örneğin, 1990'ların Avrupa'sındaki “Büyük Değişim” ideolojisi, Çinli işçilerin dışlanmasına kadar uzanan 150 yıllık göçmen karşıtı yasa ve uygulamalarla kesiştiği için ABD'de yankı buluyor. Bu ideoloji, ABD'nin anayasal ve yasal yapısına zaten kazınmış durumda. Yeni unsurların yerleşmesini sağlayan şey, bu daha derin altyapıdır.

- Peki, ABD'nin aşırı sağı Avrupa'nın post-faşist partilerini nasıl etkiliyor?

Tarz bakımından açık bir etki var. Amerikan kültürel ve jeopolitik hegemonyasının bu kadar güçlü olduğu bir alt-emperyal kıtada bu pek de şaşırtıcı değil. Beyaz Saray'da ideolojik silah arkadaşları olduğu fikri, bir olasılık hissi yaratmada kilit rol oynadı. Bannon bu açıdan önemli bir figür olmuştur, özellikle entelektüel ağlar kurma çabasında ve karşılıklı taklitlerde. Çünkü her ne kadar ABD'nin birçok taktiği ve kurumsal stratejisi gerçekten benimsenmiş olsa da bu sadece kültür savaşlarıyla ilgili değil. İlerici elitlere karşı mücadele ve kurumsal bir forma bürünebilecek yeni bir illiberalizm inşa etme fikri de önemli ölçüde taklit edilmiştir. Viktor Orbán bunun açık bir örneğidir. Burada söz konusu olan, derinlemesine hissedilen bir siyasi olasılık duygusu, başka bir döngünün, başka bir ufkun açılmasıdır. Elbette, cinsiyet, cinsellik ve üreme gibi hukuki alanlarda, hatta İtalya'da silah sahipliği tartışmasında bile, Amerikan karşı devrimlerinden unsurlar ithal edilmiştir. Taklit söz konusudur, ancak bu taklit her zaman çok farklı hukuki gelenekler ve kurumsal biçimler aracılığıyla yansıtılmaktadır. Bu, Milei ile Musk, Meloni ile Orbán, Orbán ile Ron DeSantis arasındaki ilişkilerde görülebilir. Siyasi olasılıkların yeni bir dünyası açılmıştır. Hatta, resmi açıdan bakıldığında, bunun Avrupa'nın radikal solunun bir zamanlar Ekvador, Venezuela veya Brezilya'ya bakışından çok da farklı olmadığını, teknik-kurumsal modellerden çok, bir dönemin atmosferinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Dahası, bu aşırı sağcılar, kimlikçi taşralılıkla, gerçek anlamda küresel bir hareketin parçası oldukları inancını birleştiriyorlar.

- Post-faşizm, gücünü klasik faşizmin ya sahip olmadığı ya da çok farklı bir şekilde kavradığı özgürlük iddiasından da alır.

Bu görüşe katılmıyorum. Faşizmin sömürgeci tarihine bakarsanız, belirli alanlarda egemenlik kurma ve egemenliğin tadını çıkarma özgürlüğü fikrinin ütopik bir vaadini zaten görebilirsiniz. Bunu, iki savaş arası dönemdeki faşizm örneklerinde de görebilirsiniz. Fransız tarihçi Johann Chapoutot, Free to Obey (İtaat Etmekte Özgür) adlı kitabında bu konuyu ele alır. O, SS'in yönetimsel, öznel ideolojisinin bile, size bir hedef verildiği, ancak bu hedefi gerçekleştirme şeklinin sizin özgürlük ve özerklik alanınız olduğu fikrini taşıdığını savunur. Bana göre, klasik faşizm, özellikle de geç dönem faşizm hakkında eleştirel düşünmenin önündeki engellerden biri, faşizmi totalitarizmle, tam itaatin mekanize bürokrasisiyle eşleştiren Soğuk Savaş döneminin genel kanısıdır. Ancak “Moloch Devleti”ne benzeyen bu imge, gerçeklerle uyuşmadığı gibi, günümüz aşırı sağının arzularını veya öznelliklerini de yansıtmamaktadır. Bu, aşırı otoriter şiddet ile özgürlükçü ekonomik ideolojiler arasındaki karmaşık ilişkiyi de açıklamaya yardımcı olur. Javier Milei gibi figürler bu açıdan semptomatiktir. Tarihçi Quinn Slobodian'ın “Hayek'in piçleri” üzerine yaptığı çalışmayı düşünüyorum; burada neoliberalizmin kendi soyağacına dokunmuş ırksal ve sömürgeci mantığı ortaya çıkarıyor. Faşizmi katı bir devlet tapıncılığı, aşırı bir devletçilik olarak kabul edersek, onu anarşist kapitalizmle ilişkilendirmek imkânsız görünüyor. Ancak bu yüzden, klasik faşizmde, Mussolini'nin Roma Yürüyüşü dönemindeki konuşma ve yazılarında bile, liberal minimal devletle ilginç bir özdeşleşme bulmak ilginç geldi bana. Başka bir deyişle, faşizm, işçi hareketinin belini kırmak, köylü ve işçi özerkliğini yok etmek, dayanışma örgütlerini parçalamak için bir şiddet yöntemi olarak tasarlandı, hepsi de devletin rolünü azaltmak için. Burada faşizmin soyağacının ekonomik özgürlük fikriyle ne kadar derin bir şekilde iç içe olduğunu görebilirsiniz: ekonomik özgürlük, mülkiyet özgürlüğü ve bununla birlikte sömürü ve hükmetme özgürlüğüyle.

- Kitapta, kapitalizm hakkında konuşmak istemeyenlerin faşizm hakkında da sessiz kalması gerektiğini belirten bir cümleye atıfta bulunuyorsunuz. Bu, bugünün tohumlarının 2008'den, Lehman'dan ve kemer sıkma politikalarından önce de mevcut olduğu anlamına mı geliyor?

Karl Polanyi'ye göre, bunu David Ricardo'da da görebilirsiniz. Virüs metaforu beni çok etkiledi, belki askıda kalmış, uykuda olan, ama yine de zaten orada olan bir virüs. Neden? Çünkü modern politik ekonomi o kadar çelişkili ki, faşizmi de virüs kaynaklı olarak düşünebiliriz. Politik hakların ve vatandaşlığın evrenselleşmesi kapitalizmle çatışır. Kapitalizm, kapitalizm öncesi geçmişten miras kalan hiyerarşik biçimleri yeniden üretmek ve bunlardan beslenmekle kalmaz, aynı zamanda sürekli olarak fazlalık, atılabilir nüfuslar da üretir. Marx'ın Louis Bonaparte'ın On Sekizinci Brumaire'i adlı eserinin Akal yayınevinden çıkan güzel baskısını okuyordum. Marx bu eserde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Bonapartist Sezarizm'in tam da bu çelişkinin, bu neredeyse yapısal imkânsızlığın bir belirtisi olduğunu savunuyor.

- Nasıl?

Bu, faşizmi kapitalizm altında siyasetin aldığı aşkın, çelişkili bir biçim olarak gören Japon filozof Kojin Karatani'nin teorisidir. Bonapartist otoriterlik, burada, fazlalık nüfus üreten hiyerarşik sömürüyle örgütlenmiş bir toplumda kitle siyasetinin sorununa kapitalist bir çözüm olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda, siyah deri çizme faşizmi değil, faşizm, kitle siyasetini gerektiren, antagonistik eşitliğin hayali ve ütopyalarını gerektiren (yerli halklara karşı sömürgeciler, “anormal” olanlara karşı heteroseksüeller vb.) şiddetli bir çözüm olarak görünür. Çözümün yapısı değişmez, ancak radikal olarak farklı şekillerde yeniden ortaya çıkar.

- Mevcut durumla yüzleşmek için klasik faşizm araştırmalarından ne gibi dersler çıkarabiliriz?

Kitabı yazmaya başladığımda, ABD'de faşizmle benzerlikler veya farklılıklar kurmanın mantıklı olup olmadığı konusunda bir tartışma vardı. Benim için yararlı olan, bunu doğrudan yaşamış kişilerin yazdıklarını okumaktı: Hannah Arendt, Primo Levi, Césaire ve diğerleri. Onlar, faşizmin potansiyelinin ve tekrarının her zaman bizimle olduğunu, ancak asla aynı şekilde görünmeyeceğini açıkça belirtmişlerdi. Örneğin Marcuse, ABD'de faşizm olabileceğini, ancak dışsal biçimlerinin faşizm olarak tanınmayacağını söylemişti. Bu, teorik ve kavramsal düzeyde, bu sürecin ve potansiyelin tam olarak ne anlama geldiğini düşünmemiz gerektiği anlamına geliyor. Ancak, siyaset biliminin genellikle sabit, değişmez bir tarihsel nesne olarak ele aldığı faşizmin bile hiçbir zaman sabit olmadığını hatırladığımızda, bu o kadar da gizemli değil. Farklı dönemlerde radikal biçimde farklı görünüyordu.

- Kitapta, aşırı sağın solun zaten olduğuna inandığı şey haline gelmenin gerekli olduğu yönünde bir tür öneri, küçük bir umut ileri sürüyorsunuz: beyaz karşıtı, queer, karışık.

Benim mütevazı önerim, Nietzsche'nin “kendin ol” emrinin antifaşist bir versiyonudur. Onların düşündüğü kişi olmak. Onların hayali düşmanını gerçeğe dönüştürmek.

- Gerçekten uyanmak, bilinçli olarak uyanık (woke) olmak.

Elbette bu, düzenleyici bir ideal ve oldukça ütopik bir ideal. Ancak bizler, hem sembolik hem de maddi olarak uç bir dönemdeyiz. Maddi olarak, askeri şiddetin aşırılıkları nedeniyle; sembolik olarak ise, Avrupa ve Kuzey Amerika'da politik olarak önemli bulduğum şey, aşırı merkez ideolojilerinin kalbinde yer alan derin boşluk olduğu için. Sözde Batı normalliğini canlandırmaya yönelik her girişim, boş bir karikatür gibi görünmekte. “İsrail'in kendini savunma hakkı vardır” mantrasının tekrar tekrar söylenmesi, neredeyse bir zombi büyüsü gibi ürkütücü. Maddi düzeyde değil, çünkü Ilan Pappé'nin dediği gibi, Siyonizm ölümcül bir krizde (uzun süre şiddetli bir şekilde sürebilecek bir kriz), ama sembolik düzeyde, liberal ve ilerici-liberal görünüşüyle Batı üstünlüğünün çöküşü var ve bu belirgin bir çöküş. Bu çöküş, şimdilik, faşizmlerin büyüdüğü toprak, onların üreme alanı. Ancak bu çöküşün, karşı ağırlıklar veya tepkiler olmadan ne kadar sürecek, bilmiyorum. İran'la savaşa veya İsrail'in Gazze'de yaptıklarına kamuoyu desteğinin asgari düzeyde olması gerçeğiyle, ampirik olarak zaten büyük bir kopuş görüyoruz. İsrail'e “doğru ya da yanlış” resmi desteğin çılgın boyutlara ulaştığı Almanya'da bile, halkın görüşü İspanya veya İtalya'dan çok da farklı değil. Bu yüzden, bu görünüşün, bu siyasi boşluğun ne kadar süre değişmeden devam edebileceğinden emin değilim.

- Yani program, Batı üstünlüğünün yıkılmasını sağlamak mı?

Evet, bu iyi bir program olurdu. Bunu rantçılığın ötanazisi, Batı üstünlüğünün ötanazisi olarak düşünün.

https://communispress.com/become-who-you-are-against-fascism/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Jacobin Latin Amerika’dan Martin Mosquera, İtalyan tarihçi Enzo Traverso ile  dünyadaki aşırı sağ yükseliş ve buna paralel sayısı artan aşırı sağ iktidarlardan yola çıkarak, faşizmin güncel karakteri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Traverso, faşizmin bugünkü biçiminin, 20. yüzyılın ilk yarısında hâkim olan şekli ile önemli farklılıklar gösterdiğini belirtiyor.


 - İspanyolcaya “Las Nuevas Caras de la Derecha” olarak çevrilen (Türkçeye Faşizmin Yeni Yüzleri ismi ile çevrilmişti; ç.n.), oldukça etkili bir kitap yazdınız ve bu kitapta “post-faşizm” terimini ortaya attınız. O zamandan bu yana birkaç yıl geçti ve aşırı sağın yükselişiyle bağlantılı, o dönemde ele alamadığınız önemli olaylar ortaya çıktı: ABD'de Kongre Binası'na yapılan saldırı, Brezilya'da Jair Bolsonaro'nun benzer girişimi, Arjantin'de Javier Milei'nin zaferi, Trump'ın yeniden yükselişi vb. Bu yeni olaylar ışığında, aşırı sağ ve post-faşizm kavramını bugün nasıl analiz ediyorsunuz?

Bahsettiğiniz kitap, 2016'nın başlarında, ABD seçim kampanyası sırasında, Trump'ın ilk döneminden önce yapılan bir röportajdan ortaya çıktı. Sonra, seçimlerden sonra, neredeyse on yıl önce, bir tür ikinci röportaj yapıldı. Dediğiniz gibi, bağlam önemli ölçüde değişti, bu yüzden mantıklı bir soru ortaya çıkıyor: kitabımın orijinal baskısına kıyasla neyin değiştirilmesi gerekir?

Genel çerçeveyi değiştirmezdim. O röportajda özetlemeye çalıştığım post-faşizm kavramı, bu olguyu tanımlamak için benim için hâlâ kullanışlı, ancak bunu kapalı, tanımlanmış bir olgu olarak görmüyorum. Bana göre bu hâlâ geçici bir fenomen ve nihai sonucunu tam olarak anlamak veya tanımlamak hâlâ zor. Ancak, pek çok şeyin değiştiğine şüphe yok ve on yıl önce zaten tespit edilip analiz edilen bazı eğilimler şimdi çok daha net ve küresel ölçekte konsolide olmuş durumda. Bahsettiğiniz tüm fenomenler bunu doğruluyor; ister Avrupa ister Amerika Birleşik Devletleri ister Latin Amerika, hatta daha ötesinden bahsediyor olalım.

En dikkat çekici değişim, bence, sadece radikal sağın güçlenmesi değil, aynı zamanda yeni meşruiyetidir. On yıl önce yaptığım analizden bu yana değişen şey, bugün radikal sağın küresel olarak egemen elitler için meşru ve birçok durumda imtiyazlı bir muhatap haline gelmesidir. On yıl önce durum böyle değildi. O zamanlar Trump'ın seçim zaferi sürpriz olmuştu. Tüm anketler ve analistler, Hillary Clinton'ın kazanacağını varsayıyordu, çünkü o, müesses nizamın, elitlerin adayıydı. Öte yandan Trump, kendi partisi olan Cumhuriyetçi Parti içinde birçok engelle karşılaştı ve seçildiğinde, tamamen beklenmedik bir şekilde kazanan bir aykırı tip olarak algılandı.

2016 ile 2025'i karşılaştırırsak, o zamanlar Trump göreve başladığı gün tek bir başkanlık kararnamesi imzalamıştı. Bugün ise onlarca imza attı. 2016'da başkan olarak ne yapacağı konusunda tam olarak net değildi; bugün ise nasıl hareket edeceği konusunda çok net fikirleri var. Ve tabii ki artık bir aykırı tip değil: Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı ve arkasında sağlam bir yapı var. 2016'da Bolsonaro da aykırı bir tipti ve kimse Milei gibi birini hayal bile edemezdi. Giorgia Meloni, İtalyan siyasetinde tamamen marjinal bir figürdü. 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, tüm gözlemcileri şaşırtan şey Emmanuel Macron ve Marine Le Pen arasındaki televizyon tartışmasıydı. O zamanlar, Le Pen açıkça güvenilmez bir izlenim bırakmıştı: Avrupa Birliği veya euro ile ne yapacağı sorulduğunda, net ve ikna edici bir cevap verememişti.

Kısacası, radikal sağ, elitler tarafından geçerli bir seçenek olarak görülmüyordu. Aksine, hem Amerika Birleşik Devletleri'nde hem Avrupa'da hem de Latin Amerika'da büyük bir şüpheyle karşılanıyordu. Bolsonaro bile Brezilya'nın büyük iş dünyasının doğrudan adayı olarak kazanmadı. Orduda ve bazı ekonomik sektörlerde desteği vardı, evet, ama kazanan aday yine de o dönemde çok daha güçlü bir seçenek gibi görünen İşçi Partisi (PT) idi. 2017'de Avrupa'da bir tür travma olarak yaşanan bir olay meydana geldi: Alternative für Deutschland'ın (AfD) Alman parlamentosuna girmesi bir dönüm noktası oldu. Kısa süre sonra İspanya'da Vox ortaya çıktı. Ve manzara önemli ölçüde değişti.

Ancak bu süreç doğrusal bir şekilde ilerlemedi. Trump ve Bolsonaro'nun zaferinden dört yıl sonra ikisi de seçimleri kaybetti. Bu arada pandemi ve onun beraberinde getirdiği küresel ekonomik kriz yaşandı. Kitabımda şu yönde bir hipotez ortaya attım: Uluslararası bir kriz meydana gelirse ne olur? Bu büyüklükte bir krizin post-faşizmi yeni bir faşizm biçimine dönüştürebileceğini savundum. Ancak öyle olmadı. Kriz, radikal sağı güçlendirmek yerine zayıflattı, çünkü bu büyüklükteki zorluklarla başa çıkamayacağı ortaya çıktı.

O zamanlar çift yönlü bir değişimden bahsediyordum. Bir yandan, olağanüstü yasaların uygulanması, bireysel ve toplumsal özgürlükleri ve kamusal eylem alanlarını sorgulayan bir olağanüstü hâl ile potansiyel olarak otoriter bir değişim. Bu açıdan, radikal sağ bu otoriter değişimi yönetmek için ideal aday. Ancak diğer yandan, pandemi, biyopolitik bir değişim de yarattı; vatandaşların fiziksel olarak beden olarak tanımlanmasını, nüfusun korunmasını amaçlayan güçlü devlet müdahalesiyle oldu bu. Bu alanda radikal sağ her ülkede başarısız oldu. Bu bir gerileme anıydı ve genel olarak sonraki seçimleri kaybettiler.

Sonra yeni bir dalga geldi, şu anda karşı karşıya olduğumuz dalga. Bu yüzden ısrar ediyorum: bu doğrusal bir süreç değil, ancak genel eğilim oldukça açık. Bu, iyi tanımlanmış bir profile ve net özelliklere sahip yeni bir faşizmle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor. Bence bu hâlâ çok heterojen bir yapı ve birleşme biçimleri arayışında. Ve bugün post-faşizm ile küresel elitler arasındaki bu yeni ittifak yadsınamaz olsa da, gerilimler ve çelişkilerle dolu olmayı sürdürüyor. Gramsci'nin terimiyle yeni bir tarihsel bloktan henüz söz edemeyiz. Bu, bir blok oluşumundan çok, ortak çıkarlar temelinde bir birleşme.

 Yeni radikal sağın yükselişiyle birlikte faşizm üzerine tartışmalar yeniden şiddetle gündeme geldi. Bu tartışma -eğer bu faşizm ise-, bunun 1930'larda olduğu gibi tek parti veya kurumsal devlet gibi unsurlarla siyasi rejimin değişmesi anlamına geldiğini savunanlar ile liberal demokrasinin biçimsel geçerliliği korunursa bunun sadece farklı bir özelliğe sahip geleneksel sağın yeni bir versiyonu olacağını savunanlar arasında kutuplaşma eğiliminde.

Soru, bu kutuplaşmanın yanlış olup olmadığıdır. Yani, mevcut otoriter fenomenler, Viktor Orbán'ın Macaristan'ının temsil ettiği şeye daha çok benzemiyor mu: liberal demokrasi çerçevesinde gelişen, en azından dışsal biçimlerini koruyan otoriter bir rejim. Bu tartışma hakkındaki görüşünüzü ve özellikle, tarihsel faşizm ve geleneksel sağın aksine, yeni aşırı sağ için bir tür siyasi ütopya olarak düşünülebilecek Orbán modeline ne kadar yer vereceğinizi bilmek isteriz.

Evet, bu yeni radikal sağın temel bir özelliği ve ben de diğer birçok gözlemci gibi bunu on yıl önce zaten belirtmiştim. Klasik faşizm, faşizm ve demokrasi arasında radikal bir ikilem oluşturdu: kendini açıkça anti-demokratik olarak tanımladı. Bu, sadece ideologları tarafından teorize edilmedi, aynı zamanda karizmatik liderleri tarafından da gururla iddia edildi. Mussolini'nin demokrasiyi ludus cartaceus, yani basit bir “kağıt oyunu” olarak tanımlayan ünlü sözünü hatırlamak yeterlidir. Faşizm, demokrasiye olan nefretini açıkça sergiliyordu. Ancak bugün, post-faşist olarak adlandırdığım tüm hareketler ve liderler demokratik bir retorik benimsemektedir. Hepsi liberal demokrasinin çerçevesine ait olduklarını iddia etmekte ve hatta kendilerini onun en büyük savunucuları olarak sunmaktadır. Bu retorik, kamuoyunda meşruiyet kazanmaları için temel bir rol oynamıştır.

Örneğin Marine Le Pen, sadece partisinin adını değiştirmekle ve babasıyla ilişkisini kesmekle kalmadı, aynı zamanda Beşinci Cumhuriyet kurumlarına ve demokratik değerlere bağlılığını da açıkça teyit etti. İtalya da başka bir örnek teşkil ediyor. Giorgia Meloni, açıkça faşist kökenlere sahip bir partinin lideri. Birkaç yıl öncesine kadar bu mirası gururla savunuyordu. Ancak iktidara geldikten sonra faşizmi savunmaktan vazgeçti. Elbette kendini antifaşist ilan etmiyor, ancak faşizmin “demokratik” doğasında ve mevcut kurumsal çerçeveye bağlılığında sürekli ısrar ediyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde bu paradoks en uç noktaya ulaşıyor: Ocak 2021'de Kongre Binası'na yapılan saldırı, demokrasi adına gerçekleştirildi. Protestocular, Demokratlar tarafından kendilerinden “çalınan” demokrasiyi savunduklarını iddia ettiler. Başka bir deyişle, kendilerini gerçek demokratlar olarak sundular.

Bu, temel bir dönüşümdür: Yeni radikal sağın demokrasi ile ilişkisi, tarihsel faşizminkinden tamamen farklıdır. Sorunuzda haklı olarak belirttiğiniz gibi, bugün demokrasi ile faşizm arasındaki sınır artık net değildir. Yirmi birinci yüzyıl faşizmi, demokratik biçimleri ortadan kaldırmayı değil, içinden müdahale etmeyi, onları aşındırmayı ve içinden dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Faşizm ile demokrasi arasındaki sınırların bulanıklaşması, Poulantzas'ınkiler gibi eski analitik kategorileri biraz eskimiş hale getirmiştir, buna daha sonra döneceğim.

Ancak, bu değişimi açıklamaya yardımcı olan başka bir tarihsel farkı da göz önünde bulundurmalıyız. Savaşlar arası dönemde demokrasi, alt sınıfların tarihi bir zaferi, Ekim Devrimi'nin ve Büyük Savaş'ın ardından 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşünü izleyen devrimci dalganın bir ürünü ya da yan ürünü olan yeni bir kazanımdı. Bu, acımasız bir kriz dönemi olmakla birlikte, önemli demokratik ilerlemelerin de yaşandığı bir dönemdi: birçok ülkede erkeklere genel oy hakkı verildi, bazı ülkelerde kadınlar oy hakkı kazandı, kamusal alan dönüştü ve yeni halk katılımı biçimleri ortaya çıktı. Bu bağlamda, faşizm açıkça demokrasinin düşmanı olarak ortaya çıktı. Bu durum 1920'lerden itibaren İtalya'da, 1933'te Weimar Cumhuriyeti'nin ani yıkılmasıyla Almanya'da ve faşizm ile demokrasinin doğrudan çatışması olan İspanya İç Savaşı'nda görüldü.

Ancak bugün durum tamamen farklı. Demokrasi artık savunulması gereken bir kazanım olarak değil, boş bir kabuk olarak görülüyor. Batı dünyasının büyük bir bölümünde –ve küresel ölçekte de söyleyebiliriz– demokrasi, kamusal alanın ticari nesneleştirilmesi, kurumların içinin boşaltılması, ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkinin yapısal dönüşümüyle derinlemesine aşınmış, biçimsel bir kabuk olarak algılanıyor. Artık kimse demokrasiyi özgürleştirici bir vaat olarak görmüyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde Elon Musk, Donald Trump'ın seçim kampanyasına 270 milyon dolar bağışlayarak destek verdi ve ardından onun yönetimine katılarak önemli pozisyonlar üstlendi. Böyle bir bağlamda, kimse demokrasiyi eşitlik, özgürlük ve adaletin garantisi olarak tanımlayamaz.

Ancak, Amerika Birleşik Devletleri örneğinin ötesinde, insanların faşizmden gerçek bir tehdit olarak bahsettikleri çok nadir duyulur. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde bile, “Trump faşizmi” hakkındaki tartışma büyük ölçüde liberal elitlerle sınırlıdır. Örneğin Joe Biden ve Kamala Harris, seçim kampanyası sırasında onu faşist olarak nitelendirdiler ve New York Times gibi yayın organlarında bu konu hakkında tartışmalar var. Ancak orada bile Trump, genellikle yabancı bir cisim, Batı demokrasilerinin paradigması olan Amerikan demokrasisine dışarıdan düşen bir anomali olarak tasvir ediliyor. Başka bir deyişle, o gerçekte olduğu gibi, Amerikan toplumu ve demokratik sisteminin gerçek bir ürünü olarak algılanmıyor.

Ve halk sınıflarının, çalışanların büyük bir kısmı için demokrasiyi savunmak, kaygı listelerinin en altında yer alıyor. Neden Trump'ı demokrasiye bir tehdit, Biden'ı ise kurtarıcı olarak görsünler ki? Bu karşıtlık onlara mantıklı gelmiyor. Elbette, burada bir dereceye kadar körlük var -Trump bir tehdit- ama sorun daha derin: Demokrasiyi, bugün var olanla eşleştirerek savunamazsınız. Asıl soru, hangi demokrasiyi savunmak, hangi demokrasiyi inşa etmek istediğimizdir.

Çünkü demokrasi sadece bu içi boş kurumlardan ibaretse, onları savunmak için büyük bir antifaşist hareketi seferber etmek çok zor olacaktır, özellikle de onlara saldıranlar kendilerini demokrat olarak tanıtıyor ve bu kurumların işlevsiz olduğunu -bazı gerekçelerle- söylüyorsa. Savunacak ne var ki? Sorun bu.

- Bu yeni aşırı sağın ayırt edici özelliklerinden birinin, elitler arasında artan desteği olduğunu belirttiniz. Trump örneğinde bu özellikle belirgin görünüyor: 2016'ya göre Cumhuriyetçi Parti üzerinde çok daha güçlü bir kontrolü var, her iki meclisin desteğine sahip, Yüksek Mahkeme onun gündemine uyumlu ve yönetici sınıfın büyük bir kısmı artık onunla çok daha uyumlu görünüyor. Bu ikinci dönemden, hem iç hem de dış politikada ne bekleyebiliriz?

Bu, bugün birçok kişinin sorduğu bir soru, ancak kolay bir cevabı yok. Ve bu, kısmen, klasik faşizmden önemli bir farka işaret ediyor. Tarihsel faşizm net bir projeye sahipti: tanımlanmış bir siyasi rejim, bir iktidar stratejisi, iç ve uluslararası düzen kavramı. Örneğin İtalyan faşizmi, Akdeniz'i kendi mare nostrum'u, yani hayati alanı haline getirmeyi hedefliyordu. Alman faşizmi ise kıta Avrupası'nı kontrol etmeyi ve özellikle Doğu Avrupa'yı imparatorluk ve askeri olarak fethetmeyi amaçlıyordu. İspanya'da Franco, “kızılları ezmeyi” ve ulusal bir Katolik diktatörlüğü kurmayı hedefliyordu. Başka bir deyişle, rejim ve dünya hakkında oldukça tutarlı bir fikir vardı.

Trump ile mevzular o kadar net değil. Mesajları genellikle çelişkili ve saf demagoji ile gerçek bir stratejik yönelim olarak anlaşılabilecek şeyleri ayırt etmek zor. Örneğin, Mars'a Amerikan bayrağını dikeceğini, Grönland'ı ilhak etmenin iyi bir fikir olacağını, hatta Kanada'nın bir sonraki Amerikan eyaleti olması gerektiğini söylüyor. Gerçek şu ki, bunun arkasında, Çin ile ilişkilerinin yeniden tanımlanması ve diğer alanlardan nispeten geri çekilme çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletleri'nin kıtasal etkisini pekiştirmeyi amaçlayan jeopolitik bir proje yatıyor. Bu, imparatorluk özellikleri kazanan bir hegemonyacı hırs, ancak paradoksal olarak, bir zayıflamanın ürünü: Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra hayal ettiği gibi dünyayı domine etme arzusundan vazgeçti.

Ancak bunlar spekülasyondur, çünkü açıkça tanımlanmış bir proje yok. Neredeyse yirmi beş yıl önce, 11 Eylül 2001'den sonra, Bush'un yeni-muhafazakâr sağının stratejik çizgileri daha netti. Robert Kagan gibi bazı ideologlar ve stratejistler bunları kesin olarak tanımlamışlardı. Trump'ın arkasında, birbirlerinden nefret eden Steve Bannon gibi klasik faşistler ve Elon Musk gibi radikal neoliberalciler gibi oldukça çelişkili bir grup bulunmaktadır. Analistler, Trump'ın uluslararası ticarete yönelik önlemlerinin tutarlılığını anlamakta zorlanmakta.

Trump daha klasik ifadeler kullandığında bile -örneğin “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” dediğinde- bu büyüklüğün içeriği belirsizdir. ABD'nin küresel süper güç rolünü geri kazanmasından bahsediyor gibi görünse de, aynı zamanda Çin gibi ülkelerle doğrudan çatışma politikası izlemekten kaçınmakta. Aslında, Çin ile bir anlaşma arayışında ve aynı şekilde Çin'in müttefiki olan ancak çok daha zayıf olan Rusya ile de öyle. Trump, bir süper gücün fethetme yeteneğine sahip olması gerektiğini, ancak aynı zamanda çatışmalar yaratma yeteneğine de sahip olması gerektiğini söylüyor. İşte burada Ukrayna konusundaki tutumu devreye giriyor; burada yeni bir sayfa açmayı öneriyor. Ya da Orta Doğu konusunda, İsrail ile ittifakı açıkça ortada, ancak savaşı sonsuza kadar sürdürmeye pek istekli görünmüyor. Siyasi kampının nihai hedefi muhtemelen Gazze ve Batı Şeria'nın tamamen kolonileştirilmesi, ancak Trump'ın stratejisinin, bu sonucu elde etmek için Gazze'deki soykırımı uzatmak olduğunu sanmıyorum.

Dolayısıyla, güçlü bir programatik tutarlılık olmaksızın bir dizi eğilim görüyoruz. Ve bu da mevcut uluslararası bağlamın bir parçası. Savaşlar arası dönemle benzerlikler aramak istersek, en açık olanı iç politikada değil, küresel durumda yatıyor: istikrarlı bir uluslararası düzenin, bazı durumlarda sistemik bir düzenin yokluğu ve gerileyen ve yükselen güçler arasındaki rekabet. Bu senaryoda, hem Amerika Birleşik Devletleri hem de diğer aktörler için net sınırlar çizmek zor. Bu nedenle, Trump'ın bugün 1933'teki Hitler kadar net ve tutarlı fikirleri olduğunu düşünmüyorum. 1933 ile 1941 arasında Nazi politikası oldukça net bir çizgi izledi. Trump'ın durumunda ise, bu tutarlılığı veya uzun vadeli bir stratejik projeyi hayata geçirebileceği koşulları görmüyorum.

1920'ler ve 1930'larla olası bir benzetme olarak, sadece ekonomik veya siyasi bir krizle değil, daha derin bir kargaşa, bir tür uzun vadeli yapısal krizle karşı karşıya olduğumuzu belirttiniz. O zamanlar, 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşü söz konusuydu; bu bağlamda, faşizmin yükselişi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya gibi bazı güçlerin çöküşüyle de bağlantılı görünüyordu. Sizce bu bağlantı günümüzde de kurulabilir mi? Başka bir deyişle, bugün yeni aşırı sağın yükselişiyle tanık olduğumuz durum, Asya'nın, özellikle de Çin'in yükselişi karşısında Batı'nın daha geniş bir çöküş süreciyle bağlantılı olabilir mi? Sizce bu jeopolitik çekişme, bu sağcı hareketlerin yükselişinde önemli, ancak belki de dolaylı bir motivasyon mu?

Hayır, bu anlamda bir benzetme yapabileceğimizi düşünmüyorum. Karşılaştırmalar yapılabilir, ancak temel farklılıklar var. Savaşlar arası dönemde, on dokuzuncu yüzyılın liberal düzeninin çöküşüyle karşı karşıya kalan –laissez-faire kapitalizm (regülasyonlardan azade, bir nevi ‘bırakınız yapsınlar’ kapitalizmi; ç.n.), modernize edilmiş “kalıcı eski rejim” devletleri (Arno J. Mayer'e göre), temsili ama pek demokratik olmayan kurumlar- iki alternatif model ortaya çıktı ve bunlar, kendi başlarına birer medeniyet projesiydi. Bir yanda, özgürleşme, eşitlik ve devrim ütopyasıyla sosyalizm, diğer yanda, ulus, ırk ve hâkimiyeti yücelten faşizm. Her ikisi de geleceğe dair vizyonlardı, insanların hayatlarını kökten dönüştürmeyi vaat eden kapsamlı toplum modelleriydi.

Bugün, yeni sağda buna benzer bir şey görmüyorum. Ufukta bir ütopya ya da medeniyet projesi yok. Bu yüzden “post-faşizm” kavramını yararlı buluyorum, çünkü bu radikal sağcı hareketler son derece muhafazakârdır. Onların dürtüsü ileriye değil, geriye dönüktür: aradıkları şey geleneksel düzeni yeniden kurmaktır. Savundukları değerler -egemenlik, aile, ulus- onları birbirine bağlayan bir tür kırmızı iplik oluşturur.

Örneğin Trump, Amerika Birleşik Devletleri'nde sadece erkekler ve kadınlar olduğunu iddia ediyor, diğer cinsiyet kimliklerinin varlığını reddediyor ve LGBTQ+ topluluğunu bir tehdit olarak sunuyor. Bu, çeşitliliği veya zor kazanılmış hakları temsil eden her şeye karşı gerici bir saldırıdır. Gelenekselliğe dönüş, çevrecilik karşıtlığı, iklim değişikliği ile ilgili küresel gündemleri reddetme ve uluslararası anlaşmalar yerine yerli üretimi destekleme tutumunda da açıkça görülmektedir. “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” sloganı, belirli bir gelecek hayalini besleyen bir slogandır, ancak bu gerici bir hayaldir: Amerika Birleşik Devletleri'nin güçlü, müreffeh ve baskın olduğu bir döneme dönüş. Bu yeni bir öneri değil, geçmişin idealize edilmesidir.

Javier Milei'nin Arjantin'i gibi bazı örneklerde, yeni bir medeniyet modeli inşa etme girişimi olduğu izlenimi uyandırılabilir. Milei, aşırı neoliberalizmden ilham alan yeni bir toplumun mimarı olarak kendini tanıtıyor. Ancak bu proje de aslında yeni değil. Konuşmalarını ve tutumlarını okursanız –Arjantin'deki durumu derinlemesine bilmediğimi belirtmek isterim, bir dış gözlemci olarak konuşuyorum– Hayek'in fikirleriyle açık bir paralellik olduğunu görürsünüz. En çok bilinen metni olan Kölelik Yolu’ndan çok, Hayek'in tamamen piyasa tarafından yönetilen bir toplumu anlattığı Hukuk, Yasama ve Özgürlük kitabıyla paralellik var. Milei'yi ilham kaynağı olarak gören model budur: otoriter neoliberalizm (ya da neoliberal post-faşizm, isterseniz; farklı isimlerle anılabilir).

Yeni olan şey, varsa, devletin bu modeli nihai sonuçlarına ulaştırmaya çalışmasıdır. Geçmişte de neoliberalizm, Birleşik Krallık'ta Margaret Thatcher, Amerika Birleşik Devletleri'nde Ronald Reagan ve Şili'de Augusto Pinochet'nin önderliğinde etkiliydi. Ancak bu örneklerde amaç, refah devletinin kazanımlarını (New Deal, savaş sonrası Keynesçi model) ortadan kaldırmak, sıfırdan “saf” bir piyasa toplumu kurmak değildi. Dahası, bunu genellikle hâlâ çok güçlü olan devletlere dayanarak yaptılar, Şili örneğinde olduğu gibi, Pinochet diktatörlüğü, bir karşı devrimden doğan aşırı merkezi bir aygıttı.

Milei'nin şu anda amaçladığı şey başka bir şey: neoliberal modeli yeni bir medeniyetin çekirdeği haline getirmek. Ancak, ısrarla belirtmek isterim ki, bu yeni bir proje değil. Klasik faşizmin “yeni insanı” değil. Küresel dünyayı zaten domine eden antropolojik modelin radikalleştirilmiş bir versiyonu: bireycilik, rekabet, piyasa. Weber'in sözleriyle ifade etmek gerekirse, neoliberalizmin antropolojik modelini oluşturan belirli bir Lebensführung, bir “yaşam tarzı” ile kopuşu yok. Milei bu ethos'u icat etmedi. Onun yaptığı şey, bunu aşırıya götürmek ve bundan yeni bir toplumun ortaya çıkacağını iddia etmektir. Ancak bu, tarihsel bir alternatif değil, zaten var olanın yoğunlaştırılmasıdır. Ve bana göre bu dikkate alınmalıdır. Bu proje, şüphesiz, son derece anti-demokratiktir ve otoriter özellikler taşır, ancak Poulantzas'ın 1970'lerde düşündüğü gibi devletin güçlendirilmesinin tam tersidir. Post-faşizm, tarihsel faşizm gibi devletçi değildir. Trump, Amerikan devletini parçalamaktadır ve bu büyük bir farktır.

- Jacobin'de, önceki sayımızda geliştirdiğimiz ve sizin görüşlerinizi almak için paylaşmak istediğimiz uluslararası durumla ilgili bir hipotez üzerinde çalışıyoruz. Bizim fikrimiz, son on yılın bir noktasında –tam olarak tarihini belirlemek zor olsa da– küresel siyasi döngüde bir değişim yaşandığıdır. Sembolik bir tarih seçmek zorunda olsaydık, bu tarih 2015 ile 2016 arasında olurdu, çünkü bu dönemde bir dizi çok önemli olay meydana geldi: Yunanistan'da Syriza'nın yenilgisi veya teslim olması, bu olay küresel sol üzerinde güçlü bir etki yarattı ve paralel olarak ABD'de Trump'ın zaferi ve Birleşik Krallık'ta Brexit. Aynı zamanda, Arjantin'de sağın zaferi ve Brezilya'da Dilma Rousseff'e karşı parlamento darbesi ile Latin Amerika'daki ilerici hareketin krizinin başladığı andır.

O andan itibaren, 2008 krizinin yarattığı hoşnutsuzluğun siyasi yönünün tersine döndüğü hissediliyor. O ana kadar sol, bu hoşnutsuzluğu kanalize etme konusunda belirli bir kapasiteye sahipti: Avrupa'daki indignados, Yunanistan'daki genel grevler, Latin Amerika'daki ilerici döngü, Arap Baharı... Ancak o andan itibaren, bu süreçlerin başarısızlığı, durgunluğu veya yenilgisini görüyoruz: Latin Amerika'daki ilerici hareketler krize giriyor, Avrupa solu ağır bir darbe alıyor, Arap Baharı bir felakete dönüşüyor ve Anglosakson solu da durgunlaşıyor.

- O halde, o anda yaşanan şeyin küresel bir değişim olduğu düşünülüyor: sol neredeyse her yerde savunmaya geçti ve aşırı sağ saldırıya geçti. Katılıyor musunuz?

Bu çok ilginç bir hipotez ve ben de büyük ölçüde katılıyorum. Belki bir nüans eklemek isterim. Yeni bir dalga yaşadığımız doğru –daha önce pandemiyle birlikte meydana gelen bir dönüm noktasından bahsetmiştim– ancak sağın bu yeni yükselişinin koşullarından biri de tam olarak küresel ölçekte solun krizi. Bahsettiğiniz tüm unsurlar önemli.

Hatta daha da ileri gideceğim: Arap devrimlerinin felci ve yenilgisi kilit bir an ve bugün Gazze'de yaşananlar da bunun en trajik sonuçlarından biri.

Buna ek olarak, 1990'larda Latin Amerika'da ortaya çıkan direniş modelinin krizi de var. Bu yeni bir model değildi, ancak elimizde neoliberal saldırıya karşı bir direniş biçimini temsil eden bir kıta vardı. Bugün, bu direnişin aktörleri krizde ya da tamamen meşruiyetini yitirmiş durumda ve bunun derin siyasi sonuçları mevcut. Venezuela veya Bolivya gibi örnekler üzerinde durmayacağım, ancak Arjantin'deki yenilgimizden veya bölgenin en önemli ülkesi olan Brezilya'da solun Lula dışında başka bir isim önerememesinden de bahsedebiliriz. Bu da krizin bir yansımasıdır.

Avrupa'da, sizin de söylediğiniz gibi, yeni bir modeli denemek amacıyla solu yeniden yapılandırmaya yönelik önemli girişimler oldu ve Syriza ile Podemos bu döngünün başrol oyuncularıydı. Onların yarattığı beklentiler çok büyüktü... Ve ne yazık ki, başarısızlıklarının etkisi de öyle oldu. Amerika Birleşik Devletleri'nde durum farklı. O kadar büyük bir yenilgi yaşanmadı, ancak sol ile Demokrat Parti arasındaki simbiyotik ve belirsiz ilişki, ilerlemeyi engelleyen büyük engeller yaratıyor.

Evet, post-faşizmin ortaya çıkışı solun bu siyasi ve stratejik krizine dayanıyor. Ama sadece bu değil. Bu kriz, çok daha uzun bir sürecin, bir dizi tarihsel yenilginin bir parçası. Uzun vadeli bir bakış açısıyla, 20. yüzyıl devrimlerinin tarihsel döngüsünün kapanmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Bunlar, etkileri günümüzü şekillendirmeye devam eden uzun vadeli yenilgiler. 2015 ve 2016'daki gerilemeler belirli bir dönemin parçası, ancak aynı zamanda yapısal bir eğilimin, solun küresel ölçekte yeni modellerle ortaya çıkamadığı tarihi bir yenilginin parçası.

Yeniden yapılanmayı düşünmek hiç de kolay değil. Ancak Bernie Sanders'ın son müdahalesi beni derinden etkiledi. Sanders şu uyarıda bulundu: “Dikkatli olun, Trump'ın gündemine boyun eğmemeliyiz.” Solun, aşırı sağın söyleminin her noktasına yanıt verme eğilimi var, ancak bunu aynı sağın dayattığı çerçeve içinde yapıyor. Sanders daha sonra “Trump'ın söylemediklerini konuşmalıyız” diye uyarıyor. Solun gündemi bu olmalı: bugün egemen söylemde tamamen yok olan bir toplumsal gündem.

Şu anda, 1930'larda olduğu gibi, bugünün solunun yalnızca antifaşizmle yeniden inşa edilebileceğine inanmıyorum. Birincisi, bugün demokrasi aynı şekilde savunulamaz. İkincisi, antifaşist mücadele diğer temel boyutlarla birlikte ifade edilmelidir: sosyal, ekonomik ve çevresel konular ve medeniyet olduğunu iddia eden neoliberal bir toplum modeliyle yüzleşme. Bu ifade edilen yaklaşım çok önemlidir.

Dahası, küresel dünya artık 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi değil. Klasik faşizmin bir tarihi vardı, ancak o dönemin antifaşizmi evrensel bir söylem değildi. Batı dışında meşruiyeti yoktu. Sömürgecilikle bağı, demokrasinin Batı dünyasıyla sınırlı olması... tüm bunlar onu sınırlıyordu. Bugün de benzer bir şey oluyor.

 

Jacobin Latin Amerika’da yayımlanan söyleşinin, https://internationalviewpoint.org/spip.php?article9116 adresinde yer alan İngilizce çevirisinden Türkçeye çevrilmiştir.

 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

İsrail’in İran’a yönelik saldırısına ilişkin yazılı bir açıklama yapan İran İşçilerin Yolu Örgütü Merkez Komitesi, “Bu bizim savaşımız değil, iki gerici ve insanlık dışı rejim arasındaki savaştır” ifadelerini kullandı.

 


13 Haziran Cuma sabahı saat 03.30 civarında, İsrail ordusu İran'ın onlarca noktasında geniş çaplı askeri saldırılar düzenledi. Bu saldırılarda hava gücü (F-35 hayalet uçakları vb.) yanı sıra uzun menzilli ve güdümlü füzeler de kullanıldı. Buna ek olarak, Mossad ajanları da daha önce İran'a kaçak olarak soktukları insansız hava araçlarını kullanarak İran içinden operasyonlar düzenledi. Hâlâ devam eden bu operasyonlar dizisinde, İslam rejiminin düzinelerce askeri, nükleer, füze ve savunma merkezi saldırıya uğradı ve İran rejiminin en önemli askeri komutanları ve nükleer uzmanlarının bazılarının konutları hedef alındı. İslam Cumhuriyeti medyası, ülke genelinde yaklaşık 500 kişinin öldüğünü ve yaralandığını, bunların arasında rejim yetkililerinin aile üyeleri de dâhil olmak üzere çok sayıda sivilin bulunduğunu bildirdi. Şimdiye kadar, bu saldırılarda rejim ordusu ve Devrim Muhafızları'nın 20'den fazla üst düzey komutanı öldürüldü.

Bu yıkıcı saldırılar, İslam rejiminin askeri, savunma ve güvenlik yetenekleri konusunda övündüklerinin ne kadar boş olduğunu açıkça gösterdi. Ayrıca, Mossad'ın İran rejiminin tüm askeri, güvenlik ve nükleer aygıtları üzerindeki geniş etkisini bir kez daha ortaya koydu.

Bu hamleye yanıt olarak Hamaney, IRGC ve Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanlığı'na hızla yeni yedekler atadı ve bir kez daha İsrail'i yakında yeryüzünden sileceği ve onlara cehennemi yaşatacağı söylemiyle övündü. İlk hamlede İsrail, rejimin İsrail'e yaklaşık yüz insansız hava aracı fırlattığını bildirdi. Bu araçların İsrail topraklarına ulaşması birkaç saat sürecekti ve bunların çoğunun ulaşmadan önce imha edileceği aşikârdı. Bu konuda İsrail rejimi, ABD ve bazı Batı ve Arap ülkelerinin desteğini de almaktadır.

Böylece, İran ve bölge halkları, İran ve İsrail gibi gerici ve suçlu rejimlerin tehlikeli oyunlarının kurbanı oldular. ABD hükümeti, bu saldırıdan haberdar olduğunu ancak saldırıda hiçbir rolü olmadığını ve yardım etmediğini iddia etti. Bu iddia daha çok bir şaka gibi. Herkes bilir ki, ABD'nin tartışmasız mali, askeri ve istihbarat desteği olmasaydı, Netanyahu'nun soykırımcı rejimi bu büyük saldırıları hazırlayıp organize edemezdi.

Saldırılar, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Yönetim Kurulu'nun Perşembe günü, İran rejiminin nükleer macerasının Güvenlik Konseyi'ne geri gönderilmesine ve tetikleme mekanizmasının devreye girmesine yol açacak bir kararı kabul etmesinin ardından gerçekleşti. İsrail rejiminin sürpriz operasyonu, İran ve ABD arasında çıkmaza giren nükleer müzakerelerin bir sonraki turunun Pazar günü Umman'da gerçekleşmesi planlanırken geldi. Artık aşağılanmış İran rejiminin toplantıya katılmasının olası olmadığı ve İran içindeki ve dışındaki sadıklarından askeri olarak yanıt vermesi için yoğun baskı altında olduğu açık. Öte yandan, İran rejimi bölgedeki ABD hedeflerine saldırırsa, ABD doğrudan ve geniş çapta savaşa girecektir.

Peki, İran ve Orta Doğu'daki solcu, ilerici ve halkçı güçlerin bu gerici savaşa karşı tutumu ne olmalıdır? İşçilerin Yolu Örgütü olarak, gerici ve yıkıcı savaşların alevlenmesine her zaman karşı çıktık ve tüm maceracı, gerici ve savaş çığırtkanı rejimlerle açık bir sınır çizgisi çizdik. Aynı zamanda İslamcı köktencilik, Siyonizm ve emperyalizmle de sınır çiziyoruz. Bizim görüşümüze göre, Hamaney ve Netanyahu, Trump vb. kendi konumlarını ve egemen sınıfın konumunu korumak için işçi ve emekçilerin çoğunluğunu umursamayan suçlulardır. Bir yandan, kriz yaratan ve krize yatkın İslam Cumhuriyeti rejimi, nükleer, askeri ve bölgesel maceracılığıyla ve uygulanan büyük çaplı uluslararası ekonomik yaptırımlarla İran ekonomisini ve toplumunu çöküşün ve iflasın eşiğine getirmiş ve kendi itiraflarına göre, ülkenin ekonomisine ve kaynaklarına iki trilyon dolardan fazla zarar vermiştir. Öte yandan, İsrail'in soykırımcı rejimi, İran rejiminin İsrail'i yeryüzünden silmekle ilgili boş böbürlenmelerini suistimal ederek, işgal altındaki Filistin ve Orta Doğu'da, ya sessizce ya da yabancı hükümetlerle iş birliği içinde, neredeyse istediği her şeyi yapmaktadır. Bu arada, Birleşmiş Milletler'e bağlı yargı kurumları, Netanyahu ve bazı bakanları için sistematik savaş suçları nedeniyle resmi olarak uluslararası tutuklama emri çıkarmıştır. Trump'ın neo-faşist politikaları da herkesin gözü önünde ve giderek çirkin yüzünü gösteriyor. Kendi halkına karşı resmi olarak askeri güce başvuran ve Ulusal Muhafızlar ile Deniz Piyadeleri'ni halkının ve göçmen işçilerin doğal haklarını bastırmak için kullanan bir hükümet, doğal olarak İran dâhil diğer bölgelerdeki insanların hayatlarına kayıtsız kalıyor. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin eli Orta Doğu'daki birçok savaş ve krizde açıkça görülüyor. İsrail rejimi, Biden veya Trump dönemlerinde olsun, Amerikan yardımı olmadan Gazze'deki soykırımı sürdüremezdi ve sürdüremez.

Uranyum zenginleştirmenin ve nükleer enerjinin tamamen ortadan kaldırılmasını talep ediyoruz. Bölgede yeni bir savaşın patlak vermesine şiddetle karşı çıkıyoruz ve bu tür savaşların dumanının nihayetinde emekçi ve ezilen kesimin çoğunluğunun gözlerine ulaşacağına inanıyoruz. Salami, Bagheri, Haji Rezaei gibi suçlular için gözyaşı dökmeyeceğimiz gibi, İran rejimi tarafından İsrailli siyasi veya askeri komutanlar hedef alındığında da gözyaşı dökmeyeceğiz. Tüm bu suçlular, İran ve İsrail vb. halklarının devrimi tarafından devrilmeli ve halk mahkemelerinde yargılanmalıdır. Ancak muhalefetin ve halkın İsrail rejimini destekleyen ya da tersine İsrail rejimine nefretle “vatan savunması” ve “kararlı yanıt” diye bağıran kesimlerine şunu söylüyoruz: Ne İran halkı, ne İsrail halkı, ne bölge halkı, ne de Amerika halkı bu gerici vahşi savaştan hiçbir çıkar sağlamaz. Kurtuluş yolu savaş, işgal ve vahşetle döşenemez. “Bombalamayla demokrasi ihraç etme”nin saçmalığı uzun zaman önce ortaya çıktığı için, eski iddia sahipleri artık bu tür iddialarda bulunmuyorlar. Aksi takdirde, Amerika ve İsrail, İran halkının kurtuluşunu hedefliyor olsaydı, bölgedeki bir düzine otoriter ve gerici Arap ülkesiyle ilgilenirlerdi.

Ülkemiz şu anda su, elektrik ve ekmeğini bekliyor. Zorbalık, rant peşinde koşma, yolsuzluk, sömürü, cinsiyet ayrımcılığı ve ayrımcılığa maruz kalan milliyetlerin hakları yaygın. Bu nedenle, bu ülkenin her köşesinde, her gün, işçiler, çalışkan emekliler, hemşireler, kadınlar, gençler ve diğer sosyal katmanlar meşru taleplerini gerçekleştirmek için protestolar düzenliyorlar. Sevgili emeklilerin “savaş istemiyoruz, katliam istemiyoruz, kalıcı refah istiyoruz” diye bağırmaları, işçilerin ve çalışkan insanların ekmek, iş, özgürlük, insanca yaşam hakkı vb. talep etmeleri boşuna değildir. İslam Cumhuriyeti'nin iktidarının devamı, her gün krizin devamı, ekonomik çöküş, sosyal zararın yayılması ve ülkenin kaynaklarının askeri nükleer maceralarda israf edilmesi anlamına gelmektedir. İran halkının, İslam Cumhuriyeti'nin zalim ve kapitalist rejiminden, yani ikiz suçları olan yağma ve krizden kurtuluşu, ancak İran'ın işçilerinin ve çalışkan halkının güçlü elleriyle sağlanabilir. Çözüm, İslam Cumhuriyeti rejiminin devrimci bir şekilde yıkılmasıdır, savaşı teşvik ederek intihar etmek değildir.

Halk arasında dayanışmayı güçlendirmek ve pekiştirmek, kitlesel ve halkçı kurumlar ve komiteler oluşturmak, halkın karşı karşıya olduğu tehlikeli koşullarla mücadele etmede önemli bir rol oynar. Bu kitlesel örgütler daha sonra İslam Cumhuriyeti rejiminin devrilmesinde etkili bir rol oynayabilir. Mevcut hassas ve tehlikeli koşullarda, “Savaşa Hayır” ve “Barışı Savunma” hareketi çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu bizim savaşımız değil, iki gerici ve insanlık dışı rejim arasındaki savaştır.

 

Bu gerici savaşa hayır.

İran ve İsrail'in suçlu ve savaş çığırtkanı rejimlerine hayır!

İslamcı köktencilik, Siyonizm ve emperyalizme hayır.

Yaşasın özgürlük, yaşasın sosyalizm.

 

İşçilerin Yolu Örgütü Merkez Komitesi

14 Haziran 2025

 

https://rahkargar.com/?p=28136 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.


      Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

İsrail’in İran’a yönelik saldırısına dair yazılı bir açıklama yapan İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist), Netanyahu'nun amacının İsrail'i bölgedeki egemen güç haline getirmek olduğunu belirtirken, “Onların yıkıcı savaşlara doğru ilerleyişine karşı çıkılmalı ve sistemlerindeki herhangi bir kaos devrim için kullanılmalıdır: özellikle İran ve Amerika Birleşik Devletleri'nde. Filistin halkını ve Amerika'daki halkın antifaşist mücadelelerini desteklemeliyiz. Dünya halklarının İsrail'e karşı mücadeleleri ve genel olarak çeşitli ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleler, İslam Cumhuriyeti'ni ve Rusya ve Çin emperyalistlerini de içeren ‘direniş eksenini’ desteklemeye yol açmamalıdır” ifadelerini kullandı.

 


 

İsrail'in İran topraklarına yönelik askeri saldırısı, Hamaney rejiminin askeri ve güvenlik yetkililerinin suikastıyla ve İslam Cumhuriyeti'nin askeri merkezlerinin hedef alınmasıyla başladı ve şimdi faşist liderleri Tahran'ı cehenneme çevirme sözü veriyor. Bu, İsrail'in yaşam tarzını yansıtıyor. İsrail, kurulduğu günden beri Filistin halkına karşı sömürgeci bir göçebe devlet olarak ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da Amerikan emperyalizminin askeri ve güvenlik kolu olarak yaşamıştır ve başka türlü davranamaz. Toplumsal uyumu, Yahudi teokrasisine dayalı faşizm tarafından sağlanmaktadır. Netanyahu'nun bu operasyona verdiği “Yükselen Aslan” (Tevrat'tan bir ayet) ismi, bu Yahudi faşist fundamentalistlerin doğasını iyi ifade etmektedir. İsrail operasyonu başlamadan önce, Kudüs'teki Ağlama Duvarı'na bu ayetin içeriğini içeren bir not astı: Bu aslanlar, avlarını yiyip öldürdüklerinin kanını içene kadar uyumayacaklar!

İsrail rejimi şiddetli ve korkunç “rüyalar” ile yaşıyor ve bu dehşeti ABD'nin gelişmiş askeri ve güvenlik silahlarıyla Orta Doğu'ya dayatıyor. Bu rejimin liderlerinin, İslam Cumhuriyeti'nin suçluları, Hamaney ve suikasta kurban giden generallerinden, halklara karşı işledikleri kötülükler ve suçlar açısından hiçbir farkları yoktur. Tek farkları, büyük ölçekte yok etme ve öldürme gücüne sahip olmaları ve Amerikan emperyalizminin silahlarını emirlerinde bulundurmalarıdır. İsrail hükümetinin “Orta Doğu'nun en demokratik hükümeti” olduğunu veya Orta Doğu halkına (bombalar, füzeler ve soykırımla) iyi şeyler getireceğini düşünenler, Netanyahu'nun amacının İsrail'i bölgedeki egemen güç haline getirmek ve hatta topraklarını genişletmek olduğunu bilmelidirler. Bu şekilde, “bu aslanlar avlarını yiyip öldürdüklerinin kanını içene kadar uyumayacaklar”!

İsrail'in Gazze'deki soykırım savaşının ve İran topraklarındaki mevcut saldırganlığının gerçek gücü ve motivasyonu, ABD emperyalizmi tarafından sağlanmaktadır. Trump faşist rejimi, ABD emperyalizminin dünyanın her köşesine çıkarlarını dayatmak için sınırsız şiddet ve yıkım kullanma özgürlüğünü sağlamıştır. On yıllardır ABD emperyalizmi Orta Doğu'nun tek sahibi idi; bu tekel, emperyalist Çin ve emperyalist Rusya gibi güçlü rakiplerin yükselişiyle kırıldı. Ancak Trump faşist rejiminin bakış açısına göre, bu tekel ABD'ye geri verilmelidir. Bu geri kazanımın belirleyici faktörlerinden biri, İslam Cumhuriyeti ile hesaplaşmaktır. ABD emperyalizmi, İslam Cumhuriyeti ile olan “sorununu”, rejimin nükleer bomba elde etme girişimi olarak lanse etmektedir. Ancak meselenin özü bu değildir. ABD emperyalizmi için sorun, İslam Cumhuriyeti'nin İran'ı, Rus ve Çin emperyalistleri için çok fazla bir etki alanı haline getirmiş olması ve bu iki emperyalist gücün İslam Cumhuriyeti'ni ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki gücü ve etkisine meydan okumak için kullanmasıdır. Bu emperyalist güçler arasındaki rekabet, sadece İran'da yıkıcı bir savaşı ateşleyebilecek değil, aynı zamanda tüm dünyayı ateşe verebilecek bir noktaya ulaşmıştır.

Kuşkusuz, bu emperyalistlerin ihtiyaçları; tıpkı İsrail'in bölgesel bir güç olma çıkarları ve İslam Cumhuriyeti'nin nefret edilen rejiminin hayatta kalma çıkarları gibi, İran, Orta Doğu ve dünyadaki halk kitlelerinin temel çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onların yıkıcı savaşlara doğru ilerleyişine karşı çıkılmalı ve sistemlerindeki herhangi bir kaos devrim için kullanılmalıdır: özellikle İran ve Amerika Birleşik Devletleri'nde.

Böyle bir durumda ve gerçek bir devrim için hazırlık olarak, halkın İslam Cumhuriyeti'ne karşı mücadelesinin siyasi içeriği, İsrail'in İran'a yönelik saldırılarının faşist ve suçlu doğasını (kurbanları ister İslam Cumhuriyeti'nin nefret edilen liderleri ister sıradan insanlar olsun) ve Amerikan emperyalizminin doğasını ortaya çıkarmayı ve İslam Cumhuriyeti'nin gerici doğasını ve sahte “anti-emperyalist” statüsünü ifşa etmeyi içermelidir. Bu mücadelelerde Filistin halkını ve Amerika'daki halkın antifaşist mücadelelerini desteklemeliyiz. Dünya halklarının İsrail'e karşı mücadeleleri ve genel olarak çeşitli ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleler, İslam Cumhuriyeti'ni ve Rusya ve Çin emperyalistlerini de içeren “direniş eksenini” desteklemeye yol açmamalıdır. Küresel kapitalist-emperyalist sisteme bağımlı bir kapitalist sınıf devleti olan İslam Cumhuriyeti, 90 milyon İranlının can damarını emmiştir. Halkımız, bu rejimin sahte “bağımsızlığı” için ağır bir bedel ödemiştir. Halkımızın İslam Cumhuriyeti'ne karşı mücadelesi, bu acımasız saldırganlık ve Trump ve İsrail'in faşist rejimine ve onların kraliyet ve kraliyet dışı paralı askerlerine verilen destek karşısında sessizlik veya teslimiyet gibi ölümcül bir zehirle lekelenmemelidir. İslam Cumhuriyeti'nin devrilmesi, İsrail'deki faşist “yükselen aslanlar” ve onların emperyalist destekçilerinin devrilmesi çağrısıyla birlikte gerçekleşmelidir. Bu, aynı siyasi içeriğe sahip farklı arenalarda sahnelenmesi gereken küresel bir mücadeledir.

İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist)

14 Haziran 2025

 

https://cpimlm.org/1404/03/25/standagainstwar/ adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.


      Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

İsrailli sosyalist hareket Ma'avak Sotzialisti, yazılı bir açıklama yaparak İarail’in İran’a yönelik saldırganlığının sonuçlarına işaret etti ve hükümetin devrilmesi çağrısında bulundu.



İran'daki bombalamalara yanıt olarak düzenlenen karşı saldırıda onlarca kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Buna, Tamra'da doğrudan isabet alan evde ölen dört aile üyesi ve Hayfa'daki ZAN fabrikasında öldürülen üç işçi de dâhil. Ulusal topluluklar arasında dayanışmayı ve mücadeleyi teşvik edelim, savaşı durduralım, hükümeti devirelim.

Cuma sabahı erken saatlerde başlayan ölüm hükümetinin İran'a yönelik geniş çaplı saldırısı, tüm ulusal gruplardan kurbanlar veren topyekûn bir savaşı ateşledi.

Tahran rejiminin karşı saldırısı kapsamında gerçekleştirilen füze saldırılarında, Cumartesi gecesi Tamra'daki evlerine doğrudan isabet eden füze sonucu bir ailenin dört üyesi hayatını kaybetti: Manar, Fakhri, Diab, Khatib. Hayfa'da bir ilkokulda öğretmenlik yapan Manar Al-Qassem, Abu Al-Hija Khatib ve onun iki kızı; Hayfa Üniversitesi'nde hukuk öğrencisi olan Shadda Khatib (20) ve Hala Khatib (13).

Bu sabah (Pazartesi) erken saatlerde, ZAN fabrikasında bir füze saldırısı sonucu üç işçi öldü ve bunların standart koruma alanına erişimleri olup olmadığı belirsiz. Bat Yam, Petah Tikva ve Bnei Brak'ta meydana gelen ölümcül saldırılara ek olarak, Tamra ve kuzey bölgesinde onlarca kişi yaralandı.

Cuma gününden bu yana rejimin Tahran'a yönelik saldırısına karşı yapılan füze saldırıları sonucu ülke genelinde 24 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. İsrail hükümetinin İran'a yönelik kanlı saldırısında ölenlerin sayısı ise en az 224'e ulaşırken, yaralıların sayısı bini aştı.

'48 topraklarındaki -Tamra, Bat Yam, Hayfa, Petah Tikva ve Bnei Brak'ta- tüm ulusal topluluklardan aralarında kadınların da olduğu kurbanlarla ve Gazze Şeridi, Batı Şeria ve şimdi de İran'da tekrar tekrar katledilmeye ve yerinden edilmeye devam eden on binlerce kişiyle dayanışma içindeyiz.

Ölüm hükümeti ve düzen “muhalefeti” içindeki destekçileri

Tamra’daki saldırıda iki kızını ve eşini kaybeden Raja Khatib şöyle haykırdı: “Gazze'den başlıyoruz, Lübnan'a devam ediyoruz, Suriye'ye devam ediyoruz, İran'a devam ediyoruz, nereye devam edeceğiz? Benim için zor, bunu nasıl atlatacağımı bilmiyorum. En iyisini umuyorum, tüm bu kâbusun sona ermesini, lanet olası savaşın bitmesini ve kimsenin zarar görmemesini umuyorum.”

Kan banyosunun genişlemesinden sorumlu olanlar arasında, İran'a saldırıyı coşkuyla destekleyen Gantz'dan Yair Golan'a kadar, düzen muhalefetinin liderleri de var. Bu liderler, İran'ın nükleer ve enerji tesislerinin bombalanmasını daha erken emretmediği için Netanyahu'ya aylarca sağdan saldırdılar!

Korumadan yoksunluk ve ayrımcılık

Ölüm hükümetinin bakanları, generalleri ve kodamanları atom sığınaklarında tam koruma altında iken, milyonlarca insan yeterli koruma olmadan füze saldırılarına maruz kalıyor. İsrail'deki yerel yönetimlerin yaklaşık %60'ında hiç kamu sığınağı yok ve mevcut 12 bin sığınağın yaklaşık beşte biri kullanıma uygun bile değil.

Arap-Filistin halkı arasında, devletin ulusal baskı politikasının bir parçası olan ayrımcılık politikası nedeniyle sorun daha da büyük. Yaklaşık 37 bin nüfuslu yoksul bir şehir olan Tamra'da sıfır kamu sığınağı bulunmaktadır! Buna karşılık, “Celile'yi Yahudileştirme” politikasının bir parçası olarak Tamra'dan kamulaştırılan arazide kurulan ve sadece yaklaşık bin nüfuslu zengin bir yerleşim yeri olan yakınlardaki Mitzpe Aviv'de 13 kamu sığınağı bulunmaktadır. Tamra'daki hanelerin yaklaşık %60'ı standart bir koruma alanına sahip değildir. Sakinler, şehirdeki korunma alanı yokluğunun tehlikesi konusunda uzun süredir uyarıda bulunuyorlar. Bu sistemik sorun, geçen yıl Lübnan'ın işgali sırasında Galilee'deki Arap-Filistin topluluklarında meydana gelen yüksek yaralı ve ölü sayısında da kendini gösterdi.

Cumartesi günü füze saldırısından kısa bir süre sonra, Mitzpe Aviv'den gençlerin Tamra'daki yıkımı kameraya alırken sevinçle “Köyünüz yansın” diye şarkı söyledikleri mide bulandırıcı bir video yayımlandı. Netanyahu'nun ikiyüzlü kınaması, şu ana kadar ölümleri kutlayanların hiçbirinin tutuklanmadığı veya sorgulanmadığı gerçeğini gizleyemez -ancak Tamra dahil olmak üzere Arap-Filistinli sakinler, Gazze'deki katliam ve yıkıma yönelik her türlü eleştiriyi susturmak için savaş boyunca Ben Gvir polisinin haydutları tarafından gösteri amaçlı tutuklamalarla kaçırıldı.

Irkçı elit ve hükümet politikası

Sonuç olarak, Mitzpe Aviv'den gelen video ve Netanyahu'nun ana kanalı olan Kanal 14'teki bir panelde Yinon Magal'ın ırkçı hakaretleri, hükümetin Tamra'daki kurbanlara karşı tutumunu yansıtıyor. Aynı hükümet, koruma alanında Arap-Filistin topluluklarına karşı kasıtlı olarak ayrımcılık yapmaya devam ediyor ve ayrıca 'Arap Toplumu Acil Durum Merkezi'ni de kapattı. Dahası, Gazze, Batı Şeria ve şimdi de İran'daki köyleri, kasabaları ve şehirleri yakmak için açıkça çağrıda bulunuyor ve harekete geçiyor.

İsrail Hava Kuvvetleri, Cumartesi akşamı Tahran'daki yakıt terminallerini bombaladıktan sonra Savaş Bakanı Katz, “Tahran yanıyor” diye tweet attı. Daha önce İsrail Hava Kuvvetleri, İran'ın dört bir yanındaki gaz ve petrol tesislerini bombalamıştı. Beklenen tepki gecikmedi -İran'dan Hayfa Körfezi bölgesine yapılan füze saldırılarında, daha önce de belirtildiği gibi, bir ZAN tesisi de hasar gördü ve işçiler öldü. Tesiste çıkan yangınlar uzaktan görülebiliyordu.

Medya karartması ve sansür nedeniyle, meydana gelen hasarın tam boyutunu tahmin etmek zor, ancak hasar şimdilik sınırlı olsa bile, bu durum gelecekte yaşanacakların bir uyarı işareti. İsrail ölüm hükümeti, enerji altyapısını bombalamak da dâhil olmak üzere İran'da büyük felaketler yaratmaya devam ederken, Hayfa Körfezi'ndeki petrokimya sanayi bölgesinde ve ülke genelinde daha büyük felaketlerin yaşanma tehlikesi artıyor.

Katz, bu sabah (Pazartesi) “Tahran sakinleri bedelini ödeyecek ve bu çok yakında olacak” diye tehditte bulundu. İran sakinlerine karşı devlet terörünü genişletme ve bombalamalarla konut binalarını yıkma planları, daha büyük ölçekli felaketlere yol açabilir ve bölgesel kan banyosunu genişletebilir.

Ancak savaş çığırtkanları bizi susturamayacak. Yaygın protesto, reddetme ve grev eylemleri düzenleyecek ve teşvik edeceğiz.

İsrail-İran savaşını durdurun, Gazze'deki imha savaşını durdurun, ölüm hükümetini devirin!

Korumadan yoksun tüm topluluk ve mahallelerde, ihtiyaç duyulan korumaları ayrım gözetmeksizin derhal uygulamak için acil operasyon yapılsın.

Uygun olmayan kamu sığınaklarının derhal kapatılsın ve tüm sığınaklar halka açılsın.

“Arap Toplumu Acil Durum Merkezi”nin bütçe kesintisi iptal edilsin. Arap yetkililer için eşit ve tam bütçeleme. Sosyal hizmetlere yapılan yatırımlar büyük ölçüde artırılsın, savaş makinesini finanse etmek için tasarlanan kemer sıkma politikasına son verilsin!

Binaların güçlendirilmesi ve konut birimlerinin inşasını yavaş yavaş teşvik eden ve İnşaat şirketlerinin kâr çıkarlarına tâbi olan başarısız TAMA 38 planı çerçevesinde insan hayatlarını piyasanın insafına terk etmeye hayır!

Devlet tarafından tüm bölgelerde yeni kamu sığınakları inşa edilmesi ve geniş koruma programlarının teşvik edilmesi gerekiyor; bu programlar, savaş sırasında halkı soyan bankaların ve şirketlerin kârlarının kamulaştırılmasıyla finanse edilebilir.

Savaşı durdurmak, hükümeti devirmek ve ayrım gözetmeksizin herkese rehabilitasyon ve tazminat sağlamak için topluluklar arası, sınır ötesi bir mücadeleye evet -kapitalistlerin kontrolündeki hayati kaynakları kamulaştırarak bunları kamu mülkiyetine ve demokratik denetime devredip sosyal yatırımlara yönlendirelim.

Eşitlik, refah ve kişisel güvenlik için, sermayenin egemenliğine, işgale ve emperyalizme karşı, sosyalist değişim için mücadeleye evet.


     Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi