Content feed Comments Feed

ELN'DEN FARC-EP'ye dayanışma mesajı

9 Kasım 2011 Çarşamba

Kolombiya’nın ikinci büyük gerilla hareketi olan Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN), Alfonso Cano’nun ölümünün ardından bir dayanışma mesajı yayımladı. ELN tarafından yapılan açıklamada, “Kardeş örgütümüz FARC’a ve Cano’nun ailesine, Alfonso Cano’nun 4 Kasım günü eşitsiz bir kavgada düşmesi nedeniyle derin dayanışma duygularımızı ifade ederiz” denildi. Mücadelede düşmenin veya fiziksel varlığın sona ermesinin “görülmemiş bir şey” olmadığının belirtildiği açıklamada, “Hiçbir şey bizim barış, halkımızın refah ve mutluluğu ve ülkemizin bağımsızlığı idealleriyle mücadelemizi durdurmayacaktır” ifadeleri kullanıldı. Ulusal Kurtuluş Ordusu Merkez Komutanlığı imzası ile yayımlanan açıklama şu şekilde devam etti:

“Biz, Kolombiya oligarşisinin şeytani savaş ve terör mekanizması ile karşı karşıya olan ayaklanmış halkın bir parçasıyız. Biz gerilla güçleri, yarım yüzyıldan bu yana mülksüzleştirilmişlerin düşmanlarına karşı çatışmanın sıcaklığında, halk desteğinin sayesinde, mücadele arzumuzla ve devrimci inancımızın sağlamlığıyla geliştik. Alfonso Cano, hâlâ Manuel Marulanda Velez, Jacobo Arenas, Camilo Torres Restrepo, Manuel Vasquez Castaño, Manuel Perez Martinez ve gerilla yapılarımızın, devrimci mücadelenin karmaşık yolundan geçen başka gerilla örgütlerinin diğer birçok devrimci kadrosu ve halkın toplumsal adalet, eşitlik, demokrasi, bağımsızlık ve barış mücadelesinde yaşamlarını veren değişik toplumsal alanlardan oğulları ve kızları ile birlikte sokaklarda ve yollarda yürüyor.

Ülkemizin tarihi, yolun bu bölümünün, kavgada düşenlerin sorumluluklarını üstlenmek, onların yollarından yürümek için koşullara nasıl göğüs gereceğini bilen önemli sayıda kadronun arıtıcısı olduğunu göstermektedir.

Ne halk, ne de biz devrimciler, egemen sınıfın temsilcilerinin Konfüçyüsçü mesajlarına tutulmayız veya dün ve bugün geçici zaferleriyle övünen savaşçıların tehditlerinden gözümüz korkmaz.

Halkın devrimci mücadelesinin akıntısı, protestolar, mücadele ve isyancıların politik-askeri kavgası her gün büyüyor.

Sonucu göremeyen tüm diğer savaşçılar için görevimiz, devrimci davanın zaferi için mücadeleye devam etmektir.

Komutan Alfonso Cano; örneğini ileri taşıyacağız.”

Önceki yıllarda aralarında gerginik olan ve bu gerginlik çatışma düzeyine erişen FARC ve ELN, Alfonso Cano’nun öncülüğünde uzlaşmış ve iki hareket arasındaki gerginlik sona ermişti.


http://www.eln-voces.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1112:comunicado-publico&catid=26:artculos&Itemid=69 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü Kolektifi

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


FARC-EP lideri Alfonso Cano’unu geçtiğimiz Cuma günü Kolombiya ordusu tarafından yapılan bir askeri operasyonla öldürülmesinin ardından çok sayıda ülkeden kınama açıklamaları gelmeye devam ediyor.

Avustralya Komünist Partisi (CPA) tarafından yapılan yazılı açıklamada “Avustralya Komünist Partisi, FARC lideri Alfonso Cano’nun ve diğer gerillaların, ülkenin güneyindeki bir kampa yönelik bombalı saldırı sırasında katlinden dolayı büyük üzüntü ve öfkesini ifade eder” denilirken, Kolombiya Devlet Başkanı Santos’un silahlı çatışmayı kızıştırması ve Kolombiya’dan ve tüm dünyadan gelen müzakere çağrılarına kulak asmaması protesto edildi. Parti açıklamasında, 1980’lerde Yurtsever Birlik’in 5 binden fazla üyesinin öldürülmesinin, geride kalanlara hayatlarını kurtarmak için sürgüne gitmek ya da ülkedeki politik değişim arayışıyla silahlı mücadeleye katılmaktan başka seçenek bırakmadığı vurgulanırken, “CPA, ülkedeki çatışmanın sona erdirilmesine doğru ilk adım olarak, Kolombiya’da insani tutsak değişimine olan güçlü desteğini yineler. Kolombiya hükümetini, son hedeflediği alandaki askeri saldırılarını, sivil halkın can güvenliğini korumak adına sona erdirmeye çağırıyoruz” ifadeleri kullanıldı.

İspanya Komünist Halk Partisi (PCPE) tarafından yapılan yazılı açıklamada ise Alfonso Cano’nun, “Plan Kolombiya” ile Yurtsever Birlik üyelerinin öldürülmesiyle eş biçimde, CIA’in “paha biçilemez” yardımları ile katledildiği vurgulandı ve askeri saldırıların bir amacının da Kolombiya hükümetinin bir taktiği olarak Cauca halkının “terör ve korku yaratılarak” yerinden edilmesi olduğu belirtildi. Açıklamada, “FARC-EP’nin ayaklanması, devlet terörünü ABD Güney Komutanlığı ve MOSSAD’ın askeri teknoloji ile temin eden emperyalizmin kukla hükümetinden kurtuluş umudunu diri tutmaktadır. Komutan Cano, Kolombiya halkının adalet ve sosyalizm hakkı için savaşırken ölmüştür. Komünistler, yenilmez olan halkların ve ulusların kurtuluş tarihinin şimdiden bir parçası olan Alfonso Cano’nun ölümünün matemini tutuyor. Bir devrimciye, zaferin mutlaklığı ile şükranlarımızı sunuyoruz” denildi.

Cano’nun ardından açıklama yapan bir diğer parti olan Meksika Komünist Partisi ise, “Burjuvazinin ihtirasını ilke edinen halk düşmanları, oligarklar; halkın mücadelesine giren fevkalade insanların gücüne dair gerçekliği ve halkın, tarihteki cesur ve inançlı özgürleştirici devrimci rolünü üstlenmesi halinde yenilemeyeceği gerçekliğini reddediyor görünüyor” ifadelerini kullandı. Cano’nun “örnek bir devrimci” olduğunun vurgulandığı açıklamada, “Yıllarını, ordu destekli paramiliter katillere ve dünyanın en büyük teröristine, ABD ordusuna karşı eşsiz bir cesaret ve gözüpeklik ile savaşmaya harcayan bir kahraman olan Cano, FARC’ı yaratmadı, savaşı yaratmadı, devrimci mücadeleyi yaratmadı, ona katıldı ve örgüt içinde biçimlendi” vurgusu yapıldı. Açıklama özetle şu şekilde devam etti:

“Burjuva ihtirasıyla aptallaşmış ve öfkeyle körleşmiş soykırımcı Kolombiya hükümeti, FARC’ı yenememiş, sadece sosyal aktivistleri, sendikacıları, köylüleri, öğrencileri öldürmekten usanmış, Kolombiya’das binlerce köylünün savaşmak için eline silah almasına neden olan günlük geçim gibi savaşı devam ettiren sebeplerle mücadele etmek yerine gerillalara ve gerilla alanlarına alçakça saldırmıştır. İnsanlar ölümlüdür, şimdilik kutlama yapabilirler. Ancak devrimci mücadele ölümsüzdür; burjuvazi her şeyi yapmış, ancak onu öldürememiştir.”

Brezila Komünist Partisi tarafından yapılan açıklamada da “CIA desteği ve Güney Amerika hükümetlerinin sessiz suç ortaklığındaki Santos grubunca temsil edilen Kolombiya narko-terörist devletinin Alfonsu Cano’yu katletmesi, sosyal ve ekonomik adaletin eşlik ettiği bir demokratik barış sürecine öncülük edebilecek müzakere süreci olasılığını öldürecektir” denildi. Kolombiya’nın “Güney Amerika’nın İsrail’i” olarak tanımlandığı açıklamada, “Gerillalar büyük bir komutanı yitirdi, varlık nedenlerini değil” ifadeleri kullanıldı.


http://anncol.info adresinde yayımlanan açıklamalardan derlenerek çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü Kolektifi

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP), komutan Alfonso Cano’nun Kolombiya ordusu saldırısında kaybının ardından yazıl bir açıklama yaptı. Harekete yakınlığı ile bilinen Yeni Kolombiya Haber Ajansı’nın (ANNCOL) internet sayfasında yayımlanan açıklamada Cano’nun katledildiği kabul edilirken, gerillaların teslim olmasının söz konusu olmadığı belirtildi ve “mücadeleye devam” vurgusunda bulunuldu. Açıklamanın tam metni şu şekilde:



"Kolombiya oligarşisi ve onun komutanlarının, yoldaşımız komutan Alfonso Cano’nun ölümüne dair yaptığı açıklamanın haberini aldık. Bununla birlikte, ölümün coşkusuyla attıkları neşeli kahkahaları çınlıyor. Egemen çevrelerin bütün sesleri, bunun Kolombiya’da gerilla mücadelesinin sonu olduğu konusunda hemfikir.

Alfonso Cano yoldaşın kavgada can vermesinin temsil ettiği tek gerçeklik, dizlerinin üstünde yalvarmaktansa ölmeyi tercih edecek olan Kolombiya halkının ölümsüz gücüdür. Bu ülkenin mücadeleler tarihi, eşitlik ve adalet arayışında bileği asla bükülmeyen kadın ve erkek şehitlerle doludur.

Bu, Kolombiya’da ezilenlerin ve sömürülenlerin en büyük önderlerinden birinin yasını tuttuğu ilk sefer değil. Onların yerini, cesaret ve zafere olan mutlak inanç ile doldurması da ilk değil. Kolombiya’da barış, bir gerilla teslim oluşuyla gerçekleşmeyecek, ancak ayaklanmayı doğuran nedenlerin ortadan kalkmasıyla gerçekleşecek. Bu, devam edecek olan politik bir hattır.

Yoldaş ve komutan Alfonso Cano öldü. Siyasi çözüm ve barışa en tutkulu biçimde ikna olmuşken düştü. Komutan Alfonso Cano’nun anısına!

FARC-EP Merkez Komutanlığı
Kolombiya dağları – 5 Kasım 2011"

http://anncol.info/index.php?option=com_content&view=article&id=652:comunicado-de-las-farc-ep&catid=71:movies&Itemid=589 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.


Gerçeğin Günlüğü Kolektifi

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Immanuel Wallerstein, ABD'nin Irak'tan kesin çekilme tarihi olan 31 Aralık 2011'in, aynı zamanda Irak'taki yenilgisine de işaret eden tarih olduğunu düşünüyor. Wallerstein'a göre ABD, Irak'ta daha uzun süre kalmayı istiyor olsa da önünde bulunan pek çok önemli engelden dolayı çekilmek zorunda:


Şimdi resmileşti. Üniformalı tüm ABD birlikleri, 31 Aralık 2011 tarihi itibariyle Irak’tan çekilmiş olacak. Bunu açıklamanın başlıca iki yolu var. Birincisi, bu suretle 2008’de verdiği seçim sözünü tutuyor olduğunu söyleyen Başkan Obama’nınki. İkincisi, 31 Aralık sonrasında ABD güçlerinin bir kısmının Irak ordusuna “eğitimci” olarak kalmasına ihtiyaç olduğunu, ancak Obama’nın bunu yapmadığını belirterek onu kınayan Cumhuriyetçilerin başkan adayları. Mitt Romney’e göre Obama’nın kararı, ya salt bir politik hesap ya da düpedüz Irak hükümeti ile yaptığı pazarlıklardaki beceriksizliğinin sonucuydu.

Her iki açıklama da anlamsız ve yalnızca Amerikan seçimleri için kendini haklı gösterme çabasının ürünü. Obama, ABD’li komutanlar ve Pentagon ile tam bir birliktelik içinde ABD kuvvetlerini 31 Aralık’tan sonra Irak’ta tutmaya çalışarak en zorlu işine girişti. Başarısız oldu; beceriksiz olduğu için değil, Iraklı siyasi liderler ABD birliklerini ülkelerini terk etmeye zorladıkları için. Geri çekilme, ABD’nin Irak’taki, Vietnam ile mukayese edilebilir yenilgisinin zirvesine işaret ediyor.

Gerçekten ne oldu? En azından son 18 ay için, ABD’li yetkililer Başkan George W. Bush döneminde imzalanan ve birliklerin 31 Aralık 2011’de çekileceğini taahhüt eden anlaşmayı geçersiz kılmak için Iraklı yetkililerle ellerinden gelen en sıkı biçimde pazarlık ettiler. Başarısız oldular, ama çok asılmak istemedikleri için.

Özünde, ABD’nin en büyük destekçisi olan gruplar, CIA ile sıkı bağları herkesin diline düşmüş olan Ayad Allawi liderliğindeki Sünni gruplar ve Irak’ın Kürt devlet başkanı Celal Talabani’nin partisi. Her ikisi de hiç şüphesiz ki gönülsüz de olsa nihayet ABD birliklerinin ülkeyi terk etmesinin iyi olacağını söyledi.

ABD birliklerinin kalma işini halletme gayreti gösteren Iraklı lider, Başbakan Nuri el-Maliki’ydi. el-Maliki, açık biçimde Irak ordusunun düzeni sağlamaktaki yetersizliğinin, kendi pozisyonunu ağır şekilde zayıflatacak yeni seçimlere neden olacağına ve başbakanlığının muhtemelen sona ereceğine inandı.

ABD, geride bırakacağı birliklerin sayısını ikide bir azaltarak taviz üstüne taviz verdi. Eninde sonunda uzlaşmayı engelleyen çekişmeli konu, Pentagon’un, askerlerin (ve paralı askerlerin) ülkede işleyebilecekleri suçlara dair Irak yargısına karşı dokunulmazlığı konusunda ayak diremesiydi. Maliki, bu konuda anlaşmaya hazırdı, ama başka kimse değildi. Özellikle Sadr taraftarları, Maliki’nin anlaşması halinde hükümetten desteklerini çekeceklerini söylediler. Ve onların desteği olmaksızın, Maliki parlamentoda gerekli çoğunluğa sahip olmayacaktı.

Öyleyse kim kazandı? Çekilme, Irak milliyetçiliği için bir zaferdi. Ve Irak milliyetçiliğini somutlaştıracak kişi Muktada el-Sadr’dan başkası değil. el-Sadr’ın, çoğunlukla Sünni Müslüman karşıtlığı anlamına gelen Baas’a tarihsel olarak şiddetli biçimde karşıt durumdaki Şii hareketin lideri olduğu doğru. Ancak el-Sadr, kendisini ve hareketini ABD çekilmesinin müdafisi yapmak için uzun zamandan beridir bu başlangıçtaki duruşunun ötesine geçti., Irak’ın bağımsızlığının yeniden tesisini merkezine alan “Pan-Irak”çı bir milliyetçi cephe kurma umuduyla Sünni liderlere ve Kürt liderlere elini uzattı.

Maliki ve diğer birçok Şii politikacı gibi tabii ki el-Sadr da ömrünün büyük kısmını İran’da sürgünde geçirdi. Dolayısı ile el-Sadr’ın zaferi İran için de bir zafer midir? Hiç şüphesiz, İran, Irak içindeki itibarını iyileştirdi. Fakat, gerçekleşen şeyin Irak sahnesine egemen olmada İran’ın şu ya da bir şekilde ABD’nin yerini alması olduğuna inanmak büyük bir analitik hata olacaktır.

İranlı Şiiler ile Iraklı Şiiler arasında köklü gerginlikler mevcut. Evvela, Iraklılar, Şii inanç dünyasının manevi merkezi olarak her zaman İran yerine Irak’ı görmüşlerdir. Son yarım yüzyılda, jeopolitik alandaki dönüşümlerin, İran’daki Ayetullahların Şii inanç dünyasına hâkim gibi görünmelerine izin verdiği doğru.

Ancak bu, 1945’ten sonra ABD ile Batı Avrupa arasındaki ilişkiye olanla benzer. ABD’nin jeopolitik gücü, iki tarafın kültürel ilişkisinde bir değişimi zorladı. Batı Avrupalılar, ABD’nin politik egemenliğinin yanı sıra yeni kültürel egemenliğini de kabul etmek zorunda kaldı. Anlaştılar, fakat Batı Avrupalılar bunu hiçbir zaman sevmedi. Ve kültürel duruşta kendi patronluklarını yeniden kazanma arayışındalar. İran-Irak arasındaki de aynı şey.

Kamuoyuna yaptıkları açıklamalara karşın Obama da, Cumhuriyetçiler de Irak’ta yenilmiş olduklarını biliyorlar. Buna gerçekten inanmayan Amerikalılar yalnızca, ABD’nin jeopolitik anlamda her yerde galip çıkamayacağına nedense inanamayan ABD solcularının bir hizbi. Bu küçük ve azalmakta olan kesim, ABD’nin ciddi bir düşüşte olduğu gerçeğine göz yummak için sadece çok zaman harcamış durumda.

Bu grup, hiçbir şeyin değişmediğini, çünkü iki şey gerçekleştiren ABD’nin Irak’taki kilit oyuncusunu, Pentagon’dan Dışişleri Bakanlığı’na doğru rotasyona uğrattığını ileri sürüyor: ABD Büyükelçiliği’nin güvenliğini sağlamak için daha fazla bahriyeli göndermek; Irak polis gücüne eğitimci kiralamak. Ancak daha fazla bahriyeli göndermek güçlülük değil, zayıflıktır. Bu, iyi korunan ABD Büyükelçiliği’nin bile saldırılara karşı yeterince güvenli olmadığı anlamına gelir. ABD, daha fazla konsolosluk açma planını tam da bu nedenle iptal etti.

Eğitimcilere gelince, binlerce özel koruma tarafından “korunacak” 115 polis danışmanından bahsettiğimiz şeyi meydana getirir. Polis danışmanlarının, elçilik sınırlarının dışına çıkarken çok temkinli olacaklarına ve artık dokunulmazlıkları olmayacağı için yeterince özel koruma tutmanın zor olacağına sizi temin ederim.

Bir sonraki Irak seçimlerinin ardından Muktada el-Sadr’ın başbakan olursa kimse şaşırmamalı. Bu durumdan ne ABD, ne de İran memnun olacaktır.


http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2676 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP) lideri Alfonso Cano, Kolombiya ordusunun Cauca eyaletinde gerçekleştirdiği bombardıman ve silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.

Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos, bu sabah saatlerinde yaptığı açıklamada FARC önderinin öldürülmesini “ülke tarihinde örgüte vurulmuş en büyük darbe” olarak tanımlarken, FARC gerillalarını silah bırakmaya davet etti. Santos, “başarılarından” dolayı Savunma Bakanı Juan Carlos Pinzón’a, Kolombiya ordusuna, polise ve Hava Kuvvetleri’ne teşekkür ederken, zafer sarhoşu olmama uyarısında bulundu.

Kolombiya Savunma Bakanı Juan Carlos Pinzón da bu sabah gerçekleştirdiği basın toplantısında, Alfonso Cano’nun cesedinin fotoğrafını basınla paylaşırken, Cano’nun bedeninin Cauca eyaletinin Popayán şehrinde olduğunu belirtti.

Gerçek adı Guillermo León Sáenz olan 63 yaşındaki Alfonso Cano, Kolombiya’da bulunan Telesur (Venezüella Devlet Televizyonu; ç.n.) muhabirinin verdiği bilgiye göre 60 gün önce ülkenin orta batısındaki Tolima eyaletinden güney batısındaki Cauca eyaletine geçerken havadan takip edildi.

Kolombiya’da 1964 yılından bu yana silahlı mücadele veren FARC-EP, sosyalizm mücadelesi veriyor. Sık sık ABD’nin Kolombiya hükümetiyle ortak gerçekleştirdiği operasyonların hedefi olan FARC-EP’nin yaklaşık 18 bin gerilladan oluşan bir silahlı gücü bulunuyor.

http://www.telesurtv.net/secciones/noticias/99893-NN/divulgan-la-fotografia-del-cadaver-de-alfonso-cano/ ve http://www.telesurtv.net/secciones/noticias/99897-NN/santos-insta-a-las-farc-a-desmovilizarse-tras-muerte-de-alfonso-cano/#%C2%A0 adreslerinde yayımlanan haberlerden yararlanılarak hazırlanmıştır.

Gerçeğin Günlüğü Kolektifi

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Tunus’un geleceği ne olacak?

2 Kasım 2011 Çarşamba

Tunus, nesiller sonra ilk gerçekten özgür seçimlerini gerçekleştirdi. John Rees ile birlikte “Halkın Talebi: Arap Devrimlerinin Kısa Bir Tarihçesi” kitabının iki yazarından biri olan Joseph Daher, Tunus’un yeni politik görünümümü analiz etti ve ülkeyi neyin beklediğini sorguladı. Daher, seçimleri kazanan Raşid Gannuşi önderliğindeki Nahda’nın AKP ile benzerliklerine ve emperyalist ülkelere olan bağlılığına dikkat çekiyor:



Tunus, Ocak ayında Arap devrimlerinin başlamasından bu yana bölgedeki ilk seçimi gerçekleştirdi. Bu, ülkede 1956’dan bu yana sonucun önceden belirlenmediği ilk özgür seçim. Bu seçimin galibi yüzde 40 oy alan İslamcı Nahda partisi olurken, onu toplamda yüzde 30 oy alan merkez sol partiler Cumhuriyet İçin Kongre Partisi (CPR) ve Ettakatol izledi.

Nahda, ticari ve ekonomik ortakları ile yatırımcılara yakın zamanda istikrar ve Tunus’ta yatırım için iyi koşullar beklentileri olduğu güvencesini verirken, Ettakatol ve CPR ile koalisyon oluşturmayı düşünüyor.

Nahda, buna rağmen yakın zamanda, bazı Batılı ülkelerin, özellikle de Fransa’nın, kendisini Batı’ya ve Batı’nın çıkarlarına düşman olan köktenci bir parti olarak tanımlayan eleştirilerinin hedefi oldu. Tunus halkının kendi kaderini tayin hakkı, Nahda’yı sözüm ona aşırıcı şeklinde tanımlamaları gerçeklikten çok uzak olan ve son ana kadar Ben Ali diktatörlüğünü destekleyen bazı Batılı güçler tarafından eleştirilmekte. Nahda, Batı emperyalizmine ve kapitalist sisteme kesinlikle düşman değil.

Tunuslular, 33 bölgede toplam 217 kurucu meclis üyesini seçmek üzere kitlesel biçimde –seçmenlerin yaklaşık yüzde 90’ı- sandığa gitti. 1400’den fazla liste oluşturulmuştu. Her bir liste, ülkenin gençlerine daha fazla temsil imkânı vermek adına 30 yaşın altında bir aday içermek zorundaydı. Her listedeki isimlerin kadın ve erkek alternatifini sunması zorunluydu.

Bu seçimler, anayasa düzenleme sürecinde bir geçici başkan ve geçici hükümet belirlemenin yanı sıra, yeni anayasayı düzenlemekten sorumlu bir topluluk oluşturdu. Seçimlerde, 80’den fazla siyasi partiyi temsilen 11 binden fazla aday yarıştı. Birkaç bin aday da seçimlere bağımsız olarak katıldı.

Bu seçimler etrafındaki büyük beklentilere karşın sol partilerin birçoğu, ikinci geçici hükümeti deviren kitlesel halk hareketinin sonucu olan Kurucu Meclis’in, gelecek anayasada ve ülkenin manzarasında asgari değişimleri uygulayacak liberal, İslamcı ve merkez-solda yer alan başlıca partiler tarafından çalındığına inanıyor. Ancak Tunuslular, toplumlarında asgari değişimden çok daha fazlası için mücadele verdi.

Başlıca politik eğilimler

Bu seçimde, birtakım eğilimler öne çıktı. Seçimi kazanan Nahda, kampanyanın başından beri favoriydi. Türkiye’de iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) örneğinin takipçisi olacaklarını defalarca vurguladılar. Nahda, AKP gibi kapitalist sistemi destekliyor, Tunus’un borcuna ve mevcut ekonomik sisteme karşı çıkmıyor. Parti lideri Raşid Gannuşi, son beş ay boyunca şu anda daha yüksek maaş istemenin karşı devrimci bir talep olduğunu tekrar tekrar belirtirken, niyetlerini, uluslararası finans kuruluşlarıyla ve ABD ile çeşitli anlaşmalara riayet edileceği şeklinde açıkladılar.

Nahda, aynı zamanda Batılı güçlere ve son birkaç ayda ABD ve İngiltere ile ilerleyen görüşmelere ve ilişkilere de hasım değil. Tanınmış Siyonist senatörlerle ve meclis üyeleriyle (McCain, Lieberman, Ackerman vb.) ABD’de toplantılar düzenlediler. Nahda’nın bir temsilcisi, ABD temsilcisi ile gerçekleştirdiği toplantıda, İsrail’deki dini partileri, dini ve demokratik partilere örnek olarak gösterdi. Wikileaks belgelerine göre, partinin en önemli isimleri ve sözcülerinin bazıları, Ben Ali devrilmeden önce, onun adına birkaç yıldır Amerikalılar ile bizzat “diyalog”da bulunuyordu.

Parti; kendisini kampanya süresince düzenli olarak finanse eden Suudi Arabistan ve Katar gibi karşı devrimci ülkelerle çok iyi ilişkilere sahip. Bu durum partiye, başkent Tunus’un şehir merkezindeki parıldayan çok katlı binadan yoksun faaliyet sürdürürken, düzlemini hazırlamak için profesyonelce hazırlanmış karton kapaklı kitaplar verme, basın toplantılarında simültane çeviri için kablosuz kulaklıklar dağıtma, mitinglerdeki kalabalıklara ücretsiz olarak pet şişe sular verme, oyları toplamak için bazı bölgelerdeki seçmenlerinin Ramazan sofralarının ve düğünlerinin parasını ödeme şeklinde, çıkarcı ilişkilere dayanan bir ağ kurma olanağı sağladı.

Nahda’nın kadın haklarına yönelik tutumu da belirsiz. Partinin başı örtülü olmayan adayı Souad Abdel-Rahim’i öne çıkarırken, kadınların kazanım ve haklarını koruyacaklarını vurgularken, bununla birlikte erkekler ile kadınlar arasındaki ayrımı alenen savunan Selefi yazarların kitabını da destekledi.

İkinci eğilim, Ettakatol, Cumhuriyet İçin Kongre Partisi (CPR), İlerici Demokrat Parti (PDP) gibi farklı güçlere bölünmüş olan merkez sol. Bu siyasi partiler, yabancı yatırımı arttırmak için kuralları gevşetmeye hazırken, genel olarak asgari ücrette artışı destekliyorlar. Bunlar aynı zamanda uluslararası ve Avrupalı finans kuruluşları ile anlaşmaları bozmayı istemiyorlar ve Tunus’un borcunun meşruiyetini reddetme niyetleri yok.

Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) öncülüğündeki anti-kapitalist solun muhtelif bileşenleri ve radikal 14 Ocak Cephesi’nden geriye kalanlar, bu seçimlerde beceri gösteremediler. Bu eğilim, anti-kapitalist solun çeşitli eğilimlerini birleştirmedeki başarısızlığı ile karakterize edilmiştir. Aynı zamanda, sosyo-ekonomik ve politik sorunlar etrafındaki başlıca tartışmaları şekillendirmeyi de becerememiştir. Tunus’taki gerçek karşıtlık, devrimi devam ettirmeyi ve toplumda gerçek değişimi elde etmeyi isteyen halkla, küçük değişikliklerle statükonun korunması taraftarı olanlar arasındayken, tartışma, çoğu kez bunun yerine laiklik ve din arasındaki karşıtlık etrafında şekillenmiştir.

PCOT öncülüğündeki anti-kapitalist sol, eski rejimin baskı araçlarının kalıntılarının tasfiyesini savunurken, başlıca talepleri de borçların, Avrupa Birliği ve diğer finans kuruluşlarıyla yapılan anlaşmaların iptaliydi. Aynı zamanda bölgeler arasında bir eşit gelişim planını ve doğrudan demokrasiyi, ulaşım, sağlık ve iletişim alanlarında ücretsiz hizmeti ve “kültürel istisna” denilen insan hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konularda imzalanmış uluslararası sözleşmelerin uygulamasının ortadan kaldırılmasını destekliyorlar.

Pek büyük oranda oy almayan son eğilim, liberaller tarafından temsil ediliyordu. Bunlar, yeni politik çehrelerin yanı sıra, Ben Ali’nin eski partisi Demokratik Anayasal Birlik Partisi’nin (CDR) eski üyelerini de barındırıyor.

Özgür Yurtsever Birlik (FPU) bu liberallerin bir örneği. Birlik, geçmişte siyasete pek fazla bulaşmaksızın uzun yıllar yurtdışında yaşamış olan bir grup Tunuslu işadamı tarafından oluşturuldu. FPU, tanıtıma diğer tüm partilerden fazla para harcadı. Parti, piyasa ekonomisine dayanan bir bölgesel kalkınma modelini ve daha çok özel yatırımı kapsayan büyük projeleri savunan düzlemde ilerliyor. Parti kurucularından biri olan Imed Belkacem, defalarca kez FPU’nun, eski iktidar partisi olan CDR’nin dağılması ile boşalan merkez-sağ boşluğu doldurduğunu söyledi.

Devam eden toplumsal seferberlik


Bununla birlikte toplumsal durum, Ben Ali’nin devrilmesinden şimdiye kadar geçen dönemde, muhtelif geçici hükümetlerin artan toplumsal ve ekonomik problemleri çözmeye çalışacakları sözünü vermelerine karşın kötüleşti. Kayıtdışı çalışma ve karaborsa sürekli büyürken işsizlik de arttı. İşsizlik yardımları sadece birkaç hafta verildi ve işten çıkarmalar artıyor. Fiyatlar artmaya devam ederken tahıl, meyve ve sebze üretimi şiddetli biçimde düştü.

Toplumsal seferberlik sürmekte. Diplomalı İşsizler Birliği (UGU) ve diğer devrimci sol partiler, seferberliğin tam ortasında. UGU, Kasım ayının başında, 500 civarında üniversite mezunu ve işsizin katıldığı bir ulusal miting örgütledi. Başlıca talepleri, toplumsal ve ekonomik özgürlük etrafındaydı.

Ağustos ortasında solcular, sendikacılar, hukukçular ve UDC tarafından desteklenen ve bunlar tarafından öncülük edilen seferberlik zirveye ulaşarak başkent Tunus’ta on binden fazla göstericiyi topladı. Eski rejimin bazı temsilcilerinin, yargıçların ve mevcut başbakanın suç ortaklığı ile serbest bırakılmasını protesto ediyorlardı. Gösteri polis tarafından bastırıldı ve bir gösterici vurularak öldürüldü.

Sendika bürokrasisi, hükümetle ortaklaşa biçimde, yaptı –liberal siyasi partilerin ve İslamcı Nahda’nın desteğiyle- protestocuların öfkesini emme çabasıyla, şehrin kenar mahallelerindeki tecrit edilmiş alanlarda yeni bir gösteri çağrısı. 1000’den az gösterici topladılar. Tunus’un başka yerlerinde, Sfax, Sousse, Monastir vb. yerlerde protestolasr UGTT (Tunus İşçileri Genel Sendikası) merkezleri önünde devam etti.

Seçimden bir gün önce polis, ayaklanma sırasında güvenlik güçleri tarafından vurulan ve hükümetin kendisine temel tıbbi hizmet konusunda yardım etmesini talep eden genç bir adam tarafından Kasbah’da, hükümet konağının yakınında gerçekleştirilen oturma eylemine aman vermedi. Oturma eylemine ilaveten, yedi genç adam da seçimlerden bir hafta önce, geçici hükümetin kendilerinin temel sağlık ihtiyaçlarını gözetme konusundaki ihmalini protesto etmek amacıyla açlık grevine başladı.

On adam daha onlara katılmak üzere Kasserine ve Thala’dan başkent Tunus’a geldi, fakat hükümet, yaralıların ücretsiz tedavi için hastaneye yatırılmalarını reddetmeye devam ediyor. Hepsi, Ben Ali devrilmeden hemen önceki günlerde barışçıl protestolar gerçekleştirirken güvenlik güçleri tarafından vurulmuştu.

Belli başlı çeşitli partilerin söylemi; demokrasi, özgürlük, adalet, iyi yönetim ve hukukun üstünlüğüne yönelik retorik sadakati yineliyor, ancak bunu, geçtiğimiz yılın sonunda devrimlerine başlamalarından bu yana Tunus halkına taleplerini karşılayacak ve yerine getirecek hiçbir somut öneride bulunmadan yapıyor.

Bu belli başlı siyasi partiler, mevcut hükümete ve eski rejimin kalıntılarına meydan okumamaktalar. Bazı siyasi partiler (İşçi Birliği gibi) hâlâ yasaklıyken baskı devam ediyor. Mevcut hükümet, emperyalist Batı’yla ortak çalışırken ve onların politik ve ekonomik desteklerini isterken (Ekim’de Tunus Başbakanı M. Béji Caïd Essebsi öncülüğünde ABD’ye yapılan ziyarette görüldüğü üzere), geçmiş Ben Ali diktatörlüğü tarafından uluslararası alacaklılara yaratılan yasadışı borçları ödemeye de kendini adamış durumda. Bu hükümet, Üçüncü Arap Bloggerları Buluşması için Tunus’a gelecek 12 Filistinliden 11’ine vize vermeyi de reddetti.

Yeni Kurucu Meclis’teki siyasi partilerin çoğu, devrimin sosyal ve ekonomik yönlerini yok sayıyor. Tunus halkının, tüm haklarını elde etmek ve demokratik, sosyal ve anti-emperyalist Tunus’u görmek için süregiden devrimci süreçlerine devam etmeleri gerekiyor.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/51/15065 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Yazar ve bilim insanı Prof. Noam Chomsky, PublicServicesEurope.com’la yaptığı iki röportajın ilkinde uluslararası ilişkiler, jeopolitik, Arap Baharı ve Avrupa ve Amerika’yı saran ekonomik krize dair görüşlerini belirtti:

Geçmişte Amerika Birleşik Devletleri dış politikasının önde gelen eleştirmenlerinden biriydiniz. Göreve gelişinden bu yana bu alanda Başkan Barack Obama’nın performansı konusunda hangi görüşü benimsiyorsunuz? Sizin Usame Bin Ladin’in öldürülmesi operasyonuyla ilgili eleştirel bir tutum izlediğinizi biliyorum.

Eskiden, Anglo-Amerikan hukukunun masumiyet karinesi denilen ve mahkemede suçu kanıtlanana dek herkesin masum olduğuna dair bir kavram vardı. Bir şüpheli yakalandığı ve kolayca mahkemeye getirilebileceği vakit, ona öldürmek açık bir suçtur. Bu arada, Pakistan saldırısı aynı zamanda bir uluslararası hukuk ihlaliydi.

Yani, açık biçimde Obama’nın Beyaz Saray liderliğinde meydana gelen, CIA’in Yemen ve Pakistan gibi ülkelerdeki insansız hava aracı saldırıları için olası bir ahlaki gerekçe var mı?

Hedeflenmiş cinayetler için hiçbir gerekçe yoktur. Eski başkan döneminde devam eden şeyler vardı, ancak Obama yönetimi önceki yöntemleri, Amerika’nın terör eylemleri diye isimlendirdiği şeyleri gerçekleştirmesi için başkalarını cesaretlendirdiğinden şüphelendiği insanlara yönelik, küresel bir suikast kampanyasına doğru genişletti. ‘Terör eylemleri’ diye adlandırılan şeyler aynı zamanda oldukça ciddi sorular ortaya çıkarmaktadır ve bu bir olduğundan küçük göstermedir. Afganistan’da köyü Amerikan askerleri tarafından saldırıya uğradığında, köyünü korumak için tüfeğe sarılmakla suçlanan 15 yaşındaki çocuğun Guantanamo Koyu davası örneğini ele alalım. Terörizmle suçlandı ve toplam 8 yıl Guantanamo’ya gönderildi. Sekiz yıllık tutukluğun ardından, nerede ne olduğu sır değil, suçlu olduğu ileri sürüldü ve sekiz yıl daha cezaya çarptırıldı. 15 yaşındaki bir çocuğun terörizme karşı köyünü savunması mı terörizm?

Yani, potansiyel olarak, Obama’nın dış politika yaklaşımının belli alanlarda George W. Bush’unkinden daha kötü olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Devlet terörü açısından -ki ben bunu bu şekilde isimlendirirdim- evet demek zorundayım ve zaten bunlar askeri analistler tarafından da ifade ediliyor. Bush yönetiminin politikası, şüphelileri kaçırmak ve bildiğimiz üzere kendilerine pek de hoş davranılmayan gizli hapishanelere göndermekti. Fakat Obama yönetimi, o politikayı “Onları kaçırma! Ama onları öldür”e yükseltti. Şimdi bunların –Usame Bin Ladin olayında bile- şüpheli olduklarını hatırlayın. 11 Eylül saldırılarını planladığı ve organize ettiği akla yatkındır fakat “akla yatkın” ve “kanıtlanmış” iki farklı şeydir. Saldırılardan sonraki sekiz ay hatırlamaya değer, Nisan 2002’de, FBI Başkanı, basına yaptığı en ayrıntılı açıklamada, yalnızca, komplonun Bin Ladin tarafından gizlice Afganistan’da yapıldığını fakat Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya ve Amerika’da uygulamaya koyulduğuna inandıklarını söyleyebildi. Ancak o zamandan beri sağlam bir kanıt –en azından herkesin gözünün önünde- sunulmadı. Hükümet tarafından oluşturulan 11 Eylül komisyonunda oldukça makul surette akla yatkın dolaylı kanıt niteliğinde birçok materyal vardı, ama bu kanıtlardan herhangi birinin bağımsız bir mahkemede destekleneceği şüpheli. Ellerindeki kanıtlar onlara, bildiğimiz gibi kanıtları son derece acımasız koşullarda sorgulanan şüphelilere dayandıran hükümet tarafından sağlandı. Bağımsız bir mahkemenin böylesine kanıtları ciddi olarak değerlendirmesi oldukça düşük bir ihtimal.

Libya çatışmasını nasıl görüyorsunuz? Batılı güçler, özellikle de Avrupa müdahalesinde haklı mıydı?

İngiltere, Fransa ve ABD’den oluşan üç geleneksel emperyal güç, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ile hiçbir ilgisi olmayan biçimde iç savaşa isyancıların tarafında dahil oldu. Emperyal üçlünün uygun biçimde davranıp davranmadığı sorusunun ele alınması ve tartışılması gereken bir soru olduğunu düşünüyorum. Bu kesinlikle uluslararası açıdan destek gören bir hareket değildi. Demek istiyorum ki, uluslararası toplum olarak adlandırılmakta, ancak dünyanın büyük kısmı buna karşıydı. Libya bir Afrika ülkesi ve Afrika Birliği pazarlık ve diplomasi çağrısı yapıyordu, ancak kendilerine kulak asılmadı. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin –BRIC (dört ülkenin İngilizce isimlerinin baş harflerinden oluşan son dönem kısaltması; ç.n.) ülkeleri- o dönemlerde Çin’de bir toplantı gerçekleştirdi ve onlar da diplomasi ve pazarlık çağrısı yapan bir deklarasyon yayımladılar. Hatta Türkiye bile başlangıçta ilgisizdi ve Mısır bunu desteklemedi, Arap dünyasından neredeyse hiç destek gelmedi.

Gerçek soru şu: “Sivilleri koruma emri, diplomasi yoluyla uygulanabilir miydi?” Libya, büyük oranda bir kabile ülkesi ve kabileler arasında çok sayıda çatışma mevcut. Geçiş hükümeti, şeriat hukukuna katı bağlılık olacağını, kadınların haklarının yok sayılacağını ve buna benzer şeyleri şimdiden vurgulamış durumda. Bütün bunlar hakkında çok şey bilen pek az Batılı mevcut. Öte yandan, korkunç bir cani olan Kaddafi’den kurtulmak için çok büyük halk desteği vardı.

Zaman geçerken ve Suriye, İran gibi ülkelerdeki isyancılar Libya’daki ezilen yurttaşların kazanımlarından cesaret alırken genişleyen ve derinleşen bir Arap Baharı görüyor musunuz?

İran başka bir mevzu -acımasız bir yönetimi var, fakat koşulları çok farklı. Suriye’deki, şiddetli bir iç savaşa dönüşen aşırı korkunç bir durum. Kimse bunun üstesinden gelecek akla yatkın bir çözüm önermiş değil. Arap dünyasının büyük bölümünde, demokrasi yanlısı ayaklanmalar çok hızlı biçimde ezildiler. En uç radikal İslamcı devlet ve ABD ile İngiltere’nin en yakın müttefiki olan Suudi Arabistan’da zayıf protesto çabaları oldu ve bunlar çok hızlı biçimde ezildi –o kadar ki, insanlar tekrar sokağa çıkmaya korktu. Aynısı Kuveyt ve bölgenin –petrol bölgesinin- tamamı için de geçerli. Bu protestoların Suudiler öncülüğündeki işgal güçleri tarafından, hastanelerin basılması ve hastalar ile doktorlara saldırılması gibi çok korkunç yöntemlerle şiddetle ezilmesi öncesinde, Bahreyn’deki protestolara başlarda müsamaha gösterildi.

Mısır ve Tunus’ta kayda değer ilerleme oldu –ancak bunlar sınırlandı. Mısır’da ordunun, toplum üzerindeki kontrolünü gevşetmeye niyeti yok –ülkede şu anda özgür bir basın ve bağımsız biçimde örgütlenebilecek ve hareket edebilecek bir işçi hareketi olmasına rağmen. Tunus da bir emek aktivizmini tarihine sahip. Bu nedenle, demokrasi ve özgürlüğe doğru ilerleme, uzun vadeli militan aktivizmin doğuşu ile bir hayli yakından ilişkili. Bu, Batılıları şaşırtmamalı, çünkü Batı’da gerçekleşen tam olarak bu.

BRIC ülkelerinin yükselişi, Orta Doğu’daki istikrarsızlık ve Batı’nın reddedilişi ile birlikte önümüzdeki on yıllar boyunca jeopolitiğin nasıl vuku bulacağını öngörüyorsunuz?

ABD ve Avrupa kısmen farklı sorunlara sahipler. Şu apaçık ortada ki, Avrupa, daha yoksul ülkeleri zenginler ile birlikte bütünleştirme yönündeki göreceli insani yaklaşımda kısmen izi bulunabilir durumda olan epey ciddi finansal sorunlarla yüz yüze. Avrupa Birliği kurulmadan ve Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi daha fakir güney ülkeleri AB’ye girmeden önce, zengin gelişmiş ülkeler ile yoksullar arasındaki keskin farkları azaltmak çabaları vardı –Kuzey Avrupa işçileri, Güney’deki fakirleştirilmiş ve sömürülmüş işçi sınıfı ile rekabete girmek zorunda kalmayacaktı. Uçurumu tabii ki ortadan kaldırmayacak, ancak daha yoksul ülkeler, zengin kuzey ülkeleri üzerinde çok sert etkiler yaratmadan AB’ye girebilsinler diye uçurumu yeterli düzeyde giderecek telafi edici finansman sağlama ve başka önlemler vardı.

Avrupa bugün, görece yardımsever tutumunun ve Avrupa Merkez Bankası’nın olağanüstü bağımsızlığı ve anti-enflasyon politikalara –ki bunlar zayıflama ve durgunluk döneminde izlenecek politikalar değildir- sadakatle bağlanması gibi bazı çok ciddi sorunların hakkından gelmedeki başarısızlığının bedelini ödüyor. Avrupa, politikaların kısmen daha gerçekçi olduğu ABD gibi bunun karşıtını yapmalı.

Bu yeni dünya düzeninde –Batı egemenliğindense çok kutupluluğu yansıtması imkân dahilinde olan- ABD ve Avrupa’nın hangi rolü oynayacağını düşünüyorsunuz?

Avrupa ve ABD, hâlâ küresel ekonominin büyük bir parçası; bundan şüphe yok. Avrupa, kendi sorunlarını kendi çözebilirse seçenekleri var –ki ben ekonomi politikalarını değiştirmek zorunda kalacağını düşünüyorum. Avrupa’nın şu anda ihtiyaç duyduğu şey tasarruf programı değil, gelecekte borç sorununu çözebilmek için büyümeyi yeniden sağlayacak canlandırma paketi. Aynısı ABD’de de geçerli. Her iki bölgede, canlandırma programı için ol para var. Borcu yükseltebilir, fakat bu çok daha uzun vadeli bir problem. Toplumlarımızda bol miktada servet var; soru, bunun nasıl kullanılacağı.

Uluslararası ilişkiler yazınının tamamındaki müşterek konu, Batı’nın reddi olarak adlandırılan şey ve küresel iktidarın, yükselen güçler olan Çin ve Hindistan’a doğru bir kez daha yön değiştirmesi şeklindeki doğal sonuç. Çin’deki ekonomik büyümenin birçok bakımdan epey çarpıcı olduğu argümanı mantıksız –fakat bunlar çok fakir ülkeler. Kişi başına düşen milli gelir Batı’dakinin oldukça altında ve çok büyük iç sorunları mevcut. Ekonominin ana lokomotifi olarak nitelendirilen Çin, bugün hâlâ büyük ölçüde bir montaj fabrikası. ABD’nin Çin ile olan dış ticaret açığını katma değer bakımından tam olarak hesaplarsanız, rakamın yüzde 25 civarında düştüğü, Japonya, Tayvan ve Kore’yle ise yaklaşık olarak aynı oranda yükseldiği sonucunu bulacaksınız. Bunun nedeni parçalar, bileşenler ve yüksek teknolojinin ABD ve Avrupa’dan olduğu kadar çevresel, daha fazla sanayileşmiş toplumlardan Çin’e akması ve Çin’in bunların montajını yapmasıdır. Üstünde “Çin’den ithal edilmiştir” yazan bir iPad ya da başka bir şey satın aldığınızda, katma değerin çok azı Çin içinde kalır.

Çin, ilerleyen zamanlarda kesinlikle teknoloji basamaklarını tırmanacak –ancak bu zor bir tırmanış ve ülkenin, nüfus sorununun da aralarında olduğu çok ciddi problemleri var. Ülkenin büyüme periyodu, yirmilerinde, otuzlarında olan genç işçi nüfusundaki şişknlikle ilişkili, fakat bu değişiyor –kısmen, “bir çocuk” politikası nedeniyle. Gerçekleşecek olan şey çalışma çağındaki nüfusta düşüş ve yaşlı nüfusta bir artış. Çinliler kuşkusuz ki büyüyecek ve önem arz edecek, ama Hindistan, sefalet içinde yaşayan yüz milyonlarca insanla maddi olanakları daha da kısıtlı durumda. Dünya daha farklı bir hale geliyor ve daha farklı bir yüzyıl yaklaşıyor. BRIC ülkelerinin yükselişiyle, gücün yayılması yaklaşıyor. Amerikan gerilemesine gelirsek, bu 1940’larda başladı. ABD, gücünün zirvesine, inanılmaz bir güvenlikle dünyadaki servetin ve üretimin tam olarak yarısına sahip olduğu 1945’te ulaştı –tarihte buna benzer başka bir şey gerçekleşmemiştir. Çok hızlı biçimde düşüşe geçti ve sözümona “Çin’in kaybı” 1949’da gerçekleşti. Dünyaya hükmettiğimiz ve sahip olduğumuz durumu çantada keklik olarak görüldü. Çok kısa sürede “Güneydoğu Asya’nın kaybı” gerçekleşti. Çin içindeki savaşların ve Endonezya’daki darbenin sebebi bu.

Son on yılda, “Güney Amerika’nın kaybı” denen şeye şahit olduk. Güney Amerika, bağımsızlık ve bütünleşmeye doğru ilerlemeye başladı ve ABD, bölgedeki tüm askeri üslerden kovuldu. Ayrıca Latin Amerika, Güney Amerika, Afrika ve Orta Doğu’da oluşturulan birlikler mevcut. Batı ve müttefikleri, bunu kontrol etmeye gayretinde, ancak söz konusu durum devam ediyor. Ve Çin’de, Orta Asya ülkelerinin de dahil olduğu, Rusya, Hindistan ve Pakistan’ın ise gözlemci olarak bulunduğu Şanghay İşbirliği Örgütü var. ABD dışlanmış durumda ve bahse konu örgüt şu ana dek enerji temelli, ekonomi temelli bir uluslararası örgüt. Şimdiye dek bu, dünyadaki güç dağılımının bir başka parçası.

Amerikan düşüşü, önemli derecede bir kendi kendine yapma hali. 1970’lerden bu yana Batı ekonomileri keskin bir virajda. Tarih boyunca eğilim, büyüme ve iyimserliğe doğru olmuştur. Bu, üretimdeki kâr oranlarındaki düşüş nedeniyle ekonomide finansallaşma ve üretimin ülke dışına taşınmasına doğru bir yön değiştirmenin olduğu 1970’lerde değişti. Gerçekleşen şey, servetin tek noktada –bilhassa finansal sektörün çok küçük bir kesiminde- aşırı derecede yoğunlaşması, durgunluk ve nüfusun büyük bir kısmı için ekonomik gerilemeydi. Bugün “yüzde 99 ve yüzde 1” gibi sloganlarınız var. Rakamlar tamamen doğru değil, fakat genel tablo öyle. Tablo, çok az sayıda cepte olağanüstü düzeyde servete neden olmasından dolayı ciddi. Bununla birlikte, kapsadığı ülkeler için çok kötü. Şu anda tüm dünyada şahit olduğumuz protestolar bunun bir başka belirtisi.



http://www.publicserviceeurope.com/article/1047/professor-noam-chomsky-in-interview adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse-Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi