Content feed Comments Feed

İngiltere'nin The Guardian gazetesi için son bir yıl içerisinde gerçekleşen anti-kapitalist protesto hareketlerine dair, özel olarak da Wall Street'i İşgal Et hareketine dair bir makale kaleme alan Slavoj Žižek, "programı olmayan bir protesto hareketi, reformlara karşı koyan bir kapitalist sistemle nasıl yüz yüze gelebilir" sorusunu soruyor:


Uzaklarda başlayan protestoların –Orta Doğu, Yunanistan, İspanya, İngiltere- merkeze ulaşmasıyla, şimdi daha güçlü (takviyeli) ve tüm dünyaya yayılmış olan Wall Street’i İşgat Et hareketinin sonrasında ne yapılabilir?

16 Ekim 2011’de Wall Street’i İşgal Et hareketinin San Francisco’daki yankısında, bir adam kalabalığa, sanki 1960’ların hippi tarzında bir olaymış gibi, katılımda bulunmaları çağrısıyla seslendi.

“Bize planımızın ne olduğunu soruyorlar. Planımız yok. İyi vakit geçirmek için buradayız.”

Böylesine ifadeler protestocuların karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikelerden birini gözler önüne seriyor: “işgal edilmiş” yerlerde geçirdikleri güzel zamanlarla, kendilerine aşık olacakları tehlikesi. Karnavallar ucuza geliyor – değerlerinin gerçek sınanması, bir gün sonrasında geriye ne kaldığıdır, normal günlük yaşantımızın nasıl değişeceğidir. Protestocular sert ve sabırlı işe aşık olmalıdırlar –onlar başlangıç, son değil. Temel mesajları: tabu yıkıldı, muhtemel en iyi dünyada yaşamıyoruz, alternatifler düşünmek için olanaklarımız var, hatta buna mecburuz.

Bir çeşit Hegelci üçlüde, batı solu tam tur attı: anti-ırkçı, feminist vb. mücadelelerin çoğunluk olması için “sınıf mücadelesi esasçılığı” denilen şeyi terk etti, problemin adı olarak “kapitalizm” şu anda net bir şekilde yeniden ortaya çıkıyor.

Yolsuzluk eleştirisi ve finansal kapitalizm eleştirisi yüzünden yasaklanması gereken ilk iki şey şunlar: İlki; insanları ve davranışlarını suçlamayalım. Problem açgözlülük ya da yolsuzluk değil, problem seni yolsuzluk yapmaya iten sistem. Çözüm ne Main Street, ne de Wall Street; ama Main Street’in Wall Street olmadan işlevsiz kalacağı noktada, sistemi değiştirmek.

Papa’nın altındaki tanınmış kişiler aşırı hırs ve mükemmellik kültürüyle savaşmamız için kesin emirlerle bizi bombalıyorlar –bu ucuz ahlak derslerinin iğrenç manzarası, ideolojik bir operasyondur, şayet bir şey varsa, sistemin içine kazınmış baskı (genişletmek için) kişisel günaha, özel bir psikolojik eğilime dönüştürülür, ya da, Papa’ya yakın ilahiyatçılardan birinin belirttiği gibi:

“Mevcut kriz, kapitalizmin krizi değil, ahlak krizidir.”

Ernst Lubitch’in Ninotchka filmindeki meşhur espriyi tekrar hatırlayalım: kahramanımız bir kafeye gider ve kremasız bir kahve sipariş eder; garson şöyle yanıtlar:

“Şu an kremamız kalmadı, yalnızca sütümüz var. Size sütsüz kahve getirebilir miyim?”

1990’da Doğu Avrupa komünist rejimlerinin dağılmasında iş başında olan benzer bir hile değil miydi? Halk yolsuzluk ve sömürü olmaksızın, özgürlük ve demokrasi isteğiyle protesto yaptı, ancak eline geçen, dayanışma ve adaletin olmadığı özgürlük ve demokrasiydi. Aynı şekilde, Papa’ya yakın Katolik ilahiyatçı, dikkatli bir şekilde, protestocuların, kapitalizmin olmadığı ahlaki adaletsizlik, açgözlülük, tüketicilik vb. hedeflemesi gerektiğine vurgu yapıyor. Sermayenin kendiliğinden sirkülasyonu (oto-sirkülasyonu) yaşamlarımızın her zamankinden daha fazla nihai gerçekliği olarak kalmaya devam ediyor, doğası gereği kontrol edilemeyen bir şeytan.

Kaybedilmiş davanın, başarısızlığa mahkûm ayaklanmaların görkemli güzelliğine hayranlığın, narsisizmin günahından kaçınmak gerekir. Ayaklanmanın yüce coşkusu sona erdiğinde, ertesi gün hangi yeni pozitif düzen eskisiyle yer değiştirmelidir? Protestoların ölümcül zayıflığıyla rastlaştığımız yer, işte bu önemli noktadadır: kendisini, sosyo-politik değişimin asgari düzeyde olumlu programına dönüştüremeyen sahici bir öfkeyi ifade ediyorlar. Devrimin olmadığı bir isyan ruhunu ifade ediyorlar.

Lacan, 1968’deki Paris protestolarına tepki göstererek şöyle konuştu:

“Devrimciler olarak arzuladığınız şey yeni bir efendidir. Ve sahip olacaksınız.”

Lacan’ın sözleri İspanya’nın ‘indignados’unda/”öfkeliler”inde (yalnızca burada değil) hedefine ulaşmış gibi görünüyor. Protestoları, efendinin histerik bir provokasyonu seviyesinde kaldığı sürece ve eskisinin yerini alacak yeni düzen için pozitif bir program olmadan, her ne kadar reddetse de, etkin bir biçimde yeni bir efendi çağrısına elçilik eder.

Yunanistan ve İtalya’da bu yeni efendinin ilk belirtilerini gördük ve muhtemelen İspanya da takip edecektir. Protestocuların ‘uzman program’ eksikliğine ironik bir biçimde cevap verircesine, şimdi trend, hükümetteki politikacıları, siyasetle ilgilenmeyen teknokratların “nötr” hükümetiyle değiştirmek (çoğunlukla, Yunanistan ve İtalya’da olduğu gibi bankacılarla). Renkli ‘politikacılar’ dışarıda, gri uzmanlar içeride. Bu trend, daimi bir olağanüstü hale ve siyasi demokrasinin askıya alınmasına doğru açıkça ilerliyor.

Sonuç olarak bu gelişme içinde, aynı zamanda bir meydan okuma da görmeliyiz: ideolojinin en acımasız biçimi olarak siyasetle ilgilenmeyen uzman egemenliğini reddetmek yetmez, ciddi bir biçimde, hâkim ekonomik örgütlenmenin yerine ne teklif edileceği konusunda düşünmek, hayal etmek, örgütlenmenin alternatif biçimlerini denemek ve “yeni olanın” kötü yanlarını araştırmak gereklidir. Komünizm yalnızca ya da ağırlık olarak, sistem durma noktasına getirildiğinde, kitlesel protestolar karnavalı değil; komünizm aynı zamanda, her şeyden önce, örgütlenme, disiplin ve sıkı çalışmanın yeni bir biçimi.

Protestocuların kaçınması gereken şey yalnızca düşmanları değil, aynı zamanda onların destekçileriymiş gibi görünüp, halihazırda protestoları hafifletmek için sıkı bir şekilde çalışan sahte dostları. Kafeinsiz kahve, alkolsüz bira içtiğimiz, yağsız dondurma yediğimiz gibi, protestoları zararsız bir ahlakçı hareket haline getirmeye çalışacaklar. Boksta ‘kucaklama’, rakibin yumruklarından korunmak ve onları engellemek için tek veya iki kolla onun bedenine sarılmak demektir. Bill Clinton’ın Wall Street protestolarına tepkisi de, mükemmel bir politik ‘kucaklama’ durumudur, Clinton protestoların “kıvamında… olumlu bir şey” olduğunu düşünüyor, ama belli belirsiz sonuçtan endişe ediyor. Clinton protestoculara, “önümüzdeki bir buçuk yıl içinde bir milyon iş” yaratacağını iddia ettiği Obama’nın istihdam planının arkasında durmalarını önerdi. Tam da bu aşamada, direnilmesi gereken şey, protestonun enerjisinin hızlı bir biçimde, bir dizi ‘somut’ pragmatik talebe dönüşmesidir. Evet, protestolar bir boşluk yarattı, baskın ideoloji alanında bir boşluk, bu boşluğun uygun bir biçimde doldurulması için zaman gerekli, çünkü bu, aslında YENİ’ye açılan yaratıcı bir boşluk. Protestocuların sokağa çıkmasının gerekçesi, kola kutularını geri dönüştüreceğiniz, bir çift doları bağış olarak veya yüzde biri “Üçüncü Dünya”nın aç çocuklarına gittiği için bizi mutlu hissettirecek Starbucks kapuçinosunu satın almaya verdiğiniz dünyadan gına gelmesi.

Ekonomik küreselleşme, aşama aşama ancak amansızca batı demokrasilerinin meşruiyetinin altını oyuyor. Uluslararası karakterleri nedeniyle, büyük ekonomik süreçler, doğası gereği ulus devletlerle sınırlı olan demokratik mekanizmalar tarafından kontrol edilemezler. Bu şekilde halk, hayati çıkarlarının esiri olmadan, kurumsal demokratik formları daha ve daha fazla deneyimler.

İşte burada Marx’ın temel görüşü geçerliliğini, belki her zamankinden daha fazla bugün korur: Marx’a göre, özgürlük sorunu, öncelikle hakiki politik alanda konuşlandırılmamalıdır. Politik bir reform değil de –ancak üretimin ‘apolitik’ toplumsal ilişkilerinde bir değişim- gerçek bir iyileşme istiyorsak, gerçek özgürlüğün anahtarı, pazardan aileye, değişimin gerekli olduğu yerde, bilakis toplumsal ilişkilerin ‘apolitik’ ağındadır. Biz kimin neye sahip olduğuna dair, bir fabrikadaki ilişkiler için oy kullanmayız –tüm bunlar, politik alanın dışındaki süreçlere bırakılır. Demokrasiyi bu alana ‘genişleterek’, ‘demokratik’ bankaları halkın kontrolünde düzenleyerek bir şeyleri etkin bir şekilde değiştirebilmeyi ümit etmek yanılsamadır. Böylesine ‘demokratik’ yöntemlerde (ki, elbette oynayacak pozitif bir rolü olabilir), anti-kapitalizmimiz ne kadar radikal olursa olsun, çözüm, demokratik mekanizmalar –asla unutulmamalı ki, bunlar, kapitalist yeniden üretimin bozulmamış işleyişini garanti eden ‘burjuva’ devletinin, devlet aygıtlarının birer parçalarıdır- uygulamada aranır.

Uluslararası protesto hareketinin tutarlı bir programı olmaksızın ortaya çıkışı bu yüzden tesadüf değildir: daha derin bir krizi yansıtıyor, belli bir çözümü olmayan bir krizi. Durum, hastaların yanıtı bildiği, fakat neyi yanıtladığını bilmediği ve psikanalistçinin soruyu formüle etmesinin gerektiği psikanalize benziyor. Ancak ve ancak, böylesi sabırlı bir çalışma ile program ortaya çıkacak.

Artık mevcut olmayan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nden eski bir fıkrada bir Alman Sibirya’da iş edinor. Tüm mektupların denetçiler tarafından okunacağının farkında bir biçimde, arkadaşlarına şunu söyler:

“Gelin bir şifre oluşturalım. Eğer benden normal mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız mektupta yazılanlar gerçektir; ama kırmızı mürekkeple yazılmışsa sahtedir.”

Bir ay sonra arkadaşları mavi mürekkeple yazılmış ilk mektubu alırlar:

“Burada her şey harika. Dükkânlar tamamen dolu, yiyecekler bol, binalar büyük ve yeterince ısıtılmakta, sinemalar batıdan güzel filmler gösteriyor, ilişkiye hazır pek çok güzel kız var –olmayan tek şey kırmızı mürekkep.”

Bizim şu ana kadarki durumumuz bu değil mi? Birinin isteyeceği bütün özgürlüklere sahibiz. Tek eksiğimiz “kırmızı mürekkep”: özgür hissediyoruz, çünkü tutsaklaştırılmamızı ifade edecek gerçek dilden yoksunuz. Bugün kırmızı mürekkepten yoksun olmak, şu anki ihtilafı tanımlamak için kullandığımız bütün terimlerin –“teröre karşı savaş”, “demokrasi ve özgürlük”, “insan hakları” vs.- düşünmemize olanak sağlamak yerine duruma dair algılayışımızı güçleştiren yanlış terimler olması demek.

Bugünkü görev, protestoculara kırmızı mürekkep vermek.

http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cifamerica/2012/apr/24/occupy-wall-street-what-is-to-be-done-next adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Doruk Köse/Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

RT, eski gazeteci ve Kara Panter Mumia Abu-Jamal ile ölüm hücresinden çıkarıldığından beri konuşan dünyadaki ilk televizyon kanalı oldu. Abu-Jamal 1981’de bir polis memurunu öldürdüğü gerekçesiyle ömrünün kalanını parmaklıklar ardında geçirecek.

Birçoğu tarafından, aleni bir adli hata olduğu şeklinde değerlendirilen Abu-Jamal davası, dünya çapında dikkatleri üzerine çekti. Savunma makamı, iddia makamının tanıklarının ifadelerinin güvenilir olmadığından dolayı, Abu-Jamal’in suçlamalardan masum olduğunu iddia etti. Onlarca yıldır, destekçileri onun arkasında yer aldılar.

Ölüm hücresinde geçen neredeyse 30 yılın ardından Abu-Jamal, RT’den Anastasia Churkina’ya; “Gerçek şu ki; ömrümün çoğunu ölüm hücresinde geçirdim. Yani, birçok bakımdan, kendi zihnimde, gerçekte öyle değilse dahi, hâlâ ölüm hücresindeyim” diye konuştu.


RT: Eğer parmaklıklar ardında olmasaydınız ve dünyanın herhangi bir yerinde olma şansınız olsaydı, nerede ve ne yapıyor olurdunuz?

Mumia Abu-Jamal: Küçük yaşlarımdan beri, herhangi birinin enternasyonalist diyeceği birisi oldum. Bu, dünyanın diğer bölgelerinde neler olup bittiğine önem vermektir. Bir enternasyonalist olarak, dünyanın her yerindeki insanların yaşadıkları hayatları düşünüyorum. Tabii ki, bir Afrikalı-Amerikalı (Afro Amerikan) olarak, Afrika’nın bazı bölgelerinde biraz zaman geçirmek isterdim. Ama Fransa’da birçok arkadaşım ve sevenim olduğu da bir gerçek. Ailemi, karımı ve çocuklarımı Paris’teki sokağımızı görmeleri için buraya getirmeyi çok isterdim.

RT: Parmaklıklar ardındaki biri olarak, sokakta özgürce dolaşma hakkına sahip olan birçok insana göre dünyada olup bitenleri daha yakından takip ediyor gibi gözüküyorsunuz. Eğer şansınız olsaydı, son yıl içindeki hangi olayın bir parçası olmak isterdiniz?

MAJ:
Sanırım birincisi Güney Afirka’daki ayrımcılık karşıtı hareket olurdu. Çünkü -Güney Afrikalı olmam ilk sebeptir elbette- ancak aynı zamanda, Güney Afrikalıların özgürlük ve onuruna karşı beyaz egemenliğinin temas noktası olması itibariyle küresel bir hareketti. Yani, Güney Afrika mantıklı bir ilk seçim olurdu.

Fakat insanların özgürlükleri için savaştıkları herhangi bir yer, dikkatimi çeker, tutkumu harekete geçirir.

RT: Ayın sonunda 56 yaşına giriyorsunuz ve bu da, ömrünüzün yarısından fazlasını parmaklıklar ardından geçirmek zorunda kalacağınız anlamına geliyor. Birçok insan bunu tasavvur dahi edemez. Bu nasıl bir şey? Sizi nasıl değiştirdi?

MAJ: Asıl önemli olan ve gerçek olan şu ki, hayatımın çoğunu, büyük yüzdesini ölüm hücresinde geçirdim. Dünyayı gördüğü ve onunla etkileşime girdiği şekliyle kimse burada olmayı tasavvur edemez –ama gerçekten bilinç üzerinde çok derin bir etkisi vardı-. Kendime, parmaklıklar ardındaki bu zamanın çoğunu dünyanın diğer ülkelerinde ve diğer bölgelerinde geçirdiğimi söylemeyi severim. Böyle zihin jimnastiği yaptım çünkü. Fakat zihniniz sizi yalnızca belirli bir yere kadar götürebilir. Gerçek şu ki; ömrümün çoğunu ölüm hücresinde geçirdim. Yani, birçok bakımdan, kendi zihnimde, gerçekte öyle değilse dahi, hâlâ ölüm hücresindeyim.

RT: Sizin hikâyeniz, çatlamış adalet sisteminin birçok kurbanı için bir sembol haline geldi. Hayatınızın bundan fazlasıyla etkilendiğini göz önüne alacak olursak, şahsi olarak, adil ve özgür bir yargıya inancınız kaldı mı?

MAJ: Gençliğimde Kara Panter Partisi’ndeyken, Manhattan şehir merkezine giderek, Angela Davis’in siyasi tutukluğunu, hapsedilmesini ve maruz kaldığı tehditleri protesto ettiğimi hatırlıyorum. Davis, cezaevi sisteminin üzerine gittiğinde, tüm Amerika genelinde, bir problem, bir kriz, faşizm boyutuna ulaşan bir durum olarak ilgilenilmesi gereken muhtemelen 250 bin ya da 300 bin tutukludan bahsetti. Günümüze, 30-40 yıl hızlı bir biçimde ileri saracak olursak, sadece Kaliforniya’da –elli eyalet içinden yalnızca birinde- 300 binden fazla tutuklu var. Kaliforniya’daki tutukluluk, tek başına Fransa, Belçika ve İngiltere’dekini aşıyor –4-5 ülkenin adını müşterek verebilirim.

O zamanlar, bunun ne hale geleceğini algılayamazdık. Bugün neler olduğuna baktığınızda, gerçekten korkunç. Mahpus-endüstriyel kompleks tarafından hapsedilmiş milyonlarca insandan bahsedebilirsiniz: erkekler, kadınlar, çocuklar. Ve bu boyuttaki bir hapsetmenin, böylesine bir baskının, diğer topluluklar üzerinde çok büyük bir etkisi mevcut, yalnızca aileler arasında değil, sosyal ve toplumsal bilinç şeklinde, nesiller arasında korkuyu aşılamada da. Sonuçta bu, bugün itibariyle birçoğumuzun hayal edemeyeceği bir boyutta ve derinliktedir.

RT: Çalışmanızda birçok önemli sosyal ve ekonomik konuya değiniyorsunuz; bugün bir hayaliniz var mı? Bu hususlardan birinin değiştiğini görebilseydiniz, hangisini seçerdiniz? Amerika’da gerçekleştiğini görmeyi umduğunuz şey nedir?

MAJ:
Asla bir tek şey yok… Birbirine bağlılık sistemi yüzünden ve sistemin bir parçası, sistemin diğer parçasını etkilediğinden ve Gramsci’nin ideolojik sistemin hegemonyası, sistemin diğer parçalarını etkiler diye adlandırdığı şeyden ötürü. Her şeye etki edecek bir tek şeyi değiştiremezsin. Yurttaşlık hakları hareketi entegrasyondan ve okulları değiştirmekten bahsettiği için, 1960’ların derslerinden birisidir. Aslında, bugün işçi sınıfı ve Amerikan okullarındaki siyah yoksul çocukların büyük çoğunluğuna bakarsanız, sistemde, büyükanne ve babaları kadar tecrit altında, ama ırkları ile değil, ırk ve sınıfları ile ayrı tutulmuş bir biçimde geçirirler saatlerini ve günlerini.

Torunlarımın gittikleri okullar, benim çok küçük yaşta ve gençlik yıllarımda gittiğim okullardan daha kötü. Eski nesiller bir tek şeye ya da problemin bir yanına yoğunlaştıkları için, bu, sistemin cezalandırmasıdır. Problem, daha kötü, daha kötü ve daha da kötü hale geldi. Okullar hakkında birçok palavraya rağmen, Amerikan okulları bir trajedidir.

RT: 14 yaşında FBI tarafından izleniyordunuz, şimdiyse, insanların izlendiği, gözaltına alındığı ve hapsedildiği Amerika’da yürürlüğe girmiş olan NDDA (Barack Obama’nın imzasıyla 2012’den itibaren geçerli olan Ulusal Savunma Yetki Yasası; ç.n.) gibi yasalarla bu daha kolay hale geldi. Bu ülkede “Büyük Birader”in resmi olarak yüzünü göstermeye başladığını düşünüyor musunuz?

MAJ: Geçmişe bakacak olursanız, FBI’ın, liderlerinin ve ajanlarının, yaptıkları her şeyin illegal olduğunu bildikleri açıktır ve FBI ajanları, kendilerinin “kara çanta işi” (istihbarat toplamak amacıyla gizlice bir yerlere girmeye verilen isim; ç.n.) dedikleri haneye tecavüzü nasıl gerçekleştirecekleri gibi şeyler konusunda eğitildiler, nasıl suç işleyecekleri konusunda. Onlara öğretilen bir diğer şey ise, “bunu yaparsan iyi olur ama yakalanmazsan daha iyi olur, çünkü yakalanırsan hapse gidersin ve biz seni tanımazlıktan geliriz ve ondan sonra tek başınasın”dır. Son yirmi-otuz yılda sadece NDAA değil, Yurtseverlik Yasası denilen yasa da, geçmişte 1950’lerde, 1970’lerde illegal olan her şeyi legal hale getirdi. O yıllarda FBI ajanlarının ve yönetiminin suç olduğunu bildiği birçok şeyi legalleştirdiler. Bu, e-postana bakabilecekleri, kesinlikle onu okuyabilecekleri, telefonunu dinleyebilecekleri anlamına geliyor ki; bunların hepsini de yapıyorlar. Fakat bunu ulusal güvenlik adına yapıyorlar. Bugün yaşadığımız şey, Büyük Birader’in meşrulaştırdığı ve makul kıldığı ulusal güvenlik halidir.

RT: Bir keresinde, politikacıları, dürüst fahişeleri tenzih ederek, takım elbise içindeki fahişeler olarak tanımlamıştınız. Şu an Amerika’da seçim zamanı ve halkın kime güveneceğini ve “siz olsaydınız kime oy verirdiniz” diye sormak istiyoruz.

MAJ: Kimseye. Bugün için vicdanım rahat bir biçimde oy verebileceğim kimseyi görmedim. Çünkü şu an dışarıdaki insanların çoğu iki ana siyasi partiden ve duyduklarım, 1950’lerin gençlik günlerine dönme umudu ya da Amerikan İmparatorluğu’nun, emperyalizmin ebedileştirilmesi gibi çeşitli çılgınlıklar. Oylar ne için kullanılıyor? Kaç insan bilinçli bir şekilde sandıklara giderek, emperyalizm, daha fazla savaş ya da kızları, oğulları, baba ve annelerinin silahlı kuvvetlerin bir üyesi olması ve kitle imhacı haline gelmesi için oy kullanıyor?

RT: Amerika’da bu yıl birden ortaya çıkıveren Wall Street’i İşgal Et hareketini onaylamış gibi görünüyorsunuz. Bu, Amerika’yı değiştirebilecek ve ona faydalı gelebilcek türden bir ayaklanma mıdır?

MAJ:
Bence bu, bu tür ayaklanmaların başlangıcı. Çünkü daha derin, daha geniş kapsamlı olmak zorunda, yoksul işçi sınıfından insanların yaşamlarına dokunan konuları adres göstermek zorunda. Bu iyi bir başlangıç fakat yalnızca daha büyük ve daha öfkeli olmasını isterdim.

RT:
Siz sessizin sesisiniz. Şu an sizi dinleyen destekçilerinize mesajınız nedir?

MAJ:
Örgütlenin, örgütlenin, örgütlenin. Hepinizi seviyorum. Uğruma savaştığınız için minnettarım ve hadi özgür olmak için beraber savaşalım!



http://rt.com/news/mumia-abu-jamal-interview-657/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri:
Doruk Köse/Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

The Independent gazetesinin Orta Doğu muhabiri Patrick Cockburn, Counterpunch sitesinde yayımlanan yazısında, Bahreyn'de yaşanan gösterilere dikkat çekerken, ABD ve İngiltere'nin bölgedeki ayaklanmalar karşısında almış olduğu pozisyonun ikiyüzlülüğüne dikkat çekiyor. Cockburn, bu ikiyüzlülüğü gözler önüne sererken Bahreyn ve Suriye örneklerini karşılaştırıyor:

İngiltere ve Amerika’nın Arap Baharı karşısındaki çifte standartlı tutumu, herkesin bildiği gibi belirgin. Ancak hiçbir yere dair ikiyüzlülükleri, her ikisinde de hükümetlerin barışçıl protestoları bastırmak için mümkün olan bütün güvenlik güçlerini kullandığı, muhaliflerin hapsedildiği ve işkenceye uğradığı Bahreyn ve Suriye ayaklanmalarına tepkilerinde olduğu kadar bariz değil.

İş Suriye’ye gelince Barack Obama ve David Cameron, hükümetin baskısına dair şaşkınlıklarını açıklıyorlar ve rejim değişikliğine dair taleplerinde gevezeler. Son zamanlara kadar, askeri müdahale göz ardı edilmemişti. Barack Obama’nın sözcüsünün geçen hafta Bahreyn’de protestocular ile güvenlik güçleri arasında meydana gelen çatışmaların ardından ettiği sözler bunun tersi oldu. Yapabildiği en iyi şey, tarafsız gibi görünerek “polise ve hükümet kurumlarına” yönelik şiddeti ve Bahreyn güvenlik güçleri tarafından “protestoculara karşı aşırı güç ve ayrım gözetmeksizin gaz bombası kullanılmasını” kınamak oldu. Beyaz Saray’ın aynısını Libya ve Suriye konusunda söylemesi halinde ne olacağını düşünün.

Bahreyn sorulduğunda, Cameron ve William Hague (İngiltere Dışişleri Bakanı; ç.n.), insan hakları ihlalleri için hükümetlerinin en hafif fırçasını atıyorlar ve adadaki sınırsız iktidarın keyfini süren al-Kahlifa monarşisi tarafından uygulanan reform programının ciddiyetini vurguluyorlar.

Bahreyn’de uygulanmakta olduğu iddia edilen radikal reform, dün yayımlanan Uluslararası Af Örgütü raporuyla ikna edici bir biçimde itibarsızlaştı: “Yetkililerin aksini iddia etmelerine karşın, al-Khalifa ailesinin iktidarına karşı olanlara yönelik devlet şiddeti sürüyor. Gerçekte, Şubat ve Mart 2011’de hükümet karşıtı protestocuların acımasızca bastırılmasından bu yana ülkede çok fazla şey değişmedi.”

Al-Khalifa ailesinin Af Örgütü’ne ya da Human Rights Watch’un iki hafta önceki çok benzer raporuna aldırış etmeleri olası değil. Bahreynli yetkililer, geçtiğimiz sene iptal edilen Formula-1 yarışının 22 Nisan’da Bahreyn’de gerçekleşmesi muhtemel görünürken, bu hafta sonu şenlenecekler. Bahreyn’in gelecekteki istikrarına dair bir çeşit uluslararası inanç belgesi olan yarışın geri alınmasına büyük önem verdiler.


Ada krallığında hayatın gerçekliği çok farklı. Haklarından mahrum bırakılmış Şii azınlık ile takriben yüzde 70’lik Arap nüfus ve Sünni nüfus arasındaki mezhepsel bölünme neredeyse bütüncül. Mezhepsel öfke ve korkuya gelirsek, Bahreyn şu anda Belfast veya Beyrut’un en kötü halleriyle aşık atıyor ve bunun neden gelişmesi gerektiğine dair çok az neden var. Hükümet belli ki, reformları büyük oranda bir halkla ilişkiler çalışması olarak görüyor. Daha fazla ifade özgürlüğü taahhütlerinin aksine, Af Örgütü, Ocak 2012’den bu yana “hükümetin yabancı gazetecilerin ve insan hakları heyetlerini girişlerini sınırlamaya başladığını” belirtiyor. Birleşmiş Milletler Özel Raportörü’nün işkenceye dair bir ziyaretini de Formula-1 yarışından çok sonraya, Haziran’a dek ertelediler.

Bu iyi biçimde finanse edilmiş halkla ilişkiler faaliyeti işe yarayacak mı? Bahreynli egemenler, Arap Baharı’nın ardındaki en önemli güçlerden olan Katar televizyonu El Cezire’nin, Suriye’deki protestoları duvardan duvara yayınladığı halde, komşu ülkeleri Bahreyn’deki protestoları büyük oranda görmezden gelmesinin avantajına sahip. Ancak gerçek, çoğu Bahreynli Şii’nin kendilerini, ya iş başvurularının reddedildiği ya da hiçbir yetkilerinin olmadığı işlerin verildiği her an yoğunlaşan bir ayrımcılığın kurbanları olarak görmeleri şeklinde ortada duruyor. Geçtiğimiz sene işten atılanlara, Kral Hamad bin Isa al-Khalifa’nın söz verdiği üzere işlerine döndüklerinde çoğu kez çok az iş verildi. Bahreyn İnsan Hakları Merkezi Başkanı Nabeel Rajab, bana şunu söyledi: “Yöneticiler memur, memurlar bekçi oldu.”

Önemli bir açıdan, Bahreyn’de al-Khalifalar ve Suriye’de Esadlar geçen sene iki benzer hatayı yaptılar. Her iki aile de, barışçıl gösterilere ölçüsüz şiddetle aşırı tepki gösterdi, böylelikle engellemeye çalıştıkları mutlak devrimci süreci yarattılar.

Bahreyn’deki protestolar 14 Şubat’ta başladı ve özünde siyasi reform, yurttaşlık hakları ve ekonomik haklar şeklinde devrimci olmayan bir talebi vardı. Bir ay sonra gaddarca bir şekilde bastırıldılar ve protestocular ile hafif bir duygudaşlık bile hapsedilmeye ve işkenceye uğramaya neden oldu.


http://www.counterpunch.org/2012/04/16/the-crackdown-in-bahrain/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Erkan Çınar/Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Hindistan'ın Outlook India dergisi için bir makale kaleme alan Hindistanlı Yazar Arundhati Roy, ülkesinde ve dünyada neo-liberal politikaların kurumsallaşması için kullanılan araçlardan "sivil toplum örgütleri"ni inceledi. Roy, birçoğu büyük şirketlerle bağlantılı bu türden oluşumların, "şirket yardımseverliği" görüntüsü altında neo-liberal ekonomi politikalarının ülkelerde yerleşmesi ve "ılımlı bir muhalefet" yaratılması için önemli vasıtalar olduğuna işaret ediyor:


Bu bir yuva mı, yoksa ev mi? Yeni Hindistan için bir tapınak mı, yoksa onun hayaletleri için bir depo mu? Gizem saçan ve sessizliğiyle korkutan Antilla, Mumbai’deki Altamount Road’a geldiğinden beri hiçbir şey eskisi gibi değil. Beni oraya götüren arkadaşım “İşte buradayız, yeni hükümdarımıza saygılarınızı sunun” dedi.

Antilla’nın sahibi Hindistan’ın en zengin adamı, Mukesh Ambani. Antilla’ya dair bir şeyler okumuştum; şimdiye kadar inşa edilmiş en pahalı konut, 27 katlı, üç helikopter pistine sahip, dokuz asansörü, asma bahçeleri, balo salonları, spor salonu, altı katlı otoparkı ve 600 hizmetçisi var. Dikey çimenliği beklemiyordum –devasa metal kafese bağlanmış yukarı doğru yükselen 27 kat yüksekliğinde bir çim duvarı. Çim, yer yer kurumuştu, parçalar düzenli dikdörtgenlere düşmekteydi. Belli ki “damlama” çalışmamıştı.

Fakat “fışkırma” çalışmıştı. Bu yüzden 1.2 milyar nüfuslu Hindistan’da ülkenin en zengin 100 insanı, gayrisafi yurtiçi hasılanın çeyreğine eşit servete sahip.

Sokaktaki (ve New York Times’taki) bilgi Ambanilerin Antilla’da yaşamadığı şeklindeydi. Belki şimdi oradadırlar, ancak insanlar hâlâ hayaletlere ve lanete dair söylentiyi fısıldıyor. Bunun tamamen Marx’ın kabahati olduğunu düşünüyorum. Şöyle demişti: “Kapitalizm, ortaya devasa üretim ve değişim araçları çıkarmıştır, bu, büyüleriyle çağırdığı öte dünyadan güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benzer.”

300 milyonumuzun “reform” sonrası yeni orta sınıfa mensup olduğu Hindistan’da, borca batarak intihar eden 250 bin çiftçinin hayaletiyle ve yolumuzu açmak için yoksullaştırılmış ve mülksüzleştirilmiş 800 milyon kişiyle yan yana yaşıyoruz. Ve günde 20 Rupi’den az bir parayla yaşamını sürdürenlerle.

Bay Ambani’nin kişisel serveti 20 milyar dolardan fazla. Piyasa değeri 2.41 trilyon rupi (47 milyar dolar) olan ve petrokimya, petrol, doğalgaz, polyester lifi, Özel Ekonomik Bölgeler, taze gıda satışı, yüksek okullar, canlı bilimi araştırmaları ve kök hücre depolama hizmetlerini içeren küresel işletme gelirlerine sahip Reliance Endüstri Limited’in (RIL) çoğunluk hissesini idare ediyor. RIL, son olarak, CNN-IBN, IBN Live, CNBC, IBN Lokmat, ve ETV’nin, dâhil olduğu, neredeyse her bölgesel dilde 27 haber ve eğlence kanalını idare eden Infotel isimli TV konsorsiyumu Infotel hisselerinin yüzde 95’ini satın aldı. Infotel, eğer teknoloji iyi çalışırsa bilgi alışverişinin geleceği olacak yüksek hızlı bir “bilgi boru hattı” olan ülkenin tek ulusal 4G geniş bant lisansına sahip. Ambani’nin aynı zamanda bir de kriket takımı var.

RIL, Hindistan’ı yöneten bir avuç şirketten biri. Tata, Jindal, Vedanta, Mittal, Infosys, Essar ve Mukesh’in kardeşi Anil’in sahibi olduğu ADAG şirketi diğer bazıları. Büyüme mücadeleleri Avrupa, Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika geneline yayılmış. Kapsamları geniş tutuluyor; görünür ve görünmezler, yer altında oldukları kadar yer üstündeler. Örneğin Tatalar, 80 ülkede 100’den fazla şirket işletiyor. Hindistan’ın en eski ve en büyük özel sektör enerji şirketlerinden biriler. Madenleri, gaz rezervleri, çelik fabrikaları, telefon, kablolu tv ve geniş bant ağları var ve kasabaların tamamını yönetiyorlar. Otomobil ve kamyon üretiyorlar, Taj Hotel zincirine, Jaguar, Land Rover, Daewoo, Tetley Çay’a, bir yayımcılık şirketine, bir kitabevleri zincirine, başlıca iyotlanmış tuz markasına ve kozmetik devi Lakme’ye sahipler. Reklam sloganları kolaylıkla şu olabilir: Biz olmadan yaşayamazsınız.

“Fışkırma ilkesi” kuralları uyarınca, fazlasına sahip oldukça daha fazlasına sahip olabilirsin.

“Her şeyin özelleştirilmesi çağı”, Hindistan ekonomisini, dünyanın en hızlı büyüyenlerden biri yapmakta. Bununla birlikte, her çağdışı sömürgede olduğu gibi başlıca ihracat mallarından biri madenleri. Yeryüzünün içinde bir yerlerden çekilen parayı fışkırtan çeşmenin başına giden yollarını güçlendirmeyi başaranlar, Hindistan’ın yeni mega şirketleri -Tatas, Jindals, Essar, Reliance, Sterlite-. Bu, iş adamları için gerçeğe dönüşen bir hayal –satın almaları gerekmeyen şeyi satabilmeleri.

Şirket servetinin bir diğer başlıca kaynağı, arazi bankalarından geliyor. Tüm dünyada, zayıf, çürümüş yerel hükümetler, geniş arazileri ellerinde toplamaları için Wall Street brokerlarına, endüstriyel tarım şirketlerine ve Çinli milyarderlere yardım etmekte. (tabii ki bu, suya el koyulmasını da zorunlu kılıyor.) Hindistan’da milyonlarca insanın toprağı iktisap edilmiş ve “kamusal çıkarlar” –Özel Ekonomik Bölgeler, altyapı projeleri, barajlar, otoyollar, otomobil fabrikaları, kimyasal merkezler ve Formula 1 yarışları- için özel şirketlere devredilmiş halde. (özel mülkiyetin kutsallığı, yoksullar için asla uygulanmaz.) Her zamanki gibi yerel halka, yerlerinden edilmelerinin ve şimdiye dek sahip oldukları her şeye elkoyulmasının aslında istihdam yaratılmasını parçası olduğu vaadinde bulunulmuş. Ancak şimdiye dek, gayrisafi yurtiçi hâsıladaki büyüme ile istihdam arasındaki bağlantının bir masal olduğunu biliyoruz. Yirmi yıllık “büyüme”nin ardından, Hindistan’ın işgücünün yüzde 60’ı serbest meslekle uğraşmakta, ülke emek gücünün yüzde 90’ı örgütlülüğün olmadığı sektörlerde çalışıyor.

Bağımsızlık sonrasından 80’lere kadar, Naksalitlerden Jayaprakash Narayan’ın Sampoorna Kranti’sine kadar halk hareketleri toprak reformu için, toprakların feodal ağalardan topraksız köylülere yeniden dağıtımı için savaştılar. Bugün toprağın ya da zenginliğin yeniden bölüşümüne dair her söz, sadece anti-demokratik değil, aynı zamanda delice olarak da nitelendirilecektir. En militan hareketler bile, halkın hâlâ sahip olduğu küçük toprağı elinde tutmak için savaşma noktasına çekilmiş durumda. Çoğunluğu Dalit ve Adivasi olan, köylerinden sürülen, küçük şehirlerde ve mega kentlerde gecekondularda ve baraka topluluklarında yaşayan milyonlarca topraksız insan, radikal söylemde bile hesaba katılmıyor.

Fışkırma, zenginliği, milyarderlerimizin parmaklarının üstünde döndükleri parıldayan iğnenin tepesinde toplarken, paranın gelgit dalgaları demokrasi kurumlarını ezip geçiyor –medyanın yanı sıra mahkemeler, parlamento; niyetlendikleri yöntemlerle işleme yetilerinden ağır ödünler veriyorlar. Seçimler etrafındaki şenlik ne kadar gürültülü olursa demokrasinin var olduğundan o kadar az emin oluyoruz.

Hindistan’da ortaya çıkan her yeni yolsuzluk skandalı, bir öncekini zararsız görülür kılıyor. 2011 yazında, 2G spektrumu skandalı patladı. Telekomünikasyon Bakanı’nın, 2G telekom spektrumu lisanslarını gerçek değerinin çok altında bir fiyatla verip dostlarına peşkeş çekerken dostane bir temel kurmasıyla, şirketlerin, halkın 40 milyar dolarını hortumladığını öğrendik. Basına sızdırılan telefon dinlemesi kayıtları, fabrikatörler ve onların paravan şirketleri, bakanlar, kıdemli gazeteciler ve bir TV haber sunucusu ağının bu güpegündüz soygunun kolaylaştırılmasına nasıl dâhil olduklarını gösterdi. Dinleme kayıtları, halkın çok daha önce koyduğu teşhisi onaylayan bir MR idi.

Savaşa, yerinden etmeye ve ekolojik yıkıma özelleştirme ve telekom spektrumunun yasadışı satışı yol açmadı. Hindistan dağlarının, nehirlerinin ve ormanlarının özelleştirilmesi yol açtı. Muhtemelen, açık, su katılmadık bir muhasebe skandalının çetrefilsiz berraklığına sahip olmadığından veya muhtemelen bunların hepsi Hindistan’ın “kalkınması” adına yapıldığından orta sınıfta aynı yankıyı bulmuyor.

2005 yılında Chhattisgarh, Orissa ve Jharkhand eyalet hükümetleri, bir dizi özel şirketle, trilyonlarca dolarlık boksit, demir cevheri ve diğer madenleri üç kuruşa devreden, serbest piyasanın çarpık mantığına bile karşı koyan yüzlerce mutabakat anlaşması imzaladı. (Hükümetlerin alacağı işletme payları yüzde 0,5 ile yüzde 7 arasında değişiyordu.)

Chhattisgarh hükümetinin, Tata Çelik ile Bastar’da bir bütünleşik çelik fabrikası kurulması doğrultusunda mutabakat anlaşması imzalamasından sadece günler sonra, Salwa Judum, devlet tarafından kurulan yasadışı milis kuvveti göreve başladı. Hükümet bunun, ormandaki Maoist gerillaların “baskısından” bezen yerel halkın kendiliğinden başkaldırısı olduğunu söyledi. Bir alan temizleme operasyonuna dönüştü, hükümet tarafından finanse edildi ve silahlandırıldı ve maden şirketlerince para yardımında bulunuldu. Başka eyaletlerde de benzer milisler başka isimlerle oluşturuldu. Başbakan, Maoistlerin “Hindistan’daki en büyük güvenlik sorunu” olduğunu açıkladı. Bu bir savaş ilanıydı.

2 Ocak 2006 tarihinde, Orissa’nın komşu eyaleti Kalinganaga’da, muhtemelen hükümetin niyetinin ciddiliğine işaret etmek için bir diğer Tata Çelik fabrikası şantiyesine 10 müfreze polis geldi ve orada, toprakları karşılığında yetersiz olduğunu düşündükleri tazminatı protesto etmek için toplanan köylülerin üzerine ateş açtı. Aralarında bir polisin de olduğu 13 kişi öldürüldü ve 37 kişi de yaralandı. Altı yıl geçti ve köyler hâlâ kuşatma altında olsa da protestolar sönmedi.

Bu arada Chhattisgarh’da Salwa Judum önüne çıkan yüzlerce orman köyünde yaktı, tecavüz etti, katletti, 600 köyü boşalttı, 50 bin insanı polis kamplarına girmeye, 350 bin insanı da kaçmaya zorladı. Eyalet başbakanı, ormandan çıkmayanların “Maoist terörist” olarak görüleceklerini açıkladı. Böylelikle, modern Hindistan’ın bazı bölgelerinde toprağı sürmek ve tohum ekmek, terörist aktivite şeklinde tanımlanır oldu. Neticede, Salwa Judum’un zulümleri sadece direnişi güçlendirmeyi ve Maoist gerilla ordusunun mertebesini yükseltmeyi başardı. 2009 yılında hükümet, Yeşil Av Operasyonu dediği şeyi duyurdu. Chhattisgarh, Orissa, Jharkhand ve Batı Bengal genelinde 200 bin kişilik paramiliter birlik konuşlandırıldı.

İsyancıları ormanın dışına “akıtmayı” başaramayan üç yıllık “düşük yoğunluklu çatışma”nın ardından hükümet, Hindistan ordusunu ve hava kuvvetlerini konuşlandıracağını açıkladı. Hindistan’da buna savaş demiyoruz. “Uygun yatırım ortamı yaratmak” diyoruz. Şimdiden binlerce asker yerleşmiş durumda. Bir tugay komutanlığı ve hava üssü hazırlandı. Dünyanın en büyük ordularından biri şu anda “Yükümlülük Şartları”nı (“Terms of Engagement” karşılığı, hangi koşullarda ne derece askeri güç kullanılacağını belirler; ç.n.) kendisini dünyanın en yoksul, en aç, en kötü beslenen halkına karşı “korumak” için düzenliyor.

Sadece, orduya yasal dokunulmazlık ve “şüphe ile” öldürme hakkı verecek olan Silahlı Kuvvetler Özel Güçler Kanunu’nun (AFSPA) açıklanmasını bekliyoruz. Kashmir, Manipur ve Nagaland’daki on binlerce isimsiz mezara ve kimliği bilinmeden yakılanlara bakarak karar verince, kendisini gerçekten de çok güvenilmez bir ordu olarak gösteriyor.

Konuşlandırma hazırlıkları yapılmışken, Orta Hindistan ormanları, ormandan çıkmaya veya pazara gidip yiyecek ve ilaç almaya korkan köylülerle birlikte kuşatma altında kalmaya devam ediyor. Yüzlerce insan hapsedildi, merhametsiz ve anti-demokratik yasalar altında Maoist olmakla suçlandı. Cezaevleri, bu suçun ne olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Adivasi halkıyla dolduruldu. Son olarak Bastar’da öğretmenlik yapan bir Adivasi olan Soni Sori, gözaltına alındı ve polis gözetiminde işkenceye uğradı. Maoist kuryesi olduğunu “itiraf ettirmek” için vajinasına taşlar sokuldu. Taşlar, kamuyounun feryadının ardından sağlık kontrolüne gönderildiği Kalküta’daki bir hastanede vücudundan çıkarıldı. Son olarak gerçekleşen bir Yüksek Mahkeme duruşmasında, eylemciler yargıçlara plastik çanta içerisinde taşlar hediye ettiler. Çabalarının tek sonucu, Soni Sori cezaevinde kalırken, sorguyu yöneten Polis Şefi Ankit Garg’ın Cumhuriyet Günü’nde Devlet Başkanı Polis Cesaret Madalyası ile ödüllendirilmesi oldu.

Orta Hindistan’ın, sadece kitlesel başkaldırı ve savaş nedeniyle ekolojik ve toplumsal yeniden yapılandırılmasından haberdarız. Hükümet hiçbir bilgi vermiyor. Mutabakat Anlaşmaları tamamen sır. Medyanın bazı kesimleri, Orta Hindistan’da olanlara kamuoyunun dikkatini çekmek için elinden geleni yaptı. Ancak Hindistan medyasının büyük kısmı, gelirlerinin büyük parçası şirket reklamlarından geldiği gerçeği ile savunmasız hale getirilmiş durumda. Eğer yeterince kötü değilse, şu anda medya ile büyük şirketler arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başlamış halde. Gördüğümüz üzere RIL, fiilen 27 kanala sahip. Fakat tersi de doğru. Bazı medya kuruluşlarının şu anda doğrudan işletme ve şirket payları mevcut. Örneğin önde gelen bölge gazetelerinden biri olan Dainik Bhaskar (bu sadece bir örnek), 13 eyalette, İngilizce ve Hintçenin de aralarında bulunduğu dört dilde 17,5 milyon okura sahip. Aynı zamanda madencilik, enerji üretimi, gayrimenkul ve tekstil sektörlerindeki hisseleriyle 69 adet şirketi var. Chhattisgarh Yüksek Mahkemesi’nde dosyalanan yeni bir müzekkere, DB Enerji Ltd.’yi (grubun şirketlerinden biri) şirketin sahip olduğu gazeteler vasıtasıyla, bir açık ocak kömür madenine dair yargılamanın sonucunu etkilemek için maksatlı, yasadışı, manipülatif yolları kullanmakla suçluyor. Sonucu etkilemeye çalışıp çalışmadığı konuyla ilgili değil. Mesele, medya kuruluşlarının bunu yapacak konumda olması. Bunu yapacak güçleri var. Ülke yasaları, kendilerini ciddi bir çıkar çatışmasına ödünç verecekleri bir konumda olmalarına izin veriyor.

Ülkenin hiçbir haber gelmeyen başka kısımları var. Seyrek nüfuslu, ancak askerileştirilmiş kuzeydoğudaki Arunachal Pradesh eyaletinde çoğunluğu şahıs malı olan 168 baraj inşa ediliyor. Bütün bölgeyi sular altında bırakacak yüksek barajlar, ikisi de yüksek oranda askerileştirilmiş olan ve insanların sırf elektrik kesintilerini protesto ettiler diye öldürülebildikleri (bu, birkaç hafta önce Keşmir’de gerçekleşti) Manipur ve Keşmir’de kuruluyor. Barajı nasıl durdurabilsinler?

Hepsinin içindeki en vesveseli baraj, Gujarat’taki Kalpasar Barajı. Barajın, Khambhat Körfezi boyunca 34 kilometre uzunluğunda yapılması ve üstünden 10 şeritli otoyol ve tren yolu geçmesi planlanıyor. Düşünce, deniz suyunu dışarıda tutarak, Gujarat nehirlerinden tatlı su rezervi yaratmak. (Bu nehirlerin hâlihazırda damlayacak düzeyde barajlarla çevrilmiş bulunduğuna ve kimyasal atıklarla zehirlenmiş olduğuna aldırma.) Deniz suyunu yükseltecek ve yüzlerce kilometrelik sahil şeridinin ekolojisini değiştirecek olan Kalpasar Barajı, 10 yıl önce kötü bir fikir olarak reddedilmişti. Baraj, sadece Hindistan’ın değil, dünyanın en çok su sıkıntısı çeken yerlerinden birindeki Dholera Özel Yatırım Bölgesi’ne (SIR) su temin etmek için ani bir geri dönüş yaptı. Organize sanayi bölgelerinin, kasabaların, mega kentlerin olduğu bir özerk şirket distopyası olan SIR, Özel Ekonomi Bölgesi’nin bir diğer adı. Dholera Özel Yatırım Bölgesi, 10 şeritli otoyol ağıyla Gujarat’ın diğer kentlerine bağlanacak. Tüm bunların parası nereden gelecek?

Gujarat Başbakanı Narendra Modi, Ocak 2011’de Mahatma (Gandhi) Mandir Kongre Merkezi’nde 100 ülkeden 10 bin işadamının katıldığı toplantıya başkanlık etti. Basında çıkan haberlere göre, işadamları Gujarat’a 450 milyar dolarlık yatırım taahhüdünde bulundular. Toplantının zamanlaması, Şubat-Mart 2002’de 2 bin Müslüman’ın katledilmesinin 10. yıldönümünün başlangıcına göre yapıldı. Modi, sadece göz yummak ile değil, azmettirmek ve öldürmekle de suçlanmaya devam ediyor. Sevdiklerinin tecavüze uğramasını, bağırsaklarının çıkarılmasını ve yakılmasını izleyen insanlar, yurtlarından sürülen on binler hâlâ bir adalet jesti bekliyor. Ancak Mondi, safran kaşkolunu ve kızıl alnını zarif iş elbisesi ile takas etti ve 450 milyar dolarlık yatırımın kan parası olarak işleyeceğini ve cezaları halledeceğini umuyor. Muhtemelen bu olacak. Büyük şirketler onu can-ı gönülden destekliyor. Sonsuz adaletin matematiği, gizemli yöntemlerle işler.

Dholere SIR, en küçük matruşka bebeklerinden, planlanmakta olan distopyanın içindekilerden biri. Dholera SIR, içerisinde 9 mega-endüstriyel bölge, yüksek hızlı bir taşımacılık hattı, üç liman ve altı iskele, altı şeritten oluşan kavşaksız otoyol ve 4 bin MW kapasiteli enerji santrali bulunduran 1500 km uzunluğunda, 300 km genişliğindeki Delhi Mumbai Endüstriyel Koridoru’na (DMIC) bağlanacak. DMIC, Hindistan ve Japonya hükümetlerinin ve onların şahsi şirket partnerlerinin ortaklaşa girişimi ve McKinsey Küresel Enstitüsü tarafından tasarlandı.

DMIC web sayfası, projeden yaklaşık olarak 180 milyon kişinin “etkileneceğini” belirtiyor. Tam olarak nasıl etkilenecek, söylemiyor. Birtakım yeni şehirlerin inşasını öngörüyor ve bölgede şu anda 231 milyon olan nüfusun 2019’da 314 milyona çıkacağı tahmininde bulunuyor. Bu, yedi yıllık bir zaman. En son ne zaman bir devlet, despot ya da diktatör milyonlarca kişilik bir nüfus transferini gerçekleştirdi? Bu barışçıl bir süreç olabilir mi?

Hindistan ordusunun, tüm Hindistan’da konuşlanma emri aldığında hazırlıksız yakalanmaması için askere alma hamlesini sürdürmeye ihtiyacı olabilir. Orta Hindistan’daki rolü için hazırlığında, ordu, “seçilen hedef kitleye mesaj iletmeye, ülkenin politik ve askeri hedeflerine erişmesini etkileyen istenen tavır ve davranışlarla sonuçlanan belli konuların reklamını yapmaya dair” planlanmış sürecin anahatlarını çizen güncellenmiş Askeri Psikolojik Operasyonlar doktrinini resmen açıklamıştı. Ordu, söz konusu “algı yönetimi” sürecinin “hizmete hazır medyanın kullanılmasıyla” yürütüleceğini belirtmişti.

Ordunun, tek başına zorun, Hindistan’ın plancılarının öngördüğü çapta bir toplum mühendisliğini sürdüremeyeceğini ya da yönetemeyeceğini bileceği yeterince deneyimi var. Gerçek olan yoksullara karşı savaş. Ancak geri kalanımız için –orta sınıf, beyaz yakalılar entelektüeller, “kanaat önderleri”– bu, “algı yönetimi” olmak zorunda. Ve bu nedenle dikkatimizi Şirket Yardımseverliği incelikli sanatına çevirmeliyiz.

Son zamanlarda, başlıca madencilik şirketleri sanatla kucaklaştı –sinema, sanatsal enstalasyonlar ve 90’ların güzellik yarışmaları saplantısının yerini alan edebiyat festivali koşuşturması. Şu anda boksit için tarihi Dongria Kondh kabilesinin anayurdunun bağrında madencilik yapan Vedanta, sürdürülebilir kalkınma için filmler yapmakla görevlendirilmiş genç sinemacılar için “Mutluluk Yaratma” film yarışmasına sponsorluk yaptı. Vedanta’nın reklam sloganı “Madencilik Mutluluğu”. Jindal Grup, güncel bir sanat dergisi çıkarıyor ve Hindistan’ın önde gelen sanatçılarından (doğal olarak paslanmaz çelikle çalışan) bazılarını destekliyor. Essar, önemli yazarların, aktivistlerin ve hatta mimar Frank Gehry’nin de aralarında olduğu dünyanın her yanından önde gelen düşünürlerle “dinamik tartışmalar” taahhüdünde bulunan Tehelka Newsweek Düşünce Festivali’nin ana sponsoruydu. (Tüm bunlar aktivistlerin ve gazetecilerin devasa yasadışı madencilik skandalını ortaya çıkardığı Goa’daydı ve Bastar’da gelişen savaşta Essar’ın payı su yüzüne çıkıyordu). Tata Çelik ve Rio Tinto (iğrenç bir geçmiş performansa sahip olan), “Yeryüzündeki en büyük edebiyat gösterisi” şeklinde bir ehillik ile tanıtılan Jaipur Edebiyat Festivali’nin (Latince ismi: Darshan Singh İnşaat Jaipur Edebiyat Festivali) başlıca sponsorları arasında. Tataların “stratejik reklam sorumlusu” Counselage, festivalin basın çadırına sponsorluk yaptı. Dünyanın en iyi ve en parlak yazarlarından birçoğu Jaipur’da aşkı, edebiyatı, siyaseti ve Sufî şiirini tartışmak için toplandı. Bazıları, yasaklı kitabı Şeytan Ayetleri’ni okuyarak Salman Rushdie’nin ifade özgürlüğünü savundu. Tüm televizyon ekranlarında ve gazete fotoğraflarında, şefkatli, iyiliksever bir ev sahibi olarak arkalarında Tata Çelik logosu (ve onun “Toplumsal değerler, çelikten güçlüdür” şeklinde reklam sloganı) belirdi. Sözüm ona, ifade özgürlüğünün düşmanları, festival düzenleyicilerinin bize söylediğine göre burada toplanan öğrencilere zarar verme ihtimali bulunan tehlikeli Müslüman serseriler. (Sıra Müslümanlara geldiğinde Hindistan hükümeti ve polisinin ne kadar da biçare olabildiğine şahit olduk.) Evet, sert İslami Darul-Uloom Deobandi ilahiyat okulu, Rushdie'nin festivale davet edilmesini protesto etti. Evet, bazı İslamcılar festival mekânı önünde toplandı ve evet, saldırganca; eyalet hükümeti mekânı korumak için hiçbir şey yapmadı. Çünkü tüm olaylar, İslami köktencilikle olduğu kadar, demokrasi, oy depoları ve Utter Pradesh seçimleri ile de ilgiliydi. Ancak İslami köktenciliğe karşı ifade özgürlüğü savaşımı, bunu dünya gazetelerinde haber yaptı. Bunun olması önemli. Fakat festival sponsorlarının ormanlardaki savaştaki, cesetlerin yığılmasındaki, cezaevlerinin dolmasındaki payları hakkında neredeyse hiç haber yoktu. Veya, hükümet karşıtı bir düşünceyi aklından geçirmeyi bile soruşturulabilir bir suç sayan Yasadışı Aktiviteleri Önleme Yasası ve Chhattisgarh Özel Kamu Güvenliği Yasası hakkında. Ya da Lohandiguda'daki Tata Çelik fabrikasına yerel halk tarafından açılan ve yüzlerce kilometre uzaklıkta Jagdalpur'da, kiralık izleyicilerle ve silahlı korumalarla görülen duruşma hakkında. Öyleyse ifade özgürlüğü nerede? Kimse Kalinganagar'dan bahsetmedi. Kimse, Hindistan hükümetinin hoşuna gitmeyen konularda -Sri Lanka'daki savaşta Tamillere uygulanan soykırımda Hindistan'ın oynadığı gizli rol veya son olarak Keşmir'de bulunan mezarlar gibi- çalışmalar yapan gazetecilerin, akademisyenlerin, film yapımcılarının vize alamadığından ya da doğrudan havaalanından sınır dışı edilmelerinden bahsetmedi.


Ama biz günahkârlardan hangimiz ilk taşı atacaktı? Şirketleşmiş yayınevlerinden gelen teliflerle geçimini sağlayan ben değil. Hepimiz Tata Sky kanalını izliyoruz, Tata Foton ile internette geziyoruz, Tata taksilerle geziyoruz, Tata Otelleri'nde kalıyoruz, Tata çayımızı Tata porselenden yudumluyoruz ve Tata Çelik'ten yapılan çay kaşıkları ile karıştırıyoruz. Tata kitabevlerinden Tata kitapları satın alıyoruz. Kuşatma altındayız.

Eğer manevi temizliğin balyozu taş atmak için ölçüt olacaksa, buna hak kazanan yegane insanlar, halihazırda susturulmuş olanlardır. Düzen dışında yaşayanlardır; ormanlardaki yasadışı insanlar ya da protestoları hiçbir zaman basın tarafından yayımlanmayanlar veya mahkeme mahkeme dolaşan, şahitlik eden, ifade veren ağırbaşlı mülksüzleştirilmişlerdir.

Ancak edebiyat festivali, jetonumuzun düşmesini sağlıyor. Oprah (ABD'ninen çok izlenen talk-show programcısı Oprah Winfrey; ç.n.) geldi. Hindistan'ı sevdiğini, tekrar tekrar geleceğini söyledi. Bu bize gurur verdi.

Bu, sadece incelikli sanatın sonudur.

Burslar bağışlayan, bazı seçkin eğitim kuruluşları ve hastaneler işleten Tatalar, neredeyse yüz yıldan bu yana şirket yardımseverliğine bulaşmış olmalarına karşın, Hindistan şirketleri ancak yakın dönemde The Star Chamber’a davet edildi.

Bu makalenin devamı, kimilerine acımasız eleştiri gibi görünebilir. Diğer taraftan, birinin muhaliflerini şereflendirme geleneğinde bu, hayatını, dünyanın kapitalizm için güvenli bir yer olma halini korumaya adamış birilerinin öngörüsünün, esnekliğinin, çok yönlülüğünün ve sarsılmaz azminin kabulü olarak okunabilir.

Modern hafızadan uçan büyüleyici tarihleri, bağışlarla işleyen vakıflar biçiminde temin edilen yasallıkla, kapitalizmin (ve emperyalizmin) yol açıcı ve sistemi devam ettirici karakolu olarak şirket yardımseverliğinin, misyoner faaliyetin yerini aldığı 20. yüzyıl başlarında, bağış yapılmış kuruluş biçiminde yasal olarak ABD'de başladı. ABD'de kurulan ilk kuruluşlar arasında 1911 yılında Carnegie Çelik Şirketi'nin gelirleri ile kurulan Carnegie Derneği; Standard Oil Company kurucusu J.D. Rockefeller tarafından 1914 yılında kurulan Rockefeller Vakfı bulunuyordu. Çağlarının Tataları ve Ambanileri.

Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmiş, başlangıç desteğinde bulunulmuş kuruluşlardan bazıları BM, CIA, Dış ilişkiler Konseyi, New York'un efsanevi Güzel Sanatlar Müzesi ve tabii ki New York'daki Rockefeller Center'dır. (Diego Riviera'nın duvar resimlerinden birinin, haylaz bir biçimde ahlaksız kapitalistleri ve yürekli Lenin'i tasvir etmesinden dolayı parçalanmak zorunda kaldığı yer)

J.D. Rockefeller, ABD'nin ilk milyarderi ve dünyanın en zengin adamıydı. Kölelik karşıtı, Abraham Lincoln destekçisiydi ve içki içmezdi. Parasının kendisine Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.

Aşağıda, Pablo Neruda'nın erken dönem şiirlerinden biri olan Standard Oil Company'den bir alıntı var:

Şirketin şişman imparatorları
yaşıyorlar New York’ta, pek uysallardırlar,
ipek, naylon, purolar satın alıyorlar
bu gülümseyen katiller,
küçük zorbalar, diktatörler.
Ülkeler satın alıyorlar, şehirler, denizler,
polisler ve vekiller,
açgözlüler altınını nasıl korursa
mısırını öylesine koruyan yoksulların yaşadığı
uzak bölgeleri:
uyandırıyor onları Standard Oil,
üniformalarla donatıyor, onlar için
o düşman biraderi seçiyor,
ve Paraguaylı adam savaşıyor kavgasında,
ve Bolivyalı adam yok oluyor
vahşi ormanda makineli tüfeğiyle.

Bir damla petrol için
öldürüldü bir Devlet Başkanı,
milyonlarca hektarlık
ipotek, canlı bir
yaylım ateş, ölümcül
bir ışık sabahı, taşa dönüşmüş,
Patagonya’daki devrimci mahkûmların
yeni bir kampı,
bir ihanet, karşılıklı ateş
altında yağlı parıltılı ayın,
kurnaz bir kabine değişikliği
başkentte, petrolden medcezir gibi
bir fışkırma,
ve toynakların savaşından bu yana, ama sen
göreceksin bulutların üzerinde ışıldadığını,
denizlerin üzerinde, kendi evinde,
Standart Oil’in harflerinin
parıltılarla durduğunu
bütün kolonilerin üzerinde.

Şirket bağışlarıyla yaşayan vakıflar ABD'de ilk varlık gösterdiklerinde kökenlerine, yasallıklarına ve hesap verme zorunluluğuna sahip olmamalarına dair ateşli tartışmalar vardı. İnsanlar, şirketler çok fazla artı değer elde ediyorsa çalışanlarının ücretlerini yükseltmeleri gerektiği fikrini ortaya attılar. (İnsanlar o günlerde Amerika'da ile bu korkunç önerilerde bulunuyordu) Şu anda çok sıradan olan bu vakıfların niyeti, gerçekte işletme tasarımında bir sıçramaydı. Devasa kaynaklarla vergi ödememeye yasal kılıf ve neredeyse sınırsız evrak -tamamen hesabı verilmeyen, tamamen şeffaflıktan uzak-. Ekonomik varlıktan politik, toplumsal ve kültürel sermaye olarak yararlanmanın, parayı güce çevirmenin daha iyi yolu ne? Tefecilerin, kârlarının cüzi bir yüzdesini dünyayı yönetmek için kullanmasının daha iyi yolu ne? Kuşkusuz, bilgisayarlara dair tecrübeli ve bilgili olan Bill Gates, kendini başka türlü nasıl, sadece ABD hükümeti değil, tüm dünya hükümetleri için eğitim, sağlık ve tarım politikalarını dizayn ederken bulacaktı?

Yıllar boyunca insanlar, vakıfların yaptığı gerçekten iyi şeylere (halk kütüphaneleri işletmek, hastalıkları ortadan kaldırmak) şahit olurken, şirketler ile para bağışladıkları vakıflar arasındaki doğrudan bağlantı bulanıklaşmaya başladı. Sonuç olarak bütün yönleriyle karardı. Bugün, kendini solcu olarak değerlendirenler bile bağışlarını kabul etme konusunda utangaç değiller.

1920'ler ile birlikte, ABD kapitalizmi hammadde ve denizaşırı pazarlar için dışarıya bakmaya başladı. Vakıflar, küresel şirket denetimini formüle etmeye başladılar. 1924'te Rockefeller ve Carnegie vakıfları, ortak bir şekilde, bugün dünyanın en güçlü dış politika baskı grubu olan ve sonradan Ford Vakfı tarafından da finanse edilir hale gelen Dış İlişkiler Konseyi'ni (CFR kurdular. 1947'de, yeni kurulmuş olan CIA, CFR tarafından destekleniyor ve onunla yakın çalışıyordu. Yıllar boyunca CFR üyeleri arasında 22 ABD Dışişleri Bakanı yer aldı. 1943'te BM'yi tasarlayan yürütme komitesinde 5 CFR üyesi vardı ve BM'nin New York'daki merkezinin üzerine dikildiği araziyi almak için J.D. Rockefeller tarafından 8,5 milyon dolar bağış yapıldı.

1946'dan bu yana Dünya Bankası başkanlarından 11'i -kendilerini yoksulların misyoneri olarak sunanlar- CFR üyeliğinde bulundular. (Bunun istisnası George Woods'tur. Rockefeller Vakfı'nın mutemeti ve Chase-Manhattan Bankası'nın başkan yardımcısıydı)

Bretton Woods'da Dünya Bankası ve IMF, doların rezerv parası olması gerektiğine ve küresel sermayenin girişini arttırmak için açık pazarda işletme uygulamalarının evrenselleştirilmesinin ve standartlaştırılmasının gerekli olduğuna karar verdiler. Bu doğrultuda, "İyi Yönetişim"i (ipleri kontrol ettikleri sürece), "Hukukun Üstünlüğü" mefhumunu (yasaların yapılışında söz sahibi olmaları kaydıyla) ve yüzlerce yolsuzluk karşıtı programı (devreye soktukları programı düzene sokmak için) desteklemek amacıyla büyük miktarda paralar harcadılar. Dünyanın en şeffaf olmayan, hesap vermeyen iki örgütü, yoksul ülkelerin hükümetlerinden şeffaflık ve hesap verme talebiyle işe koyuldu.

Dünya Bankası'nın, ülke pazarlarını arka arkaya küresel finansa açılmaya zorlayarak Üçüncü Dünya'nın ekonomi politikalarını az çok yönlendirdiği düşünüldüğünde, şirket yardımseverliğinin tüm zamanların en öngörülü işi olduğu söylenebilir.

Şirket vakıfları, üyeleri döner kapılar aracılığıyla kesişen ve ileri geri hareket eden bir seçkinler kulüpleri ve düşünce kuruluşları sistemi vasıtasıyla yönetiyor, ticaret yapıyor, güçlerini kanalize ediyor ve satranç tahtasına piyonlarını yerleştiriyor. Tedavüldeki, özellikle solcu gruplar arasındaki muhtelif komplo teorilerinin aksine, bu düzenleyişte gizli olan, şeytani veya Masonlar benzeri bir şey yok. Bu, şirketlerin paralarını transfer etmek ve yönetmek için paravan şirketler ve off-shore hesaplar kullanma yöntemlerinden çok farklı değil -değişim aracı para değil, güç olmakla birlikte.

CFR'nin ulusaşırı eşdeğeri 1973 yılında David Rockefeller, ABD Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski (Taliban'ın atası Afgan Mücahitleri'nin kurucu üyesi), Chase-Manhattan Bankası ve başka özel yüksek mevkidekiler tarafından kurulan Üçlü Komisyon'dur. Amacı, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya seçkinleri arasında kalıcı bir dostluk ve işbirliği ilişkisi yaratmaktır. Çin ve Hindistan'dan üyeleri de içerdiğinden şu anda beş yönlü bir komisyon haline gelmiştir. (CII'dan Tarun Das, Infosys eski CEO'su N.R. Narayanamurthy, Godrej Genel Müdürü Jamsheyd N. Godrej, Tata Sons Yöneticisi Jamshed J. Irani ve Avantha Grup CEO'su Gautam Thapar)

Aspen Enstitüsü, çeşitli ülkelerde temsilcilikleri bulunan uluslararası bir yerel seçkinler, işadamların, bürokratlar ve politikacılar kulübüdür. Hindistan Aspen Enstitüsü Başkanı Tarun Das'dır. Gautam Thapar da yöneticidir. McKinsey Küresel Enstitüsü'nün (Delhi Mumbai Endüstriyel Koridoru önerisini getiren) birtakım kıdemli yöneticileri CFR, Üçlü Komisyon ve Aspen Enstitüsü üyesidir.

Ford Vakfı (sürekli birlikte çalışsalar da, daha muhafazakâr olan Rockefeller Vakfı'nın liberal örneği) 1936'da kuruldu. Ford Vakfı, çoğu kez rolünün hakkını vermese de çok net, iyi tanımlanmış bir ideolojiye sahiptir ve ABD Dışişleri Bakanlığı'yla aşırı derecede yakın çalışır. Vakfın, demokrasiyi derinleştirme ve "iyi yönetişim" projesi, Bretton Woods'un işletme uygulamalarını standardize etme ve serbest pazarın etkinliğini arttırma tasarısının çok büyük bir parçasıdır. ABD hükümetinin bir numaralı düşmanı olan faşistlerin yerini komünistlerin aldığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş'ın üstesinden gelmek için yeni türlerde kuruluşlara ihtiyaç duyuldu. Ford, ilk olarak ABD savunma hizmetleri için silah araştırmaları yapan askeri bir düşünce kuruluşu olan RAND'ı (Araştırma ve Geliştirme Kurumu) finanse etti. 1952 yılında, "özgür uluslara sızmak ve bunları parçalamak için verilen inatçı komünist çaba"ya karşı Ford tarafından, sonradan, özeti Soğuk Savaş'ı "McCarthy"ci aşırılıklar olmaksızın akıllıca sürdürmek olan Demokratik Kuruluşlar Çalışma Merkezi'ne dönüşen Cumhuriyet Sandığı kuruldu. Ford Vakfı'nın Hindistan'da yatırdığı milyonlarca dolarla yapmakta olduğu işe bakmamız gereken mercek budur -sanatçıları, film yapımcılarını, aktivistleri finanse etmesi, üniversite burslarını içeren cömert bağışları.

Ford Vakfı'nın açıkladığı "insanlığın geleceği için hedefler", yerel ve ulusal düzeyde taban örgütlülüğüne dayalı politik hareketlere müdahaleyi de içeriyor. Vakıf ABD'de, 1919 yılında alışveriş merkezi sahibi Edward Filene'in öncülük ettiği Kredi Birliği Hareketi'ni desteklemek için milyonlarca dolar bağışta bulundu ve kredi verdi. Filene, tüketim mallarının kitle tüketimi toplumunu çalışanlara düşük maliyetli kredi vererek yaratmaya inanmıştı -zamanı için radikal bir fikir. Aslında radikal bir fikrin sadece yarısı, çünkü Filene'in inandığı şeyin diğer yarısı, gayri safi milli hâsılanın daha adil dağıtımıydı. Kapitalistler, Filene'in önerisinin sadece ilk yarısını değerlendirdiler ve çalışanlara on milyonlarca dolar tutarında "düşük maliyetli" krediler vererek ABD işçi sınıfını sürekli borç içinde olan insanlara dönüştürdüler.

Yıllar sonra bu fikir, Mohammed Yunus ve Grameen Bankası'nın feci sonuçlarla açlıktan kırılmakta olan köylülere mikrokredi vermesiyle Bangladeş'in fakirleştirilmiş kırsal bölgelerine süzüldü. Mikrofinans şirketleri, Hindistan'daki yüzlerce intihardan sorumlu -sadece 2010'da Andra Pradesh'de 200 insan. Son olarak ulusal bir gazete, okul harçlığı olan son 150 rupiyi mikrofinans şirketinin kabadayı çalışanlarına vermeye zorlanan 18 yaşındaki bir kadının intihar notunu yayımladı. Notta, "Çok çalış ve para kazan. Kredi alma" yazıyordu.

Yoksulluk içinde çok para ve birkaç da Nobel Ödülü var.

Rockefeller ve Ford vakıfları, 1950'lerde, o dönemlerde Latin Amerika'da, İran'da ve Endonezya'da demokratik biçimde seçilen hükümetleri deviren ABD hükümetinin uzantısı gibi çalışarak birtakım sivil toplum örgütlerini ve uluslararası eğitim kurumlarını finanse etti. (Bunlar aynı zamanda, o zamanlar tarafsız duran, ancak açık biçimde Sovyetler Birliği'ne meyilli olan Hindistan'a girdikleri zamanlardı) For Vakfı, Endonezya Üniversitesi'nde ABD tarzı bir ekonomi eğitimi kurdu. ABD ordusu yetkilileri tarafından kontrgerilla harekatı eğitimi alan seçkin Endonezyalı öğrenciler, Endonezya'da 1965 yılında gerçekleşen ve General Suharto'yu iktidara getiren CIA destekli darbede çok önemli rol oynadılar. General Suharto, akıl hocalarına borcunu, yüz binlerce komünist isyancıyı katlederek ödedi.

Sekiz yıl sonra, Chicago Boys olarak billinegelen genç Şilili öğrenciler, 1973 yılında Salvador Allende'yi öldüren ve General Pinochet'yi ve 17 yıl süren ölüm mangaları, kayıplar ve terör saltanatını getiren CIA destekli darbeye hazırlık olarak Chicago Üniversitesi'nde (J.D. Rockefeller tarafından para tahsis edilen) Milton Friedman tarafından neo-liberal ekonomi konusunda eğitilmek üzere ABD'ye götürüldü. (Allende'nin suçu, demokratik biçimde seçilen bir sosyalist olması ve Şili madenlerini kamulaştırmasıydı)

Rockefeller Vakfı 1957 yılında, Asya'daki toplum liderleri için Ramon Magsaysay Ödülü'nü oluşturdu. Ödül ismini, ABD'nin Güneydoğu Asya'daki komünizme karşı mücadelesinde çok önemli bir müttefiki olan Filipinler Devlet Başkanı Ramon Magsaysay'dan almıştı. Ford Vakfı, 200 yılında Ramon Magsaysay Boy Gösteren Liderlik Ödülü'nü oluşturdu. Magsaysay Ödülü, Hindistan'daki sanatçılar, aktivistler, toplum çalışanları arasında prestijli bir ödül olarak değerlendirilmekte. M.S. Subbulakshmi ve Satyajit Ray'in yanı sıra Jayaprakash Narayan ve Hindistan'ın en iyi gazetecilerinden Palagummi Sainath da bu ödülü kazandı. Ancak bu isimler, Magsaysay ödülünün onlar için yaptığından daha fazlasını ödül için yaptılar. Genel olarak, ne türden bir aktivizmin "kabul edilebilir" ve ne türden olanının kabul edilemez olduğuna dair ince bir belirleyici haline geldi.

İlginç şekilde, geçtiğimiz yaz Anna Hazare'nin yolsuzluk karşıtı hareketine, Magsaysay Ödülü sahibi üç kişi tarafından öncülük edildi -Anna Hazare, Arvind Kejriwal ve Kiran Bedi. Arvind Kejriwal'ın çok sayıda sivil toplum örgütünden biri Ford Vakfı tarafından cömertçe finanse edilmekte. Kiran Bedi'nin sivil toplum örgütü ise Coca Cola ve Lehman Brothers tarafından finanse edilmekte.

Anna Hazare, kendisini Gandici olarak tanımlasa da, istediği yasa -Jan Lokpal Bill- Gandicilik karşıtı, elitist ve tehlikeli. Şirket medyasının gece gündüz süren kampanyası, onu "halkın" sesi olarak ilan etti. ABD'deki Wall Street'i işgal Et hareketinin aksine Hazare'nin hareketi özelleştirmeye, şirket iktidarına veya ekonomik "reform"lara karşı tek kelime etmedi. Aksine, onun başlıca medya destekçileri, spot ışıklarını başarılı bir biçimde devasa şirket yolsuzluğu skandallarından (kamuoyunca iyi tanınan gazetecilerin kirli çamaşırlarına ışık tutan) başka tarafa çeviridiler ve hükümetin, takdir haklarından daha fazla çekilmesi, daha fazla reform ve daha fazla özelleştirme çağrısı için siyasetçilerin kamuoyu nezdindeki yıpranmışlıklarını kullandı. (Anna Hazare, 2008'de olağanüstü kamu hizmetinden dolayı bir Dünya Bankası ödülü aldı.)
Dünya Bankası, Washington'dan, hareketin kendi politikası ile "uyuştuğunu" belirten açıklama yayımladı.

Tüm iyi emperyalistler gibi, iyilikseverler de kendilerine, kapitalizmin ve bundan dolayı ABD hegemonyasının kendi çıkarlarına olduğuna inanan bir uluslararası çekirdek kadro oluşturma ve eğitme görevi veriyorlar. Ve dolayısıyla, yerli seçkinlerin sömürgeciliğe her zaman hizmet ettiği yöntemlerle "Küresel Şirket İktidarı"nın tatbik edilmesine yardım edecek kişileri. Vakıfların, yabancı ve yerli ekonomi politikasının ardından üçüncü etki alanları olacak eğitim ve sanata akını bundan dolayı başladı. Akademik kuruluşlara ve eğitimbilime milyonlarca dolar harcadılar (ve harcamaya devam ediyorlar).

Joan Roelofs, muazzam kitabı "Vakıflar ve Kamu Politikaları: Çoğulculuk Maskesi"nde, vakıfların, siyaset biliminin nasıl öğretileceğine dair eski fikirlerin biçimini nasıl değiştirdiğini ve "uluslararası" çalışmalar ve "alan" çalışmasına nasıl biçim verdiğini anlatır. Bu durum, ABD istihbarat ve güvenlik servislerine, çalıştırmak üzere yabancı dillerde ve kültürlerde bir uzmanlık havuzu sağladı. CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD üniversitelerinden öğrenciler ve öğretim üyeleri ile çalışmaya devam etti, bu da verilen bursların etik yanına dair ciddi sorular doğurdu.

Yönettikleri insanları kontrol etmek için haklarında bilgi toplamak, her egemen güç için temel ilkedir. Orta Hindistan'daki açık savaşın gölgesinde, toprak istimlakına ve yeni ekonomi politikalarına karşı direnç bütün Hindistan'a yayılırken, bir önleme yöntemi olarak hükümet, muhtemelen dünyadaki en iddialı ve pahalı enformasyon toplama projesine, büyük bir biyokimlik programına girişti -Eşsiz Kimlik Saptama Numarası (UID). İnsanların temiz içme suları, tuvaletleri, yiyecekleri, paraları yok ama seçim belgeleri ve UID numaraları olacak. Infosys'in eski CEO'su Nandan Nilekani tarafından yürütülen UID projesinin, muazzam miktarda parayı belli belirsiz eleştirilen bilişim endüstrisine sokacak olması tesadüf mü? (UID bütçesinin ölçülü bir tahmini, Hindistan hükümetinin eğitime yaptığı yıllık harcamayı aşıyor) Büyük oranda gayri meşru ve "okunaksız" olan böylesi büyük nüfusa sahip bir ülkeyi "sayısallaştırmak", insanları kriminalize edecek, gayri meşru olmaktan yasadışı olmaya dönüştürecektir. Düşünce, "Ortak Alanların Çitle Çevrilmesi"nin dijital versiyonunu başarmak ve giderek artan biçimde sertleşen polis devletinin eline devasa yetkiler vermek. Nilekani'nin veri toplamaya dair teknokratik saplantısı, Bill Gates'in dijital veritabanları, "sayısal hedefler", "gelişme puan çizelgeleri" saplantısı ile uyumlu. Dünyadaki açlığın nedeni sömürgecilik, borç ve çarpık kâr odaklı şirket politikası değil de enformasyonsuzlukmuş gibi.

Şirket vakıfları, sosyal bilimler ve sanatın en büyük finansörleridir; "kalkınma çalışmaları", "toplum çalışmaları", "kültürel çalışmalar", "davranış bilimleri" ve "insan hakları" alanlarında öğrenci bursları verirler. ABD üniversiteleri, kapılarını uluslararası öğrencilere açarken yüz binlerce öğrenci, Üçüncü Dünya seçkinlerinin çocukları akın etti. Bunlardan ücreti karşılayamayanlara burslar verilmişti. Bugün Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde, üst orta sınıftan aileler arasında ABD'de okuyan bir çocuğu bulunmayanı pek az bulursunuz. Sınıfları nedeniyle, iyi bilim insanları ve akademisyenler, aynı zamanda ülkelerinin ekonomilerinin küresel şirketlere açılmasına yardım eden başbakanlar, maliye bakanları, ekonomistler, şirket avukatları, bankacılar, bürokratlar oldular.

Ekonomi ve siyaset biliminin vakıf dostu yorumunu yapan bilim insanları, burslarla, araştırma fonlarıyla, hibelerle, bağışlarla ve işlerle ödüllendirildi. Vakıflara dost olmayan bakış açısına sahip olanlar ise finansman bulamadı, ötekileştirildi, gettolaştırıldı, dersleri sonlandırıldı. Gittikçe, belirli tek bir tasavvur söyleme hâkim olmaya başladı. Bu söylem öyle bir boyuta ulaştı ki, bir ideoloji olarak algılanmaktan katiyen çıktı. Doğal konumlanış, mevcut doğal yöntem haline geldi. Normalliğe sızdı, sıradanlığı sömürgeleştirdi ve bunu reddetmek, gerçeğin ta kendisini reddetmek kadar saçma ya da anlamsız görünmeye başladı. Bu açıdan, "Hiçbir alternatif yok"a doğru hızlı ve kolay bir adımdı.

İşgal hareketi sayesinde, ABD sokaklarında ve kampüslerinde ancak şimdi bir başka dil belirdi. "Sınıf savaşı" ya da "Sizin zengin olmanızı önemsemiyoruz, ama hükümetimizi satın almanızı önemsiyoruz" yazan pankartlar taşıyan öğrenciler görmek, neredeyse başlı başına bir devrim.

Başlamasından bir asır sonra, şirket yardımseverliği Coca Cola kadar hayatımızın bir parçası durumunda. Şu anda, birçoğu karmaşık finansal labirentler aracılığıyla daha büyük vakıflara bağlanmış milyonlarca kâr amacı gütmeyen organizasyon mevcut. Aralarında fark yok, bu "bağımsız" sektörün servetinin değeri yaklaşık 450 milyar dolar. En büyüğü 21 milyar dolarla Bill Gates Vakfı iken, onu 16 milyar dolarla Lilly Vakfı ve 15 milyar dolarla Ford Vakfı izliyor.

IMF, yapısal uyuma zorlarken ve hükümetlere kamusal sağlık, eğitim, çocuk bakımı, imar harcamalarını azaltma baskısı yaparken, sivil toplum örgütleri ülkelere girdi. "Her Şeyin Özelleştirilmesi", aynı zamanda "Her Şeyin STK'laştırılması" anlamına geldi. İş ve geçi imkânı ortadan kalkarken, STK'lar ne olduklarını görenler için bile istihdamın önemli bir kaynağı haline geldi. Ve kesinlikle hepsi kötü değil. Milyonlarca STK'dan bazıları fevkalade, radikal işler yaptılar ve tüm STK'ları aynı fırça ile katranlamak adaletsizlik olurdu. Ne var ki, şirketlerce ya da vakıflarca finanse edilen STK'lar, tam olarak hisse senedi satın alıp sonra da şirketi içeriden kontrol etmeye çalışan hissedarlar gibi, küresel finansın direniş hareketlerini satın alma yöntemidir. Merkezi sinir sistemindeki çizgeler gibi dururlar, küresel finansın boyunca ilerlediği patikalar. Vericiler, alıcılar, darbe emiciler gibi çalışırlar, her tepki için tetiktedirler, ev sahipleri olan ülkelerin canını hiçbir zaman sıkmamak için dikkatlidirler (Ford Vakfı, finanse ettiği kuruluşlardan bu hususta bir taahhütname imzalamalarını ister). Kasıtlı olmadan (ve bazen kasti olarak), dinleme noktası işlevi görürler; raporları, seminerleri ve diğer misyoner faaliyetleri, giderek sertleşen devletlerin giderek agresifleşen gözetleme sistemlerine veri aktarır. Alan ne kadar sorunluysa, o alanda daha büyük miktarda STK olur.

Sinsice bir şekilde, hükümet ya da şirket medyasının kolları, gerçek halk hareketlerine yönelik karalama kampanyası yürütmek istediğinde, Narmada Bachao Andolan'da veya Koodankulam nükleer reaktörüne karşı protestolarda olduğu gibi, bu hareketleri "yabancı fonlardan yararlanan" STK'lar olmakla itham eder. Çoğu STK'nın, özellikle de iyi finanse edilmiş olanların talebinin şirket küreselleşmesi projesini engellemek değil, onu ileri taşımak olduğunu kendileri de bilirler.

Milyarlarıyla silahlanmış bu STK'lar, dünyaya saldırmışlardır; potansiyel devrimcileri ücretli aktivistlere, finanse edilen sanatçılara, entelektüellere ve film yapımcılarına dönüştürürler, radikal meydan okumadan güzellikle caydırırlar, çokkültürlülük, toplumsal cinsiyet, toplumsal kalkınma -kimlik politikaları ve insan hakları dilinde yatan söylem- yönünde onlara eşlik ederler -kimlik politikaları ve insan hakları dilinde yatan söylem.

Adalet fikrinin, insan hakları gayretine dönüşmesi, STK'lar ve vakıfların kritik rol oynadığı bir kavramsal başarı olmuştur. İnsan haklarının dar odağı, büyük resmin gözden uzaklaştırılabildiği ve çatışmanın her iki tarafının insan hakları ihlalleri yaptıkları konusunda uyarılabildiği -örneğin Maoistler ve Hindistan hükümeti ya da İsrail ve Hamas-, büyük resmin gözden uzaklaştırılabildiği acımasızlık temelli analize olanak sağlar. Maden şirketlerinin toprak gaspı veya Filistin topraklarının İsrail devleti tarafından ilhâkı böylece söylemde çok az üstünde durulan dipnotları haline gelir. Bu, insan haklarının önemli olmadığını ileri sürmek değil. Önemli, fakat yaşadığımız dünyadaki daha büyük adaletsizliklere bakmak veya onları uzaktan anlamak için kullanılacak yeterince iyi bir prizma değil.

Vakıflarla ilgili bir başka kavramsal başarı, feminist hareket ile ilişkilenmesi. Neden Hindistan'daki çoğu "resmi" feminist ve kadın örgütü, kendi toplumlarına ataerkilliğe ve Dandakaranya ormanlarında madenci şirketin insanları yerlerinden etmesine karşı mücadele eden 90 bin üyeli Krantikari Adivasi Mahila Sangathan (Devrimci Adivasi Kadınlar Birliği) gibi örgütlerle kendi aralarına neden güvenli bir mesafe koyarlar? Milyonlarca kadının mallarına el koyulması, sahip oldukları ve çalıştıkları topraklardan sürülmeleri neden bir feminist problem olarak görülmüyor?

Liberal feminist hareketlerin, taban örgütlülüklerinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist halk hareketlerinden ayrılması, vakıfların zararlı tasarımlarıyla başlamadı. Söz konusu durum, bu hareketlerin, kadınların 60'lar ve 70'lerde gerçekleşen hızlı radikalleşmelerini bugüne uyarlama ve bugünle bağdaştırmadaki yetersizlikleriyle başladı. Vakıflar, geleneksel toplumlarındakinin yanı sıra, sözde ilerici sol liderler arasında bile bulunan şiddet ve ataerkiye dair kadınların büyüyen tahammülsüzlüklerinin farkına varıp destek için harekete geçmekte ve kadınlara kaynak sağlamakta yeteneğini sergiledi. Hindistan gibi bir ülkede, hizipleşme köylü-kentli ayrımı boyunca da uzandı. En radikal, anti-kapitalist hareketler genellikle ataerkinin kadınların çoğunun yaşamlarına egemen olduğu kırsal bölgelerde konumlandı. Bu hareketlere (Naksalit hareket gibi) katılan kentli kadın eylemciler, batılı feminist hareketlerden etkilenmiş, esinlenmişlerdi ve kendi kurtuluş yolculukları, erkek önderlerinin vazifeleri saydıkları şeyle çoğunlukla anlaşmazlık halindeydi: “kitleler”e uymak, onlara aykırı düşmemek. Çoğu kadın eylemci, kendi yoldaşlarından başlayarak gerçekleşen yaşamlarındaki gündelik baskıyı ve ayrımcılığı sonlandırmak için “devrim”i daha fazla beklemeye razı değildi. Devrim sonrası taahhüt değil, devrimci sürecin mutlak, önemli ve devredilemez bir parçası olmak için toplumsal cinsiyet eşitliği istediler. Zeki, öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış kadınlar uzaklaştılar ve destek olmanın, güç vermenin başka araçlarını aramaya başladılar. Sonuç olarak, Hindistan pazarlarının açıldığı zamanlar olan 80’lerin sonunda, Hindistan gibi bir ülkede liberal feminizm aşırı oran da STK’laşmış hale geldi. Bu STK’ların birçoğu, queer bireylerin hakları, aile içi şiddet, AIDS ve seks işçilerinin hakları konularında ufuk açıcı işler yaptı. Ancak manidar bir şekilde, kadınların bunlardan en olumsuz etkilenen kesim olmasına rağmen, liberal feminist hareketler yeni ekonomi politikalarına karşı mücadelenin ön saflarında yer almadılar. Vakıflar, parasal kaynakların paylaştırılmasını çıkarları doğrultusunda yönlendirerek, “politik” faaliyetin ne olması gerektiğinin sınırlarını çizme konusunda büyük oranda başarılı oldular. STK’ların finansman talimatları şu anda neyin kadınların “sorunu” olduğunu ve neyin olmadığını buyuruyor.

Kadın hareketinin STK’laşması, batılı liberal feminizmi (en çok finanse edilmiş çeşit olmasına istinaden) aynı zamanda feminizmin neyi teşkil ettiğinin bayraktarı da yaptı. Bir uçtaki çarşaftan bir diğer uçtaki botoksa kadar uzanan mücadeleler, her zaman olduğu gibi kadın bedeni üzerinde tamamlandı. Son olarak Fransa’da meydana geldiği gibi, kadını ne yapmak istediğini seçebileceği bir durum yaratmak yerine, kadını çarşaftan çıkarma girişiminde bulunulduğunda, bu, onu özgürleştirmek ile değil, soymak ile ilgili bir şey olur. Bir küçük düşürme eylemi ve kültürel emperyalizm halini alır. Çarşafa dair değildir. Zorlamaya dairdir. Bir kadını çarşafını çıkarmaya zorlamak, o kadını çarşafa girmeye zorlamak kadar kötüdür. Toplumsal cinsiyeti, sosyal, politik ve ekonomik bağlamından kopuk biçimde görmek, bunu bir kimlik sorunu, bacakların ve giysilerin mücadelesi yapar. ABD’nin, 2001 yılında Afganistan’ı işgal ettiği zaman Batıl feminist grupları ahlaki paravan olarak kullanmasına olanak sağlayan da budur. Afgan kadınları, Taliban yönetimi altında korkunç güçlük içindeydiler (hâlâ da öyleler). Ancak tepelerine bomba indirmek sorunlarını çözmeyecekti.

Kendi tuhaf yatıştırıcı dilini geliştiren STK evreninde, her şey bir “mevzu” haline, profesyonelleştirilmiş, özel ilgi konusu haline geliyor. Toplumsal kalkınma, liderlik geliştirme, insan hakları, sağlık, eğitim, üreme hakları, AIDS, AIDS’li yetimler –hepsi kendi detaylı ve kesin finansman talimatları ile hava geçirmez bir biçimde ambarlarına sıkıştırılmakta. Finansman sağlama, baskının hiçbir zaman yapamadığı şekillerde dayanışmayı parçaladı. Yoksulluk da feminizm gibi genellikle bir kimlik sorunu olarak çerçevelendi. Yoksullar, adaletsizlikle yaratılmamış da, az önce ortaya çıkan bir kayıp kabileymiş ve sorun telafisi sistemiyle (STK’la tarafından birey temelinde, yüz yüze temelde yönetilen) kısa vadede kurtarılabileceklermiş ve uzun vadede dirilişleri İyi Yönetişim’den gelecekmiş gibi. Küresel Şirket Kapitalizmi rejimi altında, söylemeye lüzum yok.

Hindistan’ın “parladığı” el değmemiş kısa bir sürenin ardından, Hindistan yoksulluğu, Slumdog Millionaire’in önderlik ettiği güzel sanatlarda egzotik bir kimlik olarak eski gücüne kavuştu. Yoksullara dair bu öykülerde, hayret verici cesaretleri ve dirençliliklerinde kötü karakterler yok –öyküye gerginlik ve yerel renkler sağlayan küçük olanları hariç. Bu eserlerin yazarları, ilk antropologların günümüz dünyasındaki muadilleridir; olay yerinde çalıştıklarından ve bilinmeyene doğru cesur bir yolculuk yaptıklarından alkışlanmış ve şereflendirilmişlerdir. Bu yollarda zenginlerin incelendiğini nadiren görürsünüz.

Hükümetleri, siyasi partileri, seçimleri, mahkemeleri, medyayı ve özgür düşünceyi nasıl idare edeceğini çözümlemek için, neo-liberal düzenin önünde bir zorluk daha vardı: giderek artan huzursuzluğun ve “halk gücü” tehdidinin üstesinden nasıl gelinecek? Bunu nasıl ehlileştirirsin? Protestocuları nasıl evcil hayvanlara dönüştürürsün? Halkın hiddetinin havasını nasıl alır ve bu hiddeti nasıl çıkmaz sokaklara yönlendirirsin?

Burada da vakıfların ve onların müttefik örgütlerini şanlı bir tarihleri var. 1960’larda Siyah Yurttaşlık Hakları hareketinin etkisiz hale getirilmesi ve radikallikten uzaklaştırılması, “Siyah Gücü”nün başarılı bir biçimde “Siyah Kapitalizmi”ne dönüştürülmesi bunun açıklayıcı bir örneğidir.

Rockefeller Vakfı, J.D. Rockefeller’in ideallerine uygun olarak Martin Luther King Sr (Martin Luther King Jr’ın babası) ile yakın çalıştı. Ancak onun etkisi, daha militan örgütlülüklerin – Barışçıl Öğrenci Koordinasyon Komitesi (SNCC) ve Kara Panterler- doğmasıyla birlikte azaldı. Ford ve Rockefeller vakıfları içlerine girdi. 1970’te “ılımlı” siyah örgütlülüklerine 15 milyon dolar bağışladılar, insanlara burslar verdiler, okulu yarıda bırakanlara iş eğitimi programları ve siyahların sahip olduğu işletmelere başlangıç desteği sağladılar. Baskı, rekabet ve tatlı fonlama tuzağı, radikal siyah örgütlülüklerin aşamalı olarak körelmelerine neden oldu.

Martin Luther King Jr, kapitalizm, emperyalizm, ırkçılık ve Vietnam Savaşı arasındaki yasaklı bağları kurdu. Sonuç olarak, suikast ile öldürülmesinden sonra hatırası bile kamu düzeni için zehirli tehdit halini aldı. Vakıflar ve şirketler, vasiyetini pazar dostu bir biçime getirmek için çok çalıştı. Şiddet İçermeyen Toplumsal Değişim İçin Martin Luther King Junior Merkezi; Ford Motor Şirketi, General Motors, Mobil, Western Elektrik, Procter&Gamble, US Çelik ve Monsanto tarafından yapılan 2 milyon dolarlık bağışla kuruldu. Merkez, King Kütüphanesi ve Yurttaş Hakları Hareketi Arşivi’ni muhafaza ediyor. Merkezin yürüttüğü programlar arasında

ABD Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler Din İşleri Kurulu ile yakından çalışılan projeler bulunmakta. Merkez, “Serbest Teşebbüs Sistemi: Şiddet İçermeyen Toplumsal Değişim İçin Bir Araç” ismi verilen Martin Luther King Jr Konferans Dizisi’ni de destekliyor. Amin.

Buna benzer bir başarılı iş, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadelede gerçekleştirildi. Rockefeller Vakfı, 1978 yılında Güney Afrika’ya Dair ABD Politikası Çalışma Komisyonu organize etti. Komisyon raporu, Sovyetler Birliği’nin Afrika Ulusal Kongresi (ANC) üzerindeki artan etkisine dair uyarıda bulundu ve ABD’nin stratejik çıkarları ile şirketlerinin çıkarlarına (örneğin Güney Afrika madenlerine erişim) en iyi şekilde, siyasi iktidarın tüm etnisiteler arasında gerçek biçimde paylaşılması ile hizmet edileceğini belirtti.

Vakıflar, Afrika Ulusal Kongresi’ni (ANC) desteklemeye başladı. ANC, kısa süre sonra Steve Biko’nun Siyah Bilinç hareketi gibi daha radikal örgütlere düşman oldu ve onları neredeyse saf dışı bıraktı. Nelson Mandela, Güney Afrika’nın ilk siyah devlet başkanı olarak yönetimi ele almasıyla birlikte, yaşayan bir aziz ilan edildi; sadece 27 yılını cezaevinde harcayan bir özgürlük savaşçı olduğundan değil, aynı zamanda Washington Konsensusu’nu bütünüyle kabul ettiği için. Sosyalizm, ANC’nin gündeminden kalktı. Güney Afrika’nın ziyadesiyle methedilen ve övülen muazzam “barışçıl geçiş”i, toprak reformunun, tazminatın, Güney Afrika madenlerinin kamulaştırılmasının olmaması anlamına geldi. Bunu yerine özelleştirme ve yapısal uyum vardı. Mandela, Güney Afrika’nın en büyük kamu nişanını, Endonezya’daki komünistlerin katili olan eski destekçisi ve dostu General Suharto’ya verdi. Bugün Güney Afrika’da, ülkeyi Mercedes süren eski radikaller ve sendikacılar grubu yönetiyor. Ancak, Siyah Kurtuluşu illüzyonunu ebedileştirmek için gereğinden fazlası var.

ABD’de “Siyah Gücü”nün (ABD’li siyahların özgürlük hareketi; ç.n.) doğuşu, Kara Panterlerin militan siyasetinin yansıması olarak Dalit Panterleri örgütü vasıtasıyla Hindistan’da radikal, ilerici Dalit hareketin doğuşu için ilham verici uğrak oldu. Ancak Dalit Gücü de tamamen aynı olmasa da benzer yöntemlerle, sağcı Hindu örgütlerinin ve Ford Vakfı’nın hayli yardımıyla çatladı, dağıldı ve tamamen “Dalit Kapitalizmi”ne dönüşme yolunda.

Indian Express gazetesi, geçtiğimiz yılın Aralık ayında, “Dalit Şirketi, kast sistemini yenebilecek işi sergilemeye hazır” başlıklı bir haber verdi. Haber, Dalit Hindistan Sanayi ve Ticaret Odası (DICCI) danışmanlarından birinin sözleriyle devam ediyordu. “Toplumumuzda, bir Dalit toplantısına başbakanı getirmek zor değil. Fakat Dalit müteşebbisler için, Tata ve Godrej ile öğle yemeğinde ve çay saatinde fotoğraf çektirmek –ve geldiklerini kanıtlamak- bir arzu” diyordu. Günümüz Hindistan’ının mevcut durumunda, Dalit müteşebbislerin, yöneticilerin yemek masalarında bir yer edinmemeleri gerektiğini söylemek, kastı savunucu ve gerici olurdu. Ancak bu bir arzuysa, Dalit siyaseti için bir çerçeveyse çok acınası olur. Ve geçimini dışkı temizleyerek sağlayan –başlarının üstünde insan pisliği taşıyan- (Hindistan’da, kanalizasyon sisteminin olmadığı yerlerde tuvaletlerdeki pisliği, biriktiği çukurlara girerek çeşitli manuel yöntemlerle çıkaran ve uzak alanlara taşıyan insanlar mevcut; ç.n.) bir milyon Dalit’e yardım etmekten uzak olur.

Ford Vakfı’ndan burs alan genç Dalit bilim insanları merhametsizce yargılanamaz. Başka kim onlara Hindistan kast sisteminin lağım çukurunun dışına tırmanma imkânı sunuyor? Olayların beklenmedik yönde gelişmesinin utancının da, kabahatinin de büyük kısmı, liderleri büyük çoğunlukla üst sınıftan olan Hindistan komünist hareketine dayanıyor. Yıllardan beri hareket, kast fikrini, Marksist sınıf analizinin içine sokmaya çalışmakta. Hem teoride, hem pratikte acınacak bir halde başarısız oldu. Dalit toplumu ile sol arasındaki uçurum, öngörülü Dalit lideri Dr. Bhimrao Ambedkar ile sendikacı ve Hindistan Komünist Partisi’nin kurucu üyesi S.A. Dange’in arasının açılmasıyla başladı. Dr Ambedkar’ın Komünist Parti’ye dair gerçekleri görmesi, tüm sınıf dayanışması söylemine karşın, partinin, “dokunulmazların” (Ülkede kast sisteminin en altındakiler “pis” görüldüğünden kısaca böyle adlandırılır; ç.n.) diğer kastların “kirletme” olarak gördüğü ipi iğneye geçirme işinde tükürüklerini kullanmaları nedeniyle dokuma bölümü dışında tutulmasını (ve sadece düşük ücretli ip eğirme bölümüne uygun bulunmasını) sakıncalı görmemesiyle, 1928’de Mumbai’deki tekstil işçileri greviyle başladı.

Ambedkar, Hindu kutsal kitabının dokunulamazlığı ve eşitsizliği kurumsallaştırdığı bir toplumda, “dokunulmazlar” için, sosyal haklar ve yurttaşlık hakları için mücadelenin, vaat edilen komünist devrimin yanında çok ivedi olduğunu fark etti. Ambedkariler 8Ambedkari destekçileri; ç.n.) ile sol arasındaki uçurum, her iki taraf için de çok şeye mal oldu. Bu, Dalit nüfusunun büyük çoğunluğunun, Hindistan işçi sınıfının omurgasının, umutlarını yargıya ve meşrutiyete itibara, kapitalizme ve pratiği, kimlik politikalarının önemli bir sönük işareti olan BSP (Halkın Çoğunluğu Partisi: Hindistan’da bir merkez partisi; ç.n.) gibi partilere bağlaması anlamına geldi. Gördüğümüz üzere ABD’de şirket bağışlarıyla işleyen vakıflar STK kültürünü doğurdu. Hindistan’da hedeflenen şirket yardımseverliği ciddi olarak 1990’larda, Yeni Ekonomi Politikaları döneminde başladı. Star Chamber’a üyelik ucuza mal olmadı. Tata grubu, bu muhtaç kuruluşa, Harvard İşletme Okulu’na 50 milyon dolar bağışladı; Cornell Üniversitesi’ne de 50 milyon dolar bağışladı. Infosys’den Nandan Nilekani ve eşi Rohini, Yale Üniversitesi’ndeki Hindistan Girişimi’ne başlangıç bağışı olarak 5 milyon dolar bağışladı. Harvard İnsanlık

Merkezi, Mahindra Grubu’ndan Anand Mahindra’dan şimdiye kadar kendisine yapılan en büyük bağış olan 10 milyon doları almasının ardından şu anda Mahindra İnsanlık Merkezi olmuş durumda.

Madencilik, metal ve enerji sektöründe başlıca hisseye sahip Jindal Grubu, ülke içinde Jindal Küresel Hukuk Okulu’nu işletiyor ve yakında Jindal Yönetim ve Kamu Politikaları Okulu’nu açacak (Ford Vakfı, Kongo’da bir hukuk okulu işletiyor). Infosys’in kârları ile finanse edilip Nandan Nilekani tarafından kaynak sağlanan Yeni Hindistan Vakfı, sosyal bilimcilere ödüller ve burslar veriyor. Jindal Alüminyum’un para tahsis ettiği Sitaram Jindal Vakfı, kırsal kalkınma, fakirliğin giderilmesi, çevre eğitimi ve manevi kalkındırma alanlarının her birinde çalışanlara verilecek 10 milyon rupi nakil ödül duyurusu yaptı. Şu anda Mukesh Ambani tarafından para sağlanan Reliance Grubu’nun Gözlem Araştırma Vakfı (ORF), Rockefeller Vakfı’nın yapısını paylaşıyor. Vakfın, araştırma “ortakları” ve danışmanları sıfatıyla emekli gizli ajanları, stratejik analistleri, politikacıları (hepsi parlamentoda birbirine sövüp sayan), gazetecileri ve karar alıcıları mevcut.

ORF’nin amaçları yeterince açık görünüyor: “Ekonomik reformlar yararına bir mutabakatın gelişmesine destek olmak.” Ve kamuoyu görüşünü şekillendirmek ve etkilemek, “olabildiğince çeşitli uygun, alternatif siyaset seçenekleri yaratmak, geri kalmış bölgelerde istihdam yaratmak ve nükleer, biyolojik ve kimyasal tehditlere karşı gerçek zamanlı stratejiler oluşturulmak.”

Başlarda, ORF’nin belirtilen hedeflerindeki “nükleer, biyolojik ve kimyasal savaş”a dair endişe nedeniyle kafam karıştı. Ancak “kurumsal ortaklar” listesinde dünyanın önde gelen iki silah üreticisi Raytheon ve Lockheed Martin’in adını görmemle bir o kadar azaldı. Raytheon, 2007’de ilgisini Hindistan’a yönelttiğini açıklamıştı. Bu durumun nedeni, Hindistan’ın 32 milyar dolarlık bütçesinin en azından bir kısmının Raytheon ve Lockheed Martin tarafından üretilen silahlara, güdümlü füzelere, uçaklara, savaş gemilerine ve gözetleme araçlarına harcanacak olmasından olmasın?

Savaşmak için silahlar mı gerekiyor? Yoksa silahlara pazar yaratmak için savaşlar mı gerekiyor? Ne de olsa Avrupa, ABD ve İsrail ekonomileri büyük oranda silah sanayilerine bağlı. Çin’den fark yemedikleri şeylerden biri bu.

ABD ve Çin arasındaki yeni Soğuk Savaş’ta Hindistan, Pakistan’ın Rusya ile Soğuk Savaş’ta ABD müttefiki olarak oynadığı rolü oynamak üzere yetiştirilmekte (Pakistan’a ne olduğuna bir bakın). Hindistan ve Çin arasındaki husumetlere vurgu yapan köşe yazarlarının ve “stratejik analist”lerin çoğunun kökenleri, doğrudan ya da dolaylı olarak Hint-Amerikan düşünce kuruluşlarında veya vakıflarda bulunabilir. ABD’nin “stratejik ortağı” olmak, devlet başkanlarının ara sıra birbirleriyle dostça telefon görüşmeleri yapmaları anlamına gelmez. Bu, her düzeyde işbirliği (müdahale) anlamına gelir. Hindistan toprağında, ABD Özel Kuvvetleri’ne ev sahipliği yapmak anlamına gelir (Son olarak bir Pentagon komutanı bunu BBC’de doğruladı). İstihbarat paylaşımı, tarım ve enerji politikalarının değiştirilmesi, sağlık ve eğitim alanlarının küresel yatırıma açılması anlamına gelir. Perakende sektörünün açılması anlamına gelir. Bu, Hindistan’ın dans etmeyi reddettiği an kendisini yakıp kül edecek bir partner tarafından yakında tutulduğu ve sıkıca kucaklandığı eşitsiz bir ortaklık anlamına gelir.

ORF’nin “kurumsal ortaklar” listesinde RAND Şirketi’ni, Ford Vakfı’nı, Dünya Bankası’nı, Brookings Enstitüsü’nü de (açıklanan misyonu, şu üç ana hedefe yaklaştıracak yenilikçi ve pratik tavsiyeler sunmak olan kuruluş: Amerikan demokrasisini güçlendirmek, tüm Amerikalıların ekonomik ve sosyal refahını, güvenliğini ve imkânlarını geliştirmek ve daha açık, güvenli, elverişli ve işbirliğine açık bir uluslararası sistemi güvence altına almak) bulacaksınız. Almanya’dan Rosa Luxemburg Vakfı’nı da listede bulacaksınız. (Zavallı Rosa; komünizm davası için can veren Rosa’nın ismini böyle bir listede bulmak!)

Kapitalizm, rekabete dayalı olmak anlamına geldiği halde besin zincirinin tepesinde olanlar kendilerini aynı zamanda kapsayıcılık ve dayanışma konusunda yeterli gösteriyorlar. Büyük Batılı kapitalistleri faşistlerle, sosyalistlerle, zorbalarla ve askeri diktatörlerle iş yaptılar. Uyumlandırabilirler ve daima yenilik getirebilirler. Hızlı düşünme ve muazzam taktik kurnazlık yeteneğine sahipler.

Ancak ekonomik reformlar vasıtasıyla başarıyla güçlendirilmiş olmalarına karşın, serbest piyasa “demokrasileri”ni devreye sokmak amacıyla açılmış savaşlara ve askeri işgale uğramış ülkelere rağmen, kapitalizm, tehlikesini henüz tamamen ortaya koymamış bir krizden geçiyor. Marx, “Şu halde burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır” demişti.

Marx’ın gördüğü haliyle proletarya, kesintisiz bir saldırı altındadır. Fabrikalar kapatılmakta, iş imkânları ortadan kalkmakta, sendikalar lağvedilmekte. Proletarya, yıllardan beri birbirine karşı her türlü yöntemle kışkırtılmakta. Hindistan’da bu, Müslüman’a karşı Hindu, Hıristiyan’a karşı Hindu, Adivasi’ye karşı Dalit, kasta karşı kast, bölgeye karşı bölge şeklinde. Hal böyleyken, proletarya tüm dünyada direniyor. Çin’de sayısız grev ve ayaklanma var. Hindistan’da, dünyanın en yoksul insanları, alanlarındaki en zengin şirketlerin bazılarını durdurmak için onlara karşı koyuyor.

Kapitalizm krizde. "Damlama” başarısız oldu. Şu anda “fışkırma”nın da başı dertte. Uluslararası finansal iflas yaklaşıyor. Hindistan’ın büyüme oranı yüzde 6.9’a düştü. Yabancı yatırım ülkeden çekiliyor. Devasa para yığınlarının üzerinde oturan başlıca uluslararası şirketler, nereye yatırım yapacaklarından, finansal krizin nasıl biteceğinden emin değiller. Bu, küresel sermayenin ezici gücünde önemli, yapısal bir çatlama.

Kapitalizmin gerçek “mezar kazıcıları”, ideolojiyi imana dönüştürmüş kendi hayali kardinalleri olup çıkabilirler. Stratejik görkemlerine karşın, basit bir gerçeği kavramada sıkıntı yaşıyor görünüyorlar: Kapitalizm, gezegeni yok ediyor. Onu geçmiş krizlerden çıkaran iki eski tezgâh –Savaş ve alışveriş- açık biçimde artık işlemeyecek.

Güneşin batışını seyrederek uzun süre Antilla’nın önünde durdum. Kulenin yüksek olduğu kadar derin de olduğunu hayal ettim. Yerin altında çevresinde kıvrıla kıvrıla ilerleyen, yeryüzünün besinini iştahla emen, onu duman ve altına dönüştüren yirmi yedi kat uzunluğunda bir kökü olduğunu.

Ambaniler, binalarına neden Antilla demeyi tercih ettiler? Antilla, öyküsü 8. yüzyıl İber efsanesine dayanan birtakım efsanevi adanın ismidir. Müslümanlar Hispanya’yı (Hispanya, İber Yarımadası’na Romalılar tarafından verilen isimdir; ç.n.) işgal ettiklerinde altı Hıristiyan Vizigot piskoposu ve onların kilise cemaatlerinin üyeleri gemilere binmişler ve kaçmışlar. Denizde geçirdikleri günlerden, belki de haftalardan sonra yerleşmeye ve yeni bir medeniyet oluşturmaya karar verdikleri Antilla adalarına varmışlar. Barbarların egemen oldukları yurtları ile bağlarını kalıcı biçimde kesmek için de kayıklarını yakmışlar.

Ambaniler, kulelerine Antilla diyerek yurtlarının yoksulluğu ve sefaletiyle bağlarını kalıcı olarak kesmeyi ve yeni bir medeniyet kurmayı mı umdular? Bu, Hindistan’daki en başarılı ayrılıkçı hareketin son oyunu mu? Orta ve üst sınıfların uzay boşluğuna ayrılması mı?

Mumbai’nin üstüne gece inerken, ellerinde cızırdayan telsizlerle kırışık keten gömlekli nöbetçiler Antilla’nın ürkütücü kapılarının önünde beliriyor. Işıklar parıldadı; belki de hayaletleri korkutup kaçırmak için. Komşuları, Antilla’nın parlak ışıklarının geceyi çaldığından yakınıyorlar.

Belki de geceyi geri almamızın vaktidir.


http://www.outlookindia.com/article.aspx?280234 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi