Content feed Comments Feed

jornal.cat adına Uruguaylı yazar ve politik düşünür Raúl Zibechi ile son kitabı “Eko-toplumsal Geçiş İçin Fikirler”den yola çıkarak eko-toplumsal geçişin gerekliliği ve toplumsal çatışmalar ile krizlerin bu geçiş süreci üzerindeki etkilerine dair bir söyleşi gerçekleştirdi.



 - Eko-toplumsal geçiş hakkında konuşalım. 'Geçiş' kavramını nasıl anlıyorsunuz?

Siyasi ve toplumsal geçiş durumlarında kullanılan geçiş kavramı, 19. yüzyıldan ve özellikle de Marx'tan gelen bir kavramdır. Geçiş fikri tarihsel olarak bir üretim tarzının bir toplum tipinden diğerine geçiş süreçlerini açıklamak için ortaya atılmıştır. Antik çağdan feodalizme, feodalizmden kapitalizme ve kapitalizm denilen şeyden sosyalizme; bu geçişler tarihte istisnai olmuştur. Her zaman geçişler yapmıyoruz; daha ziyade bunlar bir yaşam türünün geride bırakıldığı ve başka bir yaşam türüne doğru yürümeye başlandığı az ya da çok uzun, çatışmalı süreçlerdir.

Benim için bu geçişler kavramı uzun zamandır çok zengindir, muazzam sosyal değişimleri açıklamaya yardımcı olmuştur, ancak bazı sorunları var. Şu anda tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya, yeni bir toplum tipine geçiş sürecindeyiz. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı merkezli bir dünyadan, daha fazla gücün olduğu ve belirli güçlerin hegemonik olduğu ama artık bir ya da iki değil daha fazla gücün olduğu bölgelere sahip bir dünyaya, Batı kültürü ve modernitenin eksen olduğu bir dünyadan başka bir gerçeklik türüne geçiş yapıyoruz. Ve şimdi mevcut enerji israfından doğayla daha dengeli yeni bir moda geçişten söz ediliyor ama benim bakış açıma göre geçiş kavramının yönetilmesinde ciddi bir sorun var.

Hangi yönetim hatalarını tespit ediyorsunuz?

Elbette nereye gittiğimizi biliyoruz. Bitiş noktası nedir? Nereden başladığımızı ve şu anda var olan sorunları az çok biliyoruz, ancak nereye gittiğimiz net değil ve her durumda bunlar bir arzuyu ifade ediyor, ancak gelecekte ortaya çıkacak somut bir gerçekliği ifade etmiyor. Bu konularda çok yalın olmamız gerektiğini düşünüyorum. Daha dengeli, daha sade, daha az savurgan bir topluma gitme arzumuzu ifade etmeliyiz, ancak varmak istediğimiz yerin nasıl bir yer olduğunu soyut olarak çizip öyle olacakmış gibi davranamayız.

Bir başka sorun daha var ki o da bu geçişin öznelerinin kimler olduğunun net olmaması. Bu durumda eko-toplumsal geçişe kim öncülük edecek? Devlet mi, partiler mi, toplumsal hareketler mi... Bu değişimlerin itici gücü, eğer yönlendirilmeleri gerekiyorsa yönlendirici ve öncü gücü ne olacak? Mesele geçişleri reddetmek değil, bugün net olmayan ve öyle olacaklarını varsaymakla iyi yapmayacağımız bazı soruları içerikle doldurmaktır.

- Kitapta söylediğiniz şeylerden biri, eğer geçiş kontrol edilebilir durumdaysa, bunun hiyerarşinin ve dolayısıyla bu güç rollerinin devam ettiği anlamına geldiği. Sizce geçişe kim liderlik etmeli? Ve kontrol edilebilir olmaması için ne yapardınız?

Immanuel Wallerstein'ın bir analizinden yola çıkıyorum. Söylediği şey, mevcut toplumun çöküşünün korkunç olacağı, ancak bunun, yeni bir şeyin inşası için daha üretken ve daha uygun olmasının da olası olduğudur. Her halükârda, bana çok net gelen şey, her türlü geçişin çatışmalı olduğudur. Bu geçişi yönlendiren toplumsal çatışmadır. Soyut bir plan, bir program, bir ‘caudillo’ (Otoriter karakterli devleti yöneten siyasi ya da askeri lider anlamına gelen İspanyolca sözcük; ç.n) ya da bir öncü değildir; bu toplumsal çatışmadır.

Günümüzde eko-toplumsal alandaki en büyük çatışmalardan biri kitlesel göçlerdir. Halihazırda iklim göçmeni olan milyonlarca göçmenden bahsediyoruz. Örneğin Orta Amerika'da bu muazzam göçün nedeni köylülerin toprağı zorlukla işleyebilmeleri çünkü ya suları yok ya iklim berbat ya da topraklar çölleşmiş durumda. O zaman, iklimin kesinlikle yaşanamaz olduğu ve artık yaşamaya devam etmenin mümkün olmadığı bir durumdayız ve insanlar göç etmeyi seçiyor. Dolayısıyla iklim ve iklimin ekstrem durumu bir şekilde bir kırılma, bir kopuş, farklı bir model inşa etmek için de yararlanabileceğimiz bir çatışma olabilir.

- Bu kırılma, bugün ne anlama geliyor?

Bu bağlamda iki güç var. Biri iklim, yani içinde bulunduğumuz iklimsel kaos. Küresel güneyde aşırı iklim olaylarının ya da felaketlerin göçü tetiklediğini biliyoruz. Örneğin yarın Katalonya'da yaşadığımız gibi bir su krizi olursa Avrupa'da ya da Amerika Birleşik Devletleri'nde ne olacağını bilmiyorum. Nereye göç edeceksiniz? Afrika'ya mı gideceksiniz? İnsanlar artık su bulamadıkları gün ne yapacaklar? Bu çok yakın, düşündüğümüzden daha yakın. Peki, sallarla Kuzey Kutbu'na mı gidecekler? Neler olabileceğini hayal bile edemiyorum. Hâl böyleyken burada bir sorun var ve insanlar bunu görmek istemiyor.

Kültürel bir mesele var. Fernand Braudel isimli çok sevdiğim bir tarihçi vardır ve ataletin tarihte var olan en büyük güç olduğunu söyler. İnsanlar atalet nedeniyle bu iklimsel durumların birer parantez olduğunu ve sonrasında her şeyin normal seyrinde devam ettiğini düşünme eğiliminde: “Evet, bir su krizine çok yaklaşmıştık ama çözüldü”. Uçurumun kenarına gelene kadar her seferinde bir adım daha aşağıya iniyoruz. Yani evet, iklim, göçü yönlendiren başlıca güçlerden biri.

Çöküşle alakalı diğer büyük güç ise savaşlar. Artık şu ya da bu savaş değil, çoklu savaşlar söz konusu. Ve savaşlar, iklim değişikliği ve kaos birbirleriyle ilişkilidir, çünkü ordular gezegendeki en büyük kirleticilerdir. Savaşlar-iklim kaosu-savaşlar şeklinde bir geri besleme döngüsü var ve aslında halihazırda su için savaşlar mevcut.

- Bir çöküş karşısında harekete geçmenin çeşitli yolları olabilir. Bu çöküşe verilecek yanıtın, NATO tarafından belirlenen eğilim olan toplumun yeniden silahlandırılması değil de bir model değişikliği olmasını nasıl sağlayacağız?

Burada kendimizi içinde düşündüğümüz alanın ne olduğuyla ilgili bir sorunumuz var. Eğer ulus-devlet alanını düşünürsem, hiçbir yere varmayan bir mantığın tutsağı olurum. Bu miadı dolan ulus-devlet Katalonya olsa bile, dönüşümü, geçişi ya da her neyse onu bütüncül bir toplum çerçevesinde düşünmek gerek. Eğer 6 milyon ya da 7 milyon Katalan'ın geçiş için kararlı olmasını beklerseniz, bu asla gerçekleşmeyecektir çünkü toplumlar bir bütün olarak davranmazlar. Eğer onları zorlayan devlet olursa, çok güçlü bir direniş gelecektir.

Bakışı değiştirmeli ve başka bir yerden düşünmeliyiz: farklı hareketlerden, bölgelerden ve alanlardan ve evrenseli benim bölgem, benim mahallem olarak düşünmeliyiz. Latin Amerika'da toplumsal hareketleri bölgeselleştirdik. Ben her zaman geçişi Chiapas'taki Zapatistalar ya da örgütlü Mapucheler olarak düşünmeyi tercih ettiğimi söylerim. Eğer bir toplumun tamamının değişim için kararlar almasını beklersem, bu asla gerçekleşmeyecek ve gemi biz üzerindeyken batacaktır. 

-En zengin yüzde 1'in varlığı zaten güvence altında. Geri kalanımız bunu nasıl yapacak?

Eğer örgütlenmezsek, bir topluluk oluşturmazsak, çöküşten sağ çıkamayız. Ne savaşlar, ne de başka bir şey. Pek çok eksiğimiz var ama bir tanesi onların, tepedekilerin planları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve onların planı Gazze. Başka bir deyişle, tepedekilerin, yani yüzde 1'in halk kesimleri için planının Gazze Şeridi olduğunu varsaymak zorundayız. Başka bir deyişle, bize istedikleri her şeyi yapabilecekleri ayrıştırılmış apartheid alanlarına sahip olmak. Açık hava toplama kampları. Bu konu Giorgio Agamben ve benzeri pek çok teorisyen tarafından zaten analiz edilmiştir. Ayrıca devrimlerin meydana getirdiği değişim ve başarısızlıklarına dair tarihsel deneyimleri de gözden geçirmemiz gerekiyor.

- Bu kitapta ve diğer yazılarınızda, farklı bir yaşam tarzına sahip olan orijinal halkları, siyahları ve köylüleri referans almamız gerektiğini söylüyorsunuz. Yaşam tarzımızı yeniden düşünmeli ve örneğin zamanda geriye gitmeyi düşünmeli miyiz?

Neden orijinal halklar, neden köylüler ve siyah halklar? Çünkü onlar hâlâ topluluklarını muhafaza ediyorlar, çevreyle, doğayla dengeli bir bağları var ve geçmişle çok zengin bir ilişkileri var. Bazı insanlar önümüzde duran şeyin gelecek değil geçmiş olduğunu söylüyor ve bu bana bir mucize gibi geliyor ya da diğerlerinin dediği gibi: atalarımızın ayak izlerinde yürüyoruz. Bu, bize öğretilen modernite boş levhasının, yani yeniyi yaratmak için geçmişi yok etmenin tam tersidir. Bu bir yanılsamadır, insanlığın bizi bu uygarlık krizine götüren çok derin bir sosyal hastalığıdır.

Bu anlamda, kendinizi geçmişe yöneltmek, geçmişi bugüne; evreni bedenlerimize ve nehirlerle, dağlarla vb. ilişkilere bağlayan derin bir maneviyat anlamına gelir. Bunun şu anda çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü yıkıcı moderniteden kurtulmak için onun silah ve araçlarını kullanamayız. Başka araçlara başvurmalıyız ve bunlardan biri de maneviyat ve toprağın işlenmesidir. Bize suyu ve ihtiyacımız olanı toprağın vereceğine güvenmeliyiz; sosyal ağların, makinelerin ve yapay zekânın değil. İşleri daha yavaş mı yapmamız gerekiyor? Çok daha yavaş, evet.

- Devletler bu çöküşe hazırlanmak için bir rol oynayabilir mi?

Devletlerin yapabileceği en iyi şey, en azından Latin Amerika'da, hiçbir şey yapmamak, insanları rahat bırakmak ve bu durumdan kurtulmanın yollarını bulmalarına izin vermektir.

Peki, solcu ve çevreci olduğunu ilan eden hükümetler karşısında toplumsal hareketler ne yapmalıdır?

Sol, hükümette olduğunda hareketlerin sorunu baştan çıkarılmaktır. Baştan çıkarılmamıza izin vermemeliyiz. Bugünlerde Latin Amerika'daki hareketlerin üzerinde yürüdükleri iki ayakları var. Direnmeli ve yaratmalıyız ve yaratma ayağı birinci derece önemlidir. Yeni dünyalar yaratmak, eğitim, sağlık yaratmak... Geleneksel bilgiye ve allopatik bilgiye dayalı karmaşık sağlık. Eğitim de çok çeşitli olmalı, halk eğitimi dediğimiz şeyle ve toprağın eğitimiyle bağlantılı olmalı. Kendi adalet biçimlerimiz, agroekolojik topluluk mahsulleri... ve bunun anahtarı kolektif çalışma, yani topluluk çalışmasıdır.

Bireysel çalışma giderek kendisinden daha az şey verecektir. Orada 'minga' dediğimiz şeyi teşvik etmek gerekiyor: topluluk çalışması. Hareketler bu yeni alanları yarattıkları ölçüde, devletlere ve sermayeye daha az bağımlı olacaklardır.

     https://www.jornal.cat/entrevista/38742/raul-zibechi adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Geçtiğimiz günlerde 500 milyar dolar piyasa değerine sahip olan ABD’li sağlık sigortası şirketi UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson’ı vuran ve dün akşam saatlerinde FBI tarafından yakalanan Luigi Mangione isimli genç, arkasında bir mektup bıraktı. Politik hattı belirsiz olan Mangione mektubunda, annesinin hastalık sürecinde UnitedHealthcare’in tutumu özelinden yola çıkarak sağlık sigortası şirketlerinin kâr odaklı yaklaşımına tepki gösteriyor ve ‘şiddetsizlik’ öğüdünün sistemin devamlılığını sağlayan bir araç olduğunu ifade ediyor.



İkinci değişiklik (ABD Anayasası’nda yapılan ve yurttaşların meşru müdafaa kapsamında silah bulundurmasına izin veren ikinci değişiklik; ç.n.), benim kendi yürütme organımın başı ve kendi ordumun başkomutanı olduğum anlamına gelir. Bana ve aileme savaş açan düşman bir varlığa karşı kendi meşru müdafaa eylemime izin veriyorum.

Nelson Mandela, şiddetin hiçbir biçiminin mazur görülemeyeceğini söyler. Camus, yaşasanız da ölseniz de ya da bir fincan kahve içseniz de her şeyin aynı olduğunu söyler. Martin Luther King, şiddetin asla kalıcı barış getirmeyeceğini söyler. Gandhi, şiddetsizliğin insanlığın elindeki en büyük güç olduğunu söyler.

Size kahraman olduklarını söyledikleri kişiler. İşte devrimcilerimiz bunlar.

Yine de bu kapitalistçe değil mi? Şiddetsizlik, sistemin tam gaz çalışmasını sağlar.

Bu bize ne kazandırdı? Aynaya bakın.

Şiddetten uzak durmamızı istiyorlar ki bizden aldıkları kanla semirebilsinler.

Tek çözüm vasıtasıdır. Hepimiz başaramayacağız. Her birimiz kendi baş yöneticimiziz. Neye tahammül edeceğinize karar vermelisiniz.

Gladyatör 1'de Maximus, kendisini Roma lejyonunun bir parçası olarak tanımlayan askeri dövmesini keser. Arkadaşı, “Bu senin tanrının işareti mi?” diye sorar. Maximus kendi etini daha derin oyarken, kanı derisinden aşağı damlarken gülümser ve ‘evet’ anlamında başını sallar. Dövme, tanrı olan imparatoru temsil eder. Tanrı İmparator, kendini Maximus'un bedeninin bir parçası haline getirmiştir. İmparatoru yok etmenin tek yolu kendisini yok etmektir. Maximus acıya rağmen gülümser çünkü buna değdiğini biliyordur.

Bunlar son sözlerim olabilir. Benim için ne zaman geleceklerini bilmiyorum. Ne pahasına olursa olsun onlara direneceğim. Bu yüzden acıya rağmen gülümsüyorum.

Anneme kırk bir yaşındayken şiddetli nöropati teşhisi koydular. Annem, bunun on yıl önce ayaklarında yanma hissi ve ara sıra keskin bıçak saplanır gibi ağrılarla başladığını söyledi. Ağrı önce birkaç dakika sürüyor, sonra karıncalanmaya, sonra uyuşmaya dönüşüyor, birkaç gün sonra da hiç kalmıyordu.

İlk kez acıdığında görmezden geldi. Sonra yılda birkaç kez oldu ve görmezden geldi. Sonra birkaç ayda bir. Sonra ayda birkaç kez. Sonra haftada birkaç kez. O noktada, karıncalanma hissizliğe dönüştüğünde ağrı başlıyordu ve rahatsızlık sürekli hale geliyordu. O noktada, kendi öğle yemeğini hazırlamak için kanepeden mutfağa gitmek bile büyük bir çaba haline geldi.

İbuprofen ile başladı, ta ki mide ağrıları ve asit reflüsü asetaminofene geçmesine neden olana kadar. Sonra baş ağrıları ve zar zor uyuması ibuprofene geri dönmesine neden oldu.

İlk doktor, psikosomatik olduğunu söyledi. Hiçbir sorunu yoktu. Rahatlamaya, stres atmaya ve daha fazla uyumaya ihtiyacı vardı.

İkinci doktor, omurgasında sıkışmış bir sinir olduğunu söyledi. Sırt ameliyatı olması gerekiyordu. 180 bin dolara mal olacaktı. Tekrar yürümeye başlamadan önce iyileşmesi en az altı ay sürecekti. Tam potansiyel iyileşme için on iki ay gerekiyordu ve bir daha asla on kilodan fazla ağırlık kaldıramayacaktı.

Üçüncü doktor, Sinir İletim Çalışması, Elektromiyografi, MRI ve kan testleri yaptı. Her test 800 ila 1.200 dolara mal oldu. Ekim ayında UnitedHealthcare planının 6.000 $'lık muafiyetine ulaştı. Daha sonra doktor tatile çıktı ve annem, muafiyetinin sıfırlandığı Ocak ayına kadar testlere devam edemedi.

Testler, ciddi nöropati olduğunu gösterdi. 180 bin dolarlık ameliyatın hiçbir etkisi olmayacaktı.

Ağrı için opioid reçete ettiler. İlk başta ağrı kesici, sürekli zihinsel sis ve kabızlığın bedelini ödemeye değerdi. Bunu bana daha sonra anlattı. Tek hatırladığım, yıllar sonra ilk kez bir seyahate çıktığımız, akvaryuma gitmek için beni Monterey’e götürdüğü. Gerçek hayatta bir su samuru gördüm, sırt üstü yüzüyordu. Sabah 7’de yola çıktık ve dört saatlik araba yolculuğunda Green Day dinledik. Zamanla, opioidler işe yaramayı bıraktı. Onu acıya karşı daha hassas hale getirdiler ve sadece iki ya da üç saat sonra yoksunluk belirtileri hissetti.

Sonra gabapentin. Artık ağrıları o kadar şiddetlenmişti ki egzersiz yapamıyordu, bu da yavaşlayan metabolizma hızı ve hormonal değişimler nedeniyle kilo almasına neden oluyordu. Gabapentin ağrıya neredeyse hiç iyi gelmiyordu ve onu o kadar yorgun düşürüyordu ki bütün bir günü yataktan çıkmadan geçiriyordu.

Sonra kortikosteroidler. Ki işe yaramadı bile.

Ağrı o kadar kötüydü ki, annemin geceleri acı içinde çığlık atarak uyandığını duyuyordum. Odasına koşup iyi olup olmadığını soruyordum. Sonunda kalkmayı bıraktım. Sözsüz acı çığlıkları atıyor ya da “siktir” kelimesini son sınırına kadar gerip şişiriyordu. Arkamı dönüp uyumaya devam ediyordum.

Tüm bunlar olurken, takip randevusu üstüne takip randevusu, uzman konsültasyonları ve daha fazla tomografi ile bizim kanımızı kuruttular. Her randevunun tamamen karşılanacağı sözü verildi, ta ki sigorta talepleri gecikene ve reddedilene kadar. Allopatik tıp, annemin çektiği acılara yardımcı olmak için hiçbir şey yapmadı. Yine de tüm toplumumuzun temelidir.

Annem bana iyi olduğu bir günde sinir ağrısının bacakların buzlu suya batırılması gibi olduğunu söylemişti. Kötü olduğu günde ise bacakları bir makine atölyesinin mengenesine sıkıştırılmış, krankların dönmeyi bıraktığı yere kadar vidalanmış, sonra da ayak bileği kemikleri sıkılaşan kelepçeye uyum sağlamak için yaylanıp çatlayana kadar daha da ezilmiş gibi hissettiriyordu. İyi günlerinden çok, kötü günleri vardı.

Annem banyoya elleri ve dizleri üzerinde sürünerek giderdi. Geceleri ağlamasından uzaklaşmak için oturma odasında uyurdum. Yine de uyanırdım ve yine de uyumaya devam ederdim.

O zamanlar yapabileceğim hiçbir şey olmadığını düşünüyordum.

Yüksek ek ödemeler sürekli tedaviyi imkânsız hale getiriyordu. Yeni tedaviler “tıbbi olarak gerekli değil” denilerek reddediliyordu. Eski tedaviler işe yaramadı ve yine de bizi binlerce dolar zarara soktu.

UnitedHealthcare, uzman konsültasyonlarını yılda iki kez ile sınırladı.

Daha sonra uzmanlardan randevu almak için gerekli olan kapsamlı görüntülemeyi karşılamayı reddettiler.

Ön izinler önce haftalar, sonra aylar sürdü.

UnitedHealthcare, geri ödeme prosedürünü sürekli değiştirdi. Annemin doktorunun notlarını fakslaması gerektiğini söylediler. Daha sonra, fakslanan hasta yazışmalarını kaydetmediklerini ve doktorun daktilo edilmiş notlarının basılı bir kopyasının postalanmasını istediklerini belirttiler. Sonra da notları hiç almadıklarını söylediler. Notları alıp dosyalayana kadar talebi onaylayamadılar.

Teminat sözü verdiler ve anneme verdikleri sözü tutmadılar.

Her gecikmede öfkem daha da arttı. Her reddedilişte, doktoru hastanenin bekleme odasının cam duvarından aşağı atmak istedim.

Ama sorun onlar değildi. Doktorlar, resepsiyon görevlileri, yöneticiler, eczacılar, görüntüleme teknisyenleri ya da tanıştığımız herhangi biri değildi. UnitedHealthcare'di.

İnsanlar ölüyor. Kötülük kurumsallaştı. Şirketler milyonlarca Amerikalının acısından, ıstırabından, ölümünden ve geceleri yükselen acı dolu çığlıklarından milyarlarca dolar kazanıyor.

Sigorta ödemelerimiz ve tıbbi ihtiyaçlarımızla orantılı bakım sözü veren yasal olarak bağlayıcı bir sözleşme ile sağlık hizmetleri için bir anlaşmaya girdik. Sonra UnitedHealthcare, kuralları kendi kârlarına uyacak şekilde değiştirdi. Kuralları kendilerinin koyduğunu ve yasal olduğu için kimsenin onları cezalandıramayacağını düşünüyorlar.

Dışarıda onları durduracak kimsenin olmadığını düşünüyorlar.

Şimdi kendi kronik sırt ağrım, beni geceleri acı içinde çığlık atarak uyandırıyor. Bizi rahatsız eden şeyin gerçek panzehirini bana gösteren başka bir şifa türü aradım.

Zamanımı kolluyorum, son darbelerimi vurmak için son gücümü saklıyorum. Tüm çıkarıcılar, milyonlara çektirdikleri acıları yutmaya zorlanmalıdır.

Kendi baş yöneticilerimiz olarak, kendi hayatlarımızı daha iyi hale getirmek bizim yükümlülüğümüzdür. Her şeyden önce kendi koşullarımızı iyileştirmeye ve kendimizi savunmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken, eylemlerimiz başkalarının hayatlarını iyileştirebilecek dalgalanma etkilerine sahiptir.

Kurallar iki birey arasında, tüm dünyayı kapsayan bir ağ içinde mevcuttur. Bu kuralların bazıları yazılıdır. Bu kuralların bazıları iki birey arasındaki doğal saygıdan kaynaklanır. Bu kurallardan bazıları yerçekimi, manyetizma ya da potasyum nitratın kimyasal bağlarında depolanan potansiyel enerji gibi fiziksel yasalarda tanımlanmıştır.

Hiçbir belge, tüm insanların temel değer ve ahlaki statü bakımından eşit olduğu inancını ve kolektif refahı teşvik etmeye yönelik çerçeveleri ABD anayasasından daha iyi özetleyemez.

Bir kuralı yazmak onu kanun haline getirir. Kanunlar umurumda bile değil. Kanun hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan, kendi refahımızı en üst düzeye çıkarmak için kendi mantığımızın ve bizden öncekilerden öğrendiklerimizin rehberliğini takip etmektir, bu da sevdiklerimizin ve toplumumuzun refahını en üst düzeye çıkaracaktır.

UnitedHealthcare işte bu noktada yanlış yaptı. Annemle, benimle ve diğer on milyonlarca Amerikalı ile yaptıkları sözleşmeyi ihlal ettiler. Kendi sağlığıma, ailemin sağlığına ve ülkemiz insanlarının sağlığına yönelik bu tehdit, bir savaş eylemiyle karşılık vermemi gerektiriyor.

SON


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

 

 

 

Monthly Review editörü John Bellamy Foster, Harry Braverman'in 1974 yılı tarihli Emek ve Tekelci Sermaye kitabından yola çıkarak derginin Aralık ayı sayısı için bugün yapay zekâ-emek ilişkisi üzerine bir makale kaleme aldı.  

 

Bilgisayarlar için tasarlanan algoritmalarla ilişkilendirilen ve akıllı makinelerin insan emeğinin yerini alması olasılığını gündeme getiren otomasyon, Charles Babbage’ın Fark Makinesi ve Karl Marx'ın Grundrisse’deki ünlü “genel zekâ” ve ardından Kapital'deki “kolektif işçi” kavramına kadar uzanan, bir buçuk asırdan fazla bir süredir var olan bir konudur.(1 ) Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında tekelci kapitalizmin yükselişiyle birlikte büyük ölçekli sanayi ve bilimin sanayiye uygulanması, emeğin üretim içinde “biçimsel” olarak değil “gerçek” olarak ikame edilmesini sağlayabilmiştir.(2) Burada emek sürecine ilişkin bilgi, sistematik olarak işçilerden alınmış ve emek sürecinin aşamalı olarak parçalanabileceği ve makine teknolojisinin hâkim olduğu bir mantık içinde ikame edilebileceği şekilde yönetimde yoğunlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tekelci kapitalizmin güçlenmesi ve sibernetik, transistör ve dijital teknolojinin gelişmesiyle birlikte, üretimin otomasyonu -özellikle de bugün yapay zekâ olarak adlandırdığımız şey- emek için giderek büyüyen bir tehdit oluşturdu.

Bu değişim, Kurt Vonnegut’un General Electric’te çalışma deneyimine dayanan 1952 tarihli romanı Player Piano’da (Türkçeye Otomatik Piyano ismi ile çevrilmiştir; ç.n.) çarpıcı bir şekilde tasvir edilmiştir. Yakın gelecekte New York’un taşrasında yer alan kurgusal Ilium kasabasında geçen Player Piano, tamamen otomatikleştirilmiş ve neredeyse tüm üretim işçilerini yerinden etmiş bir toplumu tasvir etmektedir. Kasabayı bölen nehrin bir tarafında, Homestead olarak bilinen bir bölgede, bir dizi ulusal testte yeterince yüksek puan alamayan ve büyük ölçüde boşta kalan veya yeniden yapılanma ve ıslah projelerinde, kalan birkaç ticari işte ve orduda istihdam edilenler de dâhil olmak üzere nüfusun büyük bir kısmı yaşamaktadır. Nüfusun geneli, daha önce vasıfsız işçilerin elde ettiği ücret gelirinin çok altında bir seviyede belirlenen evrensel temel gelirle geçiniyor, ancak yirmi sekiz inçlik televizyonların keyfini çıkarabiliyorlar. Nehrin diğer yakasında, yine nehrin o yakasında bulunan üretim makinelerine hizmet eden ya da kamu işlerini yürüten mühendisler, yöneticiler ve memurlar yaşamaktadır. Roman, saygın bir mühendis olan ana kahraman Paul Proteus’un köprüden geçerek nehrin Homestead tarafına gitmesini, sıradan insanlarla tanışmasını ve kitlesel bir isyana karışmasını konu alıyor. Romanın başlarında Proteus, “Birinci Sanayi Devrimi’nin kas çalışmasını değersizleştirdiğini, ardından ikincisinin rutin zihinsel çalışmayı değersizleştirdiğini”, öngörülen Üçüncü Sanayi Devrimi’nin ise bilgisayarlaştırılmış “insan düşüncesini değersizleştiren makinelere” dayanacağını ve “gerçek beyin çalışmasını” değersizleştireceğini açıklar. İnsan zekâsının yerini makineler ya da Vonnegut’un romanının yayımlanmasından birkaç yıl sonra “yapay zekâ” olarak adlandırılacak olan şey alacaktı.(3)

Vonnegut’un Player Piano’su 1950’lerde otomasyona dair yaygın endişenin bir ürünüydü. Kasım 1958’de The Nation, 1957-1958’deki kısa ekonomik krize işgüzarca bir yanıt olduğu ortaya çıkan “Otomasyon Depresyonu” başlıklı bir makale yayımladı.(4) The Nation ve diğer yayınların 1950’lerde otomasyonun kitlesel işsizlik yaratacağına dair dile getirdiği endişeler o dönemde çoğunlukla abartılıydı. Yine de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tekelci kapitalizmin güçlenmesiyle birlikte büyük ölçekli sanayinin büyümesinin ve bununla bağlantılı Bilimsel-Teknik Devrimin (ve ortaya çıkmakta olan Üçüncü Sanayi -ya da Dijital- Devriminin) emek ve sermaye ilişkilerinde köklü bir değişikliği temsil ettiğinin genel kabulü, şimdi olduğu gibi o zaman da tamamen rasyonel bir endişeydi. On dokuzuncu yüzyıldaki Birinci Sanayi Devrimi’ne kadar uzanan ve bugün üretken yapay zekânın yayılmasıyla daha ileri bir gelişim aşamasında yeniden ortaya çıkan sorunları gündeme getirdi.

1950’lerde otomasyonun genel durumuna ve emekle ilişkisine dair belki de en keskin analiz, Marksist iktisatçı ve Monthly Review editörü Paul M. Sweezy’nin 1957'de Wall Street yatırım şirketi Model, Roland&Stone için yazdığı Bilimsel-Sınai Devrim başlıklı anonim monografide ortaya çıkmıştır. Bu raporda Sweezy, buhar makinesinin Birinci Sanayi Devrimi’ne güç vermesine karşın, Bilimsel-Sınai (ya da Bilimsel-Teknik) Devrim’in, büyük ölçekli sermayenin yükselişiyle mümkün hale gelen bir gelişme olan bilimin kendisinden güç aldığını ileri sürüyordu. Bu durum, Marx’ın kolektif işçi kavramından aldığı bir kavram olan “kolektif bilim insanı”nı ortaya çıkarmıştır. Sweezy, otomasyona atıfta bulunurken, makinelerin giderek daha fazla dâhil olduğu “emek sürecinin” hem işçileri hem de makineleri içeren bir bilgi “döngüsü” ile karakterize edildiğini açıkladı. “İnsanın yerini bir ya da daha fazla mekanik aygıt aldığında, döngü kapanır. Sistem otomatikleştirilmiştir.”(5)

Sweezy bu bağlamda ABD’li mühendis, mucit ve bilimsel yönetici Vannevar Bush’un bir konferansına atıfta bulunmuş ve Bush’un sürücü uykuya daldıktan sonra bile yoldaki beyaz çizgiyi takip edecek sürücüsüz bir otomobil olasılığını teorize ettiğini belirtmiştir. Sweezy’ye göre, akıllı makinelerle bu kadar yüksek düzeyde otomasyonun daha büyük ekonomik ve sosyal sonuçları, esas olarak işgücünün yerinden edilmesinden kaynaklanıyordu. “Otomasyonun amacı, maliyetleri düşürmektir. Her durumda bunu işgücünden tasarruf ederek yapar. Bazı durumlarda sermayeden de tasarruf sağlar” diye açıklamaya devam etti. Transistörün ortaya çıkmasıyla birlikte, genişleme için teknolojik olanaklar sonsuz görünüyordu. Sweezy, bilgisayarların yalnızca daha güvenilir değil, aynı zamanda “cep boyutunda” olacağını öngörüyordu. Ağlar üzerinden çalışan mobil telsiz telefonlar da mümkündü ve cep boyutundaki bilgisayardan bile daha küçük boyutlara, bileğe sığacak şekilde küçültülebilirdi. Bilimsel-Teknik Devrim ile birlikte otomasyon ve daha çok yönlü akıllı makineler, genel ekonomide ücretlerden uzaklaşarak “kâra geçiş” anlamına geliyordu. Bu aynı zamanda milyonlarca işçinin yerinden edilmesi anlamına da geliyordu.(6)

1964 yılında, otomasyonla bağlantılı verimlilik artışı konusu, Üçlü Devrim Geçici Komitesi tarafından Başkan Lyndon B. Johnson’a sunulan “Üçlü Devrim” belgesinin yayımlanmasıyla sonuçlandı. Burada, sanayi işçilerinin artan fazlalığının bir sonucu olarak gelir-iş bağlantısının kopması olarak nitelendirilen duruma ana yanıt, evrensel bir temel geliri teşvik etmekti. Ancak Leo Huberman ve Sweezy, Kasım 1964’te Monthly Review’da yayımlanan “Üçlü Devrim” başlıklı makalelerinde buna şiddetle karşı çıktılar. Evrensel temel geliri, Vonnegut’un romanında tasvir edilen türden, büyük ölçüde genişletilmiş ancak kronik olarak yetersiz bir refah sistemiyle yaşamaya indirgenmiş, bağımlı ve moralsiz bir nüfusa yol açacak kısa görüşlü bir politika olarak görüyorlardı. Bunun yerine, üretim araçlarının kamusal mülkiyeti ve planlamanın işçiler tarafından ve işçiler için uygulanması yoluyla sosyalizme doğru daha devrimci bir hareketi savundular.(7)

Ancak bu konuların hiçbiri Paul A. Baran ve Sweezy’nin Üçlü Devrim tartışmasının yapıldığı yıl tamamlanan Tekelci Sermaye kitabında ele alınmamıştır (Baran, Mart 1964’te ölmüş ve Sweezy 1966’da yayımlandığında kitaba yeni unsurlar eklemekten kaçınmıştır). Tekelci Sermaye, tekelci-kapitalist sanayinin “artığın yükselme eğilimi” olarak yansıyan yüksek sömürü ve verimlilik oranlarını kabul ediyordu. “Emek süreci”nin dönüşümünün ve ‘tekelci-kapitalist döneme özgü teknolojik değişim türlerinin doğurduğu sonuçların’ analizini yapmaktan kasten kaçınmışlardır.(8) Bu konuları ele almak yerine, bu unsurların çalışmalarının kendi koydukları sınırların ötesine geçtiğini ve tekelci kapitalizmin daha kapsamlı bir incelemesinde ele alınması gerektiğini belirtmişlerdir.

Aslında 1960’ların hiçbir yerinde, ne solda ne de burjuva sosyal biliminde, emek sürecinin gerçek doğası sistematik olarak ele alınmadı.(9) Bir oldu bitti olarak görülen daha ileri teknolojinin, işçilerin becerilerini geliştirirken daha yüksek işsizlik tehdidi yarattığı varsayıldı. Marx’tan etkilenen yabancılaşma tartışmalarında, üretimin durmaksızın makineleşmesi ve otomasyonu, Herbert Marcuse’ün ifadesiyle “insan özünün felaketi” olarak görülüyordu.(10) Ancak, tekelci kapitalizm altında emek sürecinin ayrıntılı ve anlamlı eleştirileri eksikti.

Harry Braverman'in Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century (1974)/Emek ve Tekelci Sermaye: Yirminci Yüzyılda Çalışmanın Bozulması adlı kitabına yazdığı önsözde Sweezy, tekelci sermayenin emek sürecine ilişkin bu eksikliğinin altını çizerken, Braverman’in çalışmasının bu büyük boşluğu doldurduğunu düşünüyordu. “Şunu açıklığa kavuşturmak istiyorum” diyerek şöyle yazmıştı:

“Baran ve benim bu boşluğu doldurmak için herhangi bir girişimde bulunmamamızın nedeni sadece benimsediğimiz yaklaşım değildi. Daha temel bir neden, gerekli niteliklerden yoksun olmamızdı. Marx gibi bir dâhi, kapitalizm altındaki emek sürecini, bu sürece doğrudan dâhil olmadan analiz edebilir ve bunu eşsiz bir zekâ ve içgörü ile yapabilirdi. Bu alandaki çeşitli akademik “uzmanların” ve “otoritelerin” iç karartıcı sicilinin de açıkça ortaya koyduğu gibi, daha az ölümlüler için doğrudan deneyim olmazsa olmaz bir koşuldur. Baran ve ben bu son derece önemli doğrudan deneyimden yoksunduk ve eğer konuya girmiş olsaydık, büyük olasılıkla kapitalizmin ideologları tarafından enerjik bir şekilde teşvik edilen birçok efsane ve safsataya kapılacaktık. Sonuçta, (kapitalizm için) gerçeğin gizlenmesinin bu kadar önemli olduğu başka bir konu yoktur. Bu enayiliğin kanıtı olarak sadece bir örnek vereceğim: son yarım yüzyılda iş gücünün vasıfsız olan yüzdesinde muazzam bir düşüş olduğu efsanesini bütünüyle yutmamız (bkz. Monopoly Capital, s. 267).(11)”

Buna karşılık, Braverman tekelci-kapitalist emek sürecinde zengin bir deneyime sahipti ve bunu Marx’ın Kapital’de iş gününü ele alışına dair olağanüstü derin bir kavrayışla, ayrıca modern yönetimin ve emek tasarrufu sağlayan makinelerin gelişiminin tüm tarihine dair bir incelemeyle birleştirebildi.(12) Yine de Braverman’in Emek ve Tekelci Sermaye’si Baran ve Sweezy’nin Tekelci Sermaye'sinde bırakılan boşluğu doldurmaya hizmet ederken, Braverman aynı zamanda Sweezy’nin monografisinde geliştirilen Bilimsel-Teknik Devrim tanımını, Tekelci Sermaye'nin genel analiziyle birlikte kendi analizinin tarihsel olarak spesifik temeli olarak almıştır.(13) Emek ve Tekelci Sermaye’nin yayımlanmasından elli yıl sonra, çalışma bu nedenle günümüzde emek sürecinin eleştirel analizi için, özellikle de mevcut yapay zekâ tabanlı otomasyon açısından çok önemli bir giriş noktası olmaya devam etmektedir.

Marx, Braverman ve Kolektif İşçi

Braverman’in Emek ve Tekelci Sermaye’deki temel argümanı artık oldukça iyi bilinmektedir. On dokuzuncu yüzyıl yönetim teorisine, özellikle de Babbage ve Marx’ın çalışmalarına dayanarak, yirminci yüzyıl tekelci kapitalizminde Fredrick Winslow Taylor ve diğerleri tarafından ortaya atılan bilimsel yönetimin rolüne ışık tutarak emek sürecinin analizini genişletebilmiştir. Babbage, on dokuzuncu yüzyıl yönetim teorisyeni Andrew Ure, Marx ve Taylor’ın hepsi, makineleşme öncesi iş bölümünü birincil ve makine kapitalizminin gelişiminin temeli olarak görmüşlerdi. Dolayısıyla, Adam Smith’in ünlü toplu iğne örneğinde tasvir edildiği gibi, giderek daha ayrıntılı hale gelen iş bölümünün mantığı, makinelerin kullanılmaya başlanmasından önce ve mantıksal olarak öncül olarak görülebilir.(14) Babbage’ın görüşünde, Smith'in toplu iğne örneği, hem imalatın (iş birliği altındaki ilk fabrika sistemi) hem de modern sanayinin (ya da makine imalatının) ekonomisini açıklayacak şekilde yeniden yapılandırılmıştır. Kapitalist iş bölümünün mantığı, Babbage’ın, artı değeri teşvik etmenin bir aracı olarak ayrıntılı iş bölümünün aşamalı olarak geliştirilmesini amaçlayan ilk hesaplama bilgisayarları tasarımlarına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla, on dokuzuncu yüzyıl Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkan yönetim teorisinde ayrıntılı iş bölümü, otomasyon ve bilgisayarın gelişimi arasında doğrudan bir bağlantı vardı.(15)

Marx'ın izinden giden Braverman, “Babbage ilkesi” olarak bilinen şeyi, yirminci yüzyıl sonu tekelci kapitalizmi bağlamında emek sürecinin çağdaş tartışmasına geri getirmiş ve bundan “kapitalist iş bölümünün genel yasası” olarak bahsetmiştir. Bu ilkeye göre (şu anda genellikle iki kısma ayrılmıştır), kapitalist koşullarda iş bölümü (1) her bir görev için en küçük bileşenlerine ayrılmış olarak gerekli olan en az emek miktarının belirlenmesiyle ilgilidir, böylece (2) her bir görevin yerine getirilmesi için gerekli olan en ucuz emek miktarı tahsis edilebileceğinden, emek maliyetlerinde bir ekonomi yaratır.(16)

Babbage, iş bölümünün faydalarını, geleneksel olarak zanaatkâr emeği olan daha pahalı yetişkin erkek emeğinin aksine, daha az zahmetli işlerin (o zamanlar daha az kas gücü ve daha az beceri gerektirdiği düşünülüyordu) daha ucuz kadın ya da çocuk emeğine verilmesi şeklinde açıklamıştı.(17) “Yapılacak işi, her biri farklı derecede beceri veya güç gerektiren farklı süreçlere bölerek mal sahibi her süreç için gerekli olan her ikisinin de tam miktarını satın alabilir” diye yazıyordu.(18) Ure’ye göre ‘imalat sanayinin tüm eğilimi’, insan emeğini tamamen ortadan kaldırmaya bağlı değilse bile, en azından ‘erkeklerin yerine kadınların ve çocukların ya da eğitimli zanaatkârların yerine sıradan işçilerin sanayisini ikame ederek maliyetini azaltmanın bir yoluydu. ’19

Braverman, “Kapitalizm Mitolojisi”nde şöyle yazmıştı:

“Babbage ilkesi, kalifiye işçileri ‘sadece kendilerinin yapabileceği’ işlere yerleştirerek ‘kıt becerileri koruma’ ve ‘toplumsal kaynakları’ israf etmeme çabası olarak sunulmaktadır. Vasıflı işçilerin ya da teknik olarak eğitilmiş kişilerin ‘kıtlığına’ bir yanıt olarak sunulur ve bu kişilerin zamanları ‘toplumun’ yararına ‘verimli’ bir şekilde kullanılır. Ancak bu ilke her ne kadar zaman zaman vasıflı iş gücü kıtlığına bir yanıt şeklinde kendini gösterse de... bu özür genel olarak yanlıştır. Kapitalist üretim tarzı, var oldukları yerde çok yönlü becerileri sistematik olarak yok eder ve kendi ihtiyaçlarına karşılık gelen beceri ve meslekleri ortaya çıkarır. Teknik kapasiteler bundan böyle katı bir ‘bilme ihtiyacı’ temelinde dağıtılmaktadır. Üretim sürecine dair bilginin tüm katılımcılar arasında genelleştirilmiş dağılımı, bu noktadan sonra yalnızca ‘gereksiz’ değil, kapitalist üretim tarzının işleyişi önünde olumlu bir engel haline gelir.”(20)

Marx'ın kapitalist üretim eleştirisinde ileri sürdüğü gibi, ayrıntılı iş bölümünün ilerlemesiyle birlikte, makineler emeğin yerini tamamen alarak potansiyel olarak otomatik bir üretim yaratabilirken, işçi kitlelerini nispi artı nüfusa ya da yedek emek ordusuna atabilir ve böylece genel olarak emek maliyetlerini düşürebilirdi. Hâlâ mevcut olan işçi, makinenin bir eklentisine indirgenmişti. Tüm bu eğilim, Marx’ın da işaret ettiği gibi, İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin kalbinde yer alan tekstil endüstrisindeki işçilerin büyük çoğunluğunun aşırı sömürülen kadın ve çocuklardan oluşması, yerlerine geçtikleri erkek zanaatkâr işçilerin ücretlerinin yalnızca küçük bir kısmını almaları ve bunun da geçim için yeterli olmaması gerçeğinde açıkça görülüyordu. Tüm bunlar makine sanayinin gelişmesini ve ücretleri ister yüksek ister düşük olsun, kolektif emeklerinin yarattığı ve hem sömürülerini hem de makineler tarafından yerlerinden edilmelerini artırmak için kendilerine bir ağırlık gibi dayatılan muazzam üretim aygıtı karşısında giderek daha dezavantajlı hale gelen işçilerin daha fazla sömürülmesini besledi.(21)

Yine de, iş bölümünü daha da geliştirmek için, üretimde doğrudan bir güç olarak bilimin yardımıyla işçilerin direncini kırmak gerekiyordu. Bu, Marx’ın işçinin kapitalist üretim süreci içinde yalnızca biçimsel değil, gerçek olarak da ikincilleştirilmesi olarak adlandırdığı şeyi mümkün kıldı. Matteo Pasquinelli’nin The Eye of the Master: A Social History of Artificial Intelligence/Efendinin Gözü: Yapay Zekânın Toplumsal Tarihi'nde belirttiği gibi: “Marx açıktı: teknolojinin doğuşu iş bölümü tarafından yönlendirilen bir süreçtir”. Babbage ilkesinin uygulanması ise otomasyona ve emeğin daha fazla sömürülmesinin aracı olarak makinenin egemenliğine giden yolu işaret ediyordu.(22)

Sweezy'nin “kolektif bilim insanı” olarak adlandıracağı kişi tarafından karakterize edilen bilimin, kapitalist üretim içinde yeni ortaya çıkan bir güç olarak dâhil edilmesi, aslında yalnızca ölçek ekonomileri ve tekelci kapitalizmin dev şirketinin büyümesiyle ilişkili pazarın genişlemesiyle mümkün oldu. Serbest rekabetçi küçük firma kapitalizminde firma sahibi ve bir avuç denetçi tarafından yürütülen basit yönetim, on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarındaki büyük birleşme dalgalarını izleyen dev, çok bölümlü şirketin yeni koşulları altında kârlılığı sürdürmek için artık yeterli olmayacaktı.(23)

Yeni yönetim yaklaşımı en iyi Taylor tarafından yansıtılmıştır; öyle ki bilimsel yönetim ve Taylorizm eşanlamlı terimler haline gelmiştir. Taylorizm, Braverman tarafından üç farklı ilke açısından özetlenmiştir: (1) “emek sürecinin işçilerin becerilerinden ayrılması”, (2) “tasarımın uygulamadan ayrılması” ve (3) “bilgi üzerindeki bu tekelin emek sürecinin her adımını ve uygulama biçimini kontrol etmek için kullanılması.” Taylor, ücret artışlarının sistemin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia etse de, en azından belirli bir sektörde bilimsel yönetimin uygulanmasının ilk aşamalarında, genel amaç işverenlerin birim iş gücü maliyetlerini düşürmekti. Braverman, “Taylor, Babbage prensibini zamanındaki herkesten daha iyi anlamıştı ve bu prensip onun hesaplamalarında her zaman en üst sırada yer aldı.... İlk kitabı Mağaza Yönetimi’nde [1903], açık bir şekilde, sisteminin [bilimsel yönetim] ‘tam olanaklarının, atölyedeki makinelerin neredeyse tamamı daha küçük kalibreli ve yetenekli ve bu nedenle eski sistemde gerekli olanlardan daha ucuz olan adamlar tarafından çalıştırılana kadar gerçekleşmeyeceğini’ söyledi” diye yazmıştır. Taylor’ın kendine özgü katkısı, öncelikle işten çıkarma yoluyla uygulanmak üzere, artan iş kontrolü için tam ölçekli bir yönetsel zorunluluğu dile getirmesiydi. Dolayısıyla, Braverman’e göre Taylorizm’in içinde “kapitalist üretim tarzının açıkça dile getirilmesinden başka bir şey olmayan bir teori yatmaktadır.”(24)

Braverman’e göre, kapitalist üretim tarzının tüm çelişkili mantığı ve devrimci bir sosyalist yanıt olasılıkları, tekelci-kapitalist üretimde yapay zekânın (otomasyonun daha gelişmiş bir biçimi) devreye girmesi de dâhil olmak üzere, ancak makineleşme ve otomasyonla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu noktada Braverman’in analizi temelde Marx’ın emeğin ayrıntılı bölünmesi, emek hiyerarşisi ve emek bilgisinin makinelere dâhil edilmesinin bütününü kapsayan bir kategori olarak kullandığı kolektif işçi kavramına dayanmaktadır. Marx’a göre emek süreci, işçilerin işten çıkarılması ve yerlerinden edilmesiyle ilişkili daha yüksek düzeyde makineleşme bağlamında bile, organik olarak ve temelindeki emek değeri açısından esasen aynı kalmıştır.(25)

Marx’ın Kapital’deki kolektif işçi analizi, ondan yaklaşık on yıl önce yazdığı Grundrisse’deki genel zekâ tartışmasının ötesine geçmiştir. Grundrisse'’de “Makineler Üzerine Fragman” olarak bilinen bölümde, “genel zekâ” makinelere dahil edilmiş ve otomasyonun büyümesiyle üretimde emeğin ve hatta emek değerinin görünürde ortadan kalkmasına yol açmıştır.(26) Braverman’in kendisi de Emek ve Tekelci Sermaye’de Marx’ın “Makineler Üzerine Fragman”da yazdığı ifadeye atıfta bulunacaktı: “Üretim süreci, yöneten kurum olarak emeğin egemen olduğu bir süreç anlamında bir emek süreci olmaktan çıkmıştır.”(27) ‘Makineler Üzerine Fragman’ bazen son tartışmalarda hatalı bir şekilde Marx’ın değerin emek teorisinin (ya da emek-değer teorisinin; ç.n.) makine üretimi ve otomasyon tarafından aşamalı olarak yerinden edildiğini gördüğünü iddia etmek için kullanılmıştır.(28) Ancak bu görüş, Marx’ın daha sonraki kolektif işçi kavramının tüm makineleşme ve otomasyon sürecinin gizemini nasıl ortadan kaldırdığına ve hem emeğin hem de değerin emek teorisinin devam eden merkeziliğini nasıl gösterdiğine dair analizlerle çürütülmüştür.(29)

Braverman’in emek sürecinin makineye tâbi kılınmasıyla ilişkili görünen çelişkiye yaklaşımı, tam da Marx’ın “kolektif işçi” kavramına odaklanmaktı; bu kavram yalnızca emeğin üretimdeki ebedi merkeziliğini açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda yeni devrimci olasılıklara da işaret ediyordu. Kolektif işçide emek, Marx gibi Braverman tarafından da bir bütün olarak, emek ve makineleşme hiyerarşisini kapsayan organik bir süreç içinde somutlaştırılmış olarak görülüyordu.

Marx, Kapital’de Ure’ye cevaben otomasyon ve kolektif işçi üzerine yorum yaparken şöyle yazmıştı:

“Otomatik fabrikanın Pindar'ı Dr. Ure, otomasyonu bir yandan ‘merkezi bir güç (ana hareket ettirici) tarafından sürekli olarak harekete geçirilen bir üretim makineleri sistemine özenli bir beceriyle bakan yetişkin ve genç birçok işçinin birleşik işbirliği’; diğer yandan da ‘ortak bir nesnenin üretimi için kesintisiz bir uyum içinde hareket eden, hepsi kendi kendini düzenleyen bir hareket gücüne tâbi olan çeşitli mekanik ve entelektüel organlardan oluşan büyük bir otomat’ olarak tanımlar. Bu iki tanım özdeş olmaktan çok uzaktır. Birinde, birleşik kolektif işçi egemen özne [übergreifendes Subjekt] ve mekanik otomat nesne olarak görünür; diğerinde ise otomatın kendisi öznedir ve işçiler yalnızca otomatın bilinçsiz organlarıyla eş güdümlü ve onlarla birlikte merkezi hareket gücüne tâbi olan bilinçli organlardır. İlk tanımlama [genel olarak kolektif işçiyle ilgili] makinelerin büyük ölçekte her türlü kullanımına uygulanabilirken, ikincisi makinelerin sermaye tarafından kullanımının ve dolayısıyla modern fabrika sisteminin karakteristik özelliğidir. Bu nedenle Ure, hareketin geldiği merkezi makineyi yalnızca bir otomat değil, bir otokrat olarak sunmayı tercih eder. ‘Bu geniş salonlarda, buharın iyicil gücü etrafındaki sayısız gönüllü hizmetliyi çağırır.”(30)

Otomasyonun sonuçlarının Ure tarafından bu çelişkili şekilde ortaya konmasında, Marx’ın önerdiği gibi genel olarak kolektif işçi olgusuna karşılık gelen ilk açıklama, sosyalist üretimin gelişimiyle tutarlıdır. İkincisi ise genel bir akılla donatılmış ve emeğin ya tamamen yok olduğu ya da aşağılık, beyinsiz bir duruma indirgendiği makine mitine karşılık gelmektedir. Ure’ye göre, “sermaye, bilimi hizmetine aldığında, emeğin dirençli eline her zaman uysallık öğretilecektir.”(31) Buna karşın Marx için devrimci yanıt, özgür toplumsal gelişmeyi artıracak şekilde kolektif işçi adına bilimi hizmete almaktı.

Braverman’in Marx’ın Kapital’i üzerine inşa ettiği kendi analizinin doruk noktası olarak ortaya çıkacak olan şey, kolektif işçinin en azından potansiyel olarak toplumsal emeğin aktif öznesi olduğu iş bölümü, makineleşme, otomasyon ve yapay zekâya yönelik devrimci bir yaklaşımın geliştirilmesiydi. Böyle bir görüş, Ure ve Taylor’ın tercih ettiği “çeşitli mekanik ve entelektüel organlardan oluşan ve üretimin aşılmaz otokratı olarak işlev gören, işçilerin sadece birer uzantıya indirgendiği devasa bir otomat” şeklindeki daha makine-fetişleştirilmiş nitelemelere şiddetle karşı çıkıyordu.

Kolektif İşçi, Yapay Zekâ ve Üretimin Yeniden Birleştirilmesi

Braverman’in eleştirisine göre, dijital çağda otomasyon ve yapay zekâ da dâhil olmak üzere modern teknoloji, nihayetinde kapitalist iş bölümü tarafından bozulmuş bir emek sürecini yeniden birleştirmeye yönelik güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. Smith’in Ulusların Zenginliği’nin başındaki toplu iğne örneğinde kullandığı tüm görevler artık tek bir makinede birleşmiş ve emek sürecinin kendisinin yeniden birleştirilmesine olanak sağlamıştır. Yine de, emek sömürüsünün ve değerlenme sürecinin hâlâ Babbage ilkesine dayandığı tekelci aşamasındaki kapitalizm, artık giderek arkaikleşen iş bölümünü yeniden tesis etmek için sürekli olarak daha yüksek düzeyde makineleşme ve otomasyon kullanmaya çalıştı. Braverman’in belirttiği gibi, “Tüm adımların tek bir makinenin çalışma mekanizmasına yerleştirildiği yeniden birleştirilmiş süreç, şimdi onu, hiçbirinin hayatının tamamını tek bir işlevde geçirmesine gerek olmayan ve hepsi de bu giderek daha üretken hale gelen makinelerin mühendisliğine, tasarımına, iyileştirilmesine, onarımına ve çalıştırılmasına katılabilen, birbiriyle ilişkili üreticilerden oluşan bir kolektif için uygun hale getiriyor gibi görünmektedir.” Ancak, üretim güçlerindeki gelişmelerin bir sonucu olarak kolektif işçiye teknik olarak açık olan bu olanaklar, tekelci kapitalizmin toplumsal üretim ilişkileri tarafından engellenmektedir. “Böylece kapitalist üretim tarzı, makineler tarafından tersi için ne kadar çok olanak yaratılırsa yaratılsın, teknoloji tarafından tasarlanan yeni süreçlere giderek daha derin bir iş bölümünü dayatır.”(32)

Marx'ın kolektif işçi anlayışında kabul ettiği ve Braverman’in tekelci kapitalizm bağlamında vurgulayacağı gibi, insanların potansiyel olarak üretimin öznesi olduğu insan özgürlüğü için yeni teknolojik olanaklar onlara karşı çevrilir. İşçi, sermaye yönetiminin yeni makine teknolojisini ayrıntılı iş bölümünü pekiştirmek için kullandığı ve giderek daha “akıllı” hale gelen makineyi üretimin öznesi olarak gördüğü bir dünyada yalnızca metalaştırılmış bir nesne haline gelir. Braverman’in terimleriyle, Marx'ın kolektif işçisinin kendisi de tekelci kapitalizm altında aşağılanmıştır. “Üretim kolektif hale gelmiş ve bireysel işçi, kolektif işçi bedenine dâhil edilmiş olsa da, bu beden beyni lobotomize edilmiş ya da daha kötüsü tamamen çıkarılmış bir bedendir. Beyni bedeninden ayrılmış, modern yönetim tarafından emek gücünü ve emek süreçlerini kontrol etmenin ve ucuzlatmanın bir aracı olarak ele geçirilmiştir.”(33)

Ancak Ure’nin makine mantığına indirgenmiş kolektif emek kavramı tekelci kapitalizm altında açıkça mevcutsa, Sweezy’nin kolektif bilim insanıyla birleşen Marx’ın kolektif işçisi, makineler daha otomatik hale geldikçe ortaya çıkan ve insanlık tarihi boyunca geliştirilen emek süreci bilgisini içeren yeni devrimci olasılıkları temsil ediyordu. Artan üretkenliğin mümkün kıldığı politeknik okullar aracılığıyla işçilerin bilim ve mühendislik alanlarında daha yaygın bir şekilde eğitilmesi, insan emeği ve yaratıcılığının yeniden birleşmesine ve gelişmesine yol açabilirdi. İronik bir şekilde, bu ne kadar mümkün hale gelirse, kapitalist eğitim sisteminin kendisi de o kadar bozuldu ve işçileri, işçinin bilgisinin değersizleştirilmesine dayanan Babbage ilkesinin egemenliği altında tuttu.

Dolayısıyla, tekelci-kapitalist toplumda eğitim, giderek ayrıntılı iş bölümüyle aynı mantığa daha fazla tâbi olmaktadır. Sistemin bu konudaki zorunluluğu en başından beri açıktı. Bilimsel yönetimin kurucularından Frank Gilbreth’in yazdığı gibi: “Bir işçiyi eğitmek, yalnızca iş programındaki talimatları yerine getirmesini sağlamak anlamına gelir. Bunu yapabildiğinde, yaşı ne olursa olsun eğitimi sona erer.”(34) İşin aşağılanmasıyla birleşen bu ilke, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve başka yerlerde devlet okullarında eğitimin yoğun bir şekilde aşağılanmasının arkasında yatmaktadır. Bilim, kültür, tarih ve eleştirel düşünme K-12 seviyelerinde sistematik olarak ortadan kaldırılmakta ya da önemsizleştirilmekte, özellikle ilk sınıflarda standart testlerin dayattığı indirgeyici bir sürece giderek daha fazla vakfedilmektedir. Sanki sistem, klasik-liberal politik iktisatçı Adam Ferguson’un, işçilerin sermaye açısından ne kadar akılsız olurlarsa o kadar üretken olduklarını vurgulayan “Cehalet, endüstrinin anasıdır” atasözünden tam anlamıyla faydalanmanın yollarını sonunda bulmuş gibi.(35) Eğitimin dijitalleşmesi, bilgi ve yaratıcılığı genişletmek yerine tam tersine amansız bir standartlaşmaya yol açıyor. Amaç, nüfusun büyük bölümünü C. Wright Mills’in “neşeli robotlar” olarak adlandırdığı şeye dönüştürmek gibi görünüyor.(36) Büyük ölçekli dil modellerinin yükselişi, yığınlarca veri girdisini bir araya getirebilen ve önceden belirlenmiş algoritmalara uygun olarak “sinir ağlarında” bilgiyi yapay olarak sentezleyebilen üretken yapay zekânın büyümesiyle birleştiğinde, üniversite öğrencileri bu teknolojileri gerçek öğrenmenin mekanik bir ikamesi olarak kullanmaya giderek daha fazla teşvik ediliyor.(37) Kolektif bir işçi veya kolektif bir bilim insanından ziyade, vurgu kolektif bir makine zekâsı olarak yapay zekâ üzerindedir.

Bunun ardında, üretimin gizli meskeninde, insan emeğinin sürekli olarak aşağılanması yatmaktadır. Google, dünyadaki tüm kitapları (130 milyon benzersiz cilt olduğu tahmin ediliyor) dijitalleştirme planının bir parçası olarak, ritmi düzenlenmiş bir film müziği eşliğinde kitapları hızlı bir şekilde taramaları için yüz bin geçici ve sözleşmeli işçi tuttu. Proje büyük ölçüde terk edilmiş olsa da, üretken yapay zekânın geliştirilmesi için bir mekanizma olarak görülüyordu.(38) Güvencesiz emeği oluşturan geçici ve sözleşmeli işçi sayısındaki artış, dijital çağın/yapay zekâ çağının “bulut bilişim” gizemiyle örtülen gizli gerçekleridir. Yeni platform işleri milyonlarca taşeron işçiyi istihdam etmektedir. McKinsey Global Institute gibi iş grupları tarafından ulusal iş gücü üzerinde yapılan çevrimiçi anketler, Amerika Birleşik Devletleri’nde “çalışanların yüzde 25 ila 35'inin” bir önceki ay içinde ek veya birincil olarak standart dışı veya geçici işlerde çalıştığını gösteriyor. Bu da 2024 yılı itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde en az 41 milyon kişinin genellikle geçici işçi olarak bir tür gig [veya platform] işinde çalıştığı anlamına geliyor. Her ne kadar sayısız iş yapay zekâ tarafından tehdit edilse de (tahminler büyük ölçüde değişmektedir), iş genel olarak ortadan kalkmamakta, daha şarta bağlı ve güvencesiz hale getirilmektedir.(39)

Yine de, işin bu amansız gibi görünen işlev kaybına karşıt eğilimler de var. Marx’ın ünlü gözleminde olduğu gibi, üretici güçlerin gelişimiyle bağlantılı olarak genişleyen insan potansiyelinin, üretimin toplumsal ilişkileri tarafından engellendiği durumlarda, kaçınılmaz olarak “toplumun genelinin yeniden inşasını” amaçlayan yeni devrimci mücadeleler ortaya çıkmaktadır.(40) Günümüzün emek süreci üzerindeki sınıf mücadeleleri yeni dijital teknolojiye ya da yapay zekâya karşı değil, insanların kendilerinin salt algoritmalara indirgenmesine karşıdır. Genel zekânın somutlaşmış hali olarak kolektif işçi, üretim koşullarını ancak gelişmiş bir sosyalizm ya da eşitlikçi ve sürdürülebilir bir insani gelişim sistemi altında bir bütün olarak toplumun yararına kontrol edebilir.


Dipnotlar:

1-      Bakınız Matteo Pasquinelli, The Eye of the Master: A Social History of Artificial Intelligence/Efendinin Gözü: Yapay Zekânın Toplumsal Tarihi (Londra: Verso, 2023); Pietro Daniel Omodeo, “The Social Dialectics of AI/“Yapay Zekânın Toplumsal Diyalektiği,” Monthly Review 76, no. 6 (Kasım 2024): 40-48; Simon Schaffer, “Babbage's Intelligence Calculating Engines and the Factory System/ Babbage'ın Zekâ Hesaplama Motorları ve Fabrika Sistemi,” Critical Inquiry 21, no. 1 (Autumn 1994): 205, 209-10, 220-23.

2-      Karl Marx, Capital/Kapital, cilt 1 (Londra: Penguin, 1976), 1019-25, 1034-38.

3-      Kurt Vonnegut Jr., Player Piano/Otomatik Piyano (New York: Dell Press, 1952, 1980), 12-13, 187. Romanda kullanılan Birinci ve İkinci Sanayi Devrimleri'nin özel karakterizasyonları Vonnegut tarafından Amerikalı bilgisayar bilimcisi ve matematikçi Norbert Wiener'e atfedilmiştir.

4-      Rick Wartzman, “The First Time the Nation Freaked Out Over Automation/Ulusul Otomasyon Konusunda İlk Kez Tepesinin Attığı An,” Politico, 30 Mayıs 2017.

5-      Paul M. Sweezy (anonim olarak yayımlanmıştır), The Scientific-Industrial Revolution/Bilimsel-Endüstriyel Devrim (New York: Model, Roland & Stone, 1957), 10, 27-36; Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 461, 483, 544. Paul A. Baran 1940'larda ve 50'lerde ek gelir elde etmek için Wall Street’teki Model, Roland&Stone firması için çalışmalar yapmıştır. Ancak 1956-1957’de Büyümenin Ekonomi Politiği’ni tamamlıyordu ve araştırmada Sweezy’nin yardımını aldı. Sweezy, Baran’a yardımcı olmak için sonunda Bilimsel-Endüstriyel Devrim adlı monografiyi yazdı. Yatırım fırsatlarına iyimser bir bakış açısı sunmak isteyen bir Wall Street firmasının bağlamı göz önüne alındığında, Sweezy esasen monografiyi bu yönde yönlendirmek zorunda kaldı ve bu açıdan kendi görüşlerinden önemli ölçüde farklıydı. Bununla birlikte, o dönemde Baran’a da söylediği gibi, böyle bir projenin gerektirdiği temel bilim ve bunun sosyal ve ekonomik sonuçlarına ilişkin araştırma olağanüstü değerliydi ve katkısının önemi de burada yatmaktadır. Bkz: Paul A. Baran ve Paul M. Sweezy, The Age of Monopoly Capital/Tekelci Sermaye Devri, Nicholas Baran ve John Bellamy Foster, eds. (New York: Monthly Review Press, 2017), 146, 503.

6-      Sweezy, The Scientific-Industrial Revolution/Bilimsel-Endüstriyel Devrim, 28-30.

7-      Leo Huberman ve Paul M. Sweezy, “The ‘Triple’ Revolution/Üçlü Devrim,” Monthly Review 16, no. 7 (Kasım 1964): 417-23. Ayrıca bakınız George ve Louise Crowley, “Beyond Automation/Otomasyonun Ötesi,” Monthly Review 16, no. 7 (Kasım 1964): 423-39. Huberman ve Sweezy, makalelerinde şunları yazmıştır: “Bizim vardığımız sonuç, evrensel garantili gelir fikrinin ‘Üçlü Devrim’ yazarlarının açıkça inandığı gibi büyük bir devrimci ilke olmadığıdır. Mevcut sistemimiz altında uygulandığı takdirde, statükoyu güçlendirme eğilimindeki halkın afyonu olan bir din gibi olacaktır. Sosyalist bir sistemde ise oldukça gereksiz olur ve yarardan çok zarar getirebilir“ (Huberman ve Sweezy, ‘The ’Triple' Revolution/Üçlü Devrim,” 122). Evrensel temel gelirin daha radikal alternatifleri (sosyalizm dışında) tam istihdam garantisi ve evrensel kamu hizmetleri politikasıdır. İkincisi hakkında bakınız Jason Hickel, “Universal Public Services/Evrensel Kamu Hizmetleri,” Jason Hickel (blog), 4 Ağustos 2023.

8-      Paul A. Baran ve Paul M. Sweezy, Monopoly Capital/Tekelci Sermaye (New York: Monthly Review Press, 1966), 8-9, 72.

9-      Bkz. John Bellamy Foster, Braverman'e giriş, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, xi-xiv.

10- Herbert Marcuse'den alıntı Bruce Brown, Marx, Freud, and the Critique of Everyday Life/Bruce Brown, Marx, Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi (New York: Monthly Review Press, 1973), 14.

11- Paul M. Sweezy, Braverman'e önsöz, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, xxv-xxvi.

12- Braverman'in bir üretim işçisi olarak rolü hakkında bkz. Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 4-5.

13- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 115. Sweezy'nin Bilimsel-Teknik Devrim ve “kolektif bilim insanı” açıklamasına ek olarak Braverman, Sweezy'nin organik kimyanın gelişimine dayanan “sentetikler çağı” analizini de dâhil etmiştir.

14- Adam Smith, The Wealth of Nations/Ulusların Zenginliği (New York: Modern Library, 1937), 4-5.

15- Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendini Gözü, 53-76.

16- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 55-58; Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendinin Gözü, 17, 104.

17- Charles Babbage, On the Economy of Machinery and Manufactures/Makine ve Üretim Ekonomisi Üzerine (Cambridge: Cambridge University Press, 2009, Charles Knight tarafından 1831'de yayınlanan orijinalinin tıpkıbasımı), 143-45, 186.

18- Babbage, On the Economy of Machinery and Manufactures/Makine ve Üretim Ekonomisi Üzerine, 137-38.

19- Andrew Ure, The Philosophy of Manufactures/Üretimin Felsefesi (Londra: Charles Knight, 1835), 19-23.

20- Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, 57.

21- Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 544-45, 798-99; Karl Marx, Grundrisse (Londra: Penguin, 1973), 693-705.

22- Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendinin Gözü, 109.

23- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 175; Richard Edwards, Contested Terrain (New York: Basic Books, 1979).

24- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 77-82; Frederick Winslow Taylor, “Shop Management,/Mağaza Yönetimi” Frederick Winslow Taylor, Scientific Management/Bilimsel Yönetim (New York: Harper and Brothers, 1947) içinde, 105; Foster, Braverman, "Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye"ye giriş, xvii.

25- Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 464-69, 544; Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendinin Gözü, 99, 104-5, 108-10, 116-18; Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 308, 320-21; Rob Beamish, Marx, Method, and the Division of Labor/Marx, Yöntem ve İş Bölümü (Urbana: University of Illinois Press, 1992), 110-13, 126-32.

26- Marx, Grundrisse, 693-705.

27- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 118-19.

28- Paulo Virno, Grammar of the Multitude/Çokluğun Grameri (New York: Semiotext[e], 2004), 105-6.

29- Michael Heinrich'in açıkladığı gibi, değer açısından bakıldığında, Marx’ın kolektif işçiyi ele alışı makine mitolojisini ve “genel zekâ” kavramını kırmıştır. Değer ve değişim değeri ile somut ve soyut emek arasındaki ayrımlar ve göreli artı değer kavramını geliştirmesi yoluyla değer teorisini (Grundrisse'nin ötesinde) daha da geliştirmesiyle bağlantılıydı. Marx’a göre kapitalist üretimde makinelerin kullanılmasının nihai amacı, artı değer oranını ya da işçinin (hem bireysel hem de kolektif) sömürüsünü artırmaktı. Michael Heinrich, “The ‘Fragment on Machines’: A Marxian Misconception in the Grundrisse and its Overcoming in Capital/Makineler Üzerinde Parça: Grundrisse'de Marxçı Bir Yanılgı ve Kapital’de Aşılması,” Marx's Laboratory: Critical Interpretations of the Grundrisse/Marx Laboratuvarı: Grundrisse’nin Eleştirel Yorumları”, içinde Riccardo Bellofiore, Guido Starosta, and Peter D. Thomas, eds., (Chicago: Haymarket, 2013), 197-212. Ayrıca bakınız Cheng Enfu, The Creation of Value by Living Labour/Yaşayan Emeğin Değer Yaratması (Canut, Türkiye: Canut International Publishers, 2005), 109-11.

30- Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 544-45; Ure, Philosophy of Manufactures, 13, 18.

31- Ure, The Philosophy of Manufactures/Üretimin Felsefesi, 368.

32- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 320.

33- Braverman, a.g.e., 321.

34- Frank Gilbreth, Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 309'da alıntılanmıştır.

35- Adam Ferguson'dan alıntı Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 483.

36- John Bellamy Foster, “Education and the Structural Crisis of Capital/Eğitim ve Sermayenin Yapısal Krizi,” Monthly Review 63, no. 3 (Temmuz-Ağustos 2011): 6-37; C. Wright Mills, The Sociological Imagination/Sosyolojik Tahayyül (Oxford: Oxford University Press, 1959), 175.

37- Jason Resnikoff, “Contesting the Idea of Progress: Labor's AI Challenge/ İlerleme Fikrini Tartışmak: İşçinin Yapay Zekâ Mücadelesi,” New Labor Forum, 10 Eylül 2024, newlaborforum.cuny.edu; Katy Hayward, ”Machine Unlearning: AI, Neoliberalism and Universities in Crisis/Makine Öğrenmesinin Unutulması: Yapay Zekâ, Neoliberalizm ve Krizdeki Üniversiteler,” Red Pepper, 25 Ağustos 2024, redpepper.org.uk.

38- Moritz Altenried, The Digital Factory /Dijital Fabrika (Chicago: University of Chicago Press, 2022), 3-4; Jennifer Howard, “What Happened to Google's Effort to Scan Millions of University Library Books?/ Google'ın Milyonlarca Üniversite Kütüphanesi Kitabını Tarama Çabasına Ne Oldu?”, EdSurge, 10 Ağustos 2017; “How Many Gig Workers Are There?/Kaç Tane Gig Çalışanı Var?”, Gig Ekonomisi Veri Merkezi, erişim tarihi 23 Ekim 2024.

39- IMF, yapay zekânın dünyadaki işlerin yüzde 40'ını, gelişmiş ekonomilerde ise yüzde 60'ını “etkileyeceğini” tahmin etmektedir. Bunun gerçekte ne anlama geldiği ve zaman çizelgesi, abartıyı bir kenara bırakırsak, belirsizdir. MIT ekonomisti H. Daron Acemoğlu, “tüm işlerin yalnızca küçük bir yüzdesinin -sadece %5'inin- önümüzdeki on yıl içinde yapay zekâ tarafından devralınmaya ya da en azından büyük ölçüde desteklenmeye hazır olduğunu” tahmin ediyor. Kristalina Georgieva, “AI Will Transform the Global Economy. Let’s Make Sure It Benefits Humanity/Yapay Zekâ Küresel Ekonomiyi Dönüştürecek. İnsanlığa Fayda Sağladığından Emin Olalım,” IMF Blog, 14 Ocak 2014; Jeran Wittenstein, ‘AI Can Do Only 5% of Jobs, Says MIT Economist Who Fears Crash/Çöküşten Korkan MIT Ekonomisti, Yapay Zekânın İşlerin Sadece %5'ini Yapabileceğini Söylüyor,’ Bloomberg, 2 Ekim 2024. Güvencesizlik konusunda bkz: R. Jamil Jonna ve John Bellamy Foster, “Marx's Theory of Working-Class Precariousness/Marx’ın, İşçi Sınıfının Güvencesizliği Teorisi,” Monthly Review 67, no. 11 (Nisan 2016): 1-19.

40- Karl Marx, A Contribution to the Critique of Political Economy/Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Moskova: Progress Publishers, 1970), 21; Karl Marx ve Friedrich Engels, The Communist Manifesto: 150th Anniversary Edition/Komünist Manifesto: 150. Yıl Dönümü Baskısı (New York: Monthly Review Press, 1998), 2.

 

https://monthlyreview.org/2024/12/01/braverman-monopoly-capital-and-ai-the-collective-worker-and-the-reunification-of-labor/ adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

 

 

 

ABD merkezli bağımsız haber kuruluşu Democracy Now! adına Amy Goodman ve Nermeen Shaikh, tarihçi Enzo Traverso’yu ağırladı. Programda, post-faşizm ve İsrail’in Gazze saldırısı üzerinde duran Traverso, Gazze’de işlenen soykırım suçunun uzun vadede Holokost belleğine de zarar vereceğini vurguladı.


 

AMY GOODMAN: Burası Democracy Now!, democracynow.org, “Savaş, Barış ve Başkanlık”. Ben Amy Goodman, Denver'daki PBS12'den yayın yapıyorum. Nermeen Shaikh New York'ta.

NERMEEN SHAIKH: Bugünkü programımızı Gazze Tarihle Yüzleşiyor adlı yeni kitabın yazarı, ünlü tarihçi Enzo Traverso ile bitiriyoruz. Bir eleştirmen, kitabın “İsrail'in ve Batı’daki destekçilerinin Gazze’deki katliamı meşrulaştırmak için başvurdukları retorik hilelerin yıkıcı bir iddianamesi” olduğunu söylüyor.

AMY GOODMAN: Enzo Traverso bize Cornell Üniversitesi'nde ders verdiği Ithaca, New York'tan katılıyor. Diğer kitapları arasında “The Origins of Nazi Violence/Nazi Şiddetinin Kökenleri” ve “The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right/Faşizmin Yeni Yüzleri: Popülizm ve Aşırı Sağ” bulunmaktadır.

Profesör Enzo Traverso, Democracy Now'a hoş geldiniz! Çalışma alanınız faşizm ve Naziler. Şimdi neden Gazze'yi ele aldığınızdan bahsedin.

ENZO TRAVERSO: Teşekkür ederim. Beni ağırladığınız için teşekkür ederim.

Evet, ben bir modern Avrupa tarihi tarihçisiyim. Şu anda Gazze’de olanlardan herkes gibi ben de derinden etkilendim ama Orta Doğu uzmanı değilim. Başlangıçta bu savaş ve soykırım üzerine bir kitap yazmayı düşünmedim. Ancak kısa sürede savaşların tarihiyle, şiddet ve soykırımların tarihiyle, Avrupa tarihinin kendisiyle ilişkili tarihin ve hatta kelimelerin, Gazze savaşını yorumlamak için büyük ölçüde seferber edildiğini fark ettim. Pogromlar, Holokost, antisemitizm, Siyonizm gibi pek çok kelimenin, pek çok kavramın nasıl suiistimal edildiği, yanlış anlaşıldığı ve bunlarla hedef şaşırtıldığı karşısında şok oldum. Gerçekliğin bu şekilde yanlış anlaşılması karşısında, bu tür kavramların anlamını açıklığa kavuşturmanın önemli olduğunu düşündüm.

NERMEEN SHAIKH: Profesör Traverso, kitaba Sebald’ın İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Alman şehirlerine yapılan yıkıcı hava bombardımanlarından sonra, bu hava saldırılarından kurtulan Almanlar tarafından neden neredeyse hiç konuşulmadığını kısmen anlamaya çalıştığı olağanüstü eseri Natural History of Destruction/Yıkımın Doğal Tarihi Üzerine’den alıntı yaparak başlıyorsunuz. Bunu bir tür öncül olarak nasıl kullandığınızdan ve 7 Ekim’den sonra yaşananların bu mercekten nasıl yorumlanması gerektiğinden, kurbanların ve faillerin çatışmada nasıl temsil edildiğinden bahsedebilir misiniz?

ENZO TRAVERSO: Evet. Kitabıma, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanların kendi acıları konusunda nasıl sessiz kaldıklarına dikkat çeken büyük Alman yazar W. G. Sebald’dan alıntı yaparak başlıyorum. Yani Alman sivil toplumu müttefik bombardımanlarıyla yok edilmişti. Ancak bu sessizlik, Almanlar bu savaş suçlarının mağduru olurken Nazi Almanya’sının Holokost’u ve Avrupa’da, özellikle de Doğu Cephesi’nde daha kötü suçları işlediğinin farkında olmalarıyla ilgiliydi. Ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Nürnberg mahkemesi Nazi suçlarını yargıladı. Ve ancak on yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın çektiği acılar, Nazi suçlarının bir tür aklanması ya da görelileştirilmesi olarak görülmeden kabul edildi.

Şimdi ise failin Hamas ve Filistinliler, kurbanların ise İsrailliler olduğu paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Bu da gerçekliğin tersine çevrilmesidir. Nazi suçları yerine ABD ve İngiltere uçakları tarafından işlenen müttefik zulmünün yargılandığı bir Nürnberg duruşması gibi.

NERMEEN SHAIKH: Peki Profesör Traverso, 7 Ekim'den bu yana Holokost'un bu şekilde anılmasının aslında Holokost'un kendisine yapılan bir saygısızlık olduğunu neden düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz? Bu noktayı ve neden bu kadar çok kişi tarafından bu amaçlar için kullanıldığını düşündüğünüzü detaylandırabilir misiniz?

ENZO TRAVERSO: Evet. Holokost belleği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra on yıllar boyunca yeraltında ve gizli bir anı olarak kaldı. Ancak çok zor ve sancılı bir geçmişle yüzleşme süreci sonucunda, Holokost belleği sadece Batı’nın değil, küresel bellek alanının da merkezi bir unsuru, bir sütunu haline geldi. Holokost’u bu resmin merkezine yerleştirmeden 20. yüzyılı düşünemeyiz. Kitabımda, Holokost’un liberal demokrasilerimizin bir tür kamu dini haline geldiğini ve insan haklarını ve demokrasilerimizin bazı temel değerlerini övmek için kullanıldığını yazdım. Holokost belleği, diğer şiddet ve soykırım biçimlerinin belleğini detaylandırmak için bir tür paradigma olarak son derece önemliydi.

Ancak son on yıllarda -son yirmi yıl diyebilirim- Holokost belleği paradoksal bir metamorfoz yaşadı ve İsrail’in Filistin topraklarını işgalini koşulsuz destekleyen bir politika haline gelmek üzere İsrail ve çoğu Batılı güç tarafından silah olarak kullanıldı. Bunun son derece tehlikeli sonuçları var çünkü bugün Gazze’de soykırım niteliği taşıyan bir savaşı meşrulaştırmak için Holokost belleğine başvurulduğu ve sahip çıkıldığı dramatik, trajik bir durumla karşı karşıyayız. Bu da Holokost belleğinin tamamen saptırıldığı anlamına gelmektedir.

Ve bunun olası sonuçlarını bir düşünün. Bu soykırım savaşına karşı protesto gerçekleştirenler antisemitizmle suçlanıyor. Ancak Holokost belleği soykırımcı bir politikayı kayıtsız şartsız savunmak için devreye sokulursa, belki de insanlar Holokost belleğinin özünde kötü olduğunu düşünebilir. Eğer bir soykırımı eleştirmek antisemitizm ise, pek çok insan antisemitizmin o kadar da kötü olmadığını düşünebilir. Ve son olarak, pek çok insan Holokost’un kendisinin, İsrail’in Filistin topraklarını işgal ve baskı politikalarını meşrulaştırmak için uydurduğu bir mit olduğunu düşünmeye başlayacaktır. Dolayısıyla, korkarım, belki hemen değil ama uzun vadede antisemitizme karşı mücadele ve Holokost belleği adına İsrail işgalini ve savaşını koşulsuz savunduğunu iddia eden insanlar yeni bir antisemitizm dalgası hazırlıyorlar.

AMY GOODMAN: Profesör Enzo Traverso, bugünkü programımızı bitirmeden önce size Trump’ın zaferini sormak istiyorum. Sizi şaşırtan şeyin onun kazanması değil, kazanmasının boyutu olduğunu söylediniz. Önceki kitaplarınızdan birinin adı Faşizmin Yeni Yüzleri: Popülizm ve Aşırı Sağ. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

ENZO TRAVERSO: Evet, bu kitapta, küresel ölçekte yükselen radikal sağ, aşırı sağ, faşist ve radikal milliyetçi hareket ve partilerin bu çok geniş ve heterojen kümelenmesini tasvir etmek için post-faşizm kategorisini önerdim. Ve Trump bir istisna değildir. Trump bu küresel fenomenin bir parçasıdır. Bu post-faşizm kavramını kullandım, çünkü belli nedenlerden ötürü klasik faşizm çağından farklı bir bağlamda yaşıyoruz ve Donald Trump ya da Arjantin’deki Milei, Fransa’daki Marine Le Pen ya da İtalya’daki Giorgia Meloni ile klasik faşizm arasında tartışılmaz pek çok fark var, bu açıdan bakıldığında faşizmden farklı bir şey. Ancak aynı zamanda bu yeni siyasi fenomeni klasik faşizmle karşılaştırmadan ele alıp yorumlayamayız. Faşizm ile bilinmeyen bir şey arasında geçiş niteliğinde bir şey ortaya çıkıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde şu konuda bir tartışma var.

AMY GOODMAN: Sadece 20 saniyemiz var, size söylemekten nefret ediyorum. Profesör, sadece 20 saniyemiz var.

ENZO TRAVERSO: Evet. Trump’ı bir faşist olarak tasvir etmekte hiç zorlanmadığımı söyledim. Seçim sonucuna itiraz ederek demokrasinin temel özelliklerini çiğnemeye hazır olduğunu kanıtladı. Ancak bu tür bir faşizm aniden düşen bir meteor değildir.

AMY GOODMAN: Burada bırakmak zorundayız, ancak New York'a geldiğinizde daha uzun bir röportaj yapmak için sabırsızlanıyoruz.

 

https://www.democracynow.org/2024/11/15/gaza_faces_history_enzo_traverso adresinde deşifresi yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi