Content feed Comments Feed

James Petras: Bir 2012 kıyamet manzarası

26 Aralık 2011 Pazartesi

Tanınmış Marksist düşünür James Petras, 2012 yılı için öngörülerini sıraladığı bir makale kaleme aldı. 2012 yılını ABD ve İsrail'in İran'a karşı "savaş yılı" olarak gören Petras, bu savaşın bedelini tüm dünyanın ödeyeceğini ve ekonomik buhranın yıl sonuna doğru büyük halk ayaklanmalarına dönüşeceğini öngörüyor:



Giriş: 2012 yılının ekonomik, politik ve sosyal görünüşü son derece olumsuz. Ana akım ortodoks ekonomistlerin arasında bile neredeyse evrensel olan fikir birliği, dünya ekonomisine ilişkin karamsar. Yine de burada bile, tahminleri krizin kapsamını ve derinliğini azımsıyor.

2012’de başlamak üzere, 2008-2009 Büyük Durgunluğu sırasında yaşanandan daha sarp bir düşüşe doğru gittiğimize inanmak için güçlü sebepler var. Daha az kaynak, daha büyük borçlar ve kapitalist sistemi koruyan yükü omuzlamak için artan halk direnişi ile birlikte, hükümetler sistemden kurtulamıyorlar.

Son otuz yıldaki küresel ve bölgesel kapitalist büyümenin nedeni ve sonucu olan ekonomik ilişkiler ve büyük kurumların birçoğu, parçalanma ve kargaşa sürecinde. Küresel yayılmanın önceki ekonomik motorları, Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği, olanakları tükettiler ve açık bir düşüşteler. ‘Kısa bir on yıl boyunca’ dünya gelişimi için yeni bir hız sağlayan gelişimin yeni merkezleri Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya, normal seyirlerini izlediler ve süratle hızlarını kesiyorlar ve yeni yıl boyunca böyle yapmaya da devam edecekler.

Avrupa Birliği’nin çöküşü


Özellikle Avrupa Birliği’ni yıkan kriz sona erecek ve fiilen çok aşamalı olan yapı, iki taraflı/çok taraflı ticaret ve yatırım anlaşmaları dizisine dönüşecek. Almanya, Fransa, Benelüks ve Kuzey Avrupa ülkeleri, ekonomik sıkıntıyı bertaraf etmeye kalkışacaklar. İngiltere, yani Londra şehri müthiş bir soyutlanmayla, yatırımcıları Körfez’in petrol devletlerinde ve diğer ‘uygun yerler’de yeni kurgusal çıkarlar bulmak için çırpınırken, olumsuz büyümeye doğru batacak. Doğu ve Orta Avrupa, özellikle Polonya ve Çek Cumhuriyeti, Almanya ile bağlarını güçlendirecek fakat dünya pazarlarının genel batışının sonuçlarına katlanacaklar. Güney Avrupa (Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya), maaş ve sosyal yardımlara olan vahşi saldırılarca artan büyük borç ödemeleri tüketici taleplerini ciddi bir şekilde düşürdükçe, büyük bir buhrana girecek.

Buhran düzeyi iş gücünün üçte birini yürüten işsizlik ve eksik istihdam, halk ayaklanmalarını yoğunlaştırarak, yıl boyu sürecek sosyal çatışmaları başlatacak. Sonuçta Avrupa Birliği’nde bir dağılma neredeyse kaçınılmaz. Tercih edilen döviz olarak Euro, değiştirilecek ya da devalüasyon ve korumacılıkla beraber ulusal meselelere dönüş yapacak. Milliyetçilik, çağın düzeni olacak. Almanya, Fransa ve İsviçre’deki bankalar, Güney’e verdikleri borçların büyük kayıplarından zarar görecekler. Kaçınılmaz hale gelecek büyük mali yardımlar kaçınızlmaz hale gelerek, Almanları ve Fransızları vergi ödeyen çoğunluk ve bankacılar arasında kutuplaştıracak. Sendika militanlığı ve sağcı sözde ‘halkçılık’ (neo-faşizm), sınıfsal ve ulusal mücadeleleri güçlendirecek.

Bunalımlı, parçalanmış ve kutuplara ayrılmış bir Avrupa’nın, İran’a (hatta Suriye’ye) karşı Siyonistlerden ilham alan Birleşik Devletler-İsrail (hatta Suriye’ye) askeri macerasına katılma olasılığı daha az olacaktır. Krizin istilasındaki Avrupa, Washington’ın Rusya ve Çin’e karşı olan cepheleşmeci yaklaşımına karşı çıkacaktır.

Birleşik Devletler: Durgunluk bir intikamla dönüyor

Birleşik Devletlerin ekonomisi, bütçe açığını şişirmesinin sonuçlarına katlanacak ve 2012 dünya durgunluğundan çıkar yol bulamayacak. Önceden dinamik olan Asya’ya yüzünü dönerek de olumsuz büyümesinden çıkar yol ‘ihraç etmeye’ güvenemez çünkü Çin, Hindistan ve Asya’nın geri kalanı ekonomik gücünü kaybediyor. Çin, yüzde 9’luk hareketli ortalamasının epey altına inecek. Hindistan, yüzde 8’den yüzde 5’e ya da daha aşağısına düşecek. Ayrıca, Obama rejiminin askeri ‘kuşatma’ politikası, hariç bırakma ve yerli ekonomiyi koruma politikası Çin’den gelen herhangi bir yeni tahrike meydan vermeyecek.

Militarizm, ekonomik sıkıntıyı alevlendiriyor


Birleşik Devletler ve İngiltere, Irak savaşı sonrası yeniden ekonomik yapılanmadan en fazla zarar görenler olacak. Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık şirketleri, altyapı projelerindeki 186 milyar doların yüzde 5’inden daha az miktar elde edecek (Financial Times, 16/12/11, s 1 ve 3). Benzer bir sonuç Libya ve başka yerlede de mümkün. Birleşik Devletler emperyal militarizmi, borç batağına saplayarak düşmanına zarar veriyor ve savaşmayanlar, savaş sonrasının kârlı yeniden ekonomik inşa sözleşmelerinden para kazanıyor.

Birleşik Devletler ekonomisi, 2012’de durgunluğa girecek ve “2011’in işsiz iyileşmesi” 2012’de işsizliğin dik bir artışıyla yerini değiştirecek. Aslında işsizlik tazminatını kaybeden halk etki yaratmakta başarısız oldukça, bütün emek gücü azalacak.

Kapitalistler işçileri daha ucuz ödemelerle daha fazla üretmeye zorladıkça, maaşlar ve çıkarlar arasındaki gelir boşluğunun genişlemesiyle enek sömürüsü (“verimlilik”) yoğunlaşacak.

Ekonomik sıkıntı ve işsizliğin artışı, mali sıkıntıda olan bankalara ve sanayilere para yardımı yapmak adına sosyal programlardaki zalim kesintileri beraberinde getirecek. Bono hamillerinin ‘güvenilirliğini’ sağlamak için işçi ve emeklilerin kesintilerinin ne büyüklükte olacağına dair partiler arasındaki tartışmalar bitecek. Eşit ölçüde sınırlı politik seçimlerle yüzleşen seçmenler, çekimser kalarak, görevde olanların aleyhinde oy kullanarak ve “Wall Street’i İşgal Et” protestosu gibi kendiliğinden ve örgütlü büyük hareketler aracılığıyla tepki verecekler. Tatminsizlik, düşmanlık ve hayal kırıklığı, kültürü istila edecek. Demokrat demagoglar Çin’i günah keçisi ilan edecekler, Cumhuriyetçi demagoglar göçmenleri suçlayacaklar. Her ikisi de “islamo-faşizme” ve özellikle İran’a ateş püskürecek.

Krizin ortasında yeni savaşlar: Siyonistler tetiği çekiyor


Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşlarının 52 başkanı ve onların Meclis, Eyalet, Maliye’deki “Önce İsrail” yandaşları İran’la savaşı teşvik edecekler. Eğer başarılı olurlarsa bu, bölgesel yangın felaketiyle ve dünya buhranıyla son bulacak. Radikal İsrail rejiminin, Birleşik Devletler Meclisi ve Beyaz Saray’dan savaş politikalarına yönelik kör itaat sağlamadaki başarısı göz önünde bulundurulduğunda, büyük bir yıkıcı sonucun gerçekten muhtemel oluşuyla ilgili her türlü şüphe ortadan kalkabilir.

Çin: 2012’deki denge mekanizması


Çin, 2012 küresel durgunluğuyla, darbesini iyileştiren birkaç olasılıkla birlikte yüzleşecek. Pekin, şu anda ekonomik döngünün dışında olan 700 milyon yerli tüketici için ürün ve hizmet üretmeye doğru yönünü değiştirebilir. Çin, maaşları, sosyal hizmetleri ve çevresel güvenliği artırarak, denizaşırı pazarlardaki kaybını telafi edebilir. Gayrimenkul tahminlerine bir hayli bağlı olan Çin’in ekonomik gelişimi, baloncuk patladığında tersine etkilenecek. Keskin bir çöküşle sonuçlanacak… Bu iş kayıplarına, belediye iflaslarına ve artan sosyal ve sınıfsal çatışmalara neden olacak. Bu, ya daha büyük bir durgunlukla ya da yavaş yavaş demokratikleşmeyle sonuçlanacak. Sonuç, Çin’in piyasa-devlet ilişkilerini oldukça etkileyecek. Muhtemelen ekonomik kriz, piyasa üzerindeki devlet kontrolünü güçlendirecektir.

Rusya krizle yüzleşiyor

Rusya’nın başkan Putin’i seçmesi, Rus müttefiklerine ve ticaret ortaklarına karşı Birleşik Devletlerce desteklenen ayaklanmaları ve yaptırımları destekte daha az işbirliğine neden olacak. Putin, Çin’le daha sağlam bağlara doğru yönelecek ve AB’nin çöküşü ve NATO’nun zayıflamasından yararlanacak.

Batılı basın tarafından desteklenen muhalefet, Putin’in imajını sarsmak için mali gücünü kullanacak ve büyük bir farkla başkanlık seçimlerini kaybedecek olsalar da yatırım boykotlarını teşvik edecek. Dünya durgunluğu, Rus ekonomisini zayıflatacak ve onu, meşhur oligarkları kurtarmak için devlet fonlarına daha çok bağlılık ya da daha büyük kamu mülkiyeti arasında seçime zorlayacak.

2011-2012 geçişi: Bölgesel durgunluktan dünya krizine


2011 yılı Avrupa Birliği’nin çöküşünün temelini hazırladı. Kriz, Euro’nun batması, Birleşik Devletler’deki iktisadi durgunluk ve korkunç eşitsizliklere karşı dünya çapında olan kitlesel protestolarla başladı. 2011 olayları, emperyalistler arası mücadeleleri keskinleştirmeyle ve halk isyanlarının devrimlere dönüşme ihtimaliyle, büyük güçler arasındaki genel ticaret savaşlarıyla dolu yeni bir yıl için kostüm provasıydı. Ayrıca, 2011’de İran’a karşı Siyonistlerce organize edilen savaşın kızışması, Birleşik Devletler-Vietnam çatışmasından beri en büyük bölgesel savaşın belirtisidir. Birleşik Devletler, Rusya ve Fransa’daki seçim kampanyaları ve başkanlık seçimlerinin sonuçları, küresel çatışmaları ve ekonomik krizi şiddetlendirecek.

2011 yılı boyunca Obama rejimi, Rusya ve Çin’e askeri meydan okuma politikası ve Çin’in bir dünya ekonomik gücü olarak yükselişinin kökünü kazımak ve küçük düşürmek için oluşturulan politikaları ilan etti. Şiddetlenen ekonomik durgunluğa karşın ve özellikle Avrupa’da denizaşırı piyasaların düşüşüyle büyük bir ticaret savaşı belirecek. Washington saldırgan bir şekilde Çin ihracatlarını ve yatırımlarını sınırlayan politikaları izleyecek. Beyaz Saray, Çin’in ticaretine ve Asya, Afrika ve başka yerlerdeki yatırımlarına engel olmak için çabalarını artıracak. Çin’in içteki etnik ve genel çatışmalarını istismar etmek ve askeri varlığını Çin’in sahil şeridi dışına büyütmek için Birleşik Devletlerin daha fazla çabalamasını bekleyebiliriz. Bu bağlamda büyük bir provokasyon ya da üretilmiş bir olay olasılık harici görülmemelidir. 2012’deki sonuç, maliyetli yeni bir ‘Soğuk Savaş’ için kudurmuş şoven çağrılara neden olabilir. Obama, Çin ile olan uzun süreli ve geniş çaplı karşılaşma için gerekçesini ve taslağını oluşturdu. Bu, Birleşik Devletlerin Asya’daki etkisini ve stratejik konumlarını desteklemek için umutsuz bir çaba olarak görülecektir. Filipinlerin uydu desteğiyle birlikte Birleşik Devletler askeri “güç dörtgeni” -Birleşik Devletler- Japonya- Avustralya-Güney Kore- Washington’ın askeri yığınağı karşısındaki Çin’in pazar ilişkilerini aşındıracaktır.

Avrupa: Daha fazla kemer sıkma ve büyüyen sınıf mücadelesi



İngiltere’den Litvanya’ya, Güney Avrupa’ya kadar Avrupa’da uygulanan kemer sıkma programları 2012’de gerçekten kök salacak. Büyük kamu sektöründeki işten çıkarmalar ve azaltılan özel sektör maaşları ve kiralar, kalıcı sınıf savaşıyla ve rejime meydan okumalarla dolu bir yıla neden olacak. Güney’deki ‘kemer sıkma politikaları’, Fransa ve Almanya’da banka başarısızlıklarıyla sonuçlanacak olan ödenmemiş borçları beraberinde getirecek… Avrupa’da soyutlanmış fakat İngiltere’de baskın olan İngiltere’nin mali yönetici sınıfı, Muhafazakârların işgücünü ve halk huzursuzluğunu ‘bastırması’ için ısrar edecek. Despot egemenliğin yeni fakat neo-Thatchervari bir şekli ortaya çıkacak; Emek sendikası muhalefeti, boş protestolar düzenleyecek ve isyancı avamın tasmasını sıkacak. Sözün özü, 2011’de ortaya konan geriletici sosyo-ekonomik politikalar, yeni polis-devleti rejimlerine ve işçilerle ve geleceği olmayan işsiz gençlikle daha keskin ve muhtemelen kanlı karşılaşmalara zemin hazırladı.

"Bildiğimiz Amerika”nın sonunu getiren yaklaşan savaşlar

Birleşik Devletler içinde Obama, Irak ve Afganistan’daki askeri birliklerini yeniden konuşlandırarak ve İran’a dönük yoğunlaştırarak, Orta Doğu’da yeni ve daha büyük bir savaş için altyapıyı hazırladı. İran’ın kökünü kazımak için, Washington, İran’ın müttefikleri Suriye, Pakistan, Venezuela ve Çin’de gizli askeri ve sivil operasyonlarını genişletti. Birleşik Devletler ve İsrail’in İran’a karşı olan kavgacı stratejisinin anahtarı, komşu devletlerdeki savaş dizisi, dünya çapında ekonomik yaptırımlar, hayati sanayi kollarını etkisiz kılmayı amaçlayan siber saldırılar ve bilim insanları ile askeri yetkililere yönelik gizli terörist suikastlerdir. İran ile savaşa doğru götüren Birleşik Devletler politikalarının bütün gayreti, planlanması ve uygulanması, hükümette, kitle iletişiminde ve “sivil toplum”da stratejik konumları işgal eden Siyonist iktidar yapılanmasına dayandırılabilir. Mecliste ekonomik yaptırımları oluşturan ve uygulayan karar alıcıların sistematik bir analizi, Ileana Ros-Lehtinen ve Howard Berman gibi mega Siyonistler için göze çarpan roller buluyor; Beyaz Saray’da Dennis Ross ve Eyalette Jeffrey Feltman; Maliye’de Stuart Levy ve onunla yer değiştiren David Cohen. Beyaz Saray, tamamen Siyonist fon yaratma uzmanlarının eline bakar ve Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşlarının ‘52’ başkanının deneyimlerinden faydalanır. İsrailli-Siyonist stratejisi, İran’ı kuşatmak, onu ekonomik olarak zayıflatmak ve ordusuna saldırmaktır. Irak istilası Birleşik Devletlerin İsrail için olan ilk savaşıydı, Libya savaşı ikincisi; şimdiki Suriye’ye karşı olan temsili savaş da üçüncüsü. Bu savaşlar İsrail’in düşmanlarını yok etti ya da yok etme sürecinde. 2011 yılı boyunca, İran’da içten hoşnutsuzluk yaratmak için tasarlanmış olan ekonomik yaptırımlar, tercih edilen ana silahtı. Küresel yaptırımlar kampanyası, büyük Yahudi-Siyonist lobilerinin tüm enerjisini kullandı. Kitle iletişimde, kongrede ya da Beyaz Saray Ofisi’nde hiçbir muhalefetle karşı karşıya da kalmadılar. Siyonist GÜÇ yapılanması (SGY) ilerici, solcu ve sosyalist gazetelerden, hareketlerden ya da grupçuklardan -birkaç dikkate değer istisna haricinde- hemen hemen hiçbir eleştiriye maruz kalmadı. Geçen sene askeri birliklerin Irak’tan İran sınırlarına konuşlandırılması, yaptırımlar ve Birleşik Devletler’deki İsrail’in beşinci kolundan ortaya çıkan Büyük Gayret, Orta Doğu’da savaş demektir. Bu muhtemelen Birleşik Devletler kuvvetlerinden “sürpriz” bir hava ve deniz füze saldırısı anlamına gelir. Bu, Mossad tarafından tezgâhlanan ve SGY tarafından kongreye ve Beyaz Saray’a tüketim ve dünyaya ulaştırma için aktarılan “eli kulağında bir nükleer saldırı”nın uydurulmuş bahanesiyle temellendirilecek. Bu, İsrail için yıkıcı, kanlı, uzatmalı bir savaş olacak. Birleşik Devletler doğrudan askeri bedeline kendi kendine katlanacak fakat dünyanın geri kalanı pahalı bir ekonomik bedeli ödeyecek. Birleşik Devletlerce desteklenen Siyonist savaş, 2012 başında olacak olan durgunluğu, yılın sonunda büyük bir buhrana dönüştürecek ve muhtemelen büyük ayaklanmaları provoke edecek.

Sonuç

Bütün belirtiler 2012’nin, Avrupa’dan ve Birleşik Devletlerden Asya’ya ve Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgelerine doğru yayılan amansız ekonomik krizin dönüm noktası yılı olduğunu gösteriyor. Bu kriz gerçekten küresel olacak. Emperyaller arası meydan okumalar ve sömürgeci savaşlar, bu krizi düzeltme çabalarının kökünü kazıyacak. Buna cevaben, protestolardan ve isyanlardan umarım ki zamanla toplumsal devrimlere ve siyasi iktidara dönüşecek kitlesel hareketler ortaya çıkacak.

http://petras.lahaine.org/?p=1885 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Rusyalı Marksist düşünür Boris Kagarlistky, Rusya’da Aralık ayında “Duma seçimindeki hile yapıldığı” iddiasıyla halkın sokağa çıkmasıyla dünya gündemine gelen hoşnutsuzlukları ve ülke muhalefetinin potansiyelini değerlendirdi. Muhalefetin “adil seçimler” talebinden öte köklü bir değişimden yana olmadığını belirten Kagarlitsky, ülke solu adına çok umutlu görünmese de köklü bir değişimin kaçınılmaz olduğunu vurguluyor:



Rusya’da Aralık ayında patlak veren sokak protestosu, yıllardan beri oluşan, fakat ifade aracı bulamayan giderek büyüyen hoşnutsuzluğun doğal sonucuydu. Bununla birlikte, hiçbir gücü olmayan ve özünde dekoratif amaçlı olan Devlet Duması (muhalefet de dahil üyeleri, hükümetin katıksız birer kuklası) seçimlerinin sonucunda bir krizin patlak vereceğini öngörmek zor olacaktır. Sadece birkaç hafta önc, enstitümüzdeki meslektaşlarımla uzakta beliren siyasi krizi tartıştığımda, patlayıcıya ateşleyici görevi yapacak şeyin ne olabileceğini tanımlayamamıştık. Tartışmanın katılımcılarının ulaştığı genel kanı, kitlesel protestoların vesilesinin, yetkililerin her gün gerçekleştirdiği saçma, aşağılık ihlaller olacağıydı.

Seçimler tamamen bu rolü oynadı. Bütün davranışların kurmaca mahiyeti ve yetkililer ile Duma muhalefeti arasındaki açık danışıklı dövüş halk için, özellikle de gösterilere katılanlar adına sır değildi. Ancak büyük çapta, gülünç ve neredeyse gizlenmemiş olan hile, bir hödüklüğün sergilenmesi olarak algılanmasıdan daha az biçimde politik bir eylem olarak algılandı. Toplum, isyan çıkarmak için adeta bahane arıyormuş gibiydi ve seçim hilesine dair rutin prosedür beklenmedik bir biçimde genel tartışma konusu olduğunda bunu buldu.

Bu arada, sergilenen oyunun politik önemi şimdi, Rusya’nın sözde parlamentosunun kompozisyonu ve biçimlenmesine yön veren kurallar meselelerinin çok ötesine gitmişti. O halde bu, ülkenin, adı peşinen bilinecek gelecekteki liderine karar verilmesinin yöntemi olmayacak.

Burjuva-bürokratik seçkinler

Burada, Rusya’da kararlar seçmenler tarafından alınmaz, iktidardaki Birleşik Rusya ya da onun tarihsel öncülleri olsun olmasın, siyasi partilerin toplantılarında da alınmaz; lüzumsuz merasimler ya da gösteriler olmaksızın ciddi sorunların tartışıldığı burjuva-bürokratik seçkinlerin toplantılarında alınır. Gerekli bilgiler, Birleşik Rusya’nın 24 Eylül‘deki kongresinde halka açıklandı ve konu kapanmış sayıldı. Duma seçimlerinin işlevi, zaten alınmış kararların meşruiyetini sağlamak ve bir şekilde mevcut olan kanuni ilişkileri resmileştirmekti.

Aralık krizi, yetkililerin önceden hazırlıklı oldukları senaryoyu paramparça etti. Protesto etkinliklerindeki artışın ve mevcut seçim prosedürüne olan güvenin tamamen yitirilmesinin eşlik ettiği Birleşik Rusya’nın popülaritesindeki hızlı düşüş, ulusal seçim sisetminin yalnızca temel amacına –seçkinlerin seçilmelerini meşrulaştırma- hizmet etmekte başarısız olması değil, başlı başına bir problem haline gelmesi şeklinde niteliksel olarak yeni bir durum yarattı. Bu tabii ki başkanlık seçimlerinin “sahici” olacağı anlamına gelmiyor. Tek bir muhalif aday olmayacak, ve böyle bir kişi belirseydi toplum sadece daha kötü olacaktı. Rusya’da günümüz “muhalefeti”, ya mevcut yetkililerden ayrılan gruplardan ya da ağırlıklı olarak liberal ve milliyetçilerin olduğu muhtelif renklerden marjinal gruplardan oluşuyor.

“Muhalefet”

Aralık’ta net biçimde baş gösterdiği üzere yetkililerin toplum tarafından reddi, hiçbir şekilde muhalefettekilere sempati anlamına gelmiyor. Ne de hükümet karşıtı gösterilerin örgütleyicileri tarafından halka dayatılan gündem, kitlesel hoşnutsuzluğun asıl sebeplerini yansıtıyor. Muhalefetin liberal liderleri, kendi destekçilerini harekete geçiren bunlar olsa da, toplumsal sorunları öne çıkarmaya hevesli değiller. Solcu yorumcuların tamamı, liberal politikacıların doğruluğunu coşkuyla savunuyor, okuyucularına, toplumsal talepleri öne çıkarırsak, protestoların kitle tabanını “daraltma” riskini alacağımızı anlatıyorlar. Bu mantıklı görünebilir –hilesiz seçim talebi, ücretsiz sağlık hizmeti çağrısından “daha kapsamlı”dır. Buna karşın sorun, günümüz Rusya’sında insanların seçimlerle yerel hastanelerin kaderinden daha az ilgilenmesi.

10 Aralık’ta ülke çapındaki gösterilerde aşağı yukarı 250 bin kişi bir araya geldi. 2005 yılında hükümetin sosyal politikalarına karşı protestolar patlak verdiğinde Ocak ayazına rapmen 2,5 milyon insan sokağa çıkmıştı. Toplumsal protestoların kitle tabanı, son mitinglerin örgütleyicilerinin güvendiği toplumsal katmandan onlarca kez daha geniştir.

Bundan, Rusların hilesiz seçimlere ihtiyaç duymadığı sonucu çıkarılmamalı. Ancak halkın ezici çoğunluğu ancak, seçimlerin hayatlarında değişikliğe neden olabileceği, yurttaşların büyük çoğunluğunun istediği biçimde sosyal devletinn korunmasını beraberinde getirebileceği açık hale geldiği zaman mücadeleye kendileri için katılacak, kendilerini polis coplarının altına atacak. Oysa muhalifler yalnızca halkla aynı düşünceleri paylaşmakta başarısız olmuyor, bunun aksine yetkililerle aynı tarafta bulunuyor.

Şirket medyası, yatırımcıların karamsarlığını, hükümetin, protestoların arka planı karşısında, ücretsiz eğitim ve sağlığı ortadan kaldırmak gibi “asli reformları” gerçekleştirmekte gönülsüz olabileceğine dayanarak açıklarken, ülke borsası, Rusya’nın başlıca kentlerindeki karışıklıklara hisse fiyatlarındaki daralmayla yanıt verdi. Toplumla yetkililer arasındaki ayrılığın gerçek sebebi tam olarak, daha az varlıklı olanların, seçkinlerin anti-sosyal politikalarına direncinde yatıyor. Bu direnç, Duma seçimlerinin etrafını saran maskaralığın çökmesine neden oldu ve bu da yetkililerin, muhalefete karşı nihai muharebeye giremez hale getirdi. Ancak muhalefetin kendisi değişimden, yetkililerin korktuğundan daha az korkmuyor, hatta daha fazla korkuyor.

Bugünkü protestoların liderlerinin ve onların eylemlerinin sorunu, soldan olmamaları ve bu nedenle adil seçimler sloganından daha ileriye gidememeleri, her türlü toplumsal gündemi reddetmeleri. Sorun, konumlarının, şu anda formüle edilen asgari “genel demokratik” talepleri elde etmekte bile başarısızlığa yol açmasını ille de gerekli kılması gerçeğinde yatıyor. Gerçekten kitlesel, Rusya halkının çoğunluğunun temel ihtiaçlarına uygun düşmesi gereken tam bir demokratik program çevresinde birleşmiş güçlü bir hareket oluşturacağız ya da bu başkaldırı, liberaller ve onların “sol” içindeki yardımcılarının desteklemeye hazır olduğu sınırlı hedeflere dâhi erişmeden sona erecek.

“Sol”

“Ilımlı sol”dan gelen, liberallerin peşinden pasif biçimde gidilmesine yönelik çağrılar, sözüm ona “halkın arasında çalışma”, kitlelerin gittiği yere gitme ihtiyacına dayanıyor. Ancak sol güçler, nasıl ve kimle bu şevkle gerçekleştirmeye çalışan kitlelerin peşinden gidecek? Soyut sloganlarla dolu, kötü baskılı bildirilerle mi? Solcular gösterilere, 1905 Devrimi müzesini şereflendirmeye uygun değersiz evraklara benzer biçimde basılmış buruşuk tek sayfalık gazeteleriyle geliyor. Bu nedenle, etraftaki halka bu materyalleri dağıtmakta pek hevesli sayılmazlar, materyalleri birbirlerine dağıtıyorlar. Anarşistler, Stalinistlerin arasında, Stalinistler, Troçkistlerin arasında, Troçkistler, sosyal demokratların arasında ajitasyon yapıyor ve dolayısıyla sonuncusu materyallerini anarşistlere dağıtıyor. Kapalı devre.

Muhalefet, destekçilerine bir şey öneremez durumda ancak tesirsizliği herkes için açık olan mitingleri durmadan tekrar etti. Ve Kremlin bu duruma rağmen durumu kontrol altına alamıyorsa bunun nedeni Kremlin’deki insanların Rusya’da ne yapılması gerektiğine dair hiçbir fikrinin olmamasıdır. Ne zaman tansiyonun düştüğü görülse, yetkililer kriz yangınına körükle gidecek başka açıklamalar veya önlemlerle ortaya çıkıyorlar.

Gerçek bir demokrasi zaferi, bununla eş zamanlı olarak mevcut muhalefetin tamamen çökmesi anlamına geldiğinden, durum, kaçınılmaz bir açmaza doğru sürükleniyor. Yetkililer geri adım atmaya istekli değiller ve muhalefet kazanmaktan korkuyor. Hiç şüphesiz, her iki taraf da diğeriyle sessizce bir anlaşmaya varmayı tercih edecek.

Ancak Rusya’da siyaset açık biçimde tükenmiş durumda ve bu nedenle, iki taraf arasındaki gizli bir anlaşma, artık gerçek bir çözüm anlamına gelmeyecektir. Böylesi bir durum satrançta “pata” olarak bilinir. Gel gör ki hayat, taşların tahtadan kolaylıkla kaldırılabildiği ve oyuncuların oyuna yeniden başlayabildiği bir satranç oyunu değildir. Er ya da geç, durum kontrolden çıkacak, yeni ve ilerlemiş bir aşamaya taşınacak. Bu, siyasi protestolar, toplumsal protestolarla güçlendirildiği zaman gerçekleşecek ve sahneye yeni oyuncular çıkacak. Bunun için gün gibi ortada ki, uzun süre beklememiz gerekmeyecek.



http://links.org.au/node/2663 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Mısır’da sosyalistler hedefte

24 Aralık 2011 Cumartesi


Mısır’da Aralık ayı içerisinde Askeri Yüksek Konsey’in (SCAF) iktidarı bir an önce sivillere devretmesi talebiyle düzenlenen protestolara yönelik asker ve polis saldırılarında onlarca kişi can verirken, bir yandan da ülkede saflar iyiden iyiye netleşmeye başladı. Ülkede, özellikle İslamcı çevrelerin askeri yönetim yanında saf tutması ya da “tarafsız” kalması dikkat çekiyor. Mısırlı sosyalistler ise hem SCAF, hem de İslamcılar tarafından son zamanlarda sıklıkla hedef gösteriliyor. Son olarak Mısır İçişleri Bakanlığı web sayfasında ve bazı tv kanallarında , Devrimci Sosyalistlerin önde gelen isimlerinden Kamal Khalil, Hossam el-Hamalawy ve Sameh Naguib’in konuşmacı olarak katıldığı bir toplantının görüntüleri yayımlanıp grup, “rejimi devirmeyi planlamak” ile itham edilirken, ordunun yanında saf tutan aşırı İslamcı Selefilerin Al-Nour Partisi’nin sözcüsü Mohamed Nour da, sosyalistlerin biricik amacının “anarşi” olduğunu söyledi ve grubu “ABD’den maddi destek almakla” suçladı. El-Youm El-Sabea gazetesi ise grubu “askeri darbeyi kışkırtmakla” suçladı. Devrimci Sosyalistlerin bu açıklamalara yanıtı ise “Baskıcı devleti yıkmak ve yerine adil bir ülke kurmak istediğimize dair söylenenlerden hiçbir şekilde şikayetçi değiliz. Uğruna mücadele ettiğimiz amaç budur” oldu. Açıklamada, özetle şunlar söylendi:

“Evet, zorbalık devletini ve son 30 yıldan beri bize hükmeden, bugün de hükmetmeye devam eden yoksulluğu, cezaevlerinde binlerce savaşçıyı katleden, zenginlerin servetini arttırmak için yoksullardan çalan devleti alaşağı etmeyi hedefliyoruz. Medya yoluyla halkı kandıran bu devlettir. Evet, devleti yıkmak istiyoruz. Sağlığı ve tedavi üreünlerini alınır satılır hale getiren sağlık politikalarını, okul inşa etmek için para olmadığından aşlarına çöken sınıflarda çocuklarımıza yalan ve çarpıtmaları öğreten eğitim politikalarını alaşağı etmek istiyoruz. İçişleri Bakanlığı’nı, onun, doğal felaketlerde can verenlerden daha çok oğul ve kızımızı öldüren bakanını ve cani yetkililerini mahvetmek istiyoruz. Halkımızın yarıdan fazlasını açlık sınırının altına iten sistematik yoksullaştırma politikalarını alaşağı etmek istiyoruz. Bu baskıcı devlet, Mübarek’in askeri konseyinin liderliğindeki ordu tarafından korunuyor. İşte, bir yıldan az zamanda Mübarek’in 30 yıllık iktidarında olduğundan daha fazla Mısırlının yaşamını çalan askeri cunta iktidarını sona erdirmek istememizin sebebi bu. Evet, ordunun rüşvetçi liderlerini mahkemeye çıkarmak istiyoruz. 20 yıllık Mübarek iktidarı boyunca ekonominin yüzde 30’u tamamen denetimsiz biçimde onların kontrolündeydi. Üzerimize ateş açan ve binlerce özgür gencimizi adil olmayan yargılamaların ardından hapseden bu ordunun liderleridir. Tarih bıyunca tüm devrimlerde olduğu gibi, er ya da geç, bu ordunun da devrimci saflara katılacak yurtsever liderler çıkaracağına inanıyoruz. Evet, insanlar hâlâ bu rejimin, onun yoz ve zorba devletinin devrilmesini istiyor.”

Bu arada Sameh Naguib de, SCAF ve medyanın “devrimcileri itibarsızlaştırmak” istediğini belirterek, “Bu devrimin sürmesini, özgürlük ve sosyal adalet şeklindeki eş hedeflerinin gerçekleşmesini istemiyorlar. Devrimcileri karalamalarının nedeni de bu” şeklinde konuştu.


Çeşitli kaynaklardan derlenerek çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Mısır’da dün parlamento önünde oturma eylemi yapan göstericilere yönelik asker ve polis müdahalesinde resmi rakamlara göre 10 kişi ölürken yüzlerce kişi de yaralandı. Olaylarda hayatını kaybedenlerin aileleri ise Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SCAF) tarafından yapılan “Mısır’a karşı komplo” açıklamalarını kınayan bir yazılı açıklama yayımladı.

SCAF’ın, Kahire merkezindeki parlamento binası önündeki oturma eylemine yönelik operasyonla ilgili yaptığı açıklama, olaylarda can verenlerin ailelerini ve çeşitli politik güçleri öfkelendirirken, “ordunun yalanlarını” kınayan bir açıklama yayımlandı.

Dün sokaklara çıkan binlerce kişi ordu güçleri ile çatışmış, SCAF ise yaptığı açıklamada son olayları “Mısır’a karşı komplo” olarak tanımlayarak kamu mallarını savunma hakkı olduğunu belirtmişti. Aynı zamanda SCAF tarafından YouTube’da, genç bir adamın parlamento merkezinin duvarını yıkma görüntüleri yayınlanmıştı.

Çatışmalar sırasında yakında bulunan ve içerisinde 200 yıllık haritalar ve tarihi el yazmaları barındıran Bilimsel Merkez de alevler içinde kalmıştı.



Gösterilerde hayatını kaybeden iki kişinin babalarıyla birlikte 6 Nisan Hareketi, Kifaya Hareketi ve Devrim Gençliği Koalisyonu’nun da aralarında olduğu bazı politik güçler, SCAF açıklamasını şiddetle eleştirdikleri açıklamalarında, “SCAF’ın yalanları çok açık. Protestoculardan birini kaçırarak ve oturma eylemi düzenleyen diğerlerine saldırmadan önce bu kişiyi vurarak sorunu ateşleyen kendileridir” ifadelerini kullandılar. Açıklamada ayrıca şu ifadelere yer verildi:

“Tüm çadırları ateşe verdiler ve saldırılasrı 12 kişi ölüp 5 bin civarında kişi yaralanana kadar devam etti. Gençler, ateşe verilen binadan bazı bilgisayarları ve belgeleri kurtarmayı başardılar ve bunları orduya teslim ettiler. Tüm bu olaylar, bir kadını soyan ve bekaretini kontrol eden ordunun eylemleri ile karşılaştırılamaz. Tüm bunlardan SCAF’ın lideri Muhammed Hüseyin Tantavi’yi sorumlu tutuyoruz.”

http://english.ahram.org.eg/~/NewsContent/1/64/29634/Egypt/Politics-/Martyrs-families,-political-forces-condemn-SCAF-st.aspx adresinden yayımlanan haberden yararlanılmıştır.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Frantz Fanon ve mevcut çoklu kriz

17 Aralık 2011 Cumartesi

Fikirleriyle dünyadaki birçok kurtuluş hareketine rehberlik etmiş olan Frantz Fanon’un kızı Mireille Fanon Mendès-France, babasının her zamankinden daha güncel göründüğünü yazıyor. Ona göre mülksüzleştirme ve adaletsizlikler sürdükçe, Fanon’un tarif ettiği mücadele yöntemleri de varlığını sürdürecek:

Yarım yüzyıl sonra, Afrika ve Arap dünyalarındaki bağımsızlık çanının sesi hafiflemedi; sosyal, ekonomik ya da politik düzlemde tamamen başarısızlık var. Bağımsızlığı elde etmek, insanları sömürgeci hâkimiyetin altında çektikleri sefalet, adaletsizlik ya da ihmalden kurtarmadı. Fanon’ın kitabı ‘Yeryüzünün Lanetlileri’, ‘Ulusal Vicdanın Kazaları’nda öncüleri çoktan tespit ettiği ulusal burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi, sömürgecilik karşıtı mücadelede trajik bir hataya neden oldu.

Kitabında, önceki yıllarda yeni sömürgeci patolojisini, yozlaşmış ve rağbet görmeyen ulusal hükümetlerin eski sömürgeci efendilerinin çıkarlarına boyun eğmesiyle hegemonyanın ebedileşmesi olarak tanımlar.

‘Sömürge çağının sonunda iktidarı ele geçiren ulusal burjuvazi az gelişmiş bir burjuvazidir. Onun ekonomik gücü sıfıra yakındır ve her halükarda, yerine geçmeyi amaçladığı büyük şehirli burjuvazinin duruşundan yoksundur. Ulusal burjuvazi, inatçı narsisizminde, büyük şehirli burjuvazinin yerini kolayca alabileceği konusunda kendisini ikna etmekte çok az zorluk çekmiştir. Ancak tam anlamıyla onu kapı önüne koyan bağımsızlık, memleket dahilinde feci tepkiler doğuracak ve onu daha önceki büyükşehir yönünde ıstıraplı çağrıları başlatmaya zorlayacaktır. Tamamen aracı eylemlere yöneltilmiştir. Olup bitenden haberdar olmak, işin şakasında olmak, bu en derin kabiliyeti gibi görünüyor. Ulusal burjuvazi bir sanayicinin değil, bir politikacının psikolojisine sahiptir.’

Aynı şekilde, sömürgeci devletin son çıkışını görseydi, asıl sorun özgürlüğüne kavuşmuş devletlerin evrimi olurdu. Adil ve zengin bir toplumun inşası, sömürgeci mirasın kalan adam ve kadınlarının her şeyi kapsayan kurtuluşuyla meydana gelmeli. Bu nedenle, yalnızca tahrip edici bir sonuç olmaması için sömürgeci devletin eksikliklerini tespit etmek önemliydi.

Bağımsızlığı kazanmak, ezilen halkların yabancılaşmamasını veya kurtuluşunu meydana getirmedi. Toplumlar, ölü doğmuş devletin, çıkarlarına ve beyanlarına göre değişen despotları destekleyen yeni sömürgeci şebekelerin yetimleri olarak kaldı. Eğer yeni sömürgeci yapılar bağımsızlığın başarısızlığını baştan sona açıklamıyorlarsa, o zaman bu yarım yüzyıl, sömürgeci saatli bombanın tesirinin hüzünlü gösterisi olmuştur.

Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’nde tahmin ettiği evrimin büyük ölçüde farkına varıldı. Önceki sömürgeci güçlerce beslenen ve sivil ve askeri popülistler tarafından öncülük edilen iktidar mücadeleleri, kabilecelik ve bölgecilik, bağımsızlığı biçimsizleştirdi. Önde gelen klikler ve eski sömürgeciler tarafından desteklenen yeni burjuvaziler, sömürgeci yöneticilerle değiştirilen sivil ve askeri popülistlerin avantajına sahip. Kaynakları sıkıca tutma ve iktidardaki kastlar tarafından rantların zaptedilmesi --sivil veya askeri- bu ülkeleri devam eden bir parçalanma durumuna esir etti. Sömürgeci idari güçlerin geri çekilmesi, nüfusun büyük çoğunluğunca yönlendirilen varoluşun doğasında gerçek bir değişime neden olmadı.

Aslında yeni sömürgeci dönem, Afrika kıtasının yeni kılıfının ve Arap-İslam yayının altında yeniden sömürgeleştirmeye son veriyor. Tüm otoriter rejimlere, yıkıcı sosyoekonomik kötü yönetim eşlik ettiği için, eski sömürgecilerin çıkarları korunmakta ve her zamankinden daha fazla bulunmakta. Stratejik düzeyde, savunma anlaşmaları, yabancı denetim altında çalışan gümrük memurlarının çalıştığı başlıca havaalanının olduğu tüm kıtada hava üslerinin kuruluşuna izin vermiştir ve bu da “tâbi devlet”in ne olduğunu önemli ölçüde anlatmakta.

Afrika, Avrupa, Asya, Orta Doğu ve Amerika’da Fanon, her zamankinden daha güncel görünüyor. İnsan hakları ve özgürlük için mücadele eden herkese anlam kazandırıyor, çünkü özgürleşme, politik olgunluğa erişen bir neslin her zaman ilk hedefidir. Birçok adam ve kadın özgürlük, demokrasi ve insan hakları mücadelesinin yerel despotlara ve korudukları yeni sömürgeci düzenin doktrinlerine karşı yürütüldüğünü öğrendi. Kaynakları yağmalamaya ve sonrasında, artık kullanışlı olmadıklarında defetmeye alışkınlar. Ancak sömürgeciliğin başkalaşımı burada durmadı. Libya ile olan savaşta açık bir şekilde militarist bir duruş sergileyen insancıl müdahaleler, özellikle kırsal bölgelerde halkı bağımlı devlet olmanın yapısal ilişkilerine bağlayan ve devletin etkisini gasp eden sivil toplum örgütlerinin sessiz yerleşimine olanak sağlamışlardır.

Bu sivil toplum örgütlerinin birçoğunun yerel uzmanlıktan ayrıldığını ve hatta kendi hükümetleri tarafından paylaştırılan fonlara bağlı olduğunu ve böylece becerileri devretme olanağını ihmal ettiğini belirtmek gerekir. Bu yolla bağımlılığın hayır kurumu temelli yapılarını büyütüyorlar. Özünde, bu yenilenen egemenlik, yeni sömürgeci zihniyetini aşılıyor ve idame ettiriyor. Dolaysız ekonomik müdahale, hegemonik çıkarlarını zar zor saklayan politik insancıl bir söyleme eşlik ediyor. Şüphesiz, bitmek bilmez genelleştirilmiş terörle savaş, çokuluslu çıkarları kollamakla itham edilen Batı’ya, yabancı bölüklerini konuşlandırmak için bir mazeret veriyor. Bu hareketten en çok etkilenen bölgeler, şimdiye kadar sömürülmemiş veya az sömürülmüş stratejik doğal kaynaklara ev sahipliği yapanlar. Bunlar Nijerya, Gine ve en son olarak Libya’yı içeriyor.

İç savaşlardan hükümet darbelerine kadar, bağımsızlık, hâlâ eski sömürgecilerin hizmetinde olan ‘aracı’ bürokrasiler için çıkar arayışında olan, parçalanan devletlerde görülmüştür. Oldukça hızlı bir şekilde sömürgecilik sonrası devletler kendilerini, kayıtsızlığın, yozlaşmanın ve özel çıkarların ayrıcalığının adet haline geldiği yeni sömürgeci devletler haline dönüştürmüşlerdir. Devlet bürokrasileri, genellikle bu gayrı resmi durumların altında ezilirler.

Kaynakların talanının, servet yoğunluğunun ve sermaye hareketinin etrafında örgütlenen ekonomik hâkimiyet –varsayılan model ne olursa olsun- Afrika kıtasını ve Arap dünyasını baş döndürücü eşitsizliğin, kitlesel fakirleşmenin ve sömürgecilik sonrası devletin doğal zayıflığının bir çukuruna yerleştirmiştir. Son yüzyılın sonunda, diktatörler arkalarına yaslandılar ve emperyalizmin savaş kışkırtan yenilenen düzeninin Irak, Libya ve belki yarın Suriye’de gerçekleşmesini izlediler. Hep mücadele ediyormuş gibi göründüğümüz terörizm aslında, Batı tarafından korunan ve onunla ittifak halinde olan otoriter ve gerici devletlerde gelişmekte.

Emperyalizmin en yeni safhası –küreselleşme-, daha az gelişmiş ülkelerin pazarlarının çokulusluların gelişmelerine açılmasına dayanır. Fakat -finansal ilk yardımın bir biçimi olarak verilmiş- Afrika ve Arap ülkelerinin küresel pazarlarda demirleme stratejisine, yeni aktörlerin ortaya çıkması yoluyla meydan okuyor.

Ortaya çıkan ekonomiler, yeni sömürgeci rahat düzenlemeleri engellemeye geliyor ve bu nedenle tımarlara dayanan düzenin, halk desteği azalırken titremeye başladığını görüyoruz. Bu son zamanlarda Tunus ve Mısır’da görülebilir. (Buna ilaveten bir süre önce Venezüella, Bolivya vs.'de olanlar)

Uluslararası ilişkiler bağlamında bu, batılı güçleri periferide olarak gördükleri ülkelerle ilişkilerini yeniden düzenlemeye zorlamakta. Sonsuz terör savaşından sonra –ki bu, hayli çok biçimde en kötü diktatörlerin bazılarının desteğiyle bilinmektedir- bu ilişkilerin önemli bir parçasının müdahale olduğu fikri her zaman mevcuttur.

Hücumbotun yeni siyasi söylemi

Sömürgecilik sonrası yıllarının ataerkil duruşundan, batıdaki yeni muhafazakârların rehberliğiyle, kendisini tamamlanmamış hakkın söylemi olarak gösteren sözde bir ‘harbilik’ ortaya çıkmıştır. Herkesin önünde bariz ırkçı temellerinin hesabını vermekte tereddüt etmiyor. Dolaysız ekonomik müdahaleye, hegemonik amaçları için zayıf bir örtü olan insancıl-politik söylem eşlik ediyor. Terörle savaş, -öncelikli olarak sömürülmemiş maden kaynaklarının olduğu bölgelerdeki- çokuluslu şirketlerin çıkarlarını gözetme gizli gündemiyle, bölükleri konuşlandırmanın gerekçesi olmuştur.

‘Sürekli ‘insan’dan bahseden bu Avrupa, endişe ettiği tek şeyin ‘insan’ olduğunu duyurmayı bırakmıyor, bugün bu Avrupa ruhunun hüküm sürdüğü her ülkede var olan insanlığın çilesini biliyoruz.’Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri.

Doğru kabul edilen bu veda hediyesi adı altında, ırkların hiyerarşisi, azar azar kendisini sözde ‘medeniyetler savaşı’, insancıl müdahale ve demokratik inancın insansız uçaklar tarafından yayılmasıyla yenilemiştir. Böylelikle sömürü ve dışlanmanın yeni propagandacılarını belirlemek için savaş alanı hikâyesi başlar. Seçici hafıza, egemen kapitalist değerleri durmadan çekiçlemek ve unutmak, ötekinin, Müslüman, Arap, siyahînin bir temsilini oluşturarak fikir şekillendirmeyi amaçlar. Kalıtsal olarak evrensel değerlerden aciz, böylelikle de düzeltilemez bir şekilde barbar olan düşman, fiilen insanlıktan dışlanmıştır. Bu bağlamda, Dakar konuşması (Nicolas Sarkozy’nin 26 Temmuz 2007’de Dakar’da yaptığı ve sömürgeciliğin büyük bir hata olduğunu ifade ettiği, aynı zamanda Afrika’nın geri kalmışlığının tek sorumlusunun sömürgecillik olmadığını iddia ettiği konuşma; ç.n.) önemli bir aşama olarak kalır.

Tekrar paketlenmiş, modernleştirilmiş bir ırkçılığın teorisyenlerine göre, bağımsızlık başarısızlığının nedeni sömürgeciliğin zehirlenmiş mirası, önceki büyükşehrin yıkıcı etkileri ya da önceki sömürgecilerin iktidar anahtarını verdiği diktatörlerin dayanıklılığı değil; kendi ‘arkaikliğinde’ donmuş insanların kendi kaderlerini kontrol etme yetersizliğidir. ‘Siyah deri, beyaz maskeler’ ırkçılık karşıtı mücadelede esas kilometre taşıdır: sömürgeciliğin dürtülerini ve onun ezilenler üstündeki etkilerini inceleyerek bu ayrım mekanizmalarının ve politik aşağılamaların deşifre edilmesi. Ona göre bu, ırkçılık kurbanları ve ırkçıların kendileri için evrensel bir yabancılaşmama hareketindeki ırkçılığa karşı mücadelede açıkça belirtilmişti.

Kötürüm olmaktan uzak, bu saldırılarla yüzleşen insanlar ilerlemeye devam ettiler ve adalet, saygınlık ve daha iyi bir yaşam için olan mücadelelerini bırakmadılar. Ortaklaştırılmış mücadelelerin kamusal yüzü ne olursa olsun –basın özgürlüğü ya da özgür irade- bütün kıtada, halkın sesi güçleniyor: vatandaşların özgürleşmesi için politik mücadele ve neo-liberal modeli reddetmeyle uğraşan kadınlar ve adamlar. Bağımsızlık mücadelelerinin başlıca mitleri henüz ölmedi. Bu noktada, Arap dünyasındaki halk isyanlarını anlamak gerekir. Bu hareketleri sosyal rahatsızlık ifadesine veya açlık isyanlarına indirgemek bir aldatmacadır.

Fakat sosyal ilerleme ve gelişimin kayıp yarım yüzyılı, politik aydınlanma ve yerleşme yarım yüzyılı olmuştur. Aslında, dogmatik prizmalar, yol gösterici gücünü kaybetmiştir ve hâlâ işlevi olan tek analitik taslaklar, kesin olarak gerçeklik ilkesine dayananlardır.

Fanon’un fikirlerini, bundan önce sömürgeci egemenliği altında olan ülkelerin şartlarını kullanmak, ideolojik at gözlüklerinden ayrılmış ve tüm dogmalardan kurtulmuş gerçeklikle yüzleşme alıştırmasıdır. (Bu anlamda, onu unutulmuş ve ikonlaştırılmış olarak görenlerin aksine, Fanon her zamankinden daha geçerlidir. O, psikiyatrist, Cezayirli bir mücahit, Pan-Afrikalı devrimci, gezgin bir elçi ve kendilerinin egemen dünyaya bağlı olduğuna inanan herkes için özgürlük savaşçısı olmuştur.)

Siyah deri, beyaz maskeler sözünü hatırlayalım: “Bir renk adamı olan ben, tek bir şey istiyorum: asla egemenliğin bir aracı olmamayı. Birisini başka birinin hizmetinde asla görmemeyi. Yani kendimi bir başkasının hizmetinde. İnsanı nerede olursa olsun keşfedebilmeyi ve istemeyi.’

Fanon’un özgürlük eleştirisinin altında, iktidar sistemlerinin aslında ne olduğu gün yüzüne çıkıyor: tüm ekonomik, sosyal ve kültürel engellerin kökenindeki baskı ve yağma sistemi. Demokratik içeriği boşaltılmış bağımsızlık savunmasızdır: kurtuluş mücadelesinin kazanımları hiçbir şekilde tersine çevrilemez. Ayaklanan halkların özgürlüğü, önceki sömürgecilerce desteklenen güçler tarafından ele geçirildi. Egemenlik sadece görünüşünü değiştirdi ve özgürleşme henüz gelmedi.

Fanon’a göre, ‘bireyin özgürlüğü, ulusal kurtuluş sonucunda ortaya çıkmaz. Gerçek bir ulusal özgürleşme sadece birey özgürlüğünün değiştirilemez bir şekilde kendi özgürleşmesini harekete geçirmesine kadar vardır.’ Bu nedenle, nadir de olsa, sömürgeci boyunduruktan kurtulmuş toplumlar, yurttaşsız toplumlardır.

Bağımsızlığın ikinci aşamasınıortaya çıkarken maksat, bağımsızlığın politik içeriğini toplumun tanıyabildiğine geri getirmektir ki bu olmadan bağımsızlığın şekli sadece bir karikatürden ibarettir. İnsanoğlunun kurtuluşu; özel ve kamusal özgürlüklerin savunmasına, ortak çıkarların önceliğine, eşitsizliğin azalmasına, seçilmişlerin güvenilirliğine ve hakların egemenliğine dayalı evrensel bir mücadeledir.

Gerçek kurtuluş, sadece gerçekten demokratik, güçlü ve temsili olan kurumlar bağlamında öngörülmüş bağımsızlık mücadeleleri tarafından uğraşılan süreçleri izleyen şeydir. Demokratik özgürlükler bu ülkeler için egemenlik ve sefalet arasındaki çıkmazdan kaçmanın tek yoludur. Eşit biçimde gerekli bir ön koşul, küresel güneydeki ülkelerin lehine, ulusla arası güçler ve onların yeniden dengelenmesi arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesidir. Fakat bu, piyasaların boyunduruğu altına girmek için, eski sömürgeci ülkeleri de ilgilendirir.

Uluslararası ilişkiler bağlamında, hiçbir meşruluk olmaksızın, bunun yerine silahlı kuvvetlerinin gücüyle ve dış destekle birlikte, liderler uluslararası safhada hiçbir değere komuta etmiyorlar. Kendilerini içten demokratik zanneden büyük güçler için, daha az gelişmiş dünya üzerine kurdukları hegemonyayı devam ettirme arzularının sona erme zamanı gelecektir.

Fanon’un dik başlılığı ve azmi, drama, halkın yaşam biçimi olduğu sürece, başarısızlıktan kader olmadığını gösteriyor. İlerlemenin dayanışması ve mücadelelerin çakışması, diktatörlere, yeni sömürgeci ve emperyal hegemonyaya karşı direniş, çözüme giden yolun kilometre taşlarıdır. Dayanışma ve enternasyonalizm- ki Fanon’a göre bunlar birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır- halkların mücadelelerine sürekli devam eden bir insan boyutu katmakta.

Bir psikiyatrist, bir deneme yazarı ve bir militan vasıflarıyla Fanon, bir hayli ötekileştirilmiş ve çelişkilerle delik deşik edilmiş olmasına rağmen spot ışıklarını sömürülmüş dünyanın birliğine çevirmiştir. Bu nedenle, mücahit Fanon’a göre, Karayip, Afrika veya Latin Amerika halkı tarafından verilen mücadelelerin hiçbir farkı yoktur. Biri Fanon tarzı analizi şöyle de devam ettirebilir: yayılmacı eğilimiyle, liberalizmin örgütlenme biçimlerini küresel güneye nakleden küreselleşme, şimdi aynı şeyi Kuzey’e yapıyor.

Dışlanma ve sömürünün sosyal ve politik ayırma özelliği, dünyayı küçük azınlıkların çıkarları doğrultusunda birleştirmeye meyillidir. Yunanistan’a uygulanan muamele, AB ve bankalardaki ultra liberallerin yardakçılığıyla biriken dış borca bir karşılıktı. Bu durum, şu an gelişmiş dünyada uygulanan toplumsal ilerlemeleri bozma stratejilerini açığa çıkarıyor.

Terörizm karşıtlığı adı altında oluşturulan denetim kültürü, bu süreçlerce dışlanan ve haklarından mahrum bırakılanların kriminalize edilmesine katkıda bulunuyor. Basının Birleşik Krallık’taki en son ayaklanmaları işleyiş biçimi, 2005 yılında Fransa’daki işçi sınıfı banliyölerinde görülen isyanları hatırlatıyor. Sosyal ve etno-kültürel kategorilerin -fakirler, siyahîler, Araplar, Müslümanlar- üst üste gelmesiyle hızlanan, peş peşe gelen kaymalarla, Batı rejimleri, sömürgeci söylemi yerel politikaya tekrar yerleştirdi. Gizli tarih ile ilgili bir çelişkiyle, yerliler yalnızca özgün halleriyle değil, aynı zamanda Fanon’un ‘yasak kentler’ olarak tanımladığı, ayrımcılığın yeni biçimlerinin zorla uygulandığı yerlerde de hep mevcuttur. Yeryüzü Lanetlileri’nde şöyle belirtmişti:

‘Sömürülen dünya ikiye ayrılır… Sömürülenler tarafından ikâmet edilen bölge, sömürenler tarafından ikâmet edilen bölgeyi tamamlamaz. Bu iki bölge birbiriyle yüz yüzedir fakat daha büyük bir bütünün parçası olarak değil… Dünya, her biri farklı türle işgal edilmek üzere, bölümlere ayrılmıştır. Sömürgeci bağlamın özgünlüğü, yaşam tarzları arasındaki devasa fark, eşitsizlik, ekonomik gerçekliktir, insan gerçekliğini maskelemeyi asla başaramaz.’

İşleyiş şekli değişmiş olsa da, halkın ağırlığı ve egemenliğinin kalıcılığı görülebilir. Hatta baskın halklarca ‘korunuyor’ olma kılıfı altında, bu kategorileri, en hassas toplumları içerecek biçimde genişletiyorlar. Yabancılaşma biçimi değişti fakat sömürünün ideolojik destekleri sürekli olarak kalıcılığını koruyor ve gezegenin tekdüze modele boyun eğmesini sağlayan küreselleşme unsurları haline geliyor. Ekonomik kriz, Batı kapitalizminin bir krizidir. Afrika ve Arap dünyası toplumlarına göre, –askeri insani müdahale nezareti altında- yeniden sömürgeleştirme, artık ‘uygarlaştırma görevi’ne değil, koruma sorumluluğuna, kendisini ‘uluslararası toplum’ olarak bildirenlerin güvenilmez yalanlarına başvuruyor. Baskıcı doğasını, yabancılaşan ve kişiliksizleşen bir karakterle devam ettiriyor.

Sömürgeci geçmişi ve şimdiki adaletsizlik ve topraklardan çıkarılmayı göz ardı etmeyi isteyenlere göre, Fanon’ın eserleri yol kenarında bırakılacak ve şiddet özründen başka her şey olarak anlatılacak. Onu küçük düşürenler, Fanon’a karşı bir cadı avı başlatan yeni muhafazakâr ‘aydınları’ toplayacaklar. Eğri okumalarla ve peşin hükümlü temsillerle, Fanon’un eserlerinin ve onların ırkçılığının kendi görmezliğini tekrar oluşturacaklar.

İnkâr edilmiş, sömürülmüş ve köleliğe mahrum edilmişlerin son çaresi olarak Fanon tarafından savunulan şiddet, daha büyük bir şiddete maruz bırakılmış ezilenlerin meşru savunmasıdır: baskı, mülksüzleştirme ve horlanma.

Ancak, bütün manipülasyonlar ve propagandaların olduğu gibi gerçeklik de inatçıdır. Çeşitli mekanizmalar, eski sömürgeler ve sömürgeciler arasındaki ilişkileri yeniden şekillendirmek için her zaman iş başındadır. Teslimiyet ve yalanların reddi, Fanon’un çalışmalarının tohumunu atan direniş ruhu, dünya çapında hakları için mücadele edenlere ilham vermekte. Başka herhangi bir yerde olduğu gibi Filistin’de de, baskıdan uyananların arka bahçelerinde, Fanon’un hareket halinde olan düşünceleri, dünyadaki değişimlere rağmen gerçektir.

Dünyamız mülksüzleştirmeden, adaletsizlikten ve yabancılaşmadan azâde mi? Fanon bizi, direnmeye ve hiçbir zaman pes etmemeye çağırıyor.

http://www.pambazuka.org/en/category/features/78515 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog yayımcısı Ted Walker tarafından, Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin (PCOT) önde gelen isimleri ile bir söyleşi gerçekleştirildi. Parti yetkilileri, üç vekil kazandıkları Tunus seçimlerinin sonuçlarının kendilerini memnun etmediğini, ancak bu sonuçlardan önemli dersler çıkardıklarını belirtiyor:



- PCOT’nin seçimlerde aldığı sonuçlara dair ne hissediyorsunuz? Kampanyanın, istediğiniz konuları öne çıkarmak konusunda başarılı olduğunu hissediyor musunuz?

Hamma Hammami:
Bazı gazeteler 23 Ekim seçimlerinin olağanüstü ve emsalsiz, dahası mükemmel olduğu değerlendirmesinde bulunuyor; bu net biçimde abartma. Seçim sonuçlarına dair kör bir iyimserlikten sakınmalıyız, bunun yerine daha eleştirel değerlendirmeliyiz.

Bazı listelere karşı çok sayıda rahatsızlık vardı ve hukuk sisteminin kendi sorunlarında taraf olma konusunda kaba olacağını düşünmüyorum. Ancak eleştirelliğimize karşın, çeşitli düşüncelerimiz olsa da, PCOT seçimlerin yenilenmesini ya da iptal edilmesini istemiyor.

Birincisi, seçime katılıma dair rakamlardaki düşüş. ISIE’ye (Tunus Bağımsız Seçim Komisyonu; ç.n.) göre, seçmenlerin sadece yüzde 48.9’u oy kullandı! Bu istatistikler endişe verici ve Kurucu Meclis’in politik geleceğindeki etkileri önemli olacak, çünkü anayasa çoğunluğun görüşünü yansıtmıyor. Bu problemin çözümü için PCOT; anayasanın yazıldığında referandum ile halka sunulması çağrısı yapıyor. Böylece Tunus halkı anayasayı kabul ya da reddedebilir.

İkincisi, politik para (partilerin seçim kampanyalarına yatırdıkları para) sonuçlarda belirleyici bir faktör oldu. Hiç kimse, seçmen başına 25 dinar harcamak ile 500 dinar harcamak arasındaki açık farkı reddedemez.

Üçüncüsü, camilerde ve kamusal alanlarda dini retoriğin kullanımı, doğrudan ya da dolaylı olarak insanları etkiledi. En büyük hayal kırıklığı, seçmenleri etkilemeye yönelik böylesi girişimlere tepki göstermesi gereken halkın bunu yapmaması ve Ben Ali rejiminde olduğu kadar pasif davranmaları. Burada, ateistleri ve inançlı insanları bölmek isteyen gizli güçler varmış gibi görünüyor.

Dördüncüsü, medyanın, özellikle de kamu medyasının oynadığı, halkın anayasanın ne olduğunun ve içeriğinin ne anlama geldiğini anlamasına, ayrımı görmesine ve seçim yapmasına yardım etmediği anlamına gelen zayıf rol.

Beşincisi, partiler arasında karşılıklı gerçekleşen ve bazen çok zavallı düzeylere ulaşan saldırılar.

Altıncısı, seçim merkezlerinde belirlenen ve gözlemcilerin geneli tarafından kabul edilen kural ihlalleri.

Sonuç olarak: Hiç kimse Tunus seçimlerinin, Tunus devriminin küçük reformlar ve değişiklikler ile sınırlanmasını amaçlayan ve eski sistemi ayakta tutmayı, kapitalizmi destekleyen ekonomik, siyasi ve sosyal politikaları sürdürmeyi isteyen uluslararası aktörler (ağırlıklı olarak ABD ve Avrupalılar) tarafından manipule edildiğini reddedemez. Bu türden yabancı müdahaleler, geçiş hükümeti ve bazı siyasi partiler tarafından kolaylaştırıldı, çünkü seçim süreci boyunca Tunus’a giriş çıkış yapan birçok insan oldu ve çeşitli partiler Tunus’un eski siyaset ve ekonomi politikalarını sürdüreceği yönünde birçok vaatte bulundu.

- PCOT, seçimlere kendi katılımın nasıl değerlendiriyor?

Chrif Khraief:
Kendi katılımımızın çok düşün olduğunu tahmin ediyoruz ve meclisteki üç sandalye, PCOT’nin sokaktaki gerçek ağırlığını yansıtmadığından bundan tatmin olmadık. Kimse, devrimin inşasında PCOT’nin tarihsel rolünü, tarihsel eylemciliğini ve büyük etkisini inkâr edemez. Biz, ileri gitme, zayıf yönlerimizin üstesinden gelme ve kendimizi geliştirme amacıyla kendimize her zaman eleştirel bakıyoruz.

PCOT’nin devrimci eylemciliği öğrendiği ve bunu her zaman iyi uyguladığı doğru, ancak seçi kampanyası yapmayı hiçbir zaman öğrenmedik ve deneyimlemedik. Programımıza ve anayasa ve geçici hükümet için önerilerimize odaklandığımız temiz bir seçim kampanyası yürüttük ve aktivistlerimizin, özellikle de genç olanlarının enerjisine dayandık, ancak şehirlerde ve kırlardaki zayıf yerleşimimizin zararını gördük, bu da siyasi saygınlığımızı bir seçim gücüne dönüştürmemizi olumsuz etkiledi. PCOT olan ismimizi “Al Badil” (Devrimci Alternatif) şeklinde değiştirerek çok sayıda oy kaybettik, birçok insan seçim gübü bizi tanıyamadı.

Bazı partilerin insanları etkileme imkanını kullanmasına olanak tanıyan biçimde, her seçim merkezi için bir gözetmen örgütlemeyerek büyük hata yaptık. Aynı zamanda seçim kampanyasına çok mütevazı maddi kaynaklarla girdik ve kampanyamızı yetkililerce sağlanan ve kampanya sırasında elimize çok geç ulaşan kaynaklara dayandırdık. Bunlara ek olarak, adaylarımız, ilkelerimiz ve dürüstlüğümüz nedeniyle çok seviyeiz bir saldırı kampanyasının hedefi oldular; bazı partiler, yüzde 10’luk hedefimize ulaşmamıza izin vermeyecek biçimde hakkımızda birçok söylenti yaydı.

Aldığımız sonuç tatmin edici olmasa da bu deneyimden çok şey öğrendik; gerçek şu ki, zayıf yönlerimizi biliyoruz ve ilkelerimize her zamankinden daha fazla inanmış durumdayız.

- Yeni hükümetin köklü sosyal ve ekonomik değişiklikler yapacakmış gibi geliyor mu? Eski rejime karşı gerçek adaletin peşinde olacak mı?

Chrif Khraief: Yeni hükümetin, mevcut bileşimiyle, sosyal ve ekonomik cephelerde radikal ve gerçek değişiklikler yapmaya istekli olduğuna inanmıyoruz. Kurucu Meclis’in ilk oturumundan önce bile, hükümet üyeleri, dünyaya eski rejimle aynı yolu izleyeceklerinin güvencesini veriyor. Bu, bilhassa ekonomi politikaları anlamında doğru; yabancı borçları ödeyeceklerini açıkladılar ve siyasi diktatörlüğe, ekonomik gerilemeye ve sosyal adaletsizliğe neden olan piyasa ekonomisini hâlâ devam ettiriyorlar.

Toplumsal cephede, Kurucu Meclis, Ben Ali rejimi altında uzun zaman ihmal edilen Tunus’taki yoksullara ve yoksunlara ilgi göstermiyor; bu da protesto ve grevlerin arkasındaki sebeplerden biri. Ve hukuksal reformların yokluğunda hükümet kararlar alsa bile, bunlar sahte olacaktır, çünkü eski rejimin temsilcileri hâlâ aktifken, hukuk sistemi hâlâ adil ya da bağımsız değilken, medya hâlâ özgür değilken,yönetim hâlâ yozlaşmış iken ve işkenceye ve rüşvete bulaşan insanlar hâlâ özgür iken gerçek demokrasiyi uygulayamayız. Ben Ali rejiminin kurbanlarına dair sorumluluktan ve itibasrlarının iadesinden konuşmuyorken gerçek adaletten bahsedemeyiz.

- Turizm, taşımacılık ve diğer sektörlerde seçimlerden beri büyük grevler oldu. PCOT üyeleri bunlara katılmakta mı ya da bunları desteklemekte mi? Tunus İşçileri Genel Sendikası’nın (UGTT) devrimci mücadelede aldığı rol nedir?

Chrif Khraief: Bu protestoların ardında PCOT yok, fakat bunları destekliyor ve daima destekleyecek. Hükümetin devrimden hemen sonra verdiği sözleri gerçekleştirmesi konusunda ısrarcı olacağız –geçici işçi ücretlerinin iptali, sabit ücretle çalışanların desteklenmesi, şeffaf işe alma standartlarının belirlenmesi gibi.

Şu anda işçiler iki gruba ayrılıyor. Tunus İşçileri Genel Sendikası’nda (UGTT) iç demokrasiyi somutlaştırmayı, işçileri kapitalistlere ve patronlara karşı savunmayı amaçlayan devrimciler var. Buna; demokratlar, solcular, sendikacılar ve diğerleri dahil. Bunlar, UGTT’nin en pasrlak anında her zaman bulunmuştu; 26 Ocak 1978 grevi, 1984 ekmek devrimi, 1985 meşruiyet mücadeleleri, 1990 Körfez Savaşı’nda Irak’a destek, 2008 Redeyef ve Oum Laarayes ayaklanmaları. Ancak temel olarak ve hepsinden öte, bu işçiler Ben Ali’nin 14 Ocak 2011’de devrilmesine neden olan devrimci hareketlere katıldılar.

Bu kategorideki tüm eylemciler, devrimin yolunu takip etmek, gerçek bir demokrasiyi kurmak ve işçi haklarını savunmanın peşinde olmak için Aralık’ta bir meclis kuracaklar.

İkinci kategorideki işçiler, sendikayı işçilerin bağımsızlık ve iktidarının bir aracı yapmaktansa başarısız olması için pazarlık isteyen karşı devrimci gücü (patronlar sendikası) temsil eden bürokratlar. Bu bürokratlar, son ana kadar Ben Ali’yi destekleyenler ve devrimcilere baş belası muamelesi yapanlardır.

- Tüm dünyada büyüyen ve Tunus’ta da 11 Kasım’da yansımasını gördüğümüz işgal hareketleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Jilani Hamemi: Wall Street’te başlayan işgal hareketi, göçmekte olan kapitalist sistemin makul bir sonucu. Aslında, kapitalist sistem tarihi boyunca çok sayıda krizden geçti, ancak giderek yaklaşıyorlar. Ve şimdi işgal hareketi, kapitalist sistemi komünist sistemle değiştirebileceğimizin umudunu veriyor. Bu hareket, kökenini “Arap Baharı”ndan alıyor ve berbat yaşam koşullarına karşı benzer bir devrimci mücadeleyi cisimleştiriyor.

Kapitalist sistem şu anda sokağın öfkesini emmek ve alışılmış müdahalesini yapmak için her türlü çabayı gösteriyor –ancak bu, şu ana dek işlemedi, çünkü insanlar gerçek değişim istiyor: garanti edilmiş asgari sanayi ücreti, garanti edilmiş yıllık gelir, çalışma hakkı, ücretsiz eğitim ve sağlık hakkı, borçlasrın iptali ve hatta Tunus gibi birçok ülkenin borçlarının iptali. Drmokrasi, eşitlik ve özgürlüğü temel alan yeni bir toplum talep ediyorlar.

Bu, mücadelenin gerçek yoludur. Hedefimize ulaşmak için direnmeliyiz. Mücadele kolay olmayacak, ancak bizim için kazanılması imkânsız değil. Ancak hareketin zayıf yönlerine dair eleştirel farkındalığımızı sürdürmeliyiz.


http://thawraeyewitness.blogspot.com/2011/11/interview-with-tunisian-communist_26.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

The Independent gazetesinin Orta Doğu muhabiri Patrick Cockburn, gazetesi için, İran’ın Bahreyn’deki ayaklanmada iddia edildiği kadar, hatta neredeyse hiç rol sahibi olmadığını belirten bir yazı kaleme aldı. Cockburn, özellikle Irak’ta bir Şii egemenliğinin, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi aktörler nedeniyle pek de mümkün olmadığını ifade ediyor:



İran uzun süredir Washington’da, Orta Doğu’daki kötülüğün çoğunun kaynağı olarak itham edilmekte. Suudi Arabistan ve Sünni müttefikleri, gerçekten Bahreyn ve Suudi Arabistan’ın petrol zengini Doğu Bölgesi’ndeki protestoların ardındaki karanlık Tahran elini görüyorlar. Yıl sonu itibariyle son Amerikan güçleri Irak’ı terk ederken, Irak’ın, İran’ın bir piyonu haline geldiğine dair son derece önemli uyarılar var.

İran’ın zaman zaman bu şekilde şeytanlaştırılması, ABD ve İsrail’in İran’a yönelik bir askeri müdahale yapması için zemin hazırlıyor. Kuvvetlenen bu propaganda, 2002’de Irak’ta Saddam Hüseyin’e yöneltilenle çok benzer. Her iki durumda da, sınırlı kaynaklara sahip dışlanmış bir devlet, bölge ve dünyaya gerçek bir tehlike olarak sunuluyor. Olası değilse de bazen –Teksas’ta ikinci el otomobil satıcılığı yapan İran asıllı bir Amerikalı’nın Washington’daki Suudi Arabistan Büyükelçisi’ne suikast yapmak için İran Devrim Muhafızları’yla işbirliği yaptığı hususundaki sözde komplo gibi- komik komplo teorilerine devlet nezdinde itimat ediliyor. İran’ın nükleer programı, Saddam Hüseyin’in var olmayan kitle imha silahlarıyla aynı şekilde, bir tehdit olarak tanımlanıyor.

Bu nedenle, Bahreyn Bağımsız Soruşturma Komisyonu’nu bu yılki huzursuzluğa yönelten Mısır asıllı Amerikalı seçkin avukat Şerif Bassiouni, geçen haftaki 500 sayfalık raporunda İran’ın Bahreyn’deki olaylara katılımına dair hiçbir kanıt olmadığını açıkça söyleyerek şok yarattı. Bu, Bayreyn’in soylu ailesinin ve Körfez hükümdarlarının ana düşüncesi olmuştur. İran’ın silahlı müdahalesi korkusu, 14 Mart’ta, göstericileri sokaklardan çekmeden önce, 1500 kişilik Suudiler öncülüğündeki askeri gücü çağırmak için Bahreyn’in gerekçesiydi. Hatta Bahreyn, İran, silahları Şii demokrasi yanlısı protestoculara dağıtmayı dener diye, adanın kıyısına devriye gezmesi için Kuveyt deniz araçlarını konuşlandırdı.

Körfez’in emirleri ve kralları, şüphesiz ki içtenlikle kendi komplo teorilerine inanıyorlar. Bahreyn’deki vahşice baskı sırasında işkence görenlerin birçoğu, o zamandan beri, işkencecilerinin onlara tekrar tekrar İranla olan bağlantılarını sorduğuna dair ifadelerde bulunmakta. Orta yaşlı hastane danışmanları, İran’ın devrim komplosunun üyeleri olduklarını kabul eden itirafları imzalamaya zorlandılar. Kral Hamad bin İsa El Halife, Bassiouni raporunu kabul ettikten sonra, hükümeti açık delil üretemese de, Tahran’ın rolünün “gözü ve kulağı olan herkes için” belli olduğunu söyledi.

İran ile ilgili aynı paranoya, Orta Doğu’daki Sünniler arasında eskilere dayanır. Bu yılın başlarında Katar’a kaçan Bahreynli bir muhalif, “Katar’daki insanların İnci Meydanı’ndan [göstericilerin toplanma noktası] İran’a bir tünel olup olmadığını ona durmadan sorduklarını ve aslında tam olarak şaka yapmadıklarını” söyledi.

Sünnilerin zihnindeki, İranlı Şii politik aktivizm tanımlaması, silinmek üzere derinlere inmiştir. Geçen hafta Suudi Arabistan’da, çoğunlukla Doğu Bölgesi’nde iki milyon Şii arasındaki protestoların yeniden dirilişine tanık olundu. İsyanlar, muhalif bir eylemci olan Hamza el Hasan’a göre Nasser al-Mheishi adlı 19 yaşındaki bir adamın, Katif’teki birçok kontrol noktasından birinde öldürülmesiyle başladı. Hamza el Hasan, halkın öfkesinin, ailesinin cesedi götürmek isteyişinin yetkililer tarafından saatlerce reddedilmesiyle bilendiğini söylüyor. Geçmişte olduğu gibi, Suudi İçişleri Bakanlığı, polis ve protestocular arasındaki çatışmaların “yurtdışındaki efendiler tarafından emredildiğini” -ki bu Suudi devletinin değişmeyen İran’a atıf yöntemidir- iddia etmişti.

Suudi muhalefeti, Twitter ve internetteki Şii olmayan Suudilerin yorumlarının, İran’da olan biten her şeyi suçlayan hükümet politikasının bir zamanlar taşıdığı inanılma halini taşıyamayabildiğini gösterdiğini söylüyor. Bir kadın açık ve net olarak şu yorumu yapmıştır: “Ateş koridorlarının keskin kenarlarında duruyoruz”.

Doğu Bölgesi’ndeki protestoların yoğunlaşabilme ihtimali var. Arap dünyasının bir başka yerinde olduğu gibi, gençlik, artık geleneksel liderlere itaat etmiyor. Suudi ve Bahreynli krallar, İran televizyonunu durumu alevlendirmekle suçlayabilir, ancak, Şii öfkesini asıl bileyen şey, YouTube’da gördüğünüz veya internette ya da Twitter’da okuduğunuz şeydir. Protestocuları etkileyen şeyin küçük bir kısmını İran, ve asıl kısmını Kahire ve Suriye’de kendilerine benzer politik ve sivil haklar talep eden genç göstericilerin örneği oluşturur.

Arap Uyanışı yılında, geleneksel bir Suudi yolu olan, bir şeyleri susturmak adına yerel saygınları ele geçirme artık işe yaramıyor. Geçen hafta bunlar, bölgesel başkent Dammam’daki toplantıya gelmelerini isteyen Doğu Bölgesi Valisi Prens Muhammed bin Fahd, bu yılın başındaki ılımlılık çağrılarının Suudi hükümetinin Şiilere karşı ayrımcılığa nazaran hiçbir taviz vermediği için artık halkını protestoları bitirmek için ikna edemediğinden yakınmıştır. 1996’dan beri mahkemeye çıkmadan tutulan Şii mahkûmlar salınmadı.

Suudi Arabistan’da ve Bahreyn’de, protestoların arkasında İran elinin gizli olduğuna dair düşünce, her iki hükümeti de önemli bir hata yapmaya yönlendirmiştir. Bahreynli ve Suudi Şiiler adil iş paylaşımı, resmi mevkiler ve iş ile tatmin olduklarında, devrimci bir tehditle karşı karşıya olduklarına inandılar. Şiiler cemiyete katılmayı istiyorlar, onu mahvetmeyi değil. Bunu görmeyi reddederek, Suudi ve Bahreynli krallar kendi devletlerinin dengesini bozuyorlar.

İran hiçbir zaman düşmanlarının onu resmettiği ya da olmak istediği kadar güçlü olmamıştır. Bölgesel bir tehdit olarak İran’ın liderliğinin şeytanlaştırılması, birçok bakımdan, İran’ın kendisini bölgesel bir güç olarak sunma isteğini gerçekleştirir. Uygulamada, onun kana susamış retoriği her zaman tedbirli ve dikkatle hesaplanmış dış politika ile bir araya gelmiştir.

Başkan George W. Bush ve Tony Blair her zaman, İran, Irak hükümetini istikrarsızlaştırmayı hedeflemiş gibi konuşmuştur. Bu saçmaydı, çünkü Tahran, eski düşmanı Saddam Hüseyin’in sonunu ve Şii muhafazakâr partileri tarafından hükmedilen seçilmiş bir Irak hükümetiyle yerinin değiştiğini görmekten memnundu. Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Birleşik Devletler ve İran’ın temsil edildiği konferanslarda Amerikalıların ve İranlıların öfkeyle birbirini Irak’taki kötü eylemleriyle itham etmelerinin -ve sonra Irak hükümetini destekleyen benzer konuşmaları yapmalarını görmenin eğlenceli olduğunu söylerdi.

Peki, şimdi İranlılar, ayrılan Birleşik Devletler bölüklerinden kalan boşluğu doldurmak için harekete geçecekler mi? Kesinlikle, Irak’ta Amerika’nın önemi azalacak, çünkü askerleri gitti ve ülkede daha az para harcıyorlar. Bir zamanlar, örneğin, Irak muhaberat finansmanı Irak bütçesinde görünmedi, çünkü tamamen CIA tarafından ödeniyordu.

Irak’ta kaçınılmaz İran egemenliğine olan inanç çok safçadır: Türkiye ve Suudi Arabistan gibi diğer birçok güçlü oyuncu var. Iraklı Şiiler gelenekte ve inançta, İranlı din kardeşlerinden belirgin bir şekilde farklıdır. Ve Kürtler ve Sünniler itiraz edecekler. Eğer İran, 2003’ten sonra Birleşik Devletlerin yaptığı gibi eline fazla güvenirse, farklı düşmanlar topluluğunun hedefi olacaktır.

Bahreyn, Suudi Arabistan ve Irak’ta, huzursuzluğu kışkırtmakta İran’ın rolü uyduruldu veya abartıldı. Ancak barışçıl protestoculara, İran’ın adına hareket eden devrimciler gibi davranmak kendini gerçekleştiren bir şeydir. Bir sonraki turda, yılmış yenilikçiler belki de dışarıdan yardım arar.

http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/patrick-cockburn-iran-is-not-the-monster-its-made-out-to-be--yet-6268525.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri:
Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Hindistan’da ülkenin bir kısmını kontrolü altında tutan Hindistan Komünist Partisi’nin (Maoist) askeri lideri Kishenji lakaplı Koteswara Rao, Hindistan ordusunun saldırısı sonucu 24 Kasım tarihinde hayatını kaybetti. Kishenji’nin ölümünün ardından partinin merkez komitesi tarafından yapılan yazılı açıklama şu şekilde:

“Ezilen kitlelerin sevgili önderi, Hindistan devriminin lideri ve Hindistan Komünist Partisi (Maoist) politbüro üyesi Yoldaş Mallojula Koteswara Rao’nun vahşice katledilmesini kınayalım! 29 Kasım-5 Aralık arasında protesto haftasına ve 4-5 Aralık’taki 48 saatlik “Bharat Bandh”a (Hindistan’da uygulanan bir çeşit genel grev biçimi; ç.n.) katılalım!

24 Kasım 2011, Hindistan devrimci hareketinin tarihinde kara bir gün olarak kalacak. Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee ile danışıklı biçimde, CPI’nın (Maoist) “en büyük iç güvenlik tehdidi” olduğuna dair bir patırtı çıkaran faşist Sonia-Manmohan-Pranab-Chidambaram-Jairam Ramesh egemen kliği, iyi planlanmış bir komplo ile yoldaş Mallojula Koteswara Rao’yu sağ yakaladıktan sonra öldürdü. 1 Temmuz 2010’da partimiz sözcüsü Yoldaş Azad’ı öldüren bu klik, bir kez daha ağını attı ve kana susamışlığını giderdi. İktidara gelmeden önce Yoldaş Azad’ın katledilmesine dair timsah gözyaşları döken Mamata Banerjee, iktidara gelmesinin ardından bir yandan müzakere oyunları sahnelerken, bir başka en üst lider olan Yoldaş Koteswara Rao’yu öldürdü ve böylece halk düşmanı, faşist görünüşünü tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Merkezi istihbarat teşkilatı ajanları ve Batı Bengal ve Andra Pradeş’in katil istihbarat ajanları, iyi planlanmış bir komplo ile peşine düştüler ve ortak bir operasyonla alçakça bir biçimde öldürdüler, şimdi de çatışmaya dair düzmece bir hikâye yayıyorlar. Hindistan içişleri Bakanı R.K. Singh bile çatışmada kimin öldüğünün tam olarak kesin olmadığı yalanını söylerken, aynı zamanda bunun Maoistlere büyük bir darbe olduğunu açıkladı. Böylece cinayetlerinin ardındaki komplolarını apaçık biçimde ele verdi. Ezilen halklar, kullanılan egemen sınıfları ve onların, devrimci hareketin en üst önderliğini öldürerek Maoist Parti’yi yok edebileceği hayalini kuran emperyalist efendilerini kesinlikle mezara gönderecektir.

Prahlad, Ramji, Kishenji ve Bimal’de parti içinde ve halk arasında çok sevilen Yoldaş Koteswara Rao, Hindistan devrimci hareketinin önemli liderlerinden biridir. 37 yıldan bu yana ezilen kitlelerin kurtuluşu için savaşırken silahını hiçbir zaman bırakmayan ve inandığı ideoloji uğruna hayatını ortaya koyan yorulmak bilmeyen savaşçı, 1954 yılında Andra Pradeş, Kuzey Telangana’ndaki Karimnagar bölgesinin Peddapally kentinde doğdu. Bir özgürlük savaşçısı olan babası Late Venkataiah ve ilerici görüşlere sahip annesi Madhuramma tarafından büyütülen Koteswara Rao, çocukluğundan beri yurduna ve yurdunun ezilen kitlelerine yönelik sevgiyi özümsedi. 1969’da Peddapally kentinde lise öğrencisiyken, tarihsel ayrılıkçı Telangana hareketine katıldı. Karimnagar’daki SRR Koleji’nde üniversite öğrenimini gördüğü esnada, şanlı Naxalbari ve Srikakulam hareketlerinden ilham alarak devrimci harekete dahil oldu. 1974 yılında partinin aktif bir üyesi olarak çalışmaya başladı. Kara olağanüstü hâl dönemi boyunca, zamanının birçok kısmını cezaevinde geçirdi. Olağanüstü hâlin kaldırılmasının ardından Karimnagar bölgesinde parti örgütleyicisi olarak çalışmaya başladı. Partinin “köylere gidin” kampanya çağrısına yanıt verdi ve köylere giderek köylü sınıfı ile ilişkilerini geliştirdi. 1978’de köylü hareketinin ‘Jagityal Jaitrayatra’ (Jagityal’in Zafer Yürüyüşü) ayaklanmasında önemli rol oynayanlardan biri oldu. Bu süreçte, Hindistan Komünist Partisi’nin (Marksist-Leninist) Adilabad-Karimnagar birleşik bölge komitesine üye seçildi. Üyesi olduğu komite 1979’da iki ayrı bölge komitesine ayrıldığında Karimnagar bölge komitesi sekreteri oldu. Andra Pradeş eyaleti 12. parti konferansına katıldı, eyalet komitesine seçildi ve komite sekreterliği gibi sorumluluklar aldı.

1985’e kadar, Andra Pradeş eyalet komitesi önderliğinin parçası olarak hareketin tüm eyalete yayılmasında ve gerilla alanı perspektifiyle ilerleyen Kuzey Telangana hareketinin oluşturulmasında kritik rol aldı. Dandakaranya hareketinin yayılmasında ve gelişmesinde büyük rol oynadı. 1986’da Dandakaranya’ya aktarıldı ve Orman Komitesi üyeliği gibi sorumluluklar aldı. Gerilla birliklerine ve Dandakaranya’nın Gadchiroli ve Bastar alanlarındaki halka liderlik yaptı. 1993’te Merkez Örgütlenme Komitesi’ne üye olarak seçildi.



1994’ten bu yana, temel olarak Batı Bengal’in de içinde olduğu Hindistan’ın doğu ve kuzey bölgelerinde devrimci hareketi yaymaya ve geliştirmeye çalıştı. Özellikle, Batı Bengal’daki Naxalbari hareketin yenilgisinin ardından dağılan devrimci güçlerin birleştirilmesinde ve buradaki devrimci hareketin diriltilmesindeki rolü olağanüstüdür. Bengal’in ezilen kitleleriyle ve devrimci kampın çeşitli gruplarıyla derinden haşır neşir oldu, Bangla dilini azimle öğrendi ve oradaki halkın kalbinde silinmez bir iz bıraktı. Değişik devrimci gruplarla birliği sağlamak ve partiyi güçlendirmek için yorulmaksızın çalıştı. Yoldaş Koteswara Rao, eskiden var olan Hindistan Komünist Partisi’nin (ML) (Halk Savaşı) Tüm Hindistan Özel Konferansı’ndan merkez komite üyesi olarak seçildi. 1998’de Halk Savaşı ile Parti Birliği arasında birlik sağlamak için gayret etti. Hindistan Komünist Partisi’nin (ML) (Halk Savaşı) 2001’deki parti kongresinde bir kez daha merkez komiteye ve politbüroya seçildi. Kuzey Bölgesel Büro sekreterliği gibi sorumluluklar aldı ve Bihar, Jharkhand, Batı Bengal, Delhi, Haryana ve Pencap’daki devrimci hareketlere önderlik yaptı. Bununla eşzamanlı olarak Halk Savaşı (PW) ile Hindistan Maoist Komünist Merkezi (MCCI) arasındaki birlik görüşmelerinde kilit rol oynadı. İki partinin 2004 yılında birleşmesinin ardından oluşturulan birleşik merkez komite ve politbüronun üyesi olarak hizmette bulundu ve Doğu Bölgesel Büro üyesi olarak çalıştı. Öncelikli olarak Batı Bengal eyalet hareketine yoğunlaştı ve Doğu Bölgesel Büro sözcülüğünü sürdürdü.

Yoldaş Koteswara Rao, parti dergilerinin yayımlanmasında ve parti içi politik eğitim alanında belirgin rol oynadı. ‘Kranti’, ‘Errajenda’, ‘Jung’, ‘Prabhat’, ‘Vanguard’ ve diğer parti dergilerinin yayımlanmasında payı oldu. Batı Bengal’de muhtelif devrimci dergilerin yayımlanmasında da oynadığı özel bir rol vardı. Bu dergilerde birçok teorik ve politik makale kaleme aldı. Politik Eğitim Alt Çalışma Grubu’nun (SCOPE) üyesiydi ve parti kadrolarına Marksizm-Leninizm-Maoizmin öğretilmesinde belirleyici rol oynadı. Tüm bir parti tarihinde devrimci hareketin genişletilmesinde, parti belgelerinin zenginleştirilmesinde ve hareketin geliştirilmesinde unutulmaz bir role sahip oldu. Ocak 2007’de Birlik Kongresi-9. Parti Kongresi’ne katılarak bir kez daha merkez komite üyeliğine seçildi ve politbüro ile Doğu Bölgesel Büro üyelikleri gibi sorumluluklar aldı.

Yoldaş Koteswara Rao’nun, Batı Bengal’daki sosyal faşist CPM hükümetinin halk düşmanı ve şirket destekçisi politikalarına karşı 2007’den bu yana patlak veren Sindur ve Nandigram’daki halk hareketlerine ve özellikle Lalgarh’daki polis vahşetine karşı görkemli halk isyanının kabarmasındaki politik rehberliği önemlidir. Batı Bengal eyalet komitesine ve parti kadrolarına, bu hareketlere öncülük etmelerinde kılavuzluk yapmış ve diğer yandan da medya vasıtasıyla parti propagandasının yapılmasını da kendi inisiyatifiyle idare etmiştir. Chidambaram kliğinin, orta sınıfı müzakere ve ateşkes adı altında yanılttığı 2009 yılında, bunu teşhir etmek için önemli ölçüde çalıştı. Halk savaşının öneminin yukarılarda tutulması ve geniş kitlelere devrimci politikaların kabul ettirilmesi konularında muazzam işler yaptı. Neredeyse 40 yıl süren bu büyük devrimci yolculuk, 24 Kasım 2011’de aniden sona erdi.

Sevgili halkımız! Demokratlar!

Bu gaddar cinayeti kınayın. Bu, egemen sınıfların devrimci önderliği yok etmek ve halkı doğru rehberlikten ve proletarya önderliğinden mahrum bırakmak için kurduğu komplodur. Maoist hareketin, ülkenin Zameen, Jal ve ormanını çerez parasına emperyalist köpekbalıklarına satarak İsviçre bankalarında milyonlar saklayan büyük hırsızlar ve işbirlikçiler karşısındaki en büyük engel olduğu bilinen bir gerçektir. Son iki yılda gerçekleşen “Yeşil Av Operasyonu” isimli çok yönlü ve ülke çapındaki vahşi saldırı, tamamen bu amaca hizmet etmektedir. Soğukkanlı cinayet de bunun parçasıdır. Devrimci hareketi ve onun önderliğini gözbebekleri gibi korumak, yurtseverlerin ve ülkenin özgürlük sevdalısı halkının görevidir. Bu, ülkenin geleceğini ve gelecek nesilleri korumaktan başka bir şey değildir.

Yoldaş Koteswara Rao, 57 yaşında bile gerilla hayatına genç bir insan gibi öncülük etti ve her gittiği yerde kadroları ve halkı büyük bir coşkuyla doldurdu. Yaşamı, daha genç nesillere özellikle büyük bir ilham kaynağı olarak hizmet edecektir. Saatlerce dinlenmeksizin birlikte çalıştı ve öğrendi, uzun mesafeli yolculuklar yaptı. Çok az uyudu, sade bir hayat sürdü ve çok çalışkandı. Her yaştan ve muhtelif toplumsal kesimlerden gelen insanlarla kolaylıkla haşır neşir olur ve onları devrimci coşku ile doldururdu. Hiç şüphesiz, Yoldaş Koteswara Rao’nun ölümü, Hindistan devrimci hareketi için büyük bir kayıptır. Koteswara Raso gibi cesur ve kendini adamış devrimcileri doğuran halktır ve halk hareketidir. Jagityal’dan Jungle Mahal’a kadar Koteswara Rao’nun devrimci ruhunu özümseyen işçiler, köylüler ve devrimciler, tüm ülkeye yaydığı devrimci rayiha ile kendilerini silahlandıranlar kesinlikle zafer yolunda Hindistan Yeni Demokratik Devrimi’ne öncülük edecektir. Emperyalistleri ve onların uşak toprak ağalarını, işbirlikçi bürokratik burjuvaziyi ve onların Sonia, Manmohan, Chidambaram ve Mamata Banerjee gibi temsilcilerini yok edeceklerdir.

Merkez komitemiz, ülke halkından 29 Kasım-5 Aralık haftasındaki protesto haftasına ve Yoldaş Koteswara Rao’nun vahşice katlini protesto amaçlı 4-5 Aralık’taki 48 saatlik ‘Bharat Bandh’ a riayet etmelerini rica ediyor. Mitingler düzenlemek, siyah rozetler takmak, yolları kesmek vb. protestolar icra etmelerini rica ediyoruz. Trenlerin, otoyolların çalışmamasını, ticari kuruluşların ve eğitim kurumlarının kapalı olmasını ve 4-5 Aralık’taki Bharat Bandh’ın parçası olarak her türlü ticari faaliyetin durmasını istiyoruz. Bununla birlikte sağlık hizmetlerini Bharat Bandh haricinde tutuyoruz.

Abhay
Hindistan Komünist Partisi
Merkez Komitesi Sözcüsü"

Not: Kishenji ile yaklaşık 1.5 yıl önce yapılan bir söyleşi için tıklayınız

http://thenextfront.com/politics/press-statement-by-cpimaoist.html adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi