Content feed Comments Feed


İtalya merkezli Il Manifesto gazetesinden Roberto Ciccarelli, 90. yaşına giren İtalyalı düşünür Toni Negri ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Negri söyleşide, kapitalist stratejinin "galip" görünmesi, komünizmin güncel anlamı, işçicilik gibi konular üzerinde duruyor.



- Toni Negri, 90 yaşına bastınız. Bugün zamanınızı nasıl yaşıyorsunuz?

Gilles Deleuze'ün de benimkine benzer bir rahatsızlıktan mustarip olduğunu hatırlıyorum. O zamanlar bugün sahip olduğumuz destek ve teknoloji yoktu. Onu son gördüğümde, oksijen tüpleriyle dolu bir el arabasıyla dolaşıyordu. Gerçekten çok zordu. Bugün benim için de öyle. Bu yaşta geçen her günün bir gün daha eksik olduğunu düşünüyorum. O günü büyülü bir gün haline getirecek gücünüz yok. Güzel bir meyve yediğinizde, ağzınızda müthiş bir tat bırakması gibi. Bu meyve muhtemelen hayattır. Bu, onun en büyük meziyetlerinden biri.

 

-          - Doksan yıl, kısa bir yüzyıldır.

Birkaç kısa yüzyıl olabilir. Hobsbawm tarafından tanımlanan ve 1917'den 1989'a kadar süren bir klasik dönem vardır. Amerikan yüzyılı vardı ama o çok daha kısaydı. Bretton Woods'ta mali anlaşmalar ve dünya otoritesinin tanımlanmasından Eylül 2001'de İkiz Kulelere yapılan saldırılara kadar sürdü. Bana gelince; benim uzun yüzyılım ben doğmadan kısa bir süre önce Bolşevik zaferiyle başladı ve işçi mücadeleleri ile katıldığım tüm politik ve sosyal çatışmalarla devam etti.

 

-          - Bu kısa yüzyıl dev bir yenilgiyle sona erdi.

Bu doğru. Ama onlar tarihin sona erdiğini ve barışçıl küreselleşme döneminin başladığını düşünüyorlardı. Otuz yılı aşan bir zamandır her gün gördüğümüz üzere, bundan daha yanlış bir şey olamaz. Bir geçiş çağındayız ama aslında hep öyleydik. Gizliden gizliye de olsa kendimizi, sert bir karşılık verilen mücadelelerin küresel çapta yeniden canlanmasının damga vurduğu yeni bir dönemde buluyoruz. İşçi mücadeleleri; feminist, ırkçılık karşıtı, göçmenleri ve hareket özgürlüğünü savunan ya da ekolojik mücadelelerle giderek daha fazla kesişmeye başladı.

 

-          - Padova'daki kürsüye çok genç yaşta geldiniz. İtalyan işçiciliğinin (İtalyanca ‘Operaismo’ kavramının karşılığı olarak bu metinde ‘işçicilik’ kullanılacaktır; ç.n.) dergisi Quaderni Rossi'de görev aldınız. Marghera'daki petrokimya tesisinden başlayarak fabrikalarda bir araştırma yaptınız, temel çalışmalarda bulundunuz. Önce Potere Operaio'nun, ardından Autonomia Operaia'nın bir parçası oldunuz. Uzun İtalyan Altmış Sekizi ile başlayıp Torino'da Corso Traiano'daki zorlu işçi Altmış Dokuz'unu deneyimlediniz. Bu hikâyenin doruk noktasına ulaştığı politik moment neydi?


1970'ler, kapitalizmin kendi geleceği için bir strateji öngördüğü yıllardı. Küreselleşme yoluyla, endüstriyel emeği tüm değer birikimi süreciyle birlikte güvencesiz hale getirdi. Bu geçişte yeni üretici kutuplar tetiklendi: entelektüel emek, duygusal emek, dayanışma inşa eden sosyal emek. Yeni değer birikiminin temelinde elbette hava, su, canlılar ve sermayenin 60'lardan beri bildiği kâr oranının düşmesine karşı koymak için sömürmeye devam ettiği tüm ortak mallar da vardır.

 

-          - 1970'lerin ortalarından beri neden kapitalist strateji galip geldi?

Çünkü soldan bir yanıt gelmedi. Gerçekten de, uzun bir süre boyunca bu süreçler konusunda tam bir cehalet söz konusuydu. Yetmişli yılların sonundan itibaren, bu dönüşümün önemini göstermeye çalışan ve işçi hareketinin yeni toplumsallaşma ve siyasi ve kültürel örgütlenme biçimleri etrafında yeniden örgütlenmesini amaçlayan her türlü entelektüel veya politik güç, hareket bastırıldı. Bu bir trajediydi. İşte, kısa yüzyılın sürekliliği şu anda yaşadığımız zamanda ortaya çıkıyor. Solun, politik çerçeveyi sahip oldukları ile kenetleme iradesi vardı.

-          - Peki solun sahip oldukları nelerdi?

Güçlü bir imge ama o zamanlar zaten yetersizdi. Başka bir şey istediğinin farkına varmadan sanayi işçisi figürünü mitleştirdi. Agnelli'nin fabrikasında yer almak değil, onun şirketini yok etmek istiyordu; kimseyi köleleştirmeden başkalarına sunmak için araba üretmek istiyordu. Marghera'da kanserden ölmek ya da gezegeni yok etmek istemiyordu. Temel olarak Marx'ın Gotha Programının Eleştirisi'nde yazdığı şey budur: sosyal demokrasinin, metalaşmış emek yoluyla özgürleşmesine karşı ve emek gücünün metalaşmış emekten özgürleşmesi için. Komünist Enternasyonal'in -açık ve trajik bir biçimde Stalinizmle birlikte ve ardından giderek daha çelişkili ve şiddetli bir şekilde- aldığı yönün, devasa kitleleri harekete geçiren arzuyu yok ettiğine inanıyorum.

 

-          - Bu muharebe meydanında savaşan neydi?

Bir yanda kurtuluş fikri vardı. İtalya'da bu fikir Nazi faşizmine karşı direnişle aydınlanmıştı. Kurtuluş fikri, biz çocukların o zaman yorumladığı şekliyle Anayasa'nın kendisine yansıtılmıştı. Ve bu konuda, Katolik Kilisesi'nin İkinci Vatikan Konsili ile doruğa ulaşan toplumsal evrimini de hafife almayacağım. Öte yandan, İtalyan Komünist Partisi'nin sosyal demokrasiden miras aldığı, çeşitli kökenlerden Amendolalar ve Togliatticilerin gerçekçiliği vardı. Bunların hepsi 1970'lerde dağılmaya başlarken, bunun yerine yeni bir yaşam biçimi, komünist olmanın yeni bir yolunu icat etme imkânı vardı.

 

-          - Kendinizi komünist olarak adlandırmaya devam ediyorsunuz. Bugün bu ne anlama geliyor?

Genç bir adam olarak benim için anlamı şuydu: özgür olmak, daha az çalışmak ve birbirimizi sevmek için iktidarı fethedeceğimiz bir geleceği bilmek. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi burjuva kavramlarının işbirliği, dayanışma, radikal demokrasi ve aşk sloganlarıyla gerçekleştirilebileceğine ikna idik. Biz böyle düşündük ve böyle davrandık, sola oy veren çoğunluk da böyle düşündü ve bunu var etti. Ancak dünya tahammül edilemezdi ve şu anda da tahammül edilemez; birlikte yaşamanın temel erdemleriyle çelişkili bir ilişkisi vardır. Yine de bu erdemler kaybolmaz, kolektif pratikle kazanılır ve üretkenlik fikrinin dönüşümüne eşlik eder ki bu da daha az zamanda daha çok mal üretmek ya da daha yıkıcı savaşlar çıkarmak anlamına gelmez. Aksine, herkesi doyurmaya, çağdaşlaştırmaya, insanları mutlu etmeye hizmet eder. Komünizm; mülkiyet, sınırlar ve sermaye üçlüsüne karşı savaşan neşeli, etik ve politik bir kolektif tutkudur.

-          - İşçilerin otonomi hareketine yönelik baskının ilk anı olan 7 Nisan 1979'da gerçekleşen tutuklama bir dönüm noktasıydı. Farklı nedenlerle, bana göre, yıllarca süren coşkun bir güvence kampanyası, hareketlerin militanlarıyla, bir grup cesur entelektüelle, radikal partiyle yürütülen eşsiz bir gazetecilik vakası, "manifesto" tarihi için de bir dönüm noktasıydı. Sekiz yıl sonra, 9 Haziran 1987'de, sürekli değişen ve asılsız suçlamalardan oluşan kale yıkıldığında, Rossana Rossanda bunun "telafisi mümkün olmayan bir şey için geç kalınmış, kısmi bir telafi" olduğunu yazdı. Tüm bunlar bugün sizin için ne ifade ediyor?


Her şeyden önce, hiçbir zaman inkâr edilmemiş bir dostluğun işaretiydi. Rossana bizim için inanılmaz cömertlikte bir insandı. Belli bir noktada o da dursa bile: PCI'nın (İtalya Komünist Partisi; ç.n.) geldiği hali, PCI'ya yakıştıramıyordu.

                                         

-          - Ne hale gelmişti?

Bir zalim. Kendisini içine soktuğu pisliği kınayanları katletti. O yıllarda ona bunu söyleyen çok kişi vardı. İşçi sınıfını, öğrenci hareketini, kadınları, sosyal, politik ve demokratik tutkuların kendilerini örgütlediği tüm yeni biçimleri dinlemekten geçen başka bir yol vardı. Dürüst, temiz ve kitlesel şekilde bir alternatif önerdik. Büyük fabrikaları, okulları, nesilleri kapsayan devasa bir hareketin parçasıydık. PCI'nın bitişi, terörist aşırılıkların doğmasına neden oldu: bu şüphe götürmez. Her şeyin bedelini ağır bir şekilde ödedik. Ben tek başıma toplam on dört yıl sürgün ve on bir buçuk yıl hapis yattım. Manifesto her zaman masumiyetimizi savundu. Benim ya da Autonomia'dan diğerlerinin Aldo Moro'yu kaçıranlar ya da yoldaşların katilleri olarak görülmesi tamamen aptalcaydı. Bununla birlikte, cesur ve önemli olan bu masum mücadelede önemli bir husus geride bırakıldı.


-          - Hangi husus?

PCI ve DC (Hıristiyan Demokrat Parti; ç.n.) arasındaki tarihi uzlaşmaya karşı çok daha geniş bir hareketten siyasi olarak sorumluyduk. Bize karşı sağcı polis tepkisi vardı ve bu anlaşılabilir bir durum. Ancak PCI'nın buna verdiği cevabın kapsamını anlamak istemiyorduk. Temel olarak, sınıfın siyasi ufkunun değişeceğinden korkuyorlardı. Eğer bu tarihsel meseleyi anlamıyorsanız, bugün İtalya'da bir solun var olmamasından nasıl şikâyet edebilirsiniz?

 

-          - 7 Nisan ve “Calogero teoremi” denilen şey, solun azımsanmayacak bir kısmının adaletçiliğe ve yargı gücüne siyasi temsilciye dönüşmesi yönünde bir adım olarak değerlendirildi. Böyle bir tuzağa düşmek nasıl mümkün oldu?

PCI, ahlaki mücadelenin merkeziliğini ekonomik ve siyasi mücadele ile değiştirdiğinde ve bunu kendi alanına çekilen yargıçlar aracılığıyla yaptığında, yolculuğunu sonlandırdı. Gerçekten de sosyalizmi inşa etmek için adaletçiliği kullandıklarını mı düşünüyorlardı? Adaletçilik, burjuvazinin en sevdiği şeylerden biridir. Hukukun, hapishanenin ya da polisin alttakilere karşı sınıfsal kullanımını görmemizi engelleyen yıkıcı ve trajik bir yanılsamadır. O yıllarda genç yargıçlar da değişti. Önceden çok farklıydılar. Onlara "saldırı praetorları" (İtalyancada ‘yüksek idari yetkili’ anlamında kullanılan, aynı zamanda Sezar’ın muhafızlarına verilen isim; ç.n.) deniyordu. Benim de çalıştığım Demokrasi ve Hukuk dergisinin ilk sayılarını hatırlıyorum. İçimi sevinçle dolduruyorlardı çünkü kitle adaletinden bahsediyorduk. Sonra adalet fikri çok farklı bir şekilde geriletildi, yasallık ve meşruiyet kavramlarına geri getirildi. Ve yargıda artık siyasi bir bildirim değil, sadece akımlar arasında hizalanmalar oldu. Ardından bugün, artık ülkenin gerçekliğine bile uymayan bir kurallar paketine indirgenmiş bir anayasamız var.

 

-          - Hapishanede siyasi mücadeleye devam ettiniz. 1983 yılında cezaevinde Il Manifesto tarafından yayımlanan "Devrimi Hatırlıyor musunuz" başlıklı bir metin yazdınız. İtalyan 1968'inin özgünlüğünden, 1970'lerdeki hareketlerin "öncü yılları"na indirgenemeyeceğinden söz ediliyordu. O yılları nasıl yaşadınız?

Bu belge biraz utangaçlıkla önemli şeyler söylüyordu. Sanırım az önce bahsettiğim şeyleri aşağı yukarı söylüyor. Zor bir dönemdi. İçerideydik, bir şekilde dışarı çıkmamız gerekiyordu. İtiraf edeyim ki, o büyük acılar içinde Spinoza üzerine çalışmak, içine kapatıldığımız saçma kasveti düşünmekten daha iyiydi benim için. Spinoza hakkında büyük bir kitap yazdım ve bu bir tür kahramanlık eylemiydi. Hücremde beşten fazla kitap bulunduramazdım. Ve sürekli özel hapishaneler değiştirdim: Rebibbia, Palmi, Trani, Fossombrone, Rovigo. Her seferinde yeni bir hücrede, yeni insanlarla. Günlerce bekledim ve baştan başladım. Yanımda taşıdığım tek kitap Spinoza'nın Etika'sıydı. Şans, 1981'de Trani'deki isyanda özel kuvvetlerin her şeyi yok etmesinden önce, metnimi bitirdim.

 

-          - 1983 yılında parlamentoya seçildiniz ve birkaç aylığına hapisten çıktınız. Sizi cezaevine geri gönderme kararı aldıkları ve Fransa'da sürgüne gitmeye karar verdiğiniz ana dair ne düşünüyorsunuz?

Bunun acısını hâlâ çok çekiyorum. Tarihsel ve tarafsız bir yargıda bulunmam gerekirse, ayrılmakta haklı olduğumu düşünüyorum. Fransa'da kuşaklar arası ilişkiler kurma konusunda faydalı oldum ve eğitim aldım. Félix Guattari ile çalışma fırsatım oldu ve dönemin tartışmalarına girmeyi başardım. Sans Papiers'in (Sans Papiers yani ‘kâğıtsızlar’, oturma ve çalışma izni olmadan yaşayan göçmenlere verilen isimdir; ç.n.) hayatlarını anlamamda bana çok yardımcı oldu. Ben de öyleydim; kimlik kartım olmamasına rağmen öğretmenlik yaptım. Paris 8 Üniversitesi'nden yoldaşlarım bana yardımcı oldu. Ama başka açılardan, kendime, yanıldığımı söylüyorum. Hayatımın en güzel yıllarını, isyanları ve dört yıllık önleyici gözaltı sürecini beraber yaşadığım yoldaşlarımı cezaevinde bıraktığım gerçeği beni derinden sarstı. Onlardan ayrılmak beni hâlâ incitiyor. O cezaevi, sevgili yoldaşlarımın ve çoğu zaman ailelerinin hayatlarını mahvetti. Doksan yaşındayım ve kendimi kurtardım. Bu beni o dram karşısında daha dingin yapmıyor.


-          - Rossanda da sizi eleştirdi…

Evet, benden Sokrates gibi davranmamı istedi. Ben de sonumun filozof gibi olma riskini göze aldığımı söyledim. Hapishanedeki raporlar yüzünden ölebilirdim. Pannella beni maddi olarak hapisten çıkardı ve sonra beni dünyadaki bütün suçlardan sorumlu tuttu çünkü geri dönmek istemedim. Beni aldatan pek çok kişi vardı. Rossana o zaman beni uyarmıştı ve belki de haklıydı.

 

-          - Bunu yaptığı başka bir zaman var mıydı?

Evet, 14 yıllık sürgünden sonra 1997'de Paris'ten İtalya'ya dönmememi söylediğinde. Ayrılmadan önce onu son kez ulusal Orta Çağ müzesi olan Cluny Müzesi'nin yakınındaki bir kafede gördüm. Uçağa binmemi önlemek için beni zincirlemek istediğini söylemişti.

 

-          - O zaman neden İtalya'ya dönmeye karar verdiniz?

1970'lerdeki tüm yoldaşlar için bir af için mücadele ettiğime ikna olmuştum. Sonra çift meclis vardı, bu mümkün görünüyordu. 2003'e kadar altı yıl hapis yattım. Belki de Rossana haklıydı.

 

-          - Bugün onunla ilgili ne hatırlıyorsunuz?

Onu en son Paris'te gördüğüm zamanı hatırlıyorum. Çin'e yaptığım seyahatler için endişelenen, zarar göreceğimden korkan çok tatlı bir arkadaşımdı. O zaman ve her zaman harika bir insandı.

 

-          - Kızınız Anna Negri, bu hikâyeyi sevdiklerinizin ve başka bir neslin gözünden anlatan "Tarihe Dolanmış Bir Ayakla" (DeriveApprodi) kitabını yazdı.

Anna, Francesco ve Nina adında üç muhteşem çocuğum var ve onlar yaşananlardan tarifsiz acılar çektiler. Bellocchio’nun  Moro ile ilgili dizisini (Yönetmen Marco Bellocchio’nun 2003 yılı yapımı olan ve Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılışını, kaçırma eylemini gerçekleştirenlerden birinin gözünden anlatan ‘Günaydın Gece’ isimli filminden bahsediyor ancak muhtemelen Giovanni Bianconi’nin yönetmenliğindeki aynı isimli ve aynı konudaki 2002 yapımı dizi ile karıştırmakta; ç.n.) seyrettim ve bu inanılmaz trajediden benim sorumlu tutulmama hayret etmeye devam ediyorum. Okula giden ilk iki çocuğumu düşünüyorum. Birileri onları bir canavarın çocukları olarak gördü. Bu çocuklar öyle ya da böyle muazzam olaylara maruz kaldılar. İtalya'dan ayrıldılar ve geri döndüler, o uzun kışı birinci şahıs olarak yaşadılar. En azından onları bu duruma sokan ebeveynlerine karşı biraz öfke duyabilirler. Benim de bu hikâyede belli bir sorumluluğum var. Tekrar arkadaş olduk. Bu benim için muazzam güzellikte bir hediye.

 

-        - Doksanlı yılların sonunda, yeni küresel hareketlere ve ardından savaşa karşı, Michael Hardt ile birlikte "İmparatorluk" ile başlayarak güçlü bir tanınırlık elde ettiniz. Uzmanlaşmaya, gerici ve elitist fikirlere geri dönüşün yaşandığı günümüzde felsefe ve militanlık arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Bu soruya cevap vermek benim için zor. Bana bir opera yaptığımı söylediklerinde cevap veriyorum: Opera mı? Farkında mısınız? Yüksek sesle gülüyorum. Çünkü ben filozoftan çok bir militanım. Bu birilerini güldürecek ama ben kendimi Papageno gibi görüyorum.

 

-          - Ama hiç şüphe yok ki birçok kitap yazdınız.

Kendimi felsefe ve militanlık arasında bulduğum için şanslıydım. Hayatımın en iyi dönemlerinde sürekli olarak birinden diğerine geçiş yaptım. Bu benim, kapitalist iktidar teorisiyle eleştirel bir ilişki geliştirmemi sağladı. Marx'a odaklanarak Hobbes'tan Habermas'a geçtim, Kant, Rousseau ve Hegel'den geçtim. Uğraşılacak kadar ciddi insanlar. Öte yandan Machiavelli-Spinoza-Marx çizgisi gerçek bir alternatifti. Tekrar ediyorum: benim için felsefe tarihi, Platon'dan Heidegger'e kadar tüm Batı kavrayışını burjuva uygarlığıyla harmanlayan ve böylece işlevsel kavramları iktidara aktaran bir tür kutsal metin değildir. Felsefe kültürümüzün bir parçasıdır, hizmet ettiği şey için, yani dünyayı dönüştürmek ve daha adil hale getirmek için kullanılmalıdır. Deleuze, Spinoza'dan bahsetmiş ve onu Masaniello (Napoli Krallığı’nda, Habsburg İspanyası’na karşı gerçekleşen 1647 İsyanı’na liderlik etmiş olan balıkçı; ç.n.) rolünde sunan ikonografiye devam etmişti. Keşke bu benim için de doğru olsaydı. Doksan yaşıma gelmiş olsam bile felsefeyle bu ilişkiyi sürdürüyorum. Militanlığı yaşamak daha zor, yine de bir sürgün durumunda yazmayı ve dinlemeyi başarıyorum.

 

-          - Bugün hâlâ sürgünde misiniz?

Kısmen evet. Ama bu farklı bir sürgün. Bu, içinde yaşadığım iki dünyanın, İtalya ve Fransa'nın çok farklı hareket dinamiklerine sahip olmasına bağlı. Fransa'da, bugün yeniden keşfediliyor olsa bile, işçiciliğin geniş bir takipçisi yoktu. Fransa'daki sol hareket her zaman Troçkizm ya da anarşizm tarafından yönlendirildi. Doksanlı yıllarda, Futur Antérieur dergisiyle, arkadaşımız ve yoldaşımız Jean-Marie Vincent ile birlikte, solculuk ve işçicilik arasında bir dolayımlama bulduk: yaklaşık on yıl boyunca işe yaradı. Ama bunu çok dikkatli şekilde yaptık. Fransız politikası hakkındaki kararı Fransız yoldaşlara bıraktık. Dergide İtalyanlar tarafından yazılan tek önemli başyazı, İtalyan mücadelelerine çok benzeyen '95 yılındaki büyük demiryolu işçileri greviyle ilgili olandı.

-          

            - Bugün işçicilik neden küresel bir yankı uyandırıyor?

Çünkü diyalog kurduğu diğer eleştirel kültürlerde olduğu gibi direniş ve mücadelelerin yeniden başlaması ihtiyacına yanıt veriyor: feminizm, politik ekoloji, postkolonyal eleştiri gibi. Ve hiçbir şeyin ya da hiç kimsenin kirişi olmadığı için. Bazılarının kendilerini kandırdığı gibi, hiçbir zaman PCI’nın tarihinde bir bölüm olmadı. Bilakis, iktidarı işveren, mal sahibi ve kapitalist kutup etrafında bir araya getiren kusursuz bir sınıf mücadelesi fikri ve bir egemenlik eleştirisidir. Ancak iktidar her zaman bölünmüştür ve alternatifi yokmuş gibi göründüğünde bile her zaman açıktır. Frankfurt Okulu ve onun son açılımları tarafından tahakküm ve otoritenin bir uzantısı olarak ortaya konan iktidar teorisinin tamamı, ne yazık ki baskın olmaya devam etse de yanlıştır. İşçilik, bu acımasız okumayı tahrip eder. Bir çalışma ve düşünme tarzıdır. Hareket halindeki geniş kitleler tarafından yapılan tarihi aşağıdan ele alır, açık ve üretken bir diyalektik içinde tekilliği arar.

 

-          - Francesco d’Assisi’ye (Hıristiyanlığın saygı duyulan figürlerinden İtalyan aziz; ç.n.) sürekli yaptığınız atıflar beni her zaman etkilemiştir. Azize olan bu ilginiz nereden geliyor ve komünist olmaktan duyduğunuz mutluluğun bir örneği olarak neden onu seçtiniz?

Küçüklüğümden beri sevgi kelimesini kullandığım için bana gülündü. Beni bir şair ya da kandırılmış bir insan zannettiler. Öte yandan, sevginin her zaman insanlığı bir arada tutan temel bir tutku olduğunu düşündüm. Yaşamak için bir silaha dönüşebilir. Savaş sırasında perişan olmuş bir aileden geliyorum ve bana bugün hâlâ yaşayan sevgiyi öğrettiler. Francesco temelde, burjuvazinin kendisini dönüştürme ve insanların birbirini ve yaşamayı sevdiği bir dünya yaratma olasılığını kavradığı bir dönemde yaşayan bir burjuvadır. Ona yapılan gönderme, benim için Machiavelli'nin Ciompi'sine yapılan gönderme gibidir. Francesco, mülkiyete karşı sevgidir: tam da 1970'lerde yapabileceğimiz şey, bu gelişmeyi tersine çevirmek ve yeni bir üretim biçimi yaratmaktı. Francesco hiçbir zaman yeterince filme alınmadı ve Fransiskanlığın İtalyan tarihinde sahip olduğu önem de yeterince dikkate alınmadı. Bundan bahsediyorum çünkü sevgi ve neşe gibi kelimelerin siyaset diline girmesini istiyorum.

 

https://ilmanifesto.it/il-secolo-breve-di-toni-negri adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.

0 Responses to Toni Negri 90 yaşında: “Negri’nin kısa yüzyılı” (Söyleşi)

Yorum Gönder

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi