Content feed Comments Feed

Arjantin merkezli Revista Intersecciones sitesinden Facundo Nahuel Martín, Brezilyalı Marksist sosyolog ve düşünür Michael Löwy ile Marksizmin güncel durumu, evrenselcilik, romantik antikapitalizm ve Latin Amerika Marksizm’i üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.


- İlk soru Marksizm’in krizine ilişkin. Marksizm, özellikle 1980 ve 1990’larda ölmüş bir gelenek olarak yazıldı. Akademisyenler ve siyasi sınıf, ölümünü ilan etmekten mutlu oldular ve yine de 2008 küresel ekonomik krizini takiben Marksist teoride bir “onarım” olduğu görülmektedir. Bu olayı nasıl yorumluyorsunuz?

Şöyle diyen bir söz var: “Nihayet, Marksizm sonunda tüm insanlık için öldü.” Ya tarih? 1989? 1921? Hayır, bu söz 1907 yılından Benedetto Croce’ye ait. Ve 10 yıl sonra Rus Devrimi’ni gördük.

Marksizm’in ölümü tarih boyunca bin kez ilan edildi. Bu hiçbir zaman değişmeyecek. Kapitalizm varlığını sürdürdükçe Marksizm de var olacak. Tabii ki SSCB’nin ölümü Marksizm’in krizine bilhassa sebep olmuştur. Birçok insan, SSCB’nin, Marksizm’in cisimleşmiş hali olduğu hissindeydi ve bu düşünce, burjuvazinin, Marksizm, komünizm ve sosyalizm heyulasından kendini kesin olarak kurtarmaya çalışması için ideal koşulları yarattı. Ancak çabalarında başarısız olduklarını düşünüyorum.

İşaret ettiğiniz üzere, 2008 krizi bir başlangıç yarattı. Ve bu başlangıç, şu anda kendimizi tüm iniş çıkışlarıyla bulduğumuz yerdir. Burjuvazinin saldırıyı sürdürme ve Marksizm’i tahrip etme girişimlerinin olduğu dönemler ve kapitalizmin sorunlarının, burjuvazinin söylemeye zorlandığı kadar aşikâr olduğu dönemler oldu: “Kapitalizmin ve kapitalist krizlerin âlimi olan Marx’ın bu tasvirini ilgi çekici buluyoruz. Fakat bu sosyalizm zırvalarının hiçbirini kabul etmeyelim.” Ancak önemli olanın, devamlılık hattını tanımlamak olduğunu düşünüyorum. Bununla demek istediğim, medya ilgisi ve kamuoyu bakımından bütün yüzeysel dalgalanmalarla birlikte, Marksizm’in kesintisiz tarihinin, modern kültürün kalıcı, ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu konusunda ısrarcı olmak önemlidir. Şu ya da bu şekilde, Marksizm geri dönmeye devam ediyor, çünkü kapitalizmi –kapitalizmin nasıl işlediğini- ve onun neden bu kadar çekilmez, merhametsiz, adaletsiz olduğunun yanı sıra kapitalizme nasıl bir son verilebileceğini ve yerine daha adil ve akılcı bir toplumun koyulabileceğini anlamayı ve açıklamayı başarabilen yegâne eleştirel düşünce biçimidir. Marksizm’in yok olmaya direnmesinin sebebi budur.

Kamusal menfaatin büyümesi ve küçülmesine gelirsek, buna ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Croce’nin sözü, bu beyanları neden göründüğü gibi kabul etmememiz gerektiğine dair bir hatırlatma görevi görüyor. Sartre’ın bugün hâlâ çok anlamlı olduğunu düşündüğüm sözünde olduğu gibi, Marksizm’in öylece orada olduğunu kabul etmeliyiz: “Marksizm, çağımızın entelektüel ufkudur.” Bu ufku aşmaya dair her türlü çaba, kaçınılmaz olarak düşüncenin Marksizm öncesi liberalizm gibi biçimlerine gerilemeye neden olur.

- Bazıları Marksizm’in son krizi -80’li ve 90’lı yıllardaki- ile akademi dünyasındaki post-yapısalcı teorinin yükselişi ve bununla birlikte modernite ile bağlantılı belirli evrenselci ideallerin krizi arasında bir ilişki olduğunu iddia ettiler. Aydınlanma projesi ve modernite projesi hususunda Marksizm’i nasıl görüyorsunuz? Sanırım epey zor bir soru.


Öyle. Marksizm’in açık bir biçimde Aydınlanma’nın ürünü olduğunu düşünüyorum; bu mirasın radikal, devrimci ve kendi kendini eleştirebilen versiyonu. Düşünsel bir gelenek olarak Marksizm, esasen Aydınlanma’nın kendi sınırlarının bilincindedir. Tabii ki Marx, Aydınlanma düşüncesinin iki büyük direği olan Fransız materyalizmi ve Alman idealizminden yola çıktı. Ancak diyalektik olarak bunları aştı: bunları aşmasıyla eş zamanlı olarak bunların içinde eleştirel olanı ve düşünüşü için faydalı olanı ortaya çıkardı. Dolayısıyla Marx’ta, çok özel Aydınlanma geleneklerinin aşılması süreci vardır. Modernite bakımından da aynısı iddia edilebilir. Yani, Marksizm açık biçimde bir modern düşünce biçimidir –neticede, Orta Çağ’da ortaya çıkmadı- ve ancak, adına modernite dediğimiz belirli tarihsel anda vücut bulabilir. Ancak Marksizm, fiilen mevcut modernite olan kapitalist moderniteye yönelik eleştirel görüş üzerinde temellendi.

Postmodernizmi sorarsanız, hiçbir zaman entelektüel bir hevesten fazlası olduğuna inanmıyorum. Evet, entelektüelleri ve öğrencileri kendine çekti ve birtakım çalışmaların, doktora tezlerinin, aslında bütün bir literatürün sorumlusu; fakat hiçbir derin, dikkate değer siyasi ya da kültürel getirisi yok. Sığ bir olgu olarak görüyorum. Postmodernistlerin bazı kuramsal bakış açıları sundukları konum, “kimlikçi siyaset” denilen mevzu çevresinde; bu özel sorun, postmodernistlerden daha önce gelmiş ve daha uzun yaşamış olsa da. “Kimlikçi siyaset” derken, bütün evrenselcilikleri, etnik, cinsel, dinsel ya da ulusal olan belirli kimliklerin öz-olumlaması lehine reddetmekten bahsediyorum. Aslına bakarsanız, bugün yakın ilişki kurmamız ve taleplerini kendi taleplerimiz olarak benimsememiz gereken toplumsal hareketler mevcut. Bunlar, devrimci programımızın parçası olmalılar, ancak sınırlamalarını eleştirmeden ve taleplerini evrenselci bir perspektif dâhilinde ifade etmenin gerekliliğini teyit etmeden değil. Ve en önemlisi, bu, özel talepleri görmezden gelen soyut bir evrenselcilik olamaz; Hegel’in dediği gibi, özellikleri göz önüne alabilecek bir somut evrensel olmalı.

ABD’de bir Black Lives Matter gösterisine gideceğinizi ve şöyle diyeceğinizi düşünün: “Fakat gerçekten önemli olan şey işçi sınıfı mücadelesidir, çünkü mücadeleleri gerçekten evrenseldir. Şu an yaptığınız şey işçi sınıfını bölmektir.” Seni sepetlerlerse tamamen haklı olacaklardır. Sosyalizm için işçilerin mücadelesi, siyahların davalarını asli bir mesele olarak sahiplenmelidir. Evrenselcilik, bu boyundurukları ve meşru talepleri göz önünde tutmakta başarısız olursa, bu sahte bir evrenselcilik olur. Böylesi bir sözde evrenselcilik, ayrımcılığın korunmasını, imtiyazları ve ezme biçimlerini perdeler. Öyleyse diğer yandan, en açık biçimde burjuvazi tarafından –soldan da olmasına rağmen- temsil edilen soyut evrenselcilik modelinin meşru eleştirisi ile tam bir rölativizme yol açan postmodern eleştiriyi birbirinden ayırt etmeliyiz: örneğin, “Herkesin doğruya, iyiye ve benzerlerine dair kendi fikri vardır.” En aleni solcu versiyonlarında bile postmodernizm eninde sonunda bir çıkmaza giriyor; eleştirel düşüncesine ve toplumsal mücadelelere olan bağlılığına büyük saygı duyduğum biri olan Boaventura de Sousa Santos’ta olduğu gibi. Ancak bu teori bir çıkmaza sebep olur, çünkü bir “epistemolojik çokluk” ya da bu etkide bir şey savunur. Ve bu durumda her etnik köken, ırk, din ya da ulusun kendi bilme biçimlerinin olacağı varsayılır. Fakat neyle ayrıldık? Peki bizi ayıran ne? Bu farklılıkların hepsi eşdeğer mi, yoksa bazıları diğerlerinden daha mı iyi? Postmodernizmin sınırlarını en açık biçimde gördüğüm nokta bu; en sol, gelişmiş varyantlarında bile.

- Çalışmanızda, romantik antikapitalizm fikrini incelediniz. Romantik unsurun, modernitenin, moderniteden huzursuzluk veya rahatsızlığının belirli bir deneyimine eşlik etme eğiliminde olduğu izlenimi edinilebilir. Günümüz toplumunda bir yerlerde, günümüz antikapitalist mücadelelerin herhangi birinde aynı deneyimi görüyor musunuz? Çağdaş toplumda romantizmi nerede bulabiliriz?

Sorunuzu yanıtlamadan önce, Marx’a dair daha önce erişmeye çalıştığım bir noktayla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Marx’ın, romantizme dair tam olarak sizin formüle ettiğiniz meselenin aynısını söylediği bir sözü vardır. Marx der ki: “Daha önceki dönemlerde –hangi prekapitalist geçmişten bahsettiğini asla belirtmemesine karşın- daha dolu bir yaşam vardı, çünkü insan nitelikleri yabancılaşmamıştı. Romantiklerin yaptığı gibi, geçmişin bolluğuna geri dönmeyi arzu etmek saçma ve imkânsızdır. Burjuva toplumun boş geçmişini kabullenmek hâlâ daha kötüdür.” Marx’ın önerisi açıkça farklı bir yöntemdi: geleceğe bir sıçrayış. “Ancak burjuvazi, kendi meşruiyetine sahip olan –çünkü bir çeşit doluluk etkin bir şekilde mevcuttu- romantik eleştiriyi –geçmişin bolluğunun hasretini çeken bir eleştiri- yanıtlamaktan acizdir ve bu nedenle romantik eleştiri, burjuva topluma artık burjuvazi kalmayana dek eşlik edecek.”

Marx burada üç önemli meselenin konusunu açıyor. Birincisi, romantizm, geçmişte dünyada bir doluluk olduğu fikridir. Bu temeldir. İkincisi: bu fikir, bir meşruiyet faktörü içerir; başka bir deyişle, aslında geçmişte bir yaşam bolluğu vardı. Ancak üçüncüsü, biz bu geçmişe dönemeyiz ve başka türlüsünü ummak saçma olacaktır. Bu noktada –geçmişe gitme ihtimali- romantikler yanılmışlardı. Yine de burjuvazi, romantiklerin kaygılarını yanıtlamakta yetersizdir, çünkü kendileri boşluğun kendisini temsil ederler. Bir burjuvazi ve kapitalizm olduğu sürece romantizm de olacak. Bu bende, romantizmi anlayacağımız açı olduğu izlenimi bırakıyor. Şimdi Marx’ın Grundrisse’de hiç bahsini etmediği ve Marx’ın konuya dair düşüncelerine eklenebilecek tek bakış olduğunu düşündüğüm şey şu: romantizm içinde farklı akımlar vardır. Bazıları daha muhafazakâr, gerici ve geçmişe dönmenin mümkün olduğuna cidden inanır: Orta Çağ’ı yeniden canlandırmaya, bir doğal hale geri dönmeye ve ne olabilirse ona. İkincisi, kapitalist moderniteye ya da burjuva modernitesine eleştirel yaklaşan ancak yine de geçmişe dönüşün imkânsız olduğunu kabullenen başka akımlar vardır; bu ikinci akıma göre gelecek hiçbir umut vaat etmez ve buradan hareketle mutlak bir kaderciliği benimserler. Günümüz toplumunun hatalı ve geçmişin belki de daha iyi olduğunu, fakat geçmişe dönüşün elden gelmemesiyle elde kalan tek seçeneğin mevcut gelinen noktayı kabul etmek olduğunu iddia ederler. Bu akımın altında kadercilik ve teslimiyet yatmaktadır. Max Weber, bu ikinci romantizme iyi bir örnektir. Ve geçmişe özlem duymayan, aksine, geleceğe doğru ilerlemenin bir yolu olarak geçmişe başvuran üçüncü bir romantizm biçimi vardır. Bu akım, romantizmin kökenlerinde de vardır. Jean-Jacques Rousseau, 18. yüzyıl romantizminin kurucusuydu. Peki Rousseau ne demişti? “Çırılçıplak yaşayan insan –burada tamamıyla Latin Amerika yabanıllarından (Karayip yerlileri) bahsediyor- mutlu bir insandı, özel mülkiyet yoktu ve eşitlik vardı.” Oysa Rousseau ne önerdi? Dört ayak üstünde ormana dönüp ot yememizi mi? Rousseau açık bir şekilde farklı bir tasavvuru savunuyor. Günümüz toplumunda özel mülkiyet vardır, özgürlük ve eşitlik yoktur. Parmaklıkların ardında olduğumuzu ve modern toplumdaki insanın mahkûm olarak yaşadığını iddia eder. Rousseau böylelikle demokrasinin özel bir biçimini tahayyül eder (aklınızdaki komünist demokrasiyi değil), özgürlük ve eşitliğin olduğu bir gelecek demokrasisini, fakat demokrasinin bu biçimi Karayip yerlilerininkinden farklılık gösterir. Bu benim “devrimci romantizm” dediğim şeydir, romantizm biçiminde son yüzyıllar boyunca sürekli işleyen bir devrimci akımdır. Romantizmin her zaman şu iki yüzü olmuştur: muhafazakâr, gerici yüzü ve devrimci yüzü. William Blake ve Shelkley gibi birtakım ütopik sosyalistte ve 19. yüzyılın sonlarına doğru William Morris’de durum budur.

20. yüzyılda Ernst Bloch, Walter Benjamin vb. şahsiyetler vardı.

Ancak Marx’a dönersek: şüphesiz ki romantik değildi. Grundrisse’de çok şey söyler: romantizmden çok daha fazla Aydınlanma insanıydı; fakat bununla birlikte romantizmin, kapitalizm ve burjuvazi eleştirisinden yararlandı. Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, klasiklerden –Smith, Ricardo vb.- yola çıkıyordu, ancak bu isimlerin bir eleştirisini gerçekleştirmek için Sismondi’ye yaslanıyordu. Sismondi, zanaatkâr üretim modeline ve küçük toprak sahibi çiftçi toplumuna dönmek isteyen bir küçük burjuva düşünürüydü. Bu tabii ki imkânsızdı. Fakat Marx şöyle der: “Sismondi’nin burjuvazi ve kapitalist toplum eleştirisi doğrudur: halk sınıflarının tahribine neden olur, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik üretir…” Komünist Manifesto’da, Sismondi’den ve onun sermaye eleştirisinden bahseden bir tam paragraf vardır. Marx, romantik eleştirinin belirli unsurlarını kullanır, ancak bunu, geçmişe dönüş özlemi olmanda yapar. Aynı eğilimi başka yerde, Marx ya da Engels’in “ilk(s)el komünizm” adını verdikleri ilksel toplumla ilgilendikleri daha sonraki metinlerinde de buluruz. Ve Marx, Rus kırsal komününe (politik olarak diğer her şeyden daha önemli olan) ilişkin kendi metinlerinde şöyle der: “Kırsal Rus komünü –pre-modern, pre-kapitalist, yarı kolektif mülkiyetle-, sosyalist Rusya’nın yeniden doğuşu için belki sıçrama tahtası olabilir.” Yani Marx ve Engels’de, daha çok modernite ve Aydınlanma insanı olsalar da devrimci romantik bir eğilim vardı. Ve 20. yüzyıl Marksizm’i ile birlikte Ernst Bloch, Walter Benjamin ve Latin Amerika’da José Carlos Mariátegui’den gelen “romantik Marksizm” diyeceğim bir eğilim bulduk. Mariátegui, bu romantik Marksist biçimin tipik örneğidir. Belki de bahsettiğim Avrupalı isimlerden daha fazla.

Sorunuzu ele alırsak, romantizm bugün nerede? Onu çeşitli biçimlerde mevcut bulabiliriz. Bana göre romantizm, burjuva toplumun bir eleştirisidir. Bu toplum biçiminin bir eleştirisini bulundurmuyorsa romantizm değildir. Bu nedenle geçmişten nostaljik şekilde bahseden fakat aynı zamanda kapitalizmi kabul edenler romantik değillerdir. Latin Amerika Protestan tarikatları bunun bir örneğidir: çoğu kez tabiatı gereği gerici olan birtakım tarihsel dini değerlerle geçmişle ilgilenir görünürler; fakat bu gruplar aslında ultra-kapitalist ve sadece piyasa değerleri açısından düşünürler -bir refah teolojisi- ve kiliseleri esasen sadece kapitalist işletmelerdir. Bu romantizm değil. Romantizm, geçmişin ciddi bir dayanak noktası olduğunu ve burjuva toplumu ile kapitalizmi eleştirme konusunda muktedir olduğunu varsayarak başlar. Üstelik, bu farklı biçimlerde olabilir, bazısı daha gerici, bazıları daha ütopyacı, ilerici, devrimci, hangi kelimeyi kullanmayı seçerseniz.

Latin Amerika’nın, son bahsettiğim romantizm biçimine en iyi örneği sunduğunu düşünüyorum. Aklımda özel bir toplumsal hareket var; felsefi, antropolojik, kültürel, edebi, müzikal biçimleriyle bütün bir kültürel hareket, Indigenismo* var. Indigenismo’nun kendisi, kapitalizme az ya da çok eleştirel yaklaşan eğilimleri barındıran heterojen bir harekettir. Eleştirel biçiminde, Kolomb öncesi (1492 yılında Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi öncesinden bahisle; ç.n.) yerli değerlerini, geleneklerini ve doğayla ilişkilerini (bu yüzden eleştirinin ekolojik bir boyutu da vardır) temel alan bir kapitalizm eleştirisi barındırır. Ve hareketin etkisi, yerli topluluklarını epey aşar. Örneğin, ABD’deki Dakota Boru Hattı çevresindeki çatışmada yerli mücadelesini ele alalım; fosil yakıtlara bağımlılığa, kirli enerjiye ve küresel ısınmaya karşı ekolojik perspektiften verilen çok dikkate değer bir mücadele. Mücadeleleri her tür insanı cezbetti: gençler, kadınlar, çevreciler, sendikacılar ve solcular. Bu insanlar yerli halklara, onların doğayla ilişkilerine, kültürlerine, etkileşimlerinin komünal biçimine, maneviyatlarına hayranlıkla kaplandılar. Naomi Klein’ın “İşte Bu Her Şeyi Değiştirir” kitabını okursanız, bu olağanüstü şeye dair de bir şeyler okursunuz. Kendisi yerli değil, Kanadalı bir Musevi. Ancak yerli halklarla özdeşim kuruşunu görebilirsiniz. Bu, günümüzde Amerika kıtasında etkin olan ilerici romantizm biçiminin bir örneği olacaktır.

- Bir öncekinin ardından son bir soru. Marksizm’e sık sık yöneltilen itham, bir modernleşme ideolojisi, Avrupa-merkezci ve doğanın sömürüsüne dayanan bir felsefe olduğudur. Bu iddialara nasıl yanıt verirsiniz?

Bu doğru, 20. yüzyıl boyunca Marx’ın yazdıklarını sadece kapitalizmden daha verimli ve rasyonel olma arayışındaki bir modernleşme ideolojisi, kapitalizmin sınırlarının ötesinde üretici güçleri geliştirmeye niyet eden bir üretim biçimi olduğu şeklinde bu yönden çözümleyen Marksizm yorumlamaları –çoğu kez egemen yorumlamalar- var oldu. Bu elbette Sovyetler Birliği’nde epey vardı: “Amerikalılardan daha fazla çelik üretelim”, bu mahiyette şeyler. Bu nedenle, bir yandan Marksizm’in egemen bir yorumunun –esasen Stalinist ve sosyal demokrat biçiminin- bu tutumu, Marksizm’in her şeyden önce bir endüstriyel modernleşme teorisi olduğu, kapitalizmin daha toplumsal bir biçimi olduğu tutumunu; ya da başkalarına göre, üretici güçlerin sınırsız gelişiminin sunağında hâlâ ibadet eden kapitalist olmayan bir toplumsal yapı olduğu tutumunu sürdürdüğü doğrudur. Tabii ki benim görüşüm bu eğilimden kopmamız gerektiği yönündedir; modernitenin kazanımlarını bütünüyle reddetmeksizin alternatif bir yorum sunan ve üstüne konuştuğumuz romantik çizgiyle renklendirilen başka bir eğilimi yeniden bulmak için.

Örneğin José Carlos Mariátegui’yi ele alalım. Mariátegui, biz Latin Amerikalılar için ve hatta bölgenin de ötesi için çok önemli bir şahsiyettir. Mariátegui, “İnka komünizmi”nden bahsetmiş ve bunu yazdığı zamanlarda epey eleştiri almıştır. Fikirleri nedeniyle “romantik” ve “popülist” olarak damgalanmıştır. Ancak İspanyolların gelişinden önce, İnka İmparatorluğu ile genellikle ilişkili bir biçimde gerçekten bir çeşit tarıma dayalı “ilk(s)el komünizm” vardı. Fakat komünist öğe sadece imparatorluğun kendisi –yapısı ziyadesiyle otoriter olan- değildi; “ayllu” adı verilen toplumsal tabanında da mevcuttu. Bu boyut, modern komünistler olarak bizim için özellikle önemlidir, çünkü bu, modern komünistlerin mesajının yerli topluluklara, köylülere ve benzerlerine ulaşabileceği anlamına geliyor. Bu son derece anlamlı bir fikir. Mariátegui açık olarak, bazı yerli savunucularının savunduğu gibi İnka İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını arzu etmiyordu. Hatta Mariátegui’nin yazdığı makalelerden birinde şöyle bir bölüm vardır: “İnka komünizmi ile modern komünizm arasındaki fark nedir? İnka komünizmi, hiçbir bireysel özgürlüğün bulunmadığı bir sistem olarak tamamen otoriterdi. Bizler bireysel özgürlük, vicdan özgürlüğü, toplanma özgürlüğü vb. gibi modern kazanımları bünyesine katan modern bir komünizm istiyoruz.” Bu nedenle Mariátegui’ninki diyalektik bir tasavvurdur. Moderniteyi reddetmedi, ancak geçmişin, Latin Amerika’da komünizmi inşa etmeye çalışan devrimci mücadeleler için bir dayanak noktası ve ilham kaynağı olabileceği konusundaki fikrini değiştirmedi.

Kendimi, Mariátegui’nin 21. yüzyıldaki takipçisi olarak görüyorum. Mariátegui’nin, biz Latin Amerika’dakiler için bugün, her zamankinden daha önemli bir kaynak olduğunu ve bugün onu okumanın, ondan yeni bir ilham bulmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz, 1930’lardan bu yana çok şey değişti, ancak niyet hiçbir zaman Perulu entelektüellerin fikirlerini kopyalamak değildi. Mariátegui, bütün Latin Amerika’da bir ilham kaynağıdır, hâl böyleyken, biz hâlâ onu hafife alma eğilimindeyiz. Sol; Marx, Lenin, Troçki, hatta belki de Mao okumaya alıştırılmış, ancak bugün her zamankinden daha çok gerekli olmasına karşın Mariátegui giderek daha az okunuyor. Dahası, bence entelektüel bir figür olarak Avrupalı çağcılları ile –felsefi ve teorik açıdan- eşit önem ve kalitede: genç Gramsci, genç Bloch, genç Benjamin, genç Lukács; hepsi birçok ortak noktayı paylaşıyor. Onu, büyük 20. yüzyıl heterodoks Marksist düşünürlerinin anıtına koymayı isterim. Mariátegui’yi bu listeye koymanın zamanıdır.

*Indigenismo: Çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ulus devlet ile nüfusun çoğunluğunu oluşturan yerli halklar arasındaki ilişki üzerinde durarak, yerlilerin asimilasyona karşı kültürel, toplumsal haklarının güçlendirilmesini hedefleyen siyasi ideoloji. Latin Amerika isminin Indo-Amerika olarak değiştirilmesini önerirler.

https://www.versobooks.com/blogs/3787-michael-lowy-marxism-forms-an-enduring-integral-part-of-modern-culture adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü, Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

0 Responses to Michael Löwy: Marksizm; modern kültürün kalıcı, ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor

Yorum Gönder

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi