Daha önce blogumuzda hep dünyada yaşanan gelişmelere dair haberlere, yorumlara, izlenimlere yer vermiştik. Bu kez 15 Şubat Pazar günü İstanbul’da düzenlenen “Emek ve Demokrasi Mitingi”ne dair Türkiye’de yaşayan bir İngiliz’in dünyayla paylaştığı gözlemleri sayfada yer buldu. Daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı “köpek” olarak gösteren bir kolaj çalışması nedeniyle yargılanan Michael Dickinson isimli İngiliz aktivist-öğretmen, gözlemlerini counterpunch’ta aktardı:
İstanbul’da tedirginlik
Pazar sabahı saat 10’da, İstanbul Kadıköy’deki evime çok uzak olmayan ve yürüyüşlerle politik mitinglerin genelde yapıldığı yer olan deniz kıyısındaki meydanda kızgın konuşmacıların yükselen seslerinin ve alkışların arasına serpiştirilmiş bangır bangır çalan müzik ve şarkılar evimin içine doldu. Bunun neyle ilgili olduğunu, paranın olmadığı bir dünya fikrinin propagandasını yapan, benim de üye olduğum Money-Free isimli web sitesine (http://money-free.ning.com/) yüklemek amacıyla, Ktunnel aracılığıyla Youtube’a girip (Youtube Türkiye’de yasaklandı) uygun videolar ve materyaller ararken belli belirsiz merak ettim. Merakıma rağmen, öğrenmek için meydana inmek ile meşgul değildim.
Bundan 3 yıl önce orada, İsrail’in Lübnan bombardımanını protesto eden bir mitingde, sert bir biçimde gözaltına alınarak arabayla polis karakoluna götürülmüştüm ve sözde beni kafama taktığım siyah takkeden dolayı bir Yahudi kışkırtıcı sanan “İsrail karşıtı kalabalığın linçinden kurtarılırken” sürüklendiğim sırada çekilen görüntülerim, ertesi gün televizyon haberlerinde ve çeşitli gazetelerin ön sayfalarında hatalı bir özdeşlikle yayımlanmıştı. Bu tehlikeye yeniden girmeyi canım istemedi. Nasıl olsa dışarı soğuktu.
Naomi Klein’in “The Take” belgeselini, Arjantin’de işçilerin bir fabrikayı ele geçirmesini anlatan filmi, George Bernard Shaw’ın The Millionaires’inden 1974’te bi televizyon yapımına dönüştürülen başrolünde Maggie Smith’in olduğu filmi, Blur’dan Common People’ı ve İngiltere’deki grevlerle ilgili bir yazıyı siteye ekledim. Daha sonra öğleden sonraki dersimi vermek üzere yakındaki dil okuluna gittim. Sokak soğuktu, çiseliyordu ve rahatsız edici sesli bir konuşmacının sesi mitingden gökyüzünde taşınıyordu. Saat 2’de ulaştığımda birkaç öğrenci kantinde bekliyordu.
Öğrencilerden biri, “Polis barikatlarından dolayı buraya gelemeyebileceğinizi düşündük” dedi.
“Hiç görmedim” şeklinde yanıtladım. “Ne oluyor? Gösteri neyle ilgili?”
“İşsizliğin artmasıyla ilgili, grev istiyorlar” dediler.
“Neee” diye bağırdım. “Keşke önceden bilseydim’ Burada bekleyin. Bir şeyler almak için eve gidiyorum. 5 dakika içinde döneceğim.”
Evi altüst ettim ve toparladığım şeylerle derhal döndüm. Kesmeye devam ettiğim 100 dolarlık banknot fotokopilerinin yer aldığı sayfalarla. Banknotların diğer yüzlerinde Türkçe olarak şu mesaj yazıyordu:
“Siz de paranın yürürlükten kaldırılmasının problemlerimizin çoğu için iyi bir çözüm yolu olduğunu ve her şeyin –yiyecek, içecek, giysi, barınma, su, ısınma, eğitim, sağlık, eğlence- herkes için ücretsiz olması gerektiğini düşünüyorsanız, neden 2012 Olimpiyat Oyunları’nın açılış gününde dünya çapındaki greve katılmayasınız?
Grev, sembolik olimpiyat ateşi tutuşturulmasıyla, paranın yürürlükten kaldırılmasını destekleyen herkesin işi durdurmasının ve gerçek özgürlük ve adaletin yeni adil dünyasını isteyenlerin işareti ile başlayacak.
Parasız bir dünya istiyoruz!”
Öğrencilerime, küçük bildirileri yürüyüşe katılanlara dağıtmak için benimle gelmek isteyip istemediklerini sordum, ancak gözaltına alınmaktan korktuklarını söylediler. Ben de kendi başıma aceleyle sahile giderken bunun yerine yapmaları için tercüme çalışması belirledim ve 15 dakika içinde döneceğimi söyledim.
Oraya ulaştığımda mitingin henüz bittiğini ve kalabalığın dağıldığını, parkalar ve atkılarla evlerine yol aldıklarını, bazılarının afişlerini, bayraklarını, dövizlerini trafiğe kapalı caddeye attığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Hâlâ bazıları kalkanlı, kaldırımları kordon altına alan büyük bir mavi üniformalı silahlı polis varlığı mevcuttu, ama koyu mavi barikatlarının bazıları yayalarla boşluk yaratmak için genişletilmişti ve ana sahil yoluna ulaştım. Yola koyulan dağınık kalabalığın ardından, kimin yürüyüşte yer aldığından veya kimin sadece sıradan insan olduğundan emin olmadan, elimdeki bildirileri rulo yapılmış afişleri taşıyanlara, turuncu plastik baretler giymiş adamlara, kamera taşıyan insanlara, uzun saçlı-sakallı gençlere ve sadece doğru gibi görünen kişilere dağıttım. Bazıları kuşkuyla tepki gösterdi, ancak çoğu önerilen sahte dolarları kabul etti ve arkadaki mesaja baktı. Baretli genç bir işçi, “İyi bir fikir gibi görünüyor” dedi ama tartışmak için zaman yoktu. Der için geri dönmeliydim ve bildiriler bitiyordu.
“Yasak hemşerim!”
Keskin bir dönüş yaptım ve geriye kalan bildirileri dağıtarak geldiğim yolun diğer tarafından geri yürüdüm. Sokakta geriye kalanları süpüren bir çöpçü bildiriyi almayı reddetti. Bildirilerden birini içlerinden biri turuncu eldiven giyen iri yarı, koyu parkalı dört adama verdiğimde geriye 5 tane kaldı. Yere atılmış lolipop döviz ve bayraklardan oluşan yığını görüp şaşkına döndüğümde okula dönmek üzere karşıdan karşıya geçiyordum. Birkaç tanesini hatıra olarak almaya karar verdim.
Tam seçerken arkamdan bir ses duydum:
“Heey, sen!”
Döndüm ve iri arı, koyu parka giymiş dörtlünün üstüme geldiğini gördüm.
“Polisiz. Bizimle birlikte gelmen gerektiğini düşünüyoruz.”
Hayret ettim. “Neden? Yanlış bir şey yapmadım.” (Bu arada, Türkçe olarak söyledim)
Şapşal olanı kendisine verdiğim bildiriyi sallayarak, “Bu” dedi.
“Sokakta bildiri dağıtmak suç mu?” diye sordum. “Herkes bunu yapıyor.”
Elindeki bildiriyi tehditkâr bir tavırla sallayarak “Ama bu suça neden olabilir” dedi.
“Nasıl olabilir? Bu adalet, eşitlik ve özgürlük ile ilgili” diye sordum.
“Bu kanuna aykırı. Bundan başka var mı? Onları ver.”
Sakladığım bildirileri verdim ve bana kimlik sordular. Henüz almış olduğum üç aylık turist vizesine işaret ederek İngiliz pasaportumu verdim.
İçlerinden biri aceleci biçimde, “Fotoğraf! Fotoğraf!” dedi ve ben de ona kitabın arkasındakini gösterdim.
“Michael Dickin…” diye okudu.
Başka biri ciddi biçimde, “Onu tanıyorum” dedi. “İki yıl önceki Lübnan gösterisinden. Linç…”
Kabul ederek, “Benim İsrailli olduğumu düşündüler. Ama sonuçta iyi sonuçlandı” dedim.
Birisi, “Tamamdır, gidebilirsin” dedi ve diğerleri de onayladı. “Ama daha fazla bildiri dağıtma. Yasak!”
Parmaklarımı çapraz yaparak” Tamam” dedim. “Ama bu fikirden arkadaşlarınıza bahsetmeyi unutmayın.”
Uzaklaşırken omuzlarını silktiler ve hâlâ özgür olduğum için derin bir nefes aldım.
O günkü küçük Pazar gezintimden bu yana, kaçırdığım gösteri ile ilgili daha fazla şey öğrendim. Meğer, işsizlik oranı yüzde 12.3’ü geçmiş.
Yürüyüşe 40 bin işçi, kadın, öğrenci örgütü, sendika “Krizin bedelini ödemeyeceğiz: İşsizlik ve yoksulluğa karşı birleşik mücadele için emek ve demokrasi yürüyüşü” sloganı altında katılmış.
Protestocular, “Faşizme karşı omuz omuza” ve “Yaşasın devrimci dayanışma” sloganları atmışlar ve konuşmalar yapılmış.
Hükümeti suçlayan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi şunları söylemiş: “Onlar ki kulakları var duymuyorlar, gözleri var görmüyorlar, bugün on binlerin sesini duyamazlar, bizi göremezler. İşten çıkarmalara, işsizliğe ve yoksulluğa hayır diyoruz. Krizi ücretleri düşürmenin bahanesi olarak kullanmayın diyoruz. Demokrasi ve barış istiyoruz.”
KESK Genel Başkanı Sami Evren de krizin, kayıt dışı ekonominin desteklenmesinin bahanesi olarak kullanıldığını belirterek şöyle konuşmuş: “Emeğimizi yok sayıyorsunuz. İşimizi ve aşımızı tehlikeye atıyorsunuz. Toplu sözleşme ve grev hakkımızı ortadan kaldırmayı sürdürüyorsunuz. Bizi korkutabileceğinizi sanmayın, cesaretimizi göstermek için buradayız.”
Evrensel dayanışma!
http://counterpunch.org/dickinson02172009.html adresine yer alan yazıdan çevrilmiştir.
0 Responses to Kriz tedirginliğine "yabancı" bakışı