İsrail'in apartheid politikalarını ve aşırı sağcı hükümetini eleştiren Batılılar sıklıkla antisemitizmle suçlansa da, solcu ve sol-liberal İsrailliler yıllardır ülkenin faşizme sürüklenmesini yeriyor. Sosyal teorisyen ve çevirmen Alberto Toscano, Verso Books için kaleme aldığı yazısında faşizmin İsrail’in sömürgeci projesinin mantığına gömülü olduğunu savunuyor.
Batılı hükümetler tarafından yeşil ışık yakılan ve sayısız
insan hakları hukuku uzmanı tarafından açık bir ‘soykırım niyeti’ taşıdığı
ifade edilen İsrail Devleti’nin Hamas’ın 7 Ekim’deki El Aksa Tufanı saldırısına
misillemesi de birçok çevrede faşizmden söz edilmesine neden oldu. Birzeit
Üniversitesi Öğretim Üyeleri ve Çalışanlar Sendikası, yayımladığı ortak
bildiride ‘sömürgeci faşizmden’ ve ‘yerleşimci Siyonist politikacıların siyasi
çizgilerin ötesinde Araplara yönelik pornografik ölüm çağrılarından’ söz etti; İsrail
Komünist Partisi (Maki) ve sol koalisyon Hadash, kendi deklarasyonlarında ‘keskin
ve tehlikeli tırmanışın tüm sorumluluğunu faşist sağ hükümete yükledi’; bu esnada
Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro, Gazze’ye yönelik saldırıyı iklim
felaketi ve kapitalist kökleşmenin damgasını vurduğu ‘küresel 1933’te ‘hepimizi
tek kullanımlık sayan ilk deney’ olarak tanımladı. Bu satırları alıntılamak
bile, özellikle Boykot, El Koyma ve Yaptırımlar hareketi kisvesi altında İsrail
apartheidına karşı barışçıl uluslararası dayanışma aktivizmini kısıtlama
çabalarında önemli bir araç olarak hizmet eden IHRA’nın (Uluslararası Holokost
Anma İttifakı) antisemitizm tanımına muhtemelen ters düşmektedir.
Yine de son Netanyahu hükümetinde ve hatta genel olarak
İsrail toplumunda yeni başlayan bir faşizmin tanınması, ana akım olmasa da,
İsrail’deki kamusal söylemde kesinlikle öne çıkıyor gibi görünüyor, özellikle
de İsrail Yüksek Mahkemesi’nin övünülen özerkliğini ortadan kaldırmayı
amaçlayan son yargı reformlarına karşı protestoların ardından. Hamas
saldırısından dört gün önce Ha’aretz gazetesi ‘İsrail Neo-Faşizmi, İsraillileri
ve Filistinlileri Tehdit Ediyor’ başlığı altında bir başyazı yayımladı. Bir ay
önce 200 İsrailli lise öğrencisi, askere alınmayı reddettiklerini şu şekilde
ilan etti: "Şu anda hükümetçe kontrol edilen bir grup faşist yerleşimciye hizmet
edemeyeceğimize samimiyetle karar verdik.’ Mayıs ayında Ha’aretz’in bir
başyazısında ‘altıncı Netanyahu hükümeti totaliter bir karikatür gibi görünmeye
başladı. Totalitarizmle ilişkilendirilen neredeyse hiçbir hareket yok ki, aşırı
uçtaki üyelerinden biri tarafından önerilmemiş ve kimin daha tam faşist
olabileceğini görme yarışında, içerdiği diğer beceriksizler tarafından
benimsenmemiş olsun’ derken, başyazarlarından biri de ‘İsrail faşist devrimi’ni,
öldürücü ırkçılıktan zayıflığı hor görmeye, şiddet arzusundan
anti-entelektüalizme kadar kontrol listesindeki tüm maddeleri işaretleyerek
tanımladı.
Bu son polemikler ve öngörüler, çağdaş İsrail’de 'büyüyen
faşizm ve erken Nazizm’e benzer bir ırkçılık’ olduğunu yazan ünlü aşırı sağ tarihçisi
Ze’ev Sternhell ya da on yaşında Nazi Almanya’sından kaçan ve 2018’deki
ölümünden kısa bir süre önce şunları söyleyen gazeteci ve barış aktivisti Uri
Avnery gibi önde gelen entelektüeller tarafından öngörülmüştü:
“Filistinlilere karşı
hayatın hemen her alanında uygulanan ayrımcılık, Nazi Almanya’sının ilk
döneminde Yahudilere yapılan muameleyle karşılaştırılabilir. (İşgal altındaki
topraklarda Filistinlilere uygulanan baskı, Münih ihanetinden sonra “himaye”
altındaki Çeklere yapılan muameleye daha çok benzemektedir). Knesset’teki ırkçı
yasa yağmuru, hâlihazırda kabul edilenler ve üzerinde çalışılanlar, Nazi
rejiminin ilk günlerinde Reichstag tarafından kabul edilen yasalara büyük
ölçüde benzemektedir. Bazı hahamlar, Arap dükkânlarının boykot edilmesi
çağrısında bulunuyor. Tıpkı o zamanki gibi. ‘Araplara ölüm’ ('Judah verrecke'?)
çağrısı futbol maçlarında düzenli olarak duyuluyor.”
Elbette bu yeni bir benzetme değil. Hannah Arendt ve Albert
Einstein gibi isimler 1948’deki Deir Yassin katliamının ardından New York Times’a
bir mektup yazarak Herut’u (Netanyahu’nun Likud partisinin selefi) ‘örgütlenmesi,
yöntemleri, siyasi felsefesi ve toplumsal çekiciliğiyle Nazi ve Faşist
partilere benzeyen’ bir parti olarak kınamıştı.
Avnery ayrıca şu anki Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’i de
'iyi niyetli bir Yahudi faşist’ olarak nitelendirdi. Kendisini memnuniyetle ‘faşist
homofobik’ olarak tanımlayan Smotrich, Filistinlilerin ulus olma umutlarını ‘ortadan
kaldırmaya’ ve Nakba’yı tekrarlamaya yönelik kendi soykırım niyetinin teolojik
temellerini ortaya koymuştur. Bir röportajında şöyle demiştir:
“Joshua ben Nun (İncil’deki
peygamber) topraklara girdiğinde, orada yaşayanlara üç mesaj gönderdi: (yönetimimizi)
kabul etmek isteyenler kabul edecek; ayrılmak isteyenler ayrılacak; savaşmak
isteyenler savaşacak. Stratejisinin temeli şuydu: Biz buradayız, biz geldik,
burası bizim. Şimdi de üç kapı açık olacak, dördüncü kapı yok. Gitmek
isteyenlere -ve gidenler olacak- yardım edeceğim. Umutları ve vizyonları
kalmadığında gidecekler. Tıpkı 1948’de yaptıkları gibi. (...) Gitmeyenler ya
Yahudi devletinin yönetimini kabul edecekler-ki bu durumda kalabilirler-, gitmeyenlere
gelince, onlarla savaşacağız ve onları yeneceğiz. [...] Ya onu vuracağım ya
hapse atacağım ya da sınır dışı edeceğim.”
İsrail Devleti'nin
ilk yıllarında laik David Ben-Gurion için de ideolojik bir referans işlevi
gördüğü için Yeşu Kitabı’ndan bahsedilmesi dikkate değerdir. Eski Ahit’teki
yıkıma övgü, bugün de rahatsız edici bir şekilde yankılanmaktadır: “Yeşu
tepelerdeki, güneydeki, vadilerdeki, pınarlardaki bütün ülkeyi ve krallarını
vurdu; hiçbirini bırakmadı, İsrail'in Tanrısı Rab’bin buyurduğu gibi, soluk
alan her şeyi yok etti. Yeşu onları Kadeş-Barnea’dan Gazze’ye kadar ezdi” (Yeşu
11:40-41).
Ancak Netanyahu'nun ‘vaftiz babası’ olduğu faşizm sadece
köktendinci yerleşimcilere ve onların mülksüzleştirme stratejilerine (Smotrich’in
yerleşimci STK’sı Regavim’in devletteki derin kolları ve Filistinlilerin toprak
ve mülkiyet haklarına karşı yürüttüğü hukuk mücadelesi dâhil) indirgenemez;
Aynı zamanda, Hindistan ve ABD’de olduğu gibi İsrail’de de, çökmekte olan
metropol ‘elitlerine’ karşı ulusal-muhafazakâr seferberlikleri, kâr ve
ayrıcalığın acımasızca savunulmasıyla birleştirmekten mutluluk duyan
milyarderlerin ticari çıkarlarına ve yasama manevralarına sıkı sıkıya bağlıdır.
İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman, yakın zamanda verdiği bir
röportajda şu gözlemde bulunmuştur:
“İsrail Devleti'nin varlığını sürdürmesine yönelik en büyük
tehdidin ne olduğunu biliyor musunuz? Likud değil. Bölgede başıboş dolaşan
haydutlar bile değil. Kohelet Politika Forumu (ABD’li zengin bağışçılar
tarafından desteklenen muhafazakâr, sağcı bir düşünce kuruluşuna atıf). İsrail
tarafından benimsenmesi halinde onu bambaşka bir ülkeye dönüştürecek geniş bir
sosyal ve siyasi manifesto oluşturuyorlar. İnsanlara ‘faşizm’ dediğinizde
akıllarına sokaklarda dolaşan askerler geliyor. Hayır. Öyle görünmeyecek.
Kapitalizm hâlâ varlığını sürdürecek. İnsanlar -eğer diğer ülkelere girmelerine
izin verilirse- yurtdışına çıkabilecekler. İyi restoranlar olacak. Ancak bir
insanın kendisini rejimin iyi niyeti dışında koruyan bir şey olduğunu hissetme yetisi
-çünkü rejim uygun gördüğü şekilde onu koruyacak ya da korumayacak- artık
olmayacak. İsrail toplumu mevcut hükümeti kabul etmeye hazırdı. Likud’un zaferi
nedeniyle değil, en aşırı kanat herkesi peşinden sürüklediği için. Bir zamanlar
aşırı sağ olan bugün merkezde. Bir zamanlar uçlarda olan fikirler meşru hale
geldi. Alanı Holokost ve Nazizm olan bir tarihçi olarak bunu söylemek benim
için zor ama bugün hükümette neo-Nazi bakanlar var. Bunu, ideolojik olarak saf
ırkçı olan bakanları başka hiçbir yerde -ne Macaristan’da ne de Polonya’da- göremezsiniz.”
İçgörülerine rağmen bu pasaj, faşizmin yükselişine karşı
liberal İsrail polemiklerinin neyi paranteze aldığını da acı bir şekilde
gösteriyor. Yani Filistinliler. İsrail ve işgal altındaki Filistin’de askerler
sokaklarda dolaşıyor. İsrail egemenliğindeki milyonlarca insan yurt dışına
çıkamıyor. Ya da evlerine dönemiyor. Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar
Ben-Gvir gibilerin hiç tereddüt etmeden dile getirdikleri ‘saf’ ırkçılık, sersem
faşistler kadar kötü niyetli liberaller için de sömürgeci tahakkümü yapılandıran
ve yeniden üreten ırkçılığın bir ürünüdür.
Bill Mullen ve Christopher Vials’ın gözlemlediği üzere,
Siyah radikallerin ve Üçüncü Dünya anti-faşizminin yanı sıra yerli direnişinin
uzun vadeli gelenekleri bize şunu öğretmiştir: “Irksal olarak liberal
demokrasinin haklar sisteminin dışında kalanlar için ‘faşizm’ kelimesi her
zaman uzak ve yabancı bir toplumsal düzeni çağrıştırmaz. George Padmore’un 1930’larda
‘dünyanın klasik faşist devleti’ olarak nitelendirdiği Güney Afrika gibi
yerleşimci-sömürgeci ve ırksal faşist rejimlerde, Alman-Yahudi avukat Ernst
Fraenkel’in anatomisini çıkardığı ‘ikili devlet’in bir versiyonuyla
karşılaşıyoruz: egemen nüfus için ‘normatif devlet’ ve egemenlik altına
alınanlar için ‘herhangi bir yasal güvence tarafından denetlenmeyen sınırsız
keyfilik ve şiddet’ uygulayan bir ‘ayrıcalıklı devlet’. Angela Y. Davis'in 1970’lerin
başında ABD nüfusunun geri kalanı için devlet ırkçı terörünün nelere gebe
olduğuna atıfta bulunarak gösterdiği gibi, normatif ve ayrıcalıklı devlet
arasındaki sınır geçirgendir.
Bu durum bugün İsrail’de, hükümet bakanlarının savaş
bahanesini ‘ulusal morale zarar verebilecek ya da düşman propagandasına temel
teşkil edebilecek bilgileri yaydıklarına inandıkları takdirde polise sivilleri
tutuklama, evlerinden çıkarma ya da mallarına el koyma yetkisi veren
düzenlemeleri teşvik etmek’ için kullanmalarıyla açıkça görülmektedir. Faslı
Yahudi Marksist Abraham Serfaty’nin on yıllar önce Filistin’in kurtuluşu
üzerine hapishane yazılarında analiz ettiği gibi, Siyonist yerleşimci-sömürgeci
mülksüzleştirme, tahakküm ve yerinden etme projesinin merkezinde ‘faşist bir
mantık’ vardır. Bu mantık liberaller tarafından reddedilse de, temel
mekanizmaları tamamen ortadan kaldırılmadığı sürece, her krizde yeniden ve
şiddetle ortaya çıkmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İki devletli bir çözüm
istediklerini iddia eden ancak bunu asla gerçekleştirmeye niyetli olmayanların
ikiyüzlülüğüne karşı söylediklerinin de gösterdiği gibi, iktidardaki İsrail
aşırı sağı sessiz olanı birçok şekilde çok yüksek sesle söylüyor. İşgalin ve
Filistinlilere yönelik vahşetin normalleştirildiği ve tüm niyet ve amaçlar için
bitmez tükenmez olarak görüldüğü bir zamanda, faşist yerleşimci ve dinci sağ,
İsrail’i bir yerleşimci-sömürge projesi olarak imleyen yapısal şiddeti ve
insanlıktan çıkarmayı onaylama ve kutlama noktasına geldi -liberallerin
hafifletmeyi veya asgariye indirmeyi düşündüğü, ancak asla gerçek anlamda mücadele
etmediği bir proje. Bugün pek çok başka bağlamda olduğu gibi İsrail’de de
faşizmin yükselişi başlangıçta bir kırılma ya da istisna gibi görünebilir, ancak
bu yükselişin kökleri, gerçek kurtuluşu asla desteklemeyecek olan sömürgeci
liberalizm tarafından sağlanmaktadır.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-war-on-gaza-and-israel-s-fascism-debate
adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
0 Responses to Gazze savaşı ve İsrail’in faşizm tartışması (Alberto Toscano)