Marksist düşünce dergisi Viewpoint Magazine, Şubat 2018’de yayımlanan Emperyalizm dosya konulu sayısında “Emperyalizme karşı enternasyonalizm” başlıklı editoryal bir metne yer verdi. Metin, özellikle Türkiye içinde anti-emperyalizm tartışmaları yoğunlaşırken “nasıl bir anti-emperyalizm” sorusuna yanıt arıyor ve "devrimci yenilgicilik"in gerekliliğine vurgu yapıyor.
1917 Rusya’sında emperyalizm, gündelik yaşamın içinde somut bir güçtü. Orduya çağrılmak ve başka bir yere gönderilmek, cephe için birilerinin tahılını istemek, savaş sanayisinin gereksinimleri ve disiplini için birinin işinin yoğunlaştığını fark etmek –bunlar, halk sınıflarındakilerin Büyük Savaş’a ilişkin deneyimleriydi ve bu deneyimleri emperyalizm sorunu ile ifadelendirmek, Bolşeviklerin siyasal yetenekleriydi. Aslında, 1917 boyunca Lenin ve partinin geri kalanı tarafından benimsenen kilit politik pozisyonlar, çeşitli ölçülerde, savaşın emperyalist karakterine dair görüşlerine ve onların tutarlı sarsılmaz savaş karşıtlıklarına dayanıyordu. Bu sebepledir ki, ikili iktidarın olduğu durumda meşruiyetini sürdürebilen Geçici Hükümet ve onun katılımcıları değil Sovyetler oldu. Bu durum, Temmuz Günleri’nde Bolşeviklerin, belirleyiciliği “Kornilov Olayı”nda ve nihayetinde Ekim’de tekrar tekrar kanıtlanmış olan askerleri örgütlemeye yaptıkları vurgunun nedenini açıklamıştır. Ve Lenin’in 1914’te bile krizin kokusunu alması, şüphesiz ki 1905 Rus Devrimi ve onun öncesindeki Rus-Japon Savaşı arasındaki bağlantıyı anlaması kesinlikle rastlantı değildi.
Tabii ki Avrupa’nın başka yerlerinde, Birinci Dünya Savaşı uluslar-arasıcılığın (enter-nasyonalizmin) belirli bir türünün sınırlarını ortaya koymuştu. Komünist devrim, Marx ve Engels için bir dünya olgusu ve proletarya evrensel bir sınıf olarak anlaşılıyorken, proletaryanın kendisi ulusu ile bölünmüştü; Batı Avrupa’da ulusal kapitalist sınıfları yaratan tarihi yansıtıyor ve politik stratejilerini ulus-devlet düzeyinde konumlandırıyorlardı. Birinci ve İkinci Enternasyonal’ler çeşitli ulusal proletarya kesimlerini koordine etme yolları idiler, fakat bir dünya siyasi projesi ile onun öznesi varsayılan şeyin bilinçli biçimdeki ulusal karakteri arasındaki gerilim varlığını sürdürecektir. Bu durum, José Aricó’nun yazdığı gibi şuna neden olmuştur:
“sosyalist harekette, biçimsel enternasyonalizmle de facto/fiili gündelik milliyetçilik arasında giderek derinleşen yarık. Böylelikle, proletaryanın “evrenselliği” her zaman –bilinçli ya da bilinçsiz olarak- belirli “ulusal” merkezleri –emekçi kitlelerin devrimci enerjilerinin en çok yoğunlaştığı yer neresi idiyse-, sınıfın evrensel niteliklerinin evi olarak görmeye dönüştürüldü: önce İngiltere, sonra Fransa, bunun sonrasında Almanya ve son olarak Rusya.” (1)
Marx’ın kendisi, özellikle İrlanda’nın İngiltere ile sömürge ilişkisine ve bu ilişkinin her iki ülkedeki sınıf mücadelesindeki sonuçlarının analizlerine dair yazarak ulusal ve evrensel arasındaki ilişkiye dair Hegelci bir tarih felsefesinin kalıntılarını taşıyan bu düşünüş biçimini giderek artan biçimde sorgulayacaktır. (2) Bununla birlikte, 1914’te İkinci Enternasyonal’de eleştirel olmayan nesnel milliyetçiliğin hâkimiyeti, emperyalist şiddete yönelik sosyal demokrat desteğin yaygın biçimde rasyonalize edilmesine sebep oldu; buna göre tekil kapitalist devletler, bunların sözde tarihsel önemlerinden dolayı, tarihsel olarak ilerici olan sınıf mücadelesi adına savunulmalıydı: Almanya’da savaşa verilecek destek, Çarlık’ın gerici gücüne karşı mücadele olarak, Fransa’nın Almanya’ya karşı “Cumhuriyet savunusu” mücadelesi, Alman feodalizminin geri adımına yönelik olarak düşünülebilirdi.
Rusya, nihayetinde proleter devrimin evrensel olabilirliğini gösteren özgün bir vak’a olarak düşünülecektiyse, bu kesinlikle 1917’den çok önce ya da 1917 süresince değildi. İronik biçimde gerçek şu ki, Rus devrimcilerinin bile ülkelerini “geri” olarak kavramaları, onların potansiyel devrimci zaferlerini, kendi kendine tüm insanlığı özgürleştirecek çığır açan bir dünya tarihsel gerekliliği olarak görmeleri şeklindeki öngörüsüzce hatadan alıkoyacaktı. Aksine, milliyetçiliğe yatırım yapmamak, Lenin’in emperyalizme dair, proletaryanın rekabet halindeki güçler arasında saf tutması için bir neden olmadığı şeklindeki stratejik düşüncesini geliştirebilmesine temel oluşturmuştu. Lenin, emperyalizmi, devletlerin yeni pazarlar, kaynaklar ve sermaye ihracı için yeni alanlar mücadelesinin parçası olarak doğrudan savaş açacak kadar ulusal tekelci sermayedarlarına minnettar olacakları biçimde, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesinden kaynaklanan bir çatışma olarak teorize eder. Nitekim Büyük Savaş bir fırsat sunmuştur: kapitalistler arası çatışma, proletarya kesimlerinin, “emperyalist savaşı iç savaşa” dönüştürmesine imkân verecek türden krizler yaratacaktır. Bir başka deyişle emperyalizmin, çeşitli ulusal sınıf mücadeleleri ve bu mücadeleleri bütün uluslarda güçlendirmesi üzerindeki etkileri ile kavranması gerekiyordu; ülkelerin işçi sınıflarının, işçileri ve köylüleri kanlı değirmene tahıl yapan ve sadece sermaye için olabilecek bir savaşı desteklemek yerine kendi egemen sınıflarının yenilgisini desteklemeleri daha iyi olacaktır. Gerçekten de, Şubat Devrimi’nin başarısından ve Bolşeviklerin zaruri politik kazanımından sonra bile, Lenin bu hattı savunarak şunları ileri sürecekti: “Devrimci savunmacılığa en ufak bir taviz vermek sosyalizme ihanettir, enternasyonalizmden tamamen feragat etmektir; hangi güzel cümleler ve ‘kullanışlı’ değerlendirmeler ile meşrulaştırıldığının bir önemi yok.” (3)
Zira iki ayrı enternasyonalizm eğiliminin, kapitalizmin emperyalist karakterine karşı net cevaplar olarak kendilerini işçi hareketi içinde açıklığa kavuşturmaları Büyük Savaş sırasında gerçekleşti: birincisi, milliyetçi destek ayakları, çelişkili bir biçimde emperyalist savaşla suç ortaklığı yaratmış olan enter-nasyonalizm; ikincisi, Michael Hardt ve Toni Negri’nin aşağıdaki alıntıda “anti-milliyetçi” bir enternasyonalizm olarak isimlendirdikleri şey:
“enternasyonalizm; ulus-devletlerin, kapitalist sömürünün baş failleri olduğunun ve çokluğun, sürekli olarak anlamsız savaşlara asker olarak sürüldüğünün farkına varan aktif kitlesel öznenin arzusuydu –kısacası; ulus-devlet, çelişkileri arıtılamayacak, ancak ve ancak yok edilebilecek bir siyasi formdu. Enternasyonal dayanışma, gerçekten de ulus-devletin yıkılması ve yeni bir küresel topluluğun inşası için bir projeydi.” (4)
Bu ikinci görüşte, emperyalizme karşı olan bir enternasyonalizm, onun uluslar zinciri şeklindeki halini yansıtmanın ötesine geçmelidir; bu tam da, sınıf mücadelesi, politik kriz ve uluslararası ihtilaf şeklindeki çelişik fenomenlerin, 20. yüzyılın ilk proleter devriminin çatlaklarından sızacağına dair ikinci görüşün zayıf halkasından bahseden Lenin’in görüşüydü. Bolşevikler; emperyalizmi, kapitalizmden farklı fakat ondan ayrılamaz bir olgu olarak kabul ederek, onun konjonktürdeki sınıf güçlerinin ilişkisindeki gerçek etkilerini hesaba katabilir ve başka bazılarının almayı arzuladığı savaş karşıtı politik pozisyonu geliştirebilirler.
Bu iki enternasyonalizm kavrayışı ve emperyalizm sorunu arasındaki her yöne çekilebilir ilişki, yüzyılın geri kalanı boyunca tekrar tekrar meydana çıkacaktı. Ancak ilginç biçimde, bizi bugüne getiren bu aradan geçen zamanın etkisi, emperyalizm ve enternasyonalizm kavramlarını anlaşılmaz hale getirmesi oldu. Bu, emperyalizmin kendisinin dünya işçileri için mevcut olmadığını söylemek değildir; günlük olarak drone saldırıları ya da askeri işgalle yüz yüze kalanlar, ülkelerinin kamu borçlarının ya da dış yaptırımların ağırlığıyla ezilenler, sürekli olarak ülkelerinin savaşlarına sürülen askerler, sınırları geçmek için yaşamını riske atanlar ya da sınırlarda alıkonulanlar; diğer birçokları arasında kesinlikle emperyalizmin varlığını yaşarlar. Ama bilfiil bu varlığın özgüllüğünü yeniden kavramsallaştırmak ve dahası, stratejik ve enternasyonalist bir yanıt yaratmak tüm bu deneyimlerde neyin iş başında olduğu hakkında birlikte düşünmek anlamına gelecektir. Eğer emperyalizm bugün tek bir olguya indirgenemez durumda ise (Dünya Savaşı ölçeğinde devasa bir olguya bile), bunun nedeni aynı anda hem her yerde var olup hem de dağılmış görünmesidir. Öyleyse, bir yandan emperyalizmin tanımlanmasını daha zor hale getirirken diğer yandan onu güçlendiren tarihe rağmen bugünün açıklamasını nasıl yaparız?
Soğuk Savaş sonrası dönem kesinlikle, eski egemenlik ve toplumsal iktidar biçimlerinin parçalanması arasında bile yeni politik ve ekonomik bağımlılık biçimlerini analitik olarak algılamak ve merkeze koymak için birtakım girişimler yarattı. Bazıları diğerlerinden daha hevesli olan bir tarihsel çalışmalar grubu, bu çalışmalar emperyalizmin kesin karakterini, amaçlarını ve etkilerini açıklamaya çalışmak konusunda farklılık gösterse de emperyalizmin varlığını sürdürüyor ve iyi durumda olduğunu göstermiştir. (5) Mevcut amaçlarımız için, emperyalizmin hem şimdiki tarifindeki yerini hem de komünist pratikteki her türlü anti-emperyalist perspektif için olasılıkları anlamak doğrultusunda birkaç engeli çözümleyebiliriz.
Yukarıda işaret edildiği şekilde, birincisi, muhtelif yöntemlerle yeniden düzenlenmiş olsa da ulus-devletin, “postkolonyal kapitalizm” ya da “kapitalist küreselleşme” adı altında geçerliliğini sürdürmesi. (6) Modern kapitalist birikim ve parasallaşmasına işaret eden eşitsiz coğrafyalar, katmanlı zamansallıklar ve çeşitli emek rejimleri, bugün kesinlikle uluslararası düzeni dönüştürmüştür; fakat birçok devletin rolü ve faaliyet alanı, kapitalist üretim ve yeniden üretimin usul ve gereksinimlerine uyacak şekilde yeniden çizildi ve senkronize edildi. Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın çoğunda, karşı-devrimin ortasında anti-sömürgeci ya da yerli hareketlerinden devlet inşası süreçlerine geçiş ve dünya pazarına entegrasyon, daha önceki anti-emperyalizmin gruplaşmalarının ve bunların ulus-formuna bel bağlamalarının zorluklarını göstermiştir. (7) Elbette bu hareketlerin birçoğu anti-emperyalist siyasete önemli kavrayışlar sağlamıştır ve bunların çoğu, ulusal kurtuluşu, uluslararası komünist devrim için konjonktürel bir basamak olarak amaçlayan unsurlar içermektedir. Ama birçok postkolonyal ya da gelişmekte olan ülke, kapitalist blokun ekonomik anlaşmalarına ya da siyasi oluşumlarına dâhil edildiğinden –önemli çatışmalar, krizler ve şiddet olmaksızın değil- Güney-Güney işbirliğine dair radikal tahayyüller soldu. (8) Tabii ki, böylesi bir birleşme Friedmancı “düz dünya” (ABD’li neo-con/yeni muhafazakâr köşe yazarı Thoms Friedman’ın yazdığı “Dünya Düzdür” isimli kitaba gönderme yapılıyor; ç.n.) yanılgısından daha rengârenktir. ABD’nin hedef tespit teknolojilerinin ihtişamı –İran ve Zimbabve’ye yönelik yaptırımlar, Küba’ya ambargo, Filipinler, Türkiye, Lübnan ve Filistin’deki gruplardan oluşan terör listesinin yanı sıra sınırsız saldırganlık- bizi, kapitalist egemenlik biçimlerinin özgünlüklerinin, modern emperyalizm ve sömürgeciliğin çatlamış tarihiyle nasıl izlenebileceğini incelemeye çağırıyor.
Etkin bir proletarya enternasyonalizmini yeniden harekete geçirme mücadelesi, bir dizi örgütsel ve ideolojik kılıflar edinmiş olan sağ milliyetçiliğin saldırgan yükselişi tarafından daha aciliyet taşır hale getiriliyor. Bu sağa yönelimin belirginleşmiş ideolojik biçimi, Kuzey’de bölgesel egemenlik mantığında algılanan aşınmaya ve etno-ulusal halkın melezleşmesine yanıt olarak kısıtlayıcı göç ve ticaret politikaları çevresinde dönen teşvik edilmiş bir “sahiplenici milliyetçilik”tir. (9) Bu yerlici dürtülere karşı uzun süreli bir savaşın, “özellikle Avrupa ve ABD’deki sosyal demokrat ya da sol-liberal partilere sızdıklarında- ilki, birçok bakımdan ikincisinin geri çekilmesini sağlayan göçmenlik ve emperyalizm arasındaki bağı güçlendirmesi gerekecektir. Bu noktada, komünist siyaset için göçmenlik mücadelelerinin zengin mirasını, güncelliğini ve devingenlik, denetleme ve mülksüzleştirme sorunlarının bugün nasıl emperyalist dinamiklerin göbeğinde olduğunu merkezleştirebiliriz. Göçmenliğin politik ve toplumsal, gayriresmî ve resmî alanları, araştırmaya açık bir alan olarak duruyor. Etienne Balibar’ın 40 yıldan fazla bir zaman önce işaret ettiği üzere, “göçmenliğin sebep ve etkilerine dair somut bilinç, emperyalizmin anlaşılması doğrultusunda çift yönlü bir kılavuz ipidir”, “işçilerin kurtuluşu için mücadelenin mutlak koşulunu her zamankinden daha çok enternasyonalizme dönüştüren” bir metodolojik bağlantıdır. (10) Bu, anti-emperyalizmin taktik dağarcığını ve stratejik ufkunu tekrar gözden geçirmeye dair pratik gerekliliği ortaya koyar. Yaklaşık 20 yıl süren “teröre karşı savaş” –Orta Doğu’daki insanların refahına ve içerideki Müslümanlara yönelik savaşa dair bir örtmece lafı- özellikle içerideki hegemonyasının gitgide sığlaşmasının ortasında ABD’nin şiddeti ABD kara güçlerininkinden başka biçimler alırken, “canavarın karnındaki” savaş karşıtı ve anti-militarist aktivizm için zorlu bir yumru olduğunu kanıtladı. Irak işgaline karşı gerçekleştirilen ve kayda değer bir halk seferberliği özelliği taşıyan devasa gösterileri takiben 2005 sonrasında savaş karşıtı hareketin zayıflaması –ya da yok olması- üstüne düşünülmesi gereken kritik bir olaydır. İnsanlı ya da insansız hava bombardımanının aynı anda birçok yerde bulunması, ayaklanma karşıtı operasyonların yaygın ve çoğu kez örtülü doğası, ABD’nin vekil ülkelerinin çoğalması ve sıkı finansal bağlar, ABD imparatorluğunun askeri çatışmalarını, belki de emperyalizmin en görünür tezahürü olarak asimetrik fakat sürekli bir mevcudiyet haline getirdi. Buna karşı sürdürülebilir bir mücadele, birçok cephede koordineli olarak verilmelidir. Yakın zamandaki kitlesel protesto deneyimleri, güçlü bir savaş karşıtı hareketin –yeniden ortaya çıkarsa- bunu değişmiş bir şekilde ve toplumdaki baş kaldıran diğer güçlerle yakın ilişki içinde, söylemsel ve stratejik erişimlerinin genişlemesi ile yapacak. Militarize edilmiş sınır güvenliğine ve baskıcı göçmenlik politikalarına karşı üst düzey örgütlü direniş, Standing Rock ve başka yerlerdeki çevreci/maden karşıtı kampanyalar ve Uluslararası Kadın Grevi girişimleriyle (Latin Amerika’dan gelen yeni bir feminist enternasyonal çağrısının yankısı olan) güçlendirilen yeni doğmuş koalisyonlar ve aktivist çevreler, aklı başında toplumsal mücadelelerden neo-kolonyal ve emperyal sınırlar boyunca mücadele alanlarını birbirine bağlayan bir “halk tabanlı anti-emperyalizm” inşası potansiyeline işaret ediyor. Bunun, önde gelen ekonomik ve finansal kuruluşlara doğrudan karşı koyan “zirve hoplayıcısı” (summit-hopping karşılığı; küresel güçlerin bir araya geldiği zirvelerde gerçekleştirilen ‘renkli’, ‘neşeli’ gösterileri tanımlarken kullanılmakta; ç.n.) gösterilerin militanlığında örneğini gösterdiği şekliyle ya da Dünya Sosyal Forumlarına katılan sivil toplum örgütlerinin paralel kurumlar inşası ve ulus ötesi ağlar oluşturması ile alternatif küreselleşme hareketlerinin amaç ve hedeflerini nasıl değiştirdiğini görebiliriz. (11) Sınırlar arasındaki koordinasyon ve dayanışma sorunlarına daha uygun bir yaklaşım, politik örgütlenmenin, yer değiştirmenin maddi uygulamalarına nasıl bağlı olduğunu irdelemek zorunda kalacak ve yerel kaygıların bile çoğu zaman küresel iş gücünün ortaklaşma ve ayrışmalarına yol açtığını fark edecektir. (12) Ücretli proletaryanın, Göran Therborn’un “avam tabakası” ya da “halk sınıfları” olarak adlandırdığı daha çeşitli toplumsal ittifaklar ve birliklere yol açtığı sınıf mücadelesindeki dönüşümler, anti-emperyalist seferberliğin nasıl görünebileceğine dair işaretler vermiştir: bunlar istikrarsız bir bölgeye kadarı uzanırken karmaşa, birleşme ve uzlaşmazlık yükselişlerini birbirlerine zincirleme şeklindeki yeni stratejiler. (13)
Bugün, emperyalizm kavramını ve sorununu yeniden konumlandırmak gerekmektedir. İşçi sınıfının herhangi bir yerel eklemlenmesinde emperyalizmin etkilerinin esasını kavramadan bir devrimin –ulusal bile olsa- mümkün olmadığını kabul etme hususunda Lenin ile hemfikiriz. Ve dahası, komünizmin amacı için bir ulusal devrimin yeterli olmayacağı konusunda da tabii ki hemfikiriz. Kısacası, emperyalizmi enternasyonalizme hem bir engel hem de düşman olarak görüyoruz ve dolayısıyla enternasyonalizme, işçi sınıfı mücadelesinin kendisinin bünyesinde oluşturulacak bir konumlanış olarak bakıyoruz. Buradan hareketle, yaklaşımımızı basitleştirme riski altında, bugün emperyalizmi sorgulamanın, onu sınıf kompozisyonu sahasına getirmek olduğunu ileri sürüyoruz. Bu, ne Marksizmin karmaşık tarihinin ve emperyalizme ilişkin yaygın mücadelenin reddedilmesine ne de onun uğraklarından birinin tekrarına yol açamaz. Viewpoint’in altıncı sayısında, bunun yerine, geçmişin ve bugünün tarihsel değerlerini, mücadele eserlerini ve teorik girişimlerini bir araya getirme olanağı arayışındayız. Dolayısıyla ne burada sunulan konumlanışların hepsini “onaylıyoruz” ne de Amerikan imparatorluğunun içinden emperyalizme karşı çıkma sorunu şeklinde yerleşik bir görev olan bu sayımızda yer almamış olabilecek konumlanışları reddediyoruz; 21. yüzyılda emperyalizme karşı uzun vadeli düşünme ve mücadele çalışması için materyal olarak bu katkıları sunmaktan gurur duyuyoruz.
Bu yaklaşımın sistematikliğini abartmayacağız; bu yolda ilerlemek bir zar atmayı zorunlu kılar. Bu, tarihi yerden almayı ve sonra tekrar geri bırakmayı içerebilir; görünüşte ilgisiz bir çalışmaya yöneldiğimizde ya da sonrasında siyasi bir toplantıda sıkıcı bir konuyu tartıştığımızda önemini kavramamız için aniden bize çarpabilir. Burada sunduğumuz kategoriler farklı bir şekilde sunulabilir ve mevcut sayıya dâhil olan çeşitli konu ve başlıklar, günümüzde talep edilen emperyalizm kavramının kemik boşluğunu doldurmak için kesinlikle yeterli değildir. Eksik resmedilen edilen ya da resmedilmeyen göçmenlik ve göçmenliği kuşatan mücadeleler; ekolojik emperyalizm ve iklim suçu; Çin’in ve ekonomik ağırlığı ile politik önemi büyüyen diğer ülkelerin rolü; “aşırı sömürü” yapılanmaları, eşitsiz mübadele, neoliberal emek arbitrajı; savaşın değişen doğası –konvansiyonel, nükleer ya da başka-; savaşın ve devlet idaresinin bir aracı olarak ABD ve AB yaptırımları; maden çıkarma ve diğer çevresel tehditlerin rolü; yerleşimci sömürgeciliğin devam eden varlığı ile etkileri ve elbette daha fazlası. Her zamanki gibi, Viewpoint’in bu sayısının sadece başlangıç olmasını umuyoruz. Bu çalışmalar, daha teorik ve politik çalışmalar için bir temel olabilirse bundan memnun olacağız. Ve eğer başkaları, bizim ve yazarlarımızın bir kenara koymak zorunda kaldıklarımızı tamamlamaya mecbur olursa, bu eksikliklerin bile bir hikâyesi olacaktır.
(1) José Aricó, Marx and Latin America, trans. David Broder (Chicago: Haymarket, 2014).
(2) Kolja Lindner, “Marx’s Eurocentrism: Postcolonial studies and Marx scholarship,” Radical Philosophy 161 (May–June 2010).
(3) V.I. Lenin, The Tasks of the Proletariat in Our Revolution, 1917. (Türkçesi için bkz. V.I. Lenin, Nisan Tezleri, Agora Kitaplığı)
(4) Michael Hardt and Antonio Negri, Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000), 49. (Türkçesi için bkz. Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları)
(5) David Harvey, Ellen Meiksins Wood, Robert Brenner ve son zamanlarda John Milios Dimitris P. Sotiropoulos burada akla gelir; ayrıca John Smith’in son çalışmasına, Utsa and Prabhat Pantnaik’in süregelen katkılarına, Samir Amin’in girişimlerine ve Monthly Review çevresinde kümelenen diğer çabalara bakınız. Salar Mohandesi ve Jerome Roos’un bu sayımızda yer alan makalelerine de başvurulabilir.
(6) bkz. Leo Panitch and Sam Gindin, The Making of Global Capitalism: The Political Economy of U.S. Empire (London: Verso, 2013). Postkolonyalizmin belirsizliği ve postkolonyal çalışmaların kavramsal muğlaklığının yanı sıra “ulusal sorun”un Marksist teoriye bugün devam eden uygunluğuna dair Gavin Walker’ın daha önceki “Primitive Accumulation and the Formation of Difference: On Marx and Schmitt,” (Rethinking Marxism 23, no. 3 (2011): 384-404) makalesinin yanı sıra bu sayıdaki makalesine bakınız.
(7) bkz. Etienne Balibar, “The Nation Form: History and Ideology,” (Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji), Immanuel Wallerstein ve Etienne Balibar’ın, Irk, Ulus, Sınıf (Metis Yayınları, 2000). kitabından.
(8) bkz. Vijay Prashad, The Poorer Nations: A Possible History of the Global South (New York: Verso, 2012).
(9) Brenna Bhandar’ın bu sayıdaki makalesine bakınız.
(10) bkz. Etienne Balibar, “Lénine, les communistes, l’immigration,” in Cinq études sur matérialisme historique (Paris: Maspéro, 1974), 195–201.
(11) Donatella Della Porta, Globalization from Below: Transnational Activists and Protest Networks (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2006); Research Unit for Political Economy, Mumbai, “The Economics and Politics of the World Social Forum,” Aspects of India’s Economy 35 (Eylül 2003).
(12) bkz. Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, Border as Method (Durham: Duke University Press, 2013); Kelly Mulvaney, “Translating Constituent Process, or the Political Work of Translation,” Eipcp transversal, Eylül 2016.
(13) Göran Therborn, “Class in the 21st Century,” New Left Review II, no. 78 (Kasım–Aralık 2012): 5–29. Ayrıca bkz. Michael Denning, “Representing Global Labor,” Social Text 25, no. 3 (Sonbahar 2007): 125–45; Sandro Mezzadra and Verónica Gago, “In the Wake of the Plebeian Revolt: Social Movements, ‘Progressive’ Governments, and the Politics of Autonomy in Latin America,” Anthropological Theory 17, no. 4 (2017): 474–496.
https://www.viewpointmag.com/2018/02/01/internationalism-against-imperialism/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız
0 Responses to Emperyalizme karşı enternasyonalizm