Content feed Comments Feed

Keşke dünya onu dinleseydi

29 Mart 2009 Pazar

Yazan: Robert Fisk*

Fevkalade ilkelerin fevkalade adamını, Tom Hurndall’ı tanımış olmayı isterdim.

Tom Hurndall ile tanıştım mı bilmiyorum. O, Irak’a yönelik 2003 yılındaki Anglo-Amerikan işgalinden hemen önce Bağdat’ta bulunan, biz profesyonel muhabirlerin dalga geçtiği haliyle bir çeşit kavim olan bir demet canlı kalkandan biri. Ağaç kucaklayıcıları (‘tree huggers’ ABD’de çevrecilerle dalga geçmek için kullanılan sıfatlardandır, ç.n.), bu çeşit bir şey. Şimdi onu keşke tanısaydım diyorum, çünkü –geriye doğru savaşın korkunç tarihine bakınca- onun günlüğü (yakında yayımlanacak) fevkalade ilkelerin fevkalade adamını gösteriyor. 17 Mart sabah saat 10.26’da Amman Oteli’nde “Canlı kalkan olmayabilirdim. Birlikte hareket ettiğim bu kişilerin inançlarına katılmıyor da olabilirdim ancak ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgali gereksiz ve askerlerinin yaşamını buradaki sivillerinkinin üzerine koyuyor. Bu nedenle Bush ve Blair’in savaş suçlarından yargılanmasını umuyorum” diye yazmıştı günlüğüne.

Hurndall bunu neredeyse hatasız yaptı, öyle değil mi? Bunun savaşın olması ya da olmaması, siyah ya da beyaz gibi basit olmadığını yazmıştı. “Son birkaç haftada duyduğum ve gördüğüm şeyler zaten bildiğim şeyleri kanıtlıyor; ne Irak rejimi ne de ABD ve İngiltere temiz değil. Belki Saddam’ın gitmesi gerekiyor ama… niyetli olunan hava saldırısı tamamen lüzumsuz ve siviller ile silahlı askerler arasında ayrım gözetmiyor. On binler ölecek, belki de yüz binler; binlerce ABD askerini mertçe, göğüs göğse çarpışmakta kurtarmak için. Bu yanlış.” Savaşın arifesinde benim meslektaşlarımdan kaçı bunun gibi şeyler yazdı? Çok değil.

Bağdat elektrik merkezine kısa yoldan girdiklerinde ve 11 yıl önce bir ABD bombası beynine metal parçası soktuğunda korkunç biçimde yaralanan Attiah Bakir ile karşılaştıklarında bile Hurndalları ve onların arkadaşlarını “grubun peşine takılan kızlar” olarak küçümsedik. Hurndall Bağdat’tan gönderdiği bir mailde şöyle yazmıştı: “Şu anda parçanın nereye isabet ettiğini görebilirsiniz. Alnının ortasının üçte birini çökertmiş ve kemiği tamamen çıkarmış. Kırık burnunun kemerinin üzerinde burun boşluğunu kaplayan yaralı deriyle sadece bir delik var.”

Attiah Bakir’in bir fotoğrafı kitaptan dışarı dik dik bakıyor, farkını gösteren, bir dahaki savaş yaklaşırken çalışma alanını terk etmeyi reddeden cesur bir adam. Bakir sadece, Hurndall’ın arkadaşlarından biri Saddam hükümeti hakkında ne düşündüğünü sorduğunda sessiz kalmış. Zavallı adam adına ben ezilip büzüldüm. “Gözetlemeciler” o başlangıç günlerinde her yerdeydiler. Bir siville konuşmak aynı zamanda müthiş bir budalalıktı. Iraklıların yabancılarla konuşmaları yasaklanmıştı. Tüm bu kahrolası “gözetlemeciler” yüzünden.

Cesur bir adamdı

Hurndall’ın tarafsız bir gözdü. “Dünya üzerinde gördüğüm hiçbir yerde Irak’ın batı çöllerindeki kadar çok yıldız yoktu” yazmıştı 22 Şubat’ta. BBC, ITV, WBO, CNN, El Cezire ve diğerleri tarafından kendilerine sorulan “Terörle ve yakında yine olacağı gibi savaşla işlenmiş bir yer nasıl bu kadar güzel olabiliyor” sorusuna Hurndall’ın tek bir yanıtı yoktu. Günlüğüne “Bir, iki ya da yüz yanıtın olabileceğini düşünmüyorum” diye yazmıştı. “Hepimizin kendi yanıtı var, ama hiçbirimiz ölmek istemiyoruz.” Tom adına kehanet gibi kelimeler.

Çeşitli enstantanelerde bencil olmayan biçimde gülümsediğini görebilirsiniz. Al-Rowaishid’deki mülteci tesisini korumaya gitmişti ve Filistinlilerin ağır trajedileriyle karşılaşacağı Gazze’ye doğru boyun eğmez biçimde yol almıştı. O günlerde şunları yazmıştı: “Sabah 8’de uyanıyorum ve 9.30’a kadar yatakta uzanıyorum. Saat 10’da çıkıyoruz. O andan itibaren üzerime askerler tarafından ateş ediliyor, gaz atılıyor ve kovalanıyorum, birkaç metre yakınıma ses bombaları atılıyor ve düşen parçalarla vuruluyorum.”

Hurndall Filistinlilerin evlerini ve altyapı tesislerini kurtarmayı deniyordu ancak sıkça İsrail askerlerinin ateşi altında kalıyordu ve ölüm korkusunu yitirmiş gibi görünüyordu. “Bölgeyi adımlarken onlar (İsrail askerleri) görebildiğim kadarıyla Bradley savaş araçlarından 1-2 saniyelik atışlarla aralıksız ateş ediyorlardı. Tuhaf olan şu ki, biz yaklaşırken ve silahlar ateşlenirken omurgamın aşağısına ufak kıymıklar geliyordu, bundan daha fazlasını değil. Sokağın ortasına doğru yürüdük, turuncu yeleklerimizi giydik ve aramızdan biri hoparlör ile bağırdı: ‘Biz uluslararası gönüllüleriz. Ateş etmeyin!’ Nereden geldiğinden emin olamama rağmen bunu başka bir yaylım ateşi izledi.”

Tom Hurndall Refah’ta kaldı. Özel, özverili bir insani eylemde hayatını kaybettiğinde sadece 21 yaşındaydı. “Tom, yalnız bir Filistinli çocuğu İsrail ordusu keskin nişancısının menzilinin dışına çıkarırken başından vuruldu” diyen anne Hurndall, Tom’un kitabına bir önsöz yazmamı istedi ve bu yazı onun önsözü, tek başına ayakta duran ve bizim hayal ettiğimizden çok daha fazla cesaret gösteren cesur bir adamdı. Ağaç kucaklayıcılarını unutun. Hurndall iyi ve doğru bir adamdı.

* Robert Fisk: İngiliz gazeteci ve yazar. The Independent gazetesi Ortadoğu muhabiri. Hayatının 30 yılını Ortadoğu’da geçirdi. “Büyük Uygarlaştırma Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi”, “Dönüş Olmadığının İşareti: İngiltere’yi Ulster’de İflas Ettiren Savaş”, “Savaşın Çağında: İrlanda, Ulster ve Tarafsızlığın Bedeli”, “Ulusa Acımak: Savaştaki Lübnan” ve “Savaşçının Çağı: Seçilmiş Yazılar” kitaplarının yazarı.

http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fiskrsquos-world-a-brave-man-who-stood-alone-if-only-the-world-had-listened-to-him-1656067.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Aktivistlerin “sermaye yanlısı bir etkinlik” olarak adlandırdığı Dünya Su Forumu’nda Latin Amerika ülkeleri suyun temel bir insan hakkı olarak tanınmasını ısrarla istediler, ancak başarısız oldular.

Temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi suyun onu “vazgeçilmez bir hak” olarak tanımlayan ve ülkelerin çoğunu bu hakkı tüm halkları için garanti altına almaya zorlayan Birleşmiş Milletler (BM) tarafından halihazırda kabul edilen diğer temel haklarla eşitlenmesi anlamına gelecek.

Bolivya, Şili, Küba, Ekvador, Guatemala, Honduras, Panama, Paraguay, Uruguay ve Venezüella İstanbul’daki Dünya Su Forumu’nun sonuç deklarasyonunu imzalamayı reddetti, bunun yerine suya erişimin temel insan hakkı olduğunu kabul eden alternatif deklarasyonu imzaladı.

New York merkezli radyo programı “Democracy Now”a konuşan BM Genel Kurulu’nun su konusundaki baş danışmanı Maude Barlow, “Dünya Su Forumu dünyada büyüyen su krizini ele alan yeni yolların iflasıdır, çünkü çalışmayan ve çarpıcı biçimde başarısız olan bir ideolojiye bağlılıklarını sürdürmekteler” dedi.

Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu’na göre bölgedeki 580 milyon kişiden 46 milyonu içme suyu erişiminden yoksun ve 121 milyonunun da su tesisatı yok.

Forumun sona erdiği 22 Mart’ta, yani Dünya Su Günü’nde 100’den fazla ülke tarafından imzalanan sonuç deklarasyonu suyu “temel insan ihtiyacı” olarak adlandırdı ancak yasal içeriğinden dolayı işi “temel insan hakkı” olarak adlandırmaya vardırmadı. Metin, su idaresinin geliştirilmesi ve su kaynaklarının kirletilmesi çağrısında bulundu.

Bolivya Çevre Bakanı René Orellana bir basın toplantısında bu deklarasyonun “yerli halkları, ortak su haklarını, su yönetiminde bölgesel ve kamusal sistemleri reddettiğini, hepsinden önemlisi metne değişiklikler ekleyecek hiçbir politikacının orada bulunmadığını” söyledi.

Gelecekte daha büyük katılımlı, sosyal içerikli ve demokratik değerlere sahip tartışmalar çağrısı yapan alternatif deklarasyonu 25 ülke imzaladı.

http://lapress.org/articles.asp?item=1&art=5824 adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Yazan: Neve Gordon

Binyamin Netanyahu’nun sonsuz hırsına, ulusal utanç olan birini İsrail’in sırtına dışişleri bakanı olarak yüklediği için teşekkürler.

12 yaşındaki bir çocuğa vurmaktan suçlu bulunan birini dışişleri bakanı olarak atayan bir ülke düşünün. Söz konusu kişi aynı zamanda kara para aklama, dolandırıcılık ve gerçeği tahrif konusunda soruşturuluyor, ek olarak geçmişte aynı kişi yasadışı ırkçı bir partinin gerçek bir üyesiydi ve şu anda da faşist fikirleri benimseyen bir siyasi partiye liderlik yapıyor. Hepsinin yanı sıra temsil etmesi için seçildiği ülkede bile yaşamıyor.

Böylesine bir betimleme tamamen garip gelebilse bile İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman aslında yukarıdaki tasvire harfiyen uyuyor.

- 2001 yılında itirafının ardından Lieberman 12 yaşındaki çocuğu dövmekten suçlu bulundu. Ceza indirimi kapsamında 17 bin 500 şekel para cezasına çarptırıldı ve küçük çocuklara bir daha vurmama taahhüdünde bulunmak zorunda kaldı.

- 2004 yılında Lieberman’ın 21 yaşındaki kızı Michal, meçhul denizaşırı kaynaklardan 11 milyon şekel alan bir danışmanlık şirketi kurdu. Polise göre Avigdor Lieberman şirketten iki yıllık çalışması karşılığında 2.1 milyon şekel ücret aldı. Ek olarak, Haaretz gazetesinin araştırmasına göre, 2006 ve 2007 yıllarında Stratejik İşler Bakanı ve Başbakan Yardımcısı iken şirketten fazladan yüz binlerce şekel tutarında kıdem tazminatı aldı. İsrail yasalarına göre bu yasadışı.

- Lieberman, bariz ırkçı altyapısı nedeniyle yasadışı ilan edilen Meir Kahane’nin (aşırı sağcı İsrailli siyasetçi, ç.n.) partisi Kach’ın eski bir üyesi. Dahası Araplara bakışı yıllar boyunca değişmiş gibi görünmüyor. 2003 yılında Başbakan Ariel Sharon tarafından yaklaşık olarak 350 Filistinli mahkumun affedilmesine dair verilen taahhüde tepki gösteren Lieberman, Ulaştırma Bakanı olarak mahkumları denize götürmek ve burada boğmak üzere otobüs temin etmekten fazlasıyla mutlu olacağını açıkladı.

- Ocak 2009’daki İsrail’in Gazze saldırısı sırasında İsrail’in “ABD’nin II. Dünya Savaşı sırasında Japonlara karşı yaptığı gibi Hamas’la savaşmaya devam etmesi gerektiğini, o zamanlar da ülkenin işgalinin gereksiz olduğunu” ileri sürdü. Nagasaki ve Hiroşima’ya atılan iki atom bombasına atıfta bulundu.

- Lieberman, İsrail’in uluslararası olarak tanınan sınırlarına göre İsrail’de yaşamıyor, daha doğrusu Nokdim denilen yasadışı bir yerleşim bölgesinde yaşıyor. Yasalara göre konuşursak bu durum ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Meksika’da ve İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın Kanarya Adaları’nda yaşaması gibi olurdu.

Ve lakin, bu berbat ihlallere rağmen yeni seçilen Başbakan Binyamin Netanyahu’nun Lieberman’ı İsrail’i uluslararası alanda temsil etmek üzere atamak konusunda hiçbir endişesi yok. Netanyahu’nun iktidar arzusu, aslında İsrail için ciddi tehdit yaratan bir adamı seçmesine neden oldu. Lieberman’ın mesajı ve tarzı sadece şiddetli değil, aynı zamanda proto-faşist unsurlar barındırıyor ve İsrailli eleştirmenlerin halihazırda açıkladığı gibi Lieberman aşırı düzeyde tehlikeli.

Çoğu Batılı lider hiç kuşkusuz ki Lieberman’a karşı uzlaştırıcı bir tutum takınacak ve onunla buluşup dış politika ile ilgili sorunları tartışmayı kabul edecek. Böylesi bir tutum Lieberman’ın demokratik seçimle seçilmesine dayandırılarak haklı gösterilebilir, birçoğu görüşlerinden hoşlanmasa da o şimdi İsrail halkının temsilcisi. Onunla görüşmeye karar verenler devam eden diplomasi ve diyalogun uluslararası kuralların içselleştirilmesine öncülük edebileceğini ve böylece köktenciliği ılımlılaştırabileceğini iddia edebilir.

Bu mazeretler önem taşıyor. Ancak Batılı liderler Lieberman ile görüşme kararının derhal Hamas’ın yasaklanmasını akla getireceğini -en azından Ortadoğu halkları arasında- hesaba katmalı. Ocak 2006’da Hamas, İsrail’deki son seçimlerden daha az demokratik olmayan seçimde ezici bir zafer kazandı. Hamas birçok bakımdan şiddeti benimsemiş köktenci bir siyasi partiyken, onun politikacıları Filistin halkının temsilcileridir ve kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadele ediyor olarak görülüyorlar.

Batılı liderler inandırıcı görünmek istiyorlarsa politikalarını değiştirmeli ve Hamas’la da görüşmeliler. Aksi takdirde Lieberman’la görüşme kararları haklı olarak ikiyüzlü ve aldatıcı algılanacaktır ve ABD ve Avrupa’nın İsrail’in tarafından olduğuna dair bölgedeki yaygın algı güçlenecektir.

Neve Gordon: İsrail’in Ben-Gurion Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı ve California Üniversitesi Yayınları’ndan 2008 yılında çıkan “İsrail’in İşgali” kitabının yazarı. İnternet sitesi israeloccupation.com

http://www.counterpunch.org/gordon03262009.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Yazan: M. Shahid Alam

Lisans öğrencilerime kapitalizmin ya da pazarın bir eleştirisini sunmak hiçbir zaman kolay olmadı. Çoğu Amerikan gücünün ve refahının temeli olarak bildikleri bu sarsılmaz yerleşik uygulamalarla ilgili hayatı boyunca incitici bir söz duymamış.

Bunlar kutsanmış yerleşik uygulamalar. Özel sermayenin iş, zenginlik ve özgürlük üretmedeki gücü Amerikalıların annelerinin sütüyle aldıkları ana dogmalardan biri. Bu dogmaya -herhangi bir bağlamda- meydan okunduğunu duymak tedirgin ediyor. Bazen bu fikrin doğma büyüme Amerikalı olan birinden çıkmaması nedeniyle yenilir yutulur olmasının zor olduğundan şüpheleniyorum.

Geçtiğimiz haftalarda öğrencilerim durulmuş göründüler. Geçmişte pazarın refahı küresel kapitalizmin birkaç merkezine dağıtarak iyi iş çıkardığını öğrendiklerinde rahatlamışlardı. Asyalıların, Afrikalıların ve Latin Amerikalıların çoğu için çalışmasalar da bizim işimizi görüyorlardı.

Bununla birlikte “serbest” pazarın nadiren ekonomik liderlerin arkasını kaplayan ekonomilerin işini gördüğü tezi tamamen kök salmamış. Aksaklık pazarla birlikte olamazdı. Çok uzun süre Batı, Asyalıların, Afrikalıların ve Latin Amerikalıların tembel, savurgan, rüşvetçi ve hayal gücü kıt olduklarından başarısız olduklarına inandı.

Öğrencilerim –çoğu Amerikalı gibi- kapitalizme küresel kapitalizmin kazananlarının bakış açısından bakmaya şartlanmış. Doğum tesadüfünden dolayı, küresel kapitalizmin sistemin kavşaklarında yoğunlaştırdığı servet ve güçten faydalanan kişiler olmuşlar. Kendileri için çok iyi çalışan bir sistemin Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki diğerleri için nasıl sefalet ürettiğini tasavvur edemezler.

ABD, dünyayı derinleşen durgunluğa sürüklediğinde öğretme görevimden uzaktaydım. Birkaç ay içinde Wall Street’in titanları yere serildi, yok olmaktan vergilerle finanse edilmiş mâli yardımla yok kurtarıldı. İflasın eşiğine gelmişken sendeleyen otomotiv devleri vergi verenlerden yaşam desteği aldı, gelecekleri hâlâ belirsiz. Bu girdapta, bu kocaman dalavereyi yirmi yıl boyunca düzenleyicilere fark ettirmeden işleten saadet zincirlerinin Einstein’ı Bernard L. Madoff bir adım öne çıktı.

Milyonlarca Amerikalı işini kaybetti, milyonlarcası evini kaybetme tehdidiyle yüz yüze, milyonlarcası emeklilik birikimlerinin gözlerinin önünde eridiğini görüyor, milyonlarcası sağlık güvencesini kaybetme tehdidi altında. Main Street’teki Amerikalılar harap edilirken, kurtarılan bankaların yöneticileri milyonları prim olarak almaya devam ediyor. Bu önemsiz şey şimdi kapitalist sistemin kusurları konusundaki Amerikalı toleransının belini kırmakla tehdit etmekte.

Genellikle Amerikan demokrasisi kinini imkanlardan yoksun olanları savunmak isteyecek kadar ahmak olan soldaki yazar ve aktivistlere yöneltir. Değişiklik olsun diye Amerikalılar finans liderlerini, saygıdeğer bankacıları korkunç akıbetlerle tehdit ediyor, hatta ölümle bile.

El Kaide 11 Eylül’de ikiz kuleleri yıktığında izindeydim. Öğrencilerimden uzakta rahatlamışken bazılarının beni saldırıları yapan gruptan sayabileceğinden korktum.

Wall Street’teki kuleler açgözlülük, pervasızlık ve dolandırıcılıkla, insan hayatına hiç saygısı olmayan serbest pazar ideolojisi, finans sektörünü dev bir saadet zincirine dönüştüren kapitalist seçkinler ve onların Beyaz Saray ile Kongre’deki işbirlikçileri tarafından yıkılırken ben yine izindeyim.

11 Eylül bunun yanında “çay partisi” kalacak

Amerikalılar, son insani kayıpları 11 Eylül’ü bir çay partisi gibi gösterecek “terörizm” eylemleriyle karşı karşıya. Bu terörün faillerinin hepsi kendi bahçemizden yetişme; Afganistan dağlarında değil, Harvard, Yale ve Stanford’da eğitim gördüler, bunlar Amerikalılara sıkıntı veren ve Amerikan toplumunun en seçkinlerini oluşturan bankacılar, yöneticiler ve parlamenterler.

Bu yılın sonbaharında okula döndüğümde deneyimleriyle yola gelen öğrencilerle karşılaşmayı bekliyorum. Hiçbir şey kapitalist ideolojinin altını kapitalist krizlerden daha hızlı ve etkili biçimde oyamaz. Kapitalizmin hiçbir eleştirisi kurbanlarını vuran işsizlik, fakirleştirme ve evsizliğin tahribatlarından daha fazla nüfuz edemez. Son olarak aldatılan–küresel kapitalizmin çok merkezinde- Amerikalılar bu sistem tarafından yüzyıllarca kırıp geçirilen başka yerlerdeki, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki kurbanlarla empati kurmayı öğrenebilir.

Kapitalist ideologlar Amerikalıların öfkesini sistemden birkaç kötü adama, birkaç çürük elmaya yönlendirmek için fazla mesai yapmaya devam edecekler. Kongre oturumları günah keçileri belirleyecek, birkaç “cadıyı” asacak. Birkaç kapitalist baron kurban olacak. Toplumsal öfke azalınca, suçu ev satın alan beceriksizlere ve zorunlu tüketicilere atma girişimlerinde bulunulacak. Ne pahasına olursa olsun sistem kurtarılmış olmalı. Kapitalist şov olabildiğince az değişiklikle sürmeli (“show must go” on, ç.n.).

Bununla birlikte kapitalist krizden epeyce ayrı olarak, hükümdarlığın kapitalist çevre ülkelerin bazı parçalarına dönüşü olmayan değişimiyle bağlantılı biçimde yeni teknolojiler eşitsiz gelişmenin dinamiklerini değiştiriyorlar. Yüksek ücretli işçiler –gelişmiş ülkelerde bilinen adıyla orta sınıf- Çin ve Hindistan’daki düşük ücretli işçilere karşı rekabetlerini koruyan uzun süredir keyfini çıkardıkları iltimaslarını yitiriyorlar.

Küresel kapitalizm çok daha fazla biçimde “çevredeki” bazı işçileri, kapitalizmin “merkezindeki” işçiler pahasına zenginleştirecek. Gelecek yıllarda kapitalistler ve merkezdeki işçiler arasındaki düzemece ittifak giderek artan biçimde baskı altına girecek. Bu iki sınıfın menfaatleri çok daha fazla birbirinden uzaklaşacak.

İşçiler büyüyen düzeyde korumacılık için baskı yaparken güçlü şirketler hâlâ açıklıkta ısrarcı olacak. Eski kapitalist merkezlerde sınıf savaşındaki bu uyanış varolan politik düzeni gerecek. Bir asırdan fazla zamandır süren atamadan sonra ayaktakımı şirket seçkinlerini tehdit etmeye başlayacak. Ayaktakımını bilinçsizleştirmek için yeni ve daha etkili araçları kullanmak amacıyla medyadaki ve akademideki entelektüel çıkarcılara yeni vazifeler verilecek.


Zengin ülkelerdeki yüksek ücretli işçilerin giderek büyüyen dilimleri kapitalizmin yeni kurbanları haline gelirken bu kişiler kapitalizmi yavaş yavaş onun kurbanlarının bakış açısından görmeyi öğrenecekler mi? Bu yeni ortaya çıkan gerçeklikte Ortodoks ekonomi ilkeleri eski merkezleri olan Londra, Cambridge ve Chicago’dan Bangalore ve Pekin’deki yeni merkezlerine mi göç edecek?

Eski merkezlerden bakıldığında bu tuhaf bir dünya olacak. Hakikaten, bu sadece batı devletleri tarafından tayin edilen iki asırlık eşitsiz gelişmenin epey gecikmeli bir düzeltmesi olacak. Ne acı ki düzeltme yeterince başarılı olmayacak, bu dünyanın büyük çoğunluğunu yoksulluğa ve hastalığa batmış olarak bırakacak.

http://www.counterpunch.org/shahid03232009.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

M. Shahid Alam: Northeastern Üniversitesi’nde ekonomi profesörü, bu makale yakında (Kasım 2009) çıkacak olan kitabı “İsrail Ayrıcalıklığı: Siyonizm’in İstikrarsızlaştıran Mantığı”ndan alınmıştır. Alam aynı zamanda “Yeni Oryantalizme Meydan Okumak” kitabının da yazarı.

Tristan’ın ailesi adalet istiyor

23 Mart 2009 Pazartesi

13 Mart 2009 tarihinde Batı Şeria’daki Ni’ilin köyünde düzenlenen bir gösteri sırasında İsrail sınır polisi tarafından vurularak ağır yaralanan ABD’li barış eylemcisi Tristan Anderson’un ailesi bir basın toplantısı düzenledi. Kudüs’te bulunan Alternatif Enformasyon Merkezi’nde (AIC) bir basın toplantısı düzenleyen anne Nancy Anderson ve baba Michael Anderson, oğulları için adalet istediler.

Gözyaşları içinde konuşarak tedirgin ve gerçekten tam bir şokta olduklarını ifade eden Nancy Anderson, “Bize göre barışçı eylemcilere ateş etmek dehşet verici. İsrail devletinin oğlumuza ateş edilmesinin tüm sorumluluğunu alenen almasını istiyoruz” diye konuştu. Basın toplantısında konuşan ailenin avukatı Michael Sfard, Anderson ailesinin şimdiye kadar İsrail hükümeti ya da ordusundan hiçbir temsilciyle bağlantıya geçemediğini ve bu durumun utanç verici olduğunu belirtti.

Toplantıda ilk olarak tanınmış bir İsrailli eylemci ve Tristan’ın uzun süredir arkadaşı olan Jonathan Pollack konuştu. Pollack, gazetecilere verdiği bilgide Tristan’ın durumunun geçtiğimiz hafta sonu kötüleştiğini ve yapılan acil ameliyatın ardından tıbbi olarak suni komada olduğunu ifade etti. Tristan’ın vurulmasının hemen ardından beyninin sağ ön lobundan iki beyin ameliyatı geçirdiğini ve kırılan kemik parçalarının çıkarıldığını söyleyen Pollack, “Umut ve umutsuzluk arasında asılı durumdayız. Tristan, bütün yaşamında adalet için savaştığı gibi şimdi yaşamı için savaşıyor” şeklinde konuştu.

İsrail polisi Tristan’a yeni, yüksek hızlı ve 400 metre menzilli bir gaz bombası ile ateş etmişti. Michael Pollack, Tristan’ın 60 metreden vurulduğunu söyleyerek, “Bunu göz önünde bulundurarak atılan merminin ona ne yaptığını düşünün. Aslında biz düşünmek zorunda değiliz, biliyoruz” dedi. Tristan’ın babası Michael Anderson da kuşkularını dile getirerek, “Başından vurulmasıyla tam anlamıyla dehşete düştük. Bunun (gaz bombası) bir kavis çizerek atılması gerekirdi ama onlar üstüne ateş etmişler” diye konuştu.

Anderson ailesini temsilen dün batı Şeria’daki İsrail sınır polisi aleyhine resmi şikayette bulunan avukat Sfard, Tristan’ın vurulması konusunda özenli ve bağımsız bir soruşturmanın acilen başlatılmasını talep etti. İsrail’in bir “dokunulmazlık medeniyeti” olduğunu belirten Sfard, “Soruşturmanın, bir soruşturmanın olması gerektiği gibi gerçekleşmesi için bunun bir aklama olmadığından emin olmalıyız” dedi.

Sfard’a göre, 2000 yılından bu yana İsrail askeri sistemi içinde başlatılan soruşturmaların yüzde 90-92’si hiçbir sonuç vermedi. 2000 yılından bu yana yaralama veya öldürmelerden dolayı İsrail askerlerine karşı sadece 110-120 dava açılırken bunlardan sadece dört tanesi suçlama ile sona erdi. Bu suçlamalardan sadece bir tanesi adam öldürmeye dairdi ve bu suçlama da 2003 yılında bir İsrail askeri tarafından başından vurularak öldürülen Tom Hurndall olayıyla ilgiliydi.

Anderson ailesi Tel Aviv’de bulunan ABD Büyükelçiliği günlük sorunlarda yardımcı olduğunu, fakat İsrail’e yönelik adalet sağlanması doğrultusundaki baskının henüz gerçekleşmediğini belirterek, “Bu konuyu onlarla birlikte (ABD’li yetkililerle) gündeme taşımak istiyoruz ancak şu anda oğlumuza odaklanmış durumdayız” dedi.

Tristan’ın vurulduğu anın videosu için: http://palsolidarity.org/2009/03/5324

http://www.alternativenews.org/content/view/1649/381/ adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.

Olayın geçmişine dair haber için: http://gercegingunlugu.blogspot.com/2009/03/abd-vatandas-filistinde-agr-yaraland.html



Yazan: Palagummi Sainath

Hindistan’ın milyarderleri için “uzun bıçaklar gecesi” devam ediyor. Güruhlarının büyük kısmı yok edildi, yarıdan fazla azaldılar, 54’ten 23’e düştüler. Forbes Milyarderler Listesi olarak da bilinen son Zengin Sayımı bunu daha da netleştirdi. Aynı zamanda en çok milyardere sahip ülkeler sıralamasında da iki sıra düşerek 6.lığa geriledik. Hindistan’ın 4. sıradaki yerine 29 kişiyle listeye giren Çin tarafından sinsice el konuldu. Daha da inciticisi, 25 milyarderle 5. sırayı kapan İngilizlerin de bir sıra altındayız.

Hindistan’ın en zenginlerinin net malvarlığı değeri de son Forbes listesine göre üçte birden fazla oranda azalmış. 2007 yılında bu değer 335 milyar dolara ulaşmıştı. Bu, bir milyarlık nüfus içinde 53 kişinin varlıklarının, ülkenin Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası’nın üçte birine eşit olduğu anlamına geliyor. Bu sene bu değer 107 milyar dolara düştü. Ancak bizim zenginler ekibinin hâlâ Çinli rakiplerinin 2 katı varlığa sahip olması gibi rahatlatıcı şeyler var. Ve hatta tüm İskandinav ülkelerinin toplamından 8 fazla milyardere sahibiz. Buna rağmen dünyanın en yüksek yaşam standartlarına sahip olmakla övünüyorlar.

Forbes, toplamda 160 milyar dolara sahip olan 4 Hindistanlının 2008’de dünyanın en zengin 10 kişisinin arasında olduğuna dikkat çekiyor. Eyvah, bugün bu dörtlünün servetinin toplamı sadece 54 milyar dolar. Ama sadece milyonerlik yoksulluğuna düşen 29 Hindistanlı kodamanın cesareti kırılmamalı. Forbes bize şu iç rahatlatıcı kelimeleri sunuyor: “Zenginlik rüzgârları kolayca dönebilir. Yine bu kodamanların avantajına esebilir.” Bu büyük bakiyeler yarıya inse ne çıkar ki? İleride fırtınalar olabilirdi.

Hindistan’ın bu savrulmasının yanında plütokratlar biraz daha uzun vadeli ve çetin bir destan yürütüyor. Hindistan, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Düzeyi Endeksi (HDI) yeni sıralamasında 179 ülke arasında 132. sıraya düştü. BM, İnsani Gelişmişlik Raporu çerçevesinde 1990 yılından beri her yıl bu endeksi yayımlıyor. Endeks, refaha Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla dışında daha kapsamlı bir bakış sunuyor ve insani gelişimi üç açıdan ele almaya çabalıyor: uzun ve sağlıklı bir yaşam (doğum sırasındaki yaşam süresi beklentisiyle ölçülüyor), eğitim (yetişkin okuryazarlığı ve birincil, ikincil ve üçüncül basamak eğitime kayıt oranlarıyla ölçülüyor), kişi başına düşen Gayri Safi Hasıla (dolar bazında satın alma gücü paritesi ile ölçülüyor).

2007-2008 endeksinde Hindistan üzücü biçimde 128. sıradaydı. Şimdi 132.yiz. Bu, son 10 yılda endeksteki en kötü sıramız. Bu arada bu durum daha önce hiç Forbes listesinde yer almayan küçük Butan’ın İnsani Gelişim Endeksi’nde bizi altına aldığı anlamına geliyor. Bu küçücük Himalayalar ülkesi listede 131. sırada. Yani “dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi” olan komşusunun bir basamak üstünde. Butan, bir zamanlar BM’nin İnsani Gelişmişlik Endeksi listesinde en alttaki 15 ülke arasındaydı ve hiçbir zaman dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer almadı.

132. sıradaki Hindistan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Botswana ve Latin Amerika’nın en yoksul ülkesi olan Bolivya’nın da arkasında kalıyor. Filistin’in işgal altındaki bölgeleri de bizim önümüzde. 20 yıldan fazla bir süredir savaşla perişan olan komşumuz Sri Lanka birkaç sıra kaybetmiş. Ülke hâlâ 108. sırada, Hindistan’ın 24 basamak üstünde. Vietnam, ABD’ye karşı savaşında milyonlarca kayıp verdi. On yıllar sonra ülkenin tarımı planlı yıkım, öldürücü bombardıman ve ölümcül zehirlerin bilinçli kullanımının ardından henüz toparlanıyor. Ancak 114. sıradalar. Ve Çin birkaç sıra düşmesine rağmen 94. sırada.

“En yoksul 500” listesi daha akılcı

Kötü haberlere dair kötü haberler şu ki bu rakamlar iyi haber günlerini yansıtıyor. Rakamlar 2006’ya ait. SENSEX (Bombay Borsası ç.n.) 10 bin puanı hatta 14 bin puanı kırıyordu. Hindistan ekonomisi de 2006-2007’e yüzde 9.6, 2005-2006’da da yüzde 9.4 büyümüştü. 53 dolar milyarderinin seri üretimini yaptığımız bu sözde şeref günlerimiz, aynı zamanda ülkenin insani gelişmişlikte 132. sıraya düşüşünü de destekliyordu. Tarihte sıkça rastlandığı gibi zenginler semirirken yoksullar daha da az yedi. Rakamlar, ekonomik darboğaz günlerine başlandıktan sonrasını içermiyor. Bu rakamlar da katıldığında tablo daha sevimsiz olacaktır.

Küba listenin 48. sırasında ve böylece İnsani Gelişmişlik Düzeyi Endeksi’nde ilk 50 içerisinde. Ülke, kişi başına düşen geliri kendisinin üç katı olan Suudi Arabistan’ın 7 sıra önünde. Kişi başına gelir sıralamasında 35. olan Suudi Arabistan, 88. olan Küba’nın üstünde. Ancak konu insani gelişmişliğe geldiğinde Suudi Arabistan, Küba’nın 7 sıra altında kalıyor. Düşük gelir dışında, Küba on yıllardır felç edici yaptırımlar altında yaşıyor. Bu yaptırımlar devasa kısıtlamalara ve tüm temel ihtiyaçlarda yüksek fiyatlara neden oluyor. Yine de ülkedeki yaşam beklentisi 77.9 sene. Bu rakam 78 yıllık bir beklentiye sahip olan ABD ile beredeyse aynı ve beklentinin 64.1 sene olduğu Hindistan’dan 14 sene daha iyi.

Bu arada ABD de 15. sıradan 12. sıraya düşerek tarihindeki en kötü sıraya yerleşti. ABD, 1995-2000 yılları arasında hep ilk 5 arasındaydı ve hatta iki yıl boyunca 2. sıradaydı. Hindistan gibi onun da düşüşü en iyi yılları oalrak görülen zamanlarda, serbest pazarın altın çağında, neo-liberalizmin Nirvana noktasında geldi. Ekonomik reformların yapıldığı 1992 yılında 160 ülke arasında 121. olan Hindistan bugün 179 ülke arasında 132. sırada. Endeksin rakamları ve metodolojisini değiştirdiği bu yıllar arasında tam bir karşılaştırma zor. Ancak gidişat net biçimde keyif verici değil.

2002 yılından bu yana İnsani Gelişmişlik Düzeyi Endeksi rakamları, milyarder ve milyoner sayıları ikiye veya üçe katlanırken ülkelerin zenginliği insani gelişime aktarımı konusunda istikrarlı bir düşüşe işaret ediyor. Bugün milyarderlerin sayısında azalma var, ama varoşluların yok. Devletin 2007 yılında yayımladığı kendi raporuna göre bugün en az 836 milyon Hindistanlı günde 20 rupinin altında gelire sahip. Bunların 200 milyondan fazlası günde 12 rupiden de az kazanıyor. Ve bu rakamlar ekonomik darboğaz öncesine ait. Muhtemelen yeni bir “Forbes 500” listesine ihtiyacımız var. En yoksul 500 dünya vatandaşının isminin yer aldığı bir listeye. Bu listede kim bizi geçebilir?

http://www.counterpunch.org/sainath03202009.html adresinden özetlenerek çevrilmiştir.

Palagummi Sainath: Gazeteci, The Hindu gazetesinin Kırsal Meseleler Editörü, “Everybody Loves a Good Drought” kitabının yazarı.

Romalı tarihçi Tacitus, Roma emperyalizmini kolonilerine karşı talan ve yıkımı nedeniyle kınamıştı ve demişti ki: “Bir çöl yapıyorlar ve barış olarak adlandırıyorlar.” ABD’nin Irak’ta yaptığını tanımlamak için bundan daha uygun bir cümle yok.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Oxfam tarafından yayımlanan iki rapor, ABD’nin savaş ve işgalinin izinde sağ kalan Iraklıların dayanılmaz resmini açığa vuruyor.

ABD Irak’ı, 27 milyon nüfuslu bir ülkeyi 20 yıldan beri kuşatmış durumda. 1991 Körfez Savaşı yüz binlerce insanı öldürdü. Saddam Hüseyin rejimine uygulanan yaptırımlar 1 milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. 2003 saldırısı ve işgali 1 milyon insanın daha ölümüne, 4 milyon insanın evlerinden sürülmesine ve toplumu birbirinden yırtarak ayıran bir iç savaşa neden oldu. Toplamda ABD, Irak nüfusunun dörtte birine yakınını öldürdü ya da yerinden etti.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 18 yaşın üstündeki 4 bin 332 Iraklı ile yaptığı “Irak Ruhsal Sağlı Çalışması”na göre Iraklıların yüzde 17’si ruhsal bozukluklardan birinden etkilendiğini kabul etti, en çok görülen bozukluklar olarak ise depresyon, fobiler, post-travmatik stres bozukluğu ve anksiyete olarak belirlendi.

Associated Press bu tüyler ürpertici rakamı, “şaşırtıcı biçimde ağır ruhsal bozukluk oranları düşük” şeklinde yorumladı. Ancak çalışmaya katılan Dr. Saleh Al Hassnawi, “Irak’ta bir ruhsal hastalığa sahip olmak ile ilişkilendirilmiş oldukça fazla damga var” diyor.

Tabii ki Irak’a yönelik son 30 yıl içindeki ABD saldırılarının dehşeti karşısında, Iraklılar sağ kalmak için neredeyse süper-insan koruma mekanizması geliştirdiler. Dr. Abdul al-Monaf al-Jadiry’nin tabiri ile, “İnsanlar giderek sürekli zor deneyimlere alışık hale geliyor gibi görünüyor.”

Ruhsal hastalıklardan mustarip olduğunu belirtenlerden yüzde 70’i intihar etmeyi düşünmüş. Veriler aracılığıyla rakamı geri kalan nüfusa uyarlarsak, 3 milyon Iraklı bu bozuklukların sonucu olarak intiharı düşünmüş.

Toplumsal damgalama ve Irak sağlık sistemindeki yıkım birlikte göz önüne alındığında, ruhsal problemlerden etkilenen bu kişilerin sadece yüzde 2’si tedavi için başvurmuş. Çoğu durumunu gizlemiş, kendisini çeşitli ilaçlarla tedavi etmeye çalışmış ya da eczacılardan Valium (güçlü bir antidepresan ç.n.) ve uyku hapları istemiş.

Kadınların yüzde 55’i şiddet kurbanı

Oxfam tarafından yayımlanan çalışma ise çok daha çarpıcı. Irak’ın 18 şehrinden beşinde bin 700 kadın ile yapılan araştırma 2003 yılından bu yana süren işgalin kadınlar üzerindeki etkisini resmediyor. Oxfam, çalışma hakkında şunları belirtiyor: “Şu anda bütün güvenlik durumu kırılgan olsa da dengelenmeye başlıyor. Geriye kalan Iraklı sayısız anne, eş, dul ve bunların kızları sessiz bir tehlikenin pençesinde.”

Iraklı kadınların hayatlarındaki bunalımın derecesi akıllara durgunluk veriyor. Oxfam’a göre, araştırmaya karılan kadınları yüzde 55’i 2003’ten bu yana şiddetin kurbanı olduklarını belirtti. Araştırmacılar ayrıca kadınları yüzde 55’inin yerlerinden edildiğini veya evlerini terk etmeye zorlandığını ortaya çıkardı.

Medyanın Irak’taki güvenliğin geliştiğine dair kutlamalarına rağmen, çalışmaya katılanların yüzde 40’ı 2008 yılındaki güvenlik durumlarının 2007’ye göre daha kötü olduğunu ifade etti. Kadınların hemen hemen yüzde 60’ı güvenlik ve emniyetlerinin en acil sorunları olarak kaldığını söyledi.

Yerinden etme ve şiddetin sonucu olarak araştırmaya katılanların üçte birinden fazlası şu anda ailelerinin fiili reisi haline gelmiş durumda. Irak’ta tahmini olarak 740 bin dul kadın var ve esas rakam çok daha yüksek olabilir.

ABD’nin, merkezi hükümetin ekonominin göbeği ve sosyal hizmetlerin asli sağlayıcısı olma şeklindeki geleneksel rolünü parçalama denemesi, bu kadınları harap etmiş. Dul kadınların yüzde 76’sı eşlerinin emekli maaşlarını hükümetten alamadıklarını söylemiş. Kadınların yine yüzde 76’sı devletin yiyecek paylarına bel bağladıklarını söylerken, yüzde 45’i bu payları kesik kesik aldıklarını belirtmiş. Yüzde 33’ü 2003’ten beri hiçbir insani destek almadıklarını ve büyük çoğunluğu da 2008’deki gelirlerinin 2006 ve 2007’den düşük olduğunu ifade etmiş.

Oxfam, kadınların güvenlik dışında kadınların dile getirdiği büyük sorunun temiz su, elektrik, uygun barınma gibi temel hizmetlere erişmedeki aşırı zorluk olduğunu ve su, kanalizasyon ve sağlık hizmeti gibi elzem ihtiyaçlara erişimin ulusal ortalamaların çok altında olduğunu belirtti.

Kadınların dörtte biri gülük olarak içme suyuna erişimlerinin olmadığını ve neredeyse yarısı ulaştıkları suyun tamamen içilebilir olmadığını açıklamış. Yaklaşık olarak üçte ikisi ise günde 6 saatten daha az elektriklerinin olduğunu söylemiş.

Kadınların ve çocuklarının eğitime ulaşmaları ise şaşırtıcı olmayan biçimde daha iyi durumda değil. Oxfam, “Araştırmaya katılan kadınların yüzde 40’ı sarsıcı biçimde çocuklarının okula devam etmediğini belirtti. Bu sadece ekonomik zorlukla ilgili değil, aynı zamanda kız çocuklarına yönelik ayrımcılık ve güvensizlik de etkili. Bu durum aynı zamanda eğitim tesislerinin yıkılması ve çürümesinin de bir sonucu” açıklamasını yaptı.

http://mrzine.monthlyreview.org/smith180309.html adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Avrupa’daki Tamiller ayakta

17 Mart 2009 Salı

Sri Lanka ordusunun Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları’na (LTTE) yönelik operasyonları, dünyanın dört bir yanındaki Tamiller tarafından protesto ediliyor. Brüksel’de bir araya gelen ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 25 binde fazla Tamil, Avrupa Birliği’ne (AB) LTTE’yi yasaklı örgütler listesinden çıkarması, Sri Lanka hükümetine kuşatılan bölgelere sağlık ve gıda yardımlarının girmesine izin vermesi için baskı uygulaması ve Sri Lanka ordusunun Tamillerin yurdundan çekilmesini talep etmesi çağrısında bulundu. Eylemin organizatörleri AB’yi, LTTE’yi yasaklayarak partiler arasındaki diplomatik dengeyi bozmakla ve Sri Lanka devletinin Tamillere saldırmasına neden olmakla suçladı. Bu arada Cenevre’de bulunan Birleşmiş Milletler (BM) ofisi önünde bir araya gelen 10 binden fazla Tamil de bir protesto gösterisi düzenledi.

Protestocular Brüksel’de düzenlenen mitinge Almanya’dan 110, Fransa’dan 80, Londra’dan 60 ve diğer çevre ülkelerden de 10 otobüs ile katıldı. Bunun dışında binlerce kişi de sadece 3 bin Tamil2in yaşadığı Brüksel’e özel araçlarıyla ve toplu taşıma ile ulaştı. Almanya’dan gelen katılımcıların organizatörlerinden Sujatha Murugathas verdikleri tepkinin çok kuvvetli olduğunu ifade ederek, “Bd du Roi Albert II bölgesinden başlayıp Avrupa Komisyonu’na kadar süren eylem beklediğimizden uzun oldu ve çok sayıda yol tıkandı. Avrupa Komisyonu Genel Merkezi’nde ulaşmamız 4 saatten fazla sürdü ve eylemi saat 17.00’den önce bitirmek için mücadele ettik” dedi.

Gösteri süresince, Sri Lanka ordusu tarafından Vanni’de öldürülen ve yaralanan Tamillerin fotoğraflarıyla donatılmış araçlar da eylemcilere eşlik etti. LTTE lideri Pirapaharan’ın fotoğraflarını taşıyan eylemcilerin ellerindeki dövizlerde de, “Tamillere yönelik Sri Lanka soykırımını durdurun”, “Kurtuluş Kaplanları bizim özgürlük savaşçılarımızdır”, “Kurtuluş Kaplanları üzerindeki yasağı kaldırın”, “Pirapaharan bizim ulusal liderimizdir” gibi ifadeler yer alıyordu.

http://www.tamilnet.com/art.html?catid=13&artid=28746 adresinde yayımlanan haberden özetlenerek çevrilmiştir.

Daud Turki’nin anısına

16 Mart 2009 Pazartesi

1962 yılında kurulup 1980’lere kadar faaliyet gösteren İsrailli sosyalist bir örgüt olan Matzpen’in kurucularından yazar Akiva Orr, 8 Mart 2009 tarihinde hayatını kaybeden ve Abu Aida lakabıyla da tanınan Filistinli şair Daud Turki anısına bir yazı yazdı. 1927 yılında Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak doğan Turki, eski bir politik tutsaktı:

Daud Turki bir savaşçıydı. Baskı ve adaletsizliğe karşı savaştı. Filistin halkına yönelik Siyonizm’in baskısına, siyahlara yönelik ırkçı beyaz Güney Afrikalıların baskısına karşı savaştı. İnsanları ezenler ve ezilenler olarak ayırdı, Araplar ve Arap olmayanlar olarak değil. Her yerdeki baskıya karşı hep ezilenlerin tarafında oldu. Satın alınamadı ya da korkutulamadı. Filistin halkının onurunu temsil etti.

1951’de Hayfa’da İsrailli denizciler grevdeydi. Daud, Hayfa Limanı’nın dışında grevcilere destek adına gösteri yaptı. Yahudi olmalarına aldırmadı. Adaletsizliğin kurbanı olduklarını hissetti ve onlara desteğe gitti. Dünyanın her tarafında işçilerin işverenlere karşı mücadelelerine destek oldu. Komünist Parti’ye bu nedenle katıldı. 1962 yılında partisi tarafından hayal kırıklığına uğratıldı ve partiyi terk etti. Mücadelesine yalnız devam etti.

Siyonizm’in Filistin’in tamamını işgal ettiği 1967 savaşından sonra, Filistinlilerin Siyonizm tarafından uğradığı baskıya karşı savaşacak bir Arap-Yahudi birleşik silahlı mücadele grubu örgütledi (Kızıl Cephe - ç.n.). Sivilleri değil, Güney Afrika ekonomisini vuran Güney Afrika ırkçılık karşıtı silahlı direnişini örnek aldı. Daud’un grubu herhangi bir operasyon gerçekleştiremeden yakalandı ve Daud 18 yıl hapse mahkum edildi.

Daud hapiste tutukluların temel haklarını kazanmak için başlattıkları açlık grevine öncülük etti. Bir kadın polis kendisini normal bir biçimde “Günaydın” diye selamladığında ona şiir yazdı. Hiçbir yerde cezaevi görevlisine şiir yazan başka bir hükümlü olduğunu düşünmüyorum.

12 yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1984 yılında (20 Mayıs 1985’te – ç.n.) Ahmed Cibril önderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık (FHKC-GK) tarafından esir alınan askerler karşılığında yapılan tutsak değişimi kapsamında serbest kaldı. Hayfa’daki Wadi Nisnas (bir Arap mahallesi - ç.n.) semtinde bulunan evine döndü ve Lübnan’daki komünistlerin radyo istasyonu Halkın Sesi tarafından yayımlanan şiirlerini yazmaya devam etti.

1999 yılında eski Hayfa sakinleriyle röportaj yapan Hayfa Radyosu onlara 20. yüzyıldaki hayatları boyunca yaşadıkları en unutulmaz olayın ne olduğunu sordu. İnsanların çoğu çeşitli kişisel olaylardan bahsetti. Bazıları 1948 veya 1967 savaşlarından söz etti. Bir adam ise, “20. yüzyılda yaşadığım en unutulmaz olay insanın aya ayak basmasıdır” dedi. Muhabir ise şaşırarak şunu sordu: “Bu olayı sizin için bu kadar unutulmaz yapan nedir?” Adamın cevabı şuydu: “Bu ayak basışa değin herkes insanların dünyaya her zaman yerçekimi ile zincirli olacağına inanıyordu. Aya iniş insanlara yerçekimi kuvveti tarafından uygulanan zincirleri kırabileceklerini gösterdi. Böylece yerçekimi kuvveti tarafından maruz bırakıldıkları zincirleri kırabiliyorlarsa herhangi başka bir güç tarafından uygulanan zincirleri kırabileceklerini gördüler.”

Bunu söyleyen adam Daud Turki’ydi.

http://www.alternativenews.org/content/view/1632/381/ adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Latin Amerika ülkelerinden El Salvador’da eski sosyalist gerilla hareketi Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) adayı Mauricio Funes ile sağcı ARENA partisinin adayı Rodrigo Avila arasında geçen devlet başkanlığı seçimlerinden resmi olmayan ilk sonuçlar geldi. Bu sonuçlara göre FMLN yüzde 90’ı sayılan oyların yüzde 51.3’ünü, ARENA ise yüzde 48.7’sini aldı. Funes zaferini ilan ederken, oy sayım işlemi devam ediyor.

http://upsidedownworld.org/main/content/view/1765/1/ adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.


İsrail’in işgal duvarının geçtiği Batı Şeria'daki Nilin köyünde gerçekleştirilen protesto gösterisinde bir ABD vatandaşı İsrail güçleri tarafından atılan gaz bombasının kafasına çarpması sonucu ağır yaralandı.


ABD’nin Kaliforniya eyaletinden bölgeye gelen 37 yaşındaki Tristan Anderson, yaralanmasının ardından Tel Aviv yakınlarındaki İsrail hastanesi Tel Hashomer’e kaldırılırdı. Anderson, hastaneye kaldırıldığı sırada bilincini kaybetmişti ve ağzı ile burnundan yoğun biçimde kan geliyordu. Gaz bombasının çarptığı ABD’li eylemcinin alnında büyük bir delik açıldı.



Olay sırasında Anderson ile birlikte bölgede bulunan Uluslararası Dayanışma Hareketi’nden Ulrika Jenson (İsveç), kendilerini gören bir tepede konuşlanan İsrail askerlerinin doğrudan kalabalığın içine gaz bombaları attığını söyledi. Jenson, “Tristan vuruldu ve yere düştü. Kafasının önünde büyük bir delik vardı ve beyni görülebiliyordu. Kanamayı durdurmayı denedim ancak kafasından, ağzından ve burnundan yoğun biçimde kan geliyordu” şeklinde konuştu.

Yine Uluslararası Dayanışma Komitesi üyesi olan Teah Lunqvist ise Anderson’un 500 metre uzaklığa atılabilen yeni gaz bombalarından biriyle vurulduğunu belirterek, “İsrail güçleri gaz bombası atmaya devam ederken birinin vurulduğunu görünce koştum. Ambulans geldiğinde, İsrail askerleri ambulansın köyün hemen dışında bulunan kontrol noktasından geçmesine izin vermeyi reddetti. İsrail askerleriyle 5 dakika süren tartışmanın ardından ambulans geçti” dedi.

Tristan Anderson ve kendisi de Nilin'deki eylemcilerden olan kız arkadaşı Gabrielle Silverman ABD'nin Berkeley kentinde, Berkeley Üniversitesi'nin (UC Berkeley) atletizm antrenman sahası yapmak amacıyla birçok ağacı kesmesine karşı 21 ay boyunca "ağaçta oturma" eylemi yapmış, daha sonra her ikisi de gözaltına alınmıştı. Uluslararası Dayanışma Komitesi'nin Berkeley ayağının kurucularından Paul Larudee, "insan haklarına yönelik tehditlerden endişeli oldukları için" Batı Şeria'ya gittiklerini, birçok farklı bölgede insan haklarını korumak için çabaladıklarını ifade etti.

http://www.alternativenews.org/content/view/1629/381/ ve http://www.commondreams.org/headline/2009/03/14-2 adreslerinde yayımlanan haberlerden yararlanılmıştır.


Yarın gerçekleşecek olan El Salvador seçimleri ile birlikte Latin Amerika’da yeni bir sol iktidarın vücut bulması olasılığı yüksekken, ABD yönetimi El Salvador halkının Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (FMLN) oy vermesini önlemek amacıyla çeşitli yöntemlere başvuruyor. El Salvador Halkıyla Dayanışma Komitesi, ABD’nin bu çabalarına dair yaptığı açıklama ile herkesi duyarlı olmaya çağırdı:

15 Mart Pazar günü Orta Amerika ülkesi El Salvador’da genel seçimler yapılacak. Kısa süre öncesine kadar solun adayı Mauricio Funes’in (FMLN) ülkeyi uzun süredir yöneten sağcı ARENA’dan rakibi Rodrigo Avila’ya karşı dikkate değer bir üstünlüğü vardı.

Ancak, sağcılar korku taktiklerini kullandılar ve yapılan kamuoyu yoklamalarına göre adaylar şimdi başa baş durumda. Güvenilir haberlere göre ise El Salvadorlu olmayan bazı kişilerin Avila’ya oy vermek için sahte kimlik bilgileri vermesi gibi olayları da kapsayan seçim hileleri mevcut.

Şimdi ise FMLN destekçilerini korkutarak seçim sandığından kaçırmayı amaçlayan yeni dolaplar ortaya çıktı. 11 Mart Perşembe günü ABD’li iki muhafazakâr Cumhuriyetçi kongre üyesi Trent Franks ve Dan Burton yaptıkları basın açıklamasıyla ABD hükümetinin Funes’in kazanması halinde El Salvadorlu göçmenleri iki yöntemle cezalandırması çağrısı yaptılar: Birincisi belgesi olmayan Salvadorlu göçmenlerin ABD’de oturup çalışmasına izin verilmesini sağlayan “geçici koruma statüsünün” iptali, ikincisi ise El Salvadorlu göçmenlerin ülkedeki akrabalarına gönderdiği nakit para havalelerinin bir şekilde engellenmesi.

Kongre üyesi Dana Rohrbacher de daha önce benzer bir gözdağı vermişti. ARENA aktivistlerinin seçmenlere Funes’e oy vermeleri halinde ABD’nin para havalelerini keseceğini söyledikleri de gelen haberler arasında.

Bush yönetimi zamanında San Salvador’daki ABD büyükelçisi bir önceki seçimi etkileyen gözdağı ve müdahalelerle meşgul olmuştu. Obama yönetimi ve Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan son açıklamalar ise bu Cumhuriyetçi Parti parlamenterlerinin bakış açılarının, Başkan Obama’nın ve bir bütün olarak ABD hükümetinin görüşlerini yansıtmadığını gösterdi.

ABD büyükelçiliğinin web sayfasında yayımlanan resmi açıklamada, “ABD hükümeti, resmi duruşunun El Salvador’da yaklaşan seçimlerde adaylardan hiçbirini desteklemediğini yineler. ABD hükümeti El Salvador halkının iradesine saygı gösterecek ve seçimi kazanan kim olursa onunla yapıcı biçimde çalışmaya çabalayacak” denildi.

Bununla birlikte şu açık ki El Salvador sağı Frank ve Burton’ın açıklamalarını seçim kampanyasının bu son günlerinde sağcı medya aracılığıyla saldırganca kullanacak.

Biz de diğerleriyle birlikte El Salvador’daki ABD büyükelçiliğini El Salvador’a yönelik tehditlerle bağlarını koparmaya, ABD’nin seçim sonuçlarına saygı göstereceğine ve ABD’de yaşayan El Salvadorlular vasıtasıyla bir misilleme yapmayacağına dair şüphelerini gidermeye çağırıyoruz.

http://politicalaffairs.net/article/articleview/8250/ adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.

(Yazan: Gideon Levy)

Aniden hepimiz aynı fikirdeyiz: Gazze’deki son savaş bir başarısızlıktır. Kibar tavır, bunun sakatlıklarını listelemek için. Yanar dönerler savaşın “başarılarının” hesapsızca tüketildiğini söylüyor, solcular savaşın “hiç başlamamalıydı” diyor, sağcılar ise “daha geç bitmeliydi” diyecek. Ancak şunda hepsi hemfikir: Tökezlemeydi.

Çünkü savaşın sadece 13 İsraillinin ölümüyle neredeyse masrafsız olduğunu dikkate alıyoruz, bu 36 yıl içinde ardından Araştırma Komisyonu oluşturulmayan ilk savaş olacak.

Tabii ki bu tökezleme sadece kendisinden öncekiler kadar ciddi, ancak öldürüldüğümüzden çok öldürdüğümüz, aldığımız hasardan çok hasara neden olduğumuz için hiçbir şey araştırılmaya değer görülmüyor. Tamamen beyhudeydi: hiçbir gelişme kaydedilmedi, hiçbir amaç başarılmadı, hiçbir şey. Caydırıcılık yeniden kurulmadı, Gazze’ye gizlice sokulan silahlar durdurulmadı, Hamas zayıflatılmadı ve kaçırılan İsrail askeri Gilad Şalit serbest kalmadı. Bu konularda hepimiz hemfikiriz.

Üstelik büyük bir bedel ödedik: Hamas daha güçlü, canı yakılan Filistin halkı bize karşı çok daha nefret dolu ve İsrail dünya kamuoyunda dışlanmış olarak görülüyor. Bunu, Ankara’da bir İsrail takımının maç yapacağı basketbol salonundaki arbedede ve İsrail’in haydut devletlerin sonuncusu olarak Malmö’de İsveç’le yapacağı Davis Cup tenis karşılaşmasına seyirci girişinin yasaklanmasında gördük.

Kimse bunların hesabını vermek zorunda değil, ne bu aptalca savaşı başlatan siyasetçiler ne de onların taşeronu olan ordu komutanları. Kimse sorumlu tutulmayacak, yargılama denemelerine aldırmayın. İsrail’in saldırganlığı ve berbat savaş makinesi küçücük bir çentik kadar bile cezasını çekmeyecek.

Ya bu cehennemi kâbusun kenar çizgilerinde oturan amigolar? Belki de en azından onları mı sorumlu tutmalıyız? Televizyon stüdyolarında ve gazete masalarında oturdular. Haa, eleştirmenler nasıl da coşkulu ve telaşlı bir heyecan içindeydi. Teşvik edilmiş ve kışkırtılmış, sıkıştırılmış ve baskı uygulanmışlardı, çok daha fazla savaş diliyorlardı. Aylar boyunca kalplerinin arzusu, “geniş çaplı operasyonları” için gürültü çıkardılar. Dilekleri gerçek olduğunda alkışla desteklediler ve coşkuyla ıslık çaldılar.

Davranışlarını hafife almayın. Cılız siyasetçiler ve silik yetkililer üzerinde muazzam etkiye sahip olabiliyorlar. “Üzerlerini çizelim” şeklindeki bariton sesleri ülkenin bir ucundan diğer ucuna yankılandı. Bunun, emsalsiz biçimde doğru ve başarılı bir savaş olduğunu iddia ettiler. Görkemli askeri manevraları ağız tadıyla yazdılar, dehşeti insafsızca sakladılar, var olmayan bir düşmana karşı savaşı çift taraflı bir savaş, birliklerin su götürmez avantajlarını gerçek bir mücadele, biçare bir halka karşı yürütülen askeri manevraları başarı olarak sundular.

Hâlâ bir önceki başarılı dehşet gösterilerinden, ikinci Lübnan savaşından kalan köpüklerle kaplı olan ağızlarıyla stüdyolarında göründüler. Lübnan savaşına dair yayınları tiksindirici bir yenilgi olan emekli generaller ve Tarzan eleştirmenler, aynı klişeleri ve propaganda emirlerini yeniden kullanıma soktular. Kimse, önceki başarısızlıklarından sonra onları değiştirmeyi düşünmedi. Hiçbir şey öğrenmediler ve hiçbir şey unutmadılar ve büyük çoğunluğumuz cennetten gelmişler gibi sözlerini kafamızı düşüncesizce aşağı yukarı sallayarak onayladık.

Deja vu çaktı: Bir kez daha, ikinci Lübnan savaşından sonra olduğu gibi bir zamanlama sorunuyla ancak sona erdikten sonra aniden savaşın en büyük eleştiricileri haline geldiler.

Pişmanlık göstermeden ve daha fazla kibirle, göklere çıkardıkları savaşın başarısız olduğunu arsızca kabul ettiler. Neden başarısız oldu? “Çünkü yeterince insan öldürmedik” şekline açıkladılar. Eğer biraz daha destek çıksaydık ve 200 çocuk daha öldürseydik ya da 500 kadın daha katletseydik zafer kazanacaktık.

Hiçbiri savaş devam etseydi ne olacağını sorgulamıyor. Gilad Şalit serbest mi kalacaktı? Hamas beyaz bayrak mı sallayacaktı? Filistin halkı Siyonist harekete mi katılacaktı?

Şimdi bir sonraki ziyafete hazırlanın.Şimdiden, hangisi önce gelirse, Gazze veya Lübnan’daki yeni savaş için yaygara koparmaya başladılar. İstedikleri şeyi aldıklarında stüdyolarına dönecekler. Başlangıçta savaşa desteklerini sunacaklar ve sonra ona karşıymış gibi görünecekler.

Kimse aşağılık davranışlarından onları sorumlu tutmayacak ve yeryüzünde yeni hiçbir şey olmayacak.

Gideon Levy: İsrailli gazeteci, Haaretz gazetesi köşe yazarı

http://www.haaretz.com/hasen/spages/1070476.html adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Viva Palestina organizatörlerinden İngiliz milletvekili George Galloway, Gazze’de Avrupa Birliği (AB) yaptırımlarını ihlal etmekten mahkum edilemeyeceğini söyledi.

Viva Palestina konvoyu, 1.5 milyon sterlinden fazla tutan insani yardımı Gazze Şeridi’ndeki Hamas hükümetine teslim etti. Press TV’ye konuşan Galloway, Viva Palestina hareketinin yoksullaştırılmış bir bölge olan Gazze’de nakit para dağıtarak AB tarafından yürürlüğe konulan yaptırımları geçersiz kıldığını belirtti. Lafını sakınmayan milletvekili, Salı günü düzenlenen bir basın toplantısında, “Biz şimdi size 100 taşıt ve bütün muhteviyatlarını veriyoruz. Yaklaşık olarak söylediğim şey için de özür dilemiyoruz. Biz bunları Filistin’in seçilmiş hükümetine veriyoruz” şeklinde konuştu. Galloway İngiliz devletine ve diğer Avrupa devletlerine de seslenerek, “Eğer beni yargılamak istiyorsanız, sizi temin ederim ki beni mahkum edecek hiçbir jüri yok. Onlar sizi mahkum edecekler” dedi.

Pazartesi günü Refah Sınır Kapısı’ndan geçerek Gazze’ye ulaşan konvoy geçen ay Lonrda’dan yola çıkmış, ancak Mısır gizli servisi ile ilişkili saldırganların saldırısına uğradığı Mısır’da duraklamıştı. Buna rağmen konvoy bölgeye yönelik son İsrail saldırısı süresince de sürdürülen 19 aylık İsrail ablukasını kırdı.

http://www.presstv.ir/detail.aspx?id=88147&sectionid=351020202 adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Kültür, yeni barbarlıktır

10 Mart 2009 Salı

(Yazan: Terry Eagleton)

Bu sene, geçtiğimiz yüzyılın önde gelen sosyalist düşünürlerinden Raymond Williams’ın ölümünün 20. yılı olarak görülüyor. “Raymond Williams: A Warrior’s Tale” (Savaşçının Öyküsü) isimli muhteşem biyografi Dai Smith tarafından yayımlandı. Smith, Williams’ın babasının tren yolu işaret memuru olduğu bir Galler sınır köyünden Cambridge’e ve sonra da politik nedenlerle Yeni Sol meslektaşları Richard Hoggart ve EP Thompson ile birlikte seçtiği yetişkin eğitimi misyonuna yolculuğunu resmediyor. Düş kırıklığına uğradığı ender anlardan birinde bana 1950’lerde yetişkinlerle öğrencilere öğretmek arasındaki farkın “doktorların kızlarına öğretmek yerine oğullarına öğretmek” gibi olduğunu söylemişti. Ama hiçbir zaman kuşkulanmadı. Birikimini hak etmiş hiçbir İşçi Partisi (Labour Party) hükümetinin popüler kültür ve eğitim kurumlarına büyük bir yatırım yapacağından asla şüphe etmedi ve Atlee'den Wilson’a kadar bunu başaramadıkları için hepsini azarladı.

Williams, çığır açan makalelerinden birinde “kültür bayağıdır” demişti ve kendi hayatı bunun tipik bir örneğiydi. Black Mountains’den Cambridge’in tepelerine doğru dönüşümünü kendine özgü değilmiş gibi görüyordu. Baştan sona, ardında bıraktığı komşuluk ve işbirliği ruhuyla politik bilinçli kırsal topluluğa, profesyonel bir makam edindiği ve bir keresinde dokunaklı biçimde “dünya üzerindeki en kaba yerlerden biri” olarak tanımladığı Cambridge’den çok daha fazla özgün bir kültür olarak saygı duyuyordu. Britanya işçi sınıfı belki Milton ve Jane Austen’in payını üretmeyebilirdi, ama Williams’ın bakışına göre en azından değerli olan bir kültür doğurmuştu: uğrunda çok canlar verilmiş işçi, sendika kurumları ve işbirliği hareketleri.

Williams’ın 1988’deki ölümünden bu yana iddia edilebilir ki kültür her zamankinden daha bayağı hale geldi. Austen üniversite kütüphanelerinden filmlere ve televizyonlara fırladığı halde Milton’ın süper marketlerde satılması bakımından değil. Williams, Jeremiahlara muhalefet ederek hiçbir zaman medyanın ilerici potansiyelini iddia etmeyi kesmedi. Ancak birbiriyle konuşmanın bu can alıcı biçimlerinin bunları şahsi menfaatleri için istismar edenler çıkarcılardan geri alınması gerektiğine inanıyordu. Bu dünyanın Murdochlarının (Batı’nın medya tekellerinin sahibi ç.n.) hakkından gelmek için reçetesi onun alışılmış ihtiyatlılığından destekleyici biçimde bağımsız: “Bu adamlar kovulmalı.”

Williams’ın ölümünden bu yana kültürün içinde bulunduğu gerçek anlam, Dante ve Mozart ile çok az ilgisi olan biçimde daha bayağı hale geldi. Williams’ın kilit girişimlerinden biri kültürün sadece seçkin sanat eserleri anlamına gelmediğinde, hayatın tümü anlamına geldiğinde ısrar etmesiydi ve kültür bu anlamda –dil, kalıtım, kimlik, inanç- onun için öldürecek kadar önemli hale geldi. Dante ve Mozart seçkinci olabilir, ama hiçbir zaman çocukların uzuvlarını koparmadılar.

20. yüzyılın sonlarında evrensel gündemi kaplayan politik akımlar, -devrimci milliyetçilik, feminizm ve etnik mücadele- kültürü merkezlerine koydular. Dil, kimlik ve yaşam biçimleri, politik taleplerin şekillendiği ve seslendirildiği ifadeler oldu. Kültür bu bağlamda, Matthew Arnold ve FR Leavis’e göre olduğu gibi çözümden çok problemin parçası haline geldi. Politik çatışmanın geleneksel biçimlerinde tehlikede olan sadece geçinmeye yetecek maaş olmadığı, aynı zamanda (yok edilmiş toplumlarda olduğu gibi) yaşam biçiminin savunulması olduğu zaman işçiler en güzel biçimde anlaşılır.

19. yüzyıl başlarından beri sürekli olarak kültür ya da medeniyet barbarlığın karşıtı olmuştur. Bu karşıtlığın arkasında bir çeşit öykü yatmaktadır: önce barbarlık vardı, sonra medeniyet onun karanlık derinliklerinin dışına serpiştirildi. Radikal düşünürler, bunun aksine barbarlık ve medeniyeti eş zamanlı gibi görmektedirler. Bu,, Alman Marksist düşünür Walter Benjamin’in, “aynı zamanda barbarlığın bir belgesi olmayan bir medeniyet belgesi yoktur” derken düşünmekte olduğu şeydir. Her katedral için bir kemik çukuru, her sanat eseri için, eseri yapması için sanatçıya kaynağı sağlayan emek yığını… Medeniyet, doğadan şiddetle gasp edilmeye mecburdur, ancak baskıdan, zorlamadan beslenen şiddet medeniyeti korumaya alışıktır.

Şu günlerde barbarlıkla medeniyet arasındaki çatışma kaygı verici bir yön aldı. Şu anda, aynı tarafta olmaya alışık olan medeniyet ile kültür arasındaki bir çatışmayla yüz yüzeyiz. Medeniyet, rasyonel düşünme, maddi refah, bireysel özerklik ve ironik biçimde kendinden şüphe etme anlamına, kültür ise geleneksel, kolektif, tutkulu, içten, düşünce ürünü olmayan ve arasyonel bir yaşam biçimi anlamına geliyor. O halde kültüre sahip oldukları için medeniyete sahip olduğumuzu bulmak sürpriz değil. Kültür, yeni barbarlıktır. Batı ile Doğu arasındaki zıtlık yeni bir eksene eşlenmiş durumda.

Sorun, medeniyetin ondan üstün olduğunu hissetse bile kültüre ihtiyaç duymasıdır. Kendi politik nüfuzu, kendisini özel bir yaşam biçimine dönüştüremedikçe iş görmeyecek. Erkekler ve kadınlar, kendisini günlük hayatlarının bünyesine dokumayacak bir güce boyun eğmezler. Medeniyet kültürle iyi geçinemez ve o olmadan da ilerleyemez. Williams’ın yaşasaydı aklını bu bilmeceyle ilgilenmek için bırakacağından emin olabiliriz.

Terry Eagleton: İngiliz akademisyen, yazar, edebiyat kuramcısı

http://mrzine.monthlyreview.org/eagleton090309.html adresinde yayımlanmıştır.


Venezüella’da Ocak ayında yüzde 2.3 olan enflasyon Şubat ayında yüzde 1.3 oranına geriledi. Bu durum, geçen yıl yüksek olan aylık enflasyon oranlarının kontrol altına alınması olarak yorumlandı. Aynı zamanda, Ocak ayında işsizlik oranı da yüzde 9.5 olarak 2008 yılı başına göre düştü, ancak Aralık ayına oranla karakteristik mevsimsel yükseliş gösterdi.

Geçen yılki dünya gıda krizi süresince yüzde 35 oranında şişirilen gıda fiyatları, Şubat ayında yükselmedi. Ulusal İstatistik Enstitüsü (INE) verilerine göre kiralar sadece yüzde 0.4, sağlık bedelleri yüzde 2.8, ulaşım bedelleri ise yüzde 2.2 oranlarında yükseldi.

Enflasyondaki yavaşlama Venezüella’nın başlıca 10 şehrinin hepsinde görüldü. Şubat enflasyonu, INE’nin enflasyon hesaplamasına dahil olan fiyatların, kurumların ve şehirlerin sayısını arttırdığı 2008 Ocak ayından bu yana kaydedilmiş en düşük değer. Şubat ayı enflasyon oranı, son 12 aylık enflasyon oranının yüzde 25.6 olmasını beraberinde getirdi. Enflasyon, geçen yılın Mayıs ayında aylık yüzde 3.2 oranına ulaşarak zirve yapmıştı.

Ocak ayı itibari ile yüzde 9.5 oranında belirlenen işsizlik oranı, 2008 yılının Ocak ayındaki yüzde 10.2’lik oranla karşılaştırıldığında gelişme gösterdi. Bu rakam aynı zamanda Hugo Chavez’in iktidara geldiği 1999 yılındaki yüzde 16.6’lık oranla karşılaştırıldığında kayda değer biçimde düşük ve aynı oran petrol sanayinde özel sektörün ekonomiyi kasten sabote ederek üretimi 2003 yılı başlarına dek durdurduğu sıralardaki zirve rakamı olan yüzde 19.1’den net biçimde düşük.

Bununla birlikte Ocak ayı işsizlik oranı Aralık ayındaki yüzde 6.1’lik orana göre yükseliş gösterirken, bu durum Venezüella’da karakteristik olarak Aralık-Ocak ayları arasında her yıl işsizlik oranındaki gözle görülür artışa neden olan mevsimsel dalgalanmaya dayanıyor. Geçen yıl işsizlik oranı ortalama yüzde 7.4 olmuştu.

Venezüella, 2009 yılı için yüzde 15’lik enflasyon hedefi koymuş durumda ve istihdamı arttırmak için sosyal programları, küçük ve orta boy işletmeleri özendirmeyi, altyapı ve tarım sektörüne yatırımları sürdürmeyi planlıyor.

http://www.venezuelanalysis.com/news/4273 adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Washington merkezli Uluslararası Siyasi Tutumlar Programı (PIPA) tarafından yapılan ve sonuçları kurumun www.worldpublicopinion.org adresindeki sitesinde yayımlanan araştırmaya göre dünya genelinde çoğunluk kadınların eşit haklara sahip olması gerektiği ve devletler ile Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların cinsiyet eşitliğini geliştirmede rol oynayabilecekleri konusunda hemfikir.

Araştırma, İslam’ın baskın olduğu bölgeleri de içeren ve Amerika, Avrupa, Afrika ve Asya kıtasındaki 22 ülkede gerçekleştirildi. Örneğin, Meksika’dan araştırmaya katılanların yüzde 98’i cinsiyet eşitliğinin çok ya da kısmen önemli olduğu fikrinde. Bunun yanı sıra Fransa’dan katılanların yüzde 97’si, Türkiye’den katılanların yüzde 91’i, İran’dan katılanların yüzde 78’i, Kenya!dan katılanların yüzde 90’ı, Çin’den katılanların yüzde 95’i ve Hindistan’dan katılanların yüzde 60’ı benzer görüşü paylaşıyor.

Araştırma, dünya genelinde erkeklerin yüzde 84’ünün kadınların yüzde 89’u ile birlikte cinsiyet eşitliğinin önemli olduğunu belirttiğini ortaya çıkardı. Çoğu ülkelerin katılımcıları, cinsiyet eşitliği durumunun genel olarak gelişme gösterdiğini ifade etti. Sadece araştırmaya Ürdün, Filistin ve Nijerya’dan katılanların çoğunluğu kadınların konumunun hayatları boyunca değişmediğini ya da daha kötüye gittiğini ifade etti.

Katılımcıların büyük çoğunluğu, kadına yönelik ayrımcılığın önlenmesinde devletlerin rol sahibi olduğunu belirtti. ABD’de10 kişiden 8’inden fazlası bu görüşü paylaşırken, Rusların yüzde 72’si, Mısırlıların yüzde 76’sı, Güney Korelilerin de yüzde 88’i aynı görüşte olduğunu dile getirdi. Bununla birlikte, devletlerinin ayrımcılığın önlenmesi konusunda yeterli çabayı gösterip göstermediği konusunda katılımcılar ayrıştı. Arjantinlilerin yarısından fazlası devletlerinin eşitliği garanti altına almak için daha fazla şey yapması gerektiğini düşünürken, yüzde 19’u halihazırda yeterince çabanın gösterildiğini, yüzde 25’i ise devletin soruna hiçbir şekilde müdahil olmaması gerektiğini belirtti. Bu arada dünyanın en yüksek Müslüman nüfusa sahip olan ülkesi Endonezya’da katılımcıların yüzde 69’u eşitliğin garanti altına alınması için devletlerinin daha çok şey yapması gerektiğini ifade ederken, yüzde 21’i zaten yaptığını, sadece yüzde 6’sı ise devletin sorundan uzak durması gerektiğini söyledi.

Araştırmaya göre, kadınlar erkeklere göre biraz daha fazla devletlerin ayrımcılığın önlenmesi konusunda çaba göstermesi gerektiğini düşünüyor (yüzde 83’e yüzde 78). Bununla birlikte kadınlar erkeklere oranda çok daha fazla biçimde devletlerin kadına yönelik ayrımcılığı önlemesi konusunda şu anda yaptığından daha çok şey yapması gerektiğini ifade ediyor (yüzde 58’e yüzde 48).

Hindistan ve Mısır haricindeki tüm ülkelerde çoğunluk, Birleşmiş Milletler’in kadın haklarının geliştirilmesi konusunda rol oynaması gerektiğini düşünüyor. Söz konusu iki ülkede ise çoğunluk bu rolü “yersiz müdahale” olarak tanımlıyor. ABD’li katılımcıların hemen hemen 10’da 6’sı “BM, eşit hakların geliştirilmesinde rol oynamalı” diyor. Tüm katılımcıların ortalama yüzde 66’sı BM’nin kadın haklarının ilerletilmesi konusundaki çabalarını onaylarken, yüzde 26’lık bir oran ise bunun yersiz müdahale olacağını düşünüyor.

http://politicalaffairs.net/article/articleview/8226/ adresinde yer alan haberden çevrilmiştir.

7 Mart 2009 Cumartesi

İşgal barınma hakkını da vurdu

Takvimdeki tarih kadın haklarına işaret ederken bunun Manwa Tarrabin (56) ve iki kızı için pek önemi yok. Onlar, evlerini ve ona dair tüm haklarını kaybettiler.

17 Ocak’a kadar Gazze’nin doğu sınırının 200 metre içerisinde bulunan ve İsrailli yetkililer tarafından “kapalı askeri alan” ilan edilen Beyt Hanun’un Al-Amal mahallesindeki küçük evlerinde yaşıyorlardı. İsrail’in Gazze’ye yönelik üç haftalık hava, deniz ve kara saldırısından önce küçük yükseltinin tepesindeki zeytin ve meyve ağaçlarıyla çevrili açık alanda bir evleri vardı. İsrail güçlerinin çekilmesinin ardından ev, Beyt Hanun sınır bölgesinde yıkılan 80 evden biri olarak artık yassı bir moloz yığını halinde.

Tarrabin’in evine giden çakıl yol tank ve buldozerlerle yarılan tarım arazileriyle kesişiyor ve İsrail tek taraflı ateşkes ilan etmeden bir gün önce aynı şekilde yıkılan sayısız eski evden geçiyor. Tarım ve hayvancılık yapan Tarrabin ailesi, koyunları ve keçilerinin ürettikleriyle ve etraflarındaki verimli tariz arazisine dikebildikleriyle geçimlerini sağlıyormuş. 27 Aralık’ta saldırıların başlamasının ardından evlerinde kalmaya devam etmişler. Evi tahliye etmeye zorlandıkları akşam Manwa ve kızı Sharifa (22) evdeymişler. İsrail ordusunun evlerini nasıl yıktığını anlatan Manwa Tarrabin, “Tankları gördüğümde çok korktum. 17 Ocak öğle 2.30 sularıydı ve tank seslerini duyduğumda evin içindeydim. Dört tank ve biri çok çok büyük olan iki buldozer vardı. İsrail askerleri evi terk etmemiz için megafonla bağırdılar. Bana, evimizin artık kapalı askeri bölgede bulunduğunu ve bunun evi terk ederek Gazze’ye doğru gitmemizi gerektiren ‘tepeden bir kara’ olduğunu söylediler. Kabul etmedim ve eşyalarımızı toplamak amacıyla zaman vermeleri için pazarlık yapmayı denedim. Ancak reddettiler” diyor. Tarrabin, kendisinin ve kızının kimliklerini ve kişisel eşyalarını almak için bile zaman verilmeden sadece üzerlerindeki giysilerle evi terk etmeye zorlandıklarını sözlerine ekliyor. Aşağı yukarı akşama doğru saat 5 civarlarında, yani İsrail’in ateşkes ilanına 12 saatten az zaman kala Tarrabinlerin evi buldozerlerle yıkılmış.

Saldırılar sonrası 100 bin evsiz

Yıkım, İsrail tanklarının Ocak başında sınır ötesine geçmesinin ardından Ocak ayı aşından beri İsrail ordusu kontrolünde olan bölgede meydana gelmiş. Yeşil Hat boyunca devam eden alanlar 2000 yılından beri Filistinliler için yasak bölge. Alan, İsrailli yetkililer tarafından tek taraflı biçimde “tampon bölge” ilan edilmiş. İsrail buldozer ve tankları koordinasyon içinde tampon bölge dahilinde ve dışındaki binlerce dönümlük tarım arazisini bazıları İsrail sınırından 2.5 kilometre uzakta olmasına rağmen kasten yok etmiş. İsrailli yetkililer 17 Ocak’ta tampon bölgeyi tekrar genişletmiş ve yasak bölge olan alanları Yeşil Hat’tan bir kilometre uzağa kadar yükseltmiş. Beyt Hanun’daki “tampon bölgede” yıkılan 80 evde yaklaşık olarak 400 kişi evsiz ve topraksız hale gelmiş.

Topraklarının büyük kısmı tampon bölgede kalan ve dönüp üretim yapmaları haline ölü riskiyle karşı karşıya olan Tarrabin ailesi yıkımın ardından ilk kez 29 Ocak’ta evlerinin bulunduğu yere insan hakları gözlemcileri ve bir film ekibi ile birlikte dönmüş.

Tarrabinlerin evine giden çakıl yolun her iki yanı yıkılmış ev manzaralarıyla dolu. Manwa Tarrabin kalıntılara işaret ederek, “Şu ev Khadera ailesine aitti. Anneleri bombardımanda öldürüldü. Bu evin zemin seviyesinde koyunlar ve keçiler vardı. Askerler evi içindeki hayvanlarla birlikte yıktı” diyor. Tarrabi ailesinin evinin yakınlarında Abu Jeremy ailesinin evi sağlam biçimde duruyor. 27 Aralık’ta İsrail askerleri tarafından tahliye edilmelerinin ardından evlerini ilk ziyaretlerinde Freije Abu Jeremi, tavşanlarının, tavuklarının ve koyunlarının İsrail askerlerinin ahırı yıkmasıyla birlikte öldüğünü söylüyor.


Save the Children isimli örgüte göre yüzde 56’sı çocuklardan oluşan tahminen 100 bin kişi saldırıların ardından evsiz kalmış. Tarrabin ailesi de evlerinin yıkılmasının ardından evlerinden uzakta bulunan Han Yunus’taki akrabalarının yanına yerleşmiş.

http://www.ipsnews.net/news.asp?idnews=46002 adresinde yayımlanan haberden özetlenerek çevrilmiştir.


Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Amerikan besin devi Cargill’in pirinç işleme fabrikasının, şirketin pirinci hükümet tarafından belirlenen fiyattan satmaması nedeniyle el kamulaştırılması talimatı verdi. Chavez Çarşamba günü de, yüksek enflasyona set çekmek amacıyla belirlenen fiyat kontrolünden kaçınmaları nedeniyle hükümetle özel besin üreticileri arasında gerginliğin yükseldiği günlerde ülkenin en büyük besin üreticisi olan Empresas Polar’ı kamulaştırmakla tehdit etmişti. Chavez, Cargill’in Portuguesa eyaletindeki fabrikasının, paketlerin üzerine düzenlenen fiyatları yazmaması nedeniyle yerel yasaları ihlal ettiğini belirtti. Chavez’in “kamulaştırma sürecini başlatması” talimatını verdiği Tarım Bakanı Elias Jaua, “Kararnameyi hazırlayın, biz kamulaştıracağız” dedi. Portuguesa’daki pirinç işleme tesisi, Venezüella’da faaliyet gösteren Minneapolis-Minnesota merkezli şirketin 13 besin işleme tesisinden biri. Minneapolis’te bulunan Cargill sözcülerinden Mark Klein, şirketin Venezüella hükümetinin kararına saygılı olduğunu ve durumu açıklığa kavuşturmak için bir fırsat beklediklerini söyledi. Klein, Associateed Press’e e-mail yolu ile gönderdiği açıklamada, “Cargill, Venezüella’daki tüm yasa ve kurallara uygun besin üretme taraftarı” dedi.

Empresas Polar bu yılın başlarında Venezüella Yüksek Mahkemesi’nden devletin pirinç işleme fabrikalarından birine ayrıntılı denetim için el koymasını engellemesini talep etmişti. Şirketin yan kuruluşu Alimentos Polar, yetkililerin tesise 90 günlük bir denetim için el koymasının “anayasaya aykırı, yasadışı ve keyfi” olduğunu iddia etmişti.

İş çevreleri fiyat kontrolünün kendilerini iflasa sürüklediğini ileri sürerken, hükümet fiyat kontrolüne ve temel gıdaların fiyatlarının satın alınabilir düzeyde tutulmasına enflasyonun kontrol edilmesi bakımından saygı duyulması gerektiğini ifade ediyor. Chavez ise Çarşamba günü yaptığı açıklamada “Bu özel şirketler, kanunlar ve anayasa çerçevesinde kaldıkları sürece faaliyet göstermeye devam edebilirler” ifadelerini kullandı. Venezüella’da enflasyon 2003 yılından bu yana pirinç, tavuk, şeker gibi ürünlerde uygulanan fiyat kontrolüne rağmen yüzde 31 düzeyinde. Chavez, geçen sene ülkenin en büyük telefon, elektrik ve çimento şirketlerini kamulaştırmıştı. Hükümet, ülkenin en büyük çelik üreticisi Sidor’u da devralmak için tazminat pazarlığını sürdürüyor.

http://www.commondreams.org/headline/2009/03/05-3 adresinde yer alan haberden yararlanılmıştır.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi