Content feed Comments Feed

Jacobin yazarı Rajeev Ravisankar, Marksizm ile Hıristiyanlık arasındaki tarihsel ilişkiye, benzerliklere ve ittifak olasılıklarına dair bir yazı kaleme aldı.


Azgın tüketim özendiriciliği ve bir kurtarıcı figürü yüceltmesiyle Christmas, solun büyük kısmı nezdinde lanetli bir şeydir. Doğal olarak, seküler ve bilimsel düşünen solcular arasında bu inanç yitirme hissi Hıristiyanlığa ve daha geniş haliyle dinsel inanca dek uzanır.

Buna karşın, sol politikalar ve Hıristiyanlık yoğun ideolojik kuşkulara karşın birbirini etkilemiş ve ihtilaflı olmayan yollarda birbiriyle kesişmiştir. Marksizm, dine yönelik katı eleştirileriyle bilinirken, Marx, “dini ıstırap”ı, “gerçek ıstırabın ifadesi ve gerçek ıstıraba karşı protesto”* olarak tanımlamıştır. Engels, Hıristiyanlığın ortaya çıkışını direnişin dip dalgası olarak görmüş ve “Hıristiyanlık, her büyük devrimci hareket gibi kitleler tarafından yaratılmıştır” diye yazmıştır.

İşçi sınıfından Hıristiyanlar, kilise içindeki hiyerarşi ve eşitsizliklere karşı çıkmak, emeği, toprak ve barınma hakkını savunmak, militarizme, ırkçılığa ve yoksulluğa karşı propaganda yapmak için, Hıristiyanlık dâhilindeki ilerici unsurları yakalamışlardır. 1800’lerin sonları ve 1900’lerin başlarında Protestanlar arasında Sosyal İncil (1870-1920 yılları arasında Birleşik Devletler’de öne çıkan dini toplumsal reform hareketidir. Savunucuları, Tanrı Krallığının hem toplumsal hem de bireysel kurtuluş sağladığı şeklinde yorumlarlar; ç.n.) sadece bireysel kurtuluş değil, toplumsal kurtuluşa giden yola işaret etmiştir. Katolik Emekçi hareketi, antimilitarizmi ve yoksullara yardımı vaaz etmeye devam etmektedir.

Bazı Hıristiyanlar –Uluslararası Sanayi İşçileri’nin kurulmasında en önemli şahsiyetlerden olan Thomas J. Hagerty’nin de aralarında olduğu- sosyalist ve komünist düşünceleri (açıkça Marksist değilse de) toplumsal analizlerine ve siyasi pratiklerine dâhil etmişlerdir. Güney Amerika bağlamında, Hıristiyanlık ve Marksizm, ekonomik sömürüyle mücadele eden ve diktatörlüğe, baskıya ve ABD emperyalizmine meydan okuyan yoksullara ve ezilenlere birincil özne rolünü veren kurtuluş teolojisi biçiminde kaynaştırılmıştır.

Hıristiyan memur sınıfı, böylesi bir heterodoksi ile doluydu. 1949 yılında Papa XII. Pius’un ofisi, Katoliklerin, komünist örgütlere katılma, destekleme ve hatta bu örgütlerin yazılı kaynaklarını okumalarını yasaklayan bir buyruk yayımlamıştı. Kurtuluş teolojisinin –San Salvador başpiskoposu Oscar Romero gibi isimler şahsına temsil edilen- birkaç on yıl sonra önem kazanmasıyla birlikte Vatikan, sol öğretiye acımasızca saldırmaya başladı. Kurtuluş teolojisi, Papa II. Jean Paul’un 1979’da iddia ettiği şekliyle “kilisenin ilmihali ile örtüşmez”.

Yine de Hıristiyanlık ile Marksizm arasındaki endişe verici ilişki, yalnızca elit düşmanların filleriyle suçlanamaz. Marksizm’in ateizm ile olan kuvvetli birlikteliğini, solun, dinin ve kiliselerin yönetici sınıfın araçları olduğu doğrultusundaki eskiden beri gelen görüşü ve iki tarafın destekçilerinin birbirlerine yönelik münferit şiddet eylemlerini göz önünde bulundurursak, kuşkucular iki geleneğin köklü bir şekilde bağdaşmaz olduğu konusunda kanıt eksikliği hissetmiyorlardı.

Bu gerilimlerin birkaçını detaylı bir şekilde ele alan bazı düşünürler, uzlaşma zemini bulunduğunu iddia ediyorlar. Andrew Collier’in Hıristiyanlık ve Marksizm: Uzlaşmalarına Felsefi Bir Katkı kitabı böyle bir girişimdir.

2014 yılında yaşamını yitiren Collier, Hıristiyanlık ve Marksizm’i birbirinden ayıran fay hatlarını sümen altı etmemiştir. Hıristiyanlık ve Marksizm kitabının bilhassa önemli olan bir bölümünde –‘Hıristiyanlar ve Marksistler birbirlerinden ne öğrenebilirler’ başlıklı bölüm- birkaç şeye dikkat çeker: Marksizm’in ateizmi, tarihsel materyalizmi ve pasif direniş sorunu.

Birincisine dair Collier şunu savunur: “Marx’ın ateizminin, onun bilimsel sosyalizmi üzerinde hiçbir etkisi ve sosyalist siyasi pratiği üzerinde asli bir etkisi olmamıştır. Ütopyacılık da dahil öteki temel konularda belirgin örtüşme olduğunda ısrar eder: “Günahkarlık öğretisi ile Hıristiyanlık ve gerçekten materyalist Marksizm’in her ikisi de… İnsan toplumunda böylesi olasılıklarla ilgili aşırı iyimserliğe karşı uyarırlar: kusursuz toplum olamaz.”

Her iki cenah aynı tehdit altında: “burjuvalaşma”. Daha zengin insanlar Hıristiyan cemaatine katıldıkça, cemaatin işçi sınıfından olan yandaşlarıyla aradaki toplumsal mesafe açılmıştır. Collier, bu eğilimle mücadeleye dair şunu yazmıştır:

“Hıristiyanlara, nerede yaşıyorlarsa oradaki işçi sınıfı hareketine bağlı olmaları için öncülük edilmeli. Onların davaları adil olduğu için böyle yapılmalı; ancak bu bağlılık aynı zamanda işçi sınıfı yaşamının gerçekliklerine karşı burjuvazinin kayıtsız tavırlarını parçalama doğrultusunda geliştirici bir etkiye sahip olacaktır.”

Collier, Doğu Bloku’nun çöküşüne, “hedeflenen fakat sağlanmasında başarısız olunan post-Stalinist rejimler gibi gerçekten sınıfsız ve adil bir toplum için çalışmak” yerine, “restore edilen/yenileştirilen kapitalistlerle barışarak” yanıt veren Hıristiyanlara da veryansın eder.

Öte yandan Collier, Sovyetlerin “imtiyazlı bürokrasisinin”, “burjuva özlemleri”ni yerer ve “atomize edilmiş bireyleri gereğinden fazla yönetici bulunduran devletle yüz yüze” bırakan, “sosyalist sivil toplum” oluşturmak üzere kendilerine sosyalist diyen devletlerin yetersizliklerinden hayıflanır. Collier burada, sosyalistlerin Hıristiyanların “totaliter ticari tutum” karşısındaki refleksif karşı koyuşlarından ve moda fikirlere karşı direnişlerinden ders alabileceklerini ileri sürer.

Collier, toplumsal kontrolün önemini tekrar ileri sürer:

“Esasen toplumun bireyler, hatta doğa üzerindeki kontrolünü kastetmiyorum; hem doğa hem de insan üzerinde devasa ve çoğunlukla yıkıcı etkisi olan fakat kapitalizmin etkisi altındayken kontrol edilemeyen toplumsal güçler, toplum tarafından yaratılan güçler üzerinde kontrolü kastediyorum.”

Collier, Marksizmin “insanlığın, piyasa güçleri biçimindeki yabancılaştırılmış güçlerden kurtuluşunu” amaçladığı ölçüde Hıristiyanlıkta bir müttefik görür. Her ikisi de “her şeyi alma ve satma” yetisini sınırlama çabasında olmuştur.

İkisi liberalizm ve postmodernizmin karşı tarafında, piyasa mantığıyla teşvik edilen “atomizm” ve “parçalanmaya” karşı durarak felsefi alemde de müttefik işlevi görebilirler. Marksizm de, Hıristiyanlık da, “kapitalizm koşullarında sadece toplumun değil, insanın da parçalanmasını” açıklayabilir ve karşı koyabilir.

Collier’in Marksizm ve Hıristiyanlığı uzlaştırma çabaları sadece bir ittifaka ilişkin politik ihtimallerin altını çizmez, ikisi arasındaki kalıcı uçurumu da vurgular. Çekiç ve haçın buluşması zorlama bir Christmas mucizesi değil, Trump çağında bir politik gereksinimdir.

*: Karl Marx’ın, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” eserinde geçen, “Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur” cümlesine atıfla.

https://www.jacobinmag.com/2016/12/hammer-cross-left-christian-revolutionary-andrew-collier/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

FARC-EP Merkez Kumandanlığı, Kolombiya hükümeti ile imzaladıkları barış anlaşmasının reddedildiği referandumun ardından ikinci bir yazılı açıklama yayımlayarak barışın vazgeçilmezliğini ve anlaşmanın geçerliliğini vurguladı.


1- FARC-EP, Kolombiya ve dünyanın önünde ülke genelin deki gerilla cephelerinin nihai ve çift taraflı ateşkesi sürdüreceğini, çatışma kurbanlarının mağduriyetinin giderilmesi için gerekli bir önlem ve hükümetle yapılan anlaşmaya saygının göstergesi olarak teyit eder.

2- Toplumsal ve siyasal hareketi, seferberlik ve barışçıl ifadenin diğer biçimleriyle, İstikrarlı ve Kalıcı Barışın İnşası İçin Nihai Anlaşma’yı kararlılıkla desteklemeye çağırıyoruz. Kolombiya’da barış, nefret ve şiddete karşı galip gelmesi gereken anayasal bir hak ve zorunlu bir görevdir.

3- Barış, çoğunlukçuluk karşıtı bir haktır, çünkü insan onuru için yapılandırıcı ve olmazsa olmazdır. Bu yüzden, son kararında referandumun hukuki bir sonucunun olmadığını onaylayan Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına olanak tanır. Etkisi politiktir.

4- İstikrarlı ve Kalıcı Barışın İnşası İçin Nihai Anlaşma, bir özel anlaşma olarak imzalanmıştır ve Bern’de İsviçre Federal Meclisi teminatı altına alınmıştır. Bu durum anlaşmaya inkâr edilemez ve geri dönülemez bir hukuki sonuç bahşetmiştir.

5-
FARC-EP anlaşmaya sadıktır. Onurlu barış vazgeçilemezdir. Anlaşmayı sabote etmek isteyen savaş çığırtkanlarının hisleri, hiçbir zaman uyum, katılma ve toplumsal adalet duygularından daha güçlü olmayacaktır.

FARC-EP MERKEZ BAŞKUMANDANLIĞI


https://www.farc-epeace.org/communiques/farc-ep/item/1714-peace-is-here-to-stay.html adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Kolombiya’da halk oyuna sunulan barış anlaşmasının ret oyu almasının ardından FARC-EP yazılı bir açıklama yayımladı.


Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP), nefret ve hınç yayan yıkıcı gücün, Kolombiya halkının fikrini etkilemesinden derin üzüntü duymaktadır.

Bugün ortaya çıkan sonucun, politik bir hareket olarak görevimizin hâlâ daha büyük olduğunu ve istikrarlı ve kalıcı bir barış için daha güçlü olmamızı gerektirdiğini biliyoruz.

FARC-EP barış arzusunu sürdürmektedir ve geleceğin inşasında silah olarak sadece sözün kullanılması doğrultusundaki isteğini pekiştirmektedir.

Bize güvenen ve barışı hayal eden Kolombiya halkına.

Barış galip gelecek.

https://www.farc-epeace.org/communiques/farc-ep/item/1711-farc-ep-communique.html adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Brezilyalı Marksist sosyolog Michael Löwy, ülkesinde yaşanan “yasal darbe” sürecine ilişkin değerlendirmelerde bulunurken, bugün yaşananlar ile 1964 yılındaki darbe süreci arasındaki benzerlikleri ortaya koydu.


Hadi dobra dobra konuşalım. Brezilya’da seçilmiş devlet başkanının görevden alınmasıyla yaşadığımız şey bir darbe. Sözüm ona yasal, “anayasal”, “kurumsal”, parlamenter, her ne isterseniz öule ama ne olursa olsun bir darbe.

Çok büyük ölçüde yolsuzluğa bulaşan parlamenterler –milletvekilleri ve senatörler- (yüzde 60’lık bir orandan bahsediliyor) Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff’e yönelik, geçmiş Brezilya hükümetleri tarafından da rutin olarak uygulanan kamu muhasebesindeki açıkları kapatma amaçlı ayarlamadan kaynaklı hesap düzensizliklerinin arkasına saklanarak görevden alma prosedürü oluşturdular. Şüphesiz, İşçi Partisi’nin (PT) birkaç yöneticisi ulusal petrol şirketi Petrobras ile ilgili yolsuzluğa bulaşmıştır ancak Dilma değil.

Aslına bakarsanız, başkana karşı kampanyaya öncülük eden sağcı politikacılar Parlamento Başkanı Eduardo Cunha’dan (yakın zamanda onun da görevi askıya alındı) başlayarak yolsuzlukla, para aklamayla, Panama’da vergi kaçırmayla, daha başka şeylerle suçlanan, yani bu konuda en çok çamura bulaşanlardır.

Yasal darbe uygulaması, Latin Amerika oligarşilerinin yeni stratejisi gibi görünüyor. Honduras ve Paraguay’da –basının her zaman “muz cumhuriyeti” olduklarına değindiği ülkeler- denendi ve solcu (oldukça ılımlı) devlet başkanlarını devre dışı bırakarak etkili olduğu kanıtlandı.

Dilma’ya birçok eleştiri yöneltebilirsiniz: seçim vaatlerini yerine getirmedi ve bankacılara, sanayicilere, büyük toprak sahiplerine muazzam imtiyazlar tanıdı. Geçen yıl, siyasal ve toplumsal sol, ekonomik ve sosyal politikada değişiklik talep etti. Ancak Brezilya’da kutsal sağın oligarşisi –finansal, endüstriyel ve tarımsal sermaye seçkinleri- daha fazla imtiyazla yetinmedi: bütün iktidarı istiyorlar. Artık müzakere etmek değil, güvenilir sırdaşları aracılığıyla doğrudan yönetmek ve son yıllardaki birkaç toplumsal kazanımı yok etmek istiyorlar.

Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i kitabında Hegel’e atıfta bulunarak “Tarihsel olaylar kendilerini tekrar eder; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…” demiştir. Bu, Brezilya’ya kusursuz biçimde uyuyor. Nisan 1964’te gerçekleşen askeri darbe, Brezilya’yı yüzlerce ölüm ve binlerce işkence pahasına 20 yıllık askeri diktatörlüğe saplayan bir trajediydi. Mayıs 2016’da gerçekleşen parlamenter darbe ise komedi; gerici ve yolsuzluklarıyla nam salmış parlamenterler kliğinin, 54 milyon Brezilyalının oylarıyla demokratik biçimde seçilmiş devlet başkanını “hesap düzensizlikleri” namına devirmesine şahit olduğumuz trajikomik bir olay. Sağdaki bu partiler ittifakının başlıca bileşeni, “üç B” (İngilizce Bullets, Beef ve Bible kelimelerinin baş harfleri; ç.n.) adı verilen meclis bloğu: “Mermiler” (askeri polisle, ölüm mangalarıyla ve diğer özel milislerle ilişkideki üyeler), Sığır eti (sığır yetiştiren büyük toprak sahipleri) ve İncil (Pentekostalist, homofobik ve mizojinist/kadın düşmanı neo-fundamentalistler). Dilma’nın görevden alınmasının en coşkulu destekçileri arasında, oyunu askeri diktatörlüğün yetkililerine, özellikle de namlı işkencecilerden Albay Ustra’ya adayan milletvekili Jairo Bolsonaro var. 1970’lerin başında silahlı bir direniş grubunun üyesi olan Dilma Rousseff de, gazeteci ve devrimci olan, 1971 yılında 21 yaşında işkencede yaşamını yitiren arkadaşım Luis Eduardo Merlino ile birlikte Ustra’nın kurbanları arasında.

Yardımcıları tarafından atanan yeni Devlet Başkanı Michel Temer’in kendisi birkaç olaya bulaşsa da şu ana dek herhangi bir incelemeye uğramadı. Son yapılan kamuoyu araştırmalarından birinde Brezilyalılara Temer’e oy verip vermeyecekleri soruldu ve sadece yüzde 2’sinden olumlu yanıt alındı.

1964 yılında “Özgürlük İçin Aileler Tanrıyla” gösterileri, Devlet Başkanı Joâo Goulart’a karşı darbenin zeminini hazırlamıştı; şimdi basın tarafından tahrik edilen yeni “vatansever” kalabalıklar Dilma’nın görevden alınması ve bazı durumlarda da ordunun geri dönmesi talebi için harekete geçirildiler. Esas olarak orta sınıfa mensup beyazlardan oluşan (Brezilya, ağırlıklı olarak siyahlardan ve melezlerden oluşur) bu kalabalıklar, medya tarafından yaptıklarının “yolsuzluğa karşı mücadele” olduğu doğrultusunda kandırılmaktalar.

1964 yılındaki trajedi ve 2016’daki komedi, demokrasi nefreti konusunda ortaklar. Bu iki perde, Brezilya’daki egemen sınıfın demokrasi ve halk iradesine yönelik derin saygısızlığını gözler önüne serdi. “Yasal” darbe, Honduras ve Paraguay’da olduğu gibi asgari zorlukla mı ilerleyecek? Bu çok kesin değil –halk tabakaları, toplumsal hareketler ve isyankâr gençlik henüz son sözlerini söylemediler.

http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article4512 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff, Senato tarafından yargılanırken koltuğundan geçici olarak uzaklaştırıldı. Suçlu bulunursa, Brezilya’da “ihanet” anlamına gelen şekilde görevden alınacak. Son birkaç aydaki politik manevraları takip etmeye çalışanların, hatta Brezilyalıların bile süreçte gerçekleşen çok sayıda dönüşle kafalarının karışması mazur görülebilir.

Bu noktada ortadaki gerçek mesele ne? Başkan Rousseff’in tekrar tekrar dillendirdiği şekliyle bu bir anayasal darbe mi? Ya da “muhalefet”in iddia ettiği şekliyle, başkanı, kendisinin ve kabine üyeleri ile danışmanlarının ağır kabahatleri nedeniyle sorumlu tutan meşru bir eylem mi? Eğer ikincisiyse, Rousseff’in ikinci görev dönemi için çok büyük farkla rahatlıkla seçildiği 2015 yılından önce, birinci döneminde değil de neden şimdi ortaya çıkıyor?

Rousseff, uzun bir zaman boyunca başkanlıktaki selefi Luiz Inácio Lula da Silva (Lula) tarafından liderlik edilen İşçi Partisi’nin (PT) bir üyesi. Yaşanan olaylara bakmanın bir yolu, bunu PT’nin tarihinin bir parçası olarak görmek –iktidara geliyor ve şimdi çok büyük ihtimalle iktidarı elinden alınıyor-.

PT (İşçi Partisi) nedir ve Brezilya siyasetinde neyi temsil etmektedir? PT, 1964 yılında gerçekleşen darbeden o güne dek ülkeyi yöneten askeri diktatörlüğe muhalif bir parti olarak 1980 yılında kuruldu. Marksist grupları, İşçilerin Merkezi Birliği (CUT), Topraksız İşçiler Hareketi (MST) gibi büyük sivil birlikleri ve Kurtuluş Teolojisi inancından Katolik hareketleri bir araya getiren sosyalist, anti-emperyalist bir partiydi.

Hem ordunun hem de Brezilya’daki geleneksel düzen partilerinin bakış açısından PT, ülkenin muhafazakâr ekonomik ve toplumsal yapısını tehdit eden tehlikeli bir devrimci partiydi. ABD, partinin “anti-emperyalizm”ini esasen kendisinin Latin Amerika siyasetindeki hâkim rolünü hedef alan bir şey olarak görüyordu –ki gerçekten de öyleydi-.

PT, iktidarı gerilla ayaklanmasıyla değil parlamenter seçimler yoluyla almayı hedeflese de, parlamento dışı gösterilerle güçlü kaldı ve desteklendi. PT adayı Lula’nın başkan olması için 2003 yılına dek dört başkanlık seçimi geçti. Brezilya düzeni, bunun gerçeğe dönüşmesini hiçbir zaman beklemiyordu ve bunun sürebilmesinin imkân dâhilinde olduğunu hiçbir zaman kabul etmedi. O günden bu yana tüm enerjilerini PT’yi iktidardan indirmeye adadılar. 2016 yılında istediklerini elde etmiş olabilirler. Tarihçiler gelecekte 2003-2016 arasını belki de 15 yıllık PT ara dönemi olarak görecekler.

Bu ara dönemde gerçekte olan ne? İktidardaki PT, muhaliflerinin korktuğundan çok daha az radikaldi, ancak sadece başkanlık koltuğunda oturanları değil, Brezilya siyasetinde meşru yere sahip bir hareket olarak PT’yi yok etme arzularının durmak bilmez halde sürmesi için hâlâ yeterince radikaldi.

PT, 2003 yılında seçim yoluyla iktidara gelebildiyse bu, programının büyüyen cazibesi ile retoriğinin yanı sıra ABD’nin jeopolitik gücündeki gerilemenin bileşiminin sonucudur. Peki PT iktidardaki zamanını nasıl kullandı? Bir yandan, Bolsa Familia (Aile Ödeneği) içeren Fome Zero (Sıfır Açlık) olarak bilinen bir yeniden bölüşüm programıyla Brezilya’nın en yoksul tabakasına yardım etme arayışında oldu –ki bu program gerçekten de gelir düzeyini yükseltti ve Brezilya’nın muzdarip olduğu muazzam eşitsizlikleri azalttı-.

Ek olarak, PT iktidarında Brezilya’nın dış politikasında, ülkenin ABD’nin jeopolitik tahakkümüne yönelik tarihsel itaatinden belirgin bir kaçış göze çarptı. Brezilya, Küba’yı içeren, ABD ve Kanada’yı dışarıda bırakan özerk Latin Amerikan yapıları yaratma konusunda öncülük etti.

Diğer yandan, Brezilya’nın makroekonomik politikaları, devlet politikalarının piyasa yönelimlerine dair neoliberal vurgular açısından son derece ortodoks kaldı. Ve PT’nin çevresel yıkımı engellemeye dair birçok vaadi hiçbir zaman ciddi bir şekilde yerine getirilmedi. PT, tarımsal reforma ilişkin sözünü de hiçbir zaman yerine getirmedi.

Özetle, PT’nin bir sol hareket olarak performansı karmakarışıktı. Bunun bir sonucu olarak, parti içindeki gruplar ve daha büyük politik müttefikleri sürekli eksildiler. Bu da 2015 yılında PT’nin, düşmanlarının onu yok etme planını uygulamalarına imkân verecek şekilde zayıflamış bir konuma gelmesiyle sonuçlandı.

Senaryo basitti. Yolsuzluk suçlamalarının merkezine oturtuldu. Yolsuzluk, Brezilya siyasetinde her zaman muazzam ve sık görülür olmuştur ve PT’deki önemli figürler kesinlikle bu pratikten muaf değildi. Dilma Rousseff, bu suçlamalara maruz kalmayanlardandı. Eee sonra ne oldu? Suçlama sürecine öncülük eden isim olan Temsilciler Meclisi Başkanı Eduardo Cunha’nın (ve aynı zamanda Evanjelik Hristiyan) kendisi, yolsuzluk soruşturması nedeniyle görevden alınmıştı. Önemi yok! Süreç, Dilma Rousseff’in yolsuzluğu frenleme konusunda kendi sorumluluğunu yerine getirememesi üzerinden ilerledi. Bu da Boaventura dos Santos Sousa’nın durumu, dürüst bir siyasetçinin en yozlaşmış olan tarafından devrilmesi şeklinde özetlemesine yol açtı.

Rousseff’in görevi askıya alındı, Başkan Yardımcısı Michel Temer geçici devlet başkanı olarak göreve atandı ve o da hızla aşırı sağcı bir kabine atadı. Şu neredeyse kesin görünüyor ki, Rousseff sorumlu addedilecek ve kalıcı olarak görevden alınacak. Ancak gerçek hedef Rousseff değil. Gerçek hedef Lula. Brezilya yasalarına göre hiçbir başkan üst üste iki dönemden fazla koltukta kalamaz. Herkesin beklentisi, Lula’nın 2019 yılındaki başkanlık seçimlerinde PT’nin adayı olacağı yönünde.

Lula, Brezilya’nın uzun zamandan beri en popüler siyasetçisi oldu. Ve popülaritesi, yolsuzluk skandalı ile kısmen lekelense de seçimleri kazanacak kadar popüler kalacağa benziyor. Bu nedenle sağ güçler şimdi onu, gerçekten yolsuzluk ile suçlamaya ve bu nedenle aday olamaz hale getirmeye çalışacak.

Bu durumda ne olacak? Kimse emin değil. Sağcı politikacılar başkanlık için kendi içlerinde mücadele edecekler. Ordu bir kez daha iktidara el koymaya karar verebilir. Mutlak görünen şey PT’nin bittiği. PT, iktidarını merkezde duran bir hükümet olarak ifa etme, programını dengeleme çabasındaydı. Fakat ciddi bütçe açığı ve dünya petrol fiyatları ile Brezilya’nın başka ihracat mallarının fiyatlarındaki düşüş, seçmen kitlesinin büyük bir parçasını hayal kırıklığına uğrattı. Bugün başka birçok ülkede olduğu gibi, kitlesel hoşnutsuzluk standart siyasetinin reddini beraberinde getiriyor.

PT’nin halefi olacak bir hareketin yapacağı şey, tutarlı bir sol anti-emperyalist hareket olan kökenlerine dönmek olabilir. Bu, PT için 1980’de olduğundan daha kolay değil. 1980 ile bugün arasındaki fark, modern dünya sisteminin içinde bulunduğu yapısal krizin derecesi. Mücadele dünya çapında ve Brezilya solu bu mücadelede başrolü oynayabilir ya da küresel ilgisizliğe ve ulusal sefalete gerileyebilir.

http://agenceglobal.com/index.php?show=article&Tid=2975 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü - Dünyadan Çeviri

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Brezilya Topraksız İşçiler Hareketi (MST), Brezilya’da yaşanan siyasi krize dair detaylı bir bakışla krizin emekçileri nasıl etkileyeceğini ve buna karşı nasıl bir cevap verilmesi gerektiğine dair görüşlerini ifade etti.


1. Krizin doğası

Brezilya’daki siyasi kriz, son haftalarda ivme ve hız kazandı. Her gün isnatlar, suçlamalar, tehditler ve krizin sonucuna dair tahminlere şahit oluyoruz. Sağdan gelen nefret ve şiddet tahrikleri aktivistlere ve örgütlere yönelik tehditlerle artıyor. Böylesi bir yanlış bilgilendirme ve söylenti ortamında birçok kişi kaybetmiş ya da cesareti kırılmış hissedebilir. Bu sebeple, kimin ve hangi çıkarların kapsandığının yanı sıra neyin tehlikede olduğu konusunda da net olmak önemli.

Brezilya’daki mevcut siyasi uğrağı anlamak için, hesaba katacağımız ilk unsur krizin Brezilya’ya özgü olmadığı. Bilakis, bu kriz, 2008 yılında başlayan ve uluslararası kapitalist sistemdeki sayısız şirketi etkileyen ekonomik krizin devam eden bir sonucu. Bütün ülkeler iflasa doğru gitti ve dünya ekonomisi teşkilatlanması dengesini yitirdi. Şu anda ihtilaflı olan şey, önümüzdeki yıllarda ekonominin düzeninin eksiksiz olarak nasıl sağlanacağı.

Dünya genelinde sermaye, net biçimde krizden çıkış yolu için tasarlanıyor: düşürülmüş emtia (tarımsal ürünler, petrol vb.) fiyatları ve kâr oranlarını sağlama almak için azaltılan ücretler ve emekçilerin hakları. Latin Amerika genelinde uygulamaya çalıştıkları ve ülkelerimizi tekrar ABD ile aynı hizaya sokmayı da içeren proje bu. Brezilya’nın, daha önce benzerini Venezüella, Bolivya ve Arjantin’de gördüğümüz şekilde şu anda sağın saldırısına uğramasının nedeni bu.

Ancak bu krizden çıkış, kapitalizm yeniden işler hale gelsin diye fedakârlık yükünü emekçilerin sırtına yüklüyor. Bu çıkış yolu sadece toplumsal krizi arttırır, çünkü planın işlemesi için haklar azalırken işsizlik artmalıdır. Dahası, ekonomik kriz, çevresel kriz ve değerler krizi gibi başka krizlerin içinde gözler önüne serildi.

Brezilya’da bu proje net. Proje, kazanımların ve emeklilik gibi sosyal hakların (emeklilik yaşının yükseltilmesi) zayıflatılması, ücretlerin düşürülmesi anlamına geliyor. Aynı zamanda, hidroelektrik enerji santrallerinin, kamu bankalarının yanı sıra petrol gibi önemli maden kaynaklarının yabancı şirketlere teslim edilmesi ve sosyal projelerin askıya alınması anlamına geliyor.

Brezilya’da ekonomik krizi kızıştıran şey, siyasi bir krizle de karşı karşıya olmamız. Öte yandan, kazanımları ve sosyal hakları ileri taşıması için seçilmiş bir hükümetimiz var. Ancak seçildiğinde sahip olduğu düzlemin gereğini yapmadı. Diğer taraftan, halk tarafından değil, milyonluk kampanya bağışları vasıtasıyla büyük şirketler tarafından seçilmiş bir meclisimiz var. Şirketlerin, temsilciler ve senatörlerin kimler olacağına ve ne yönde oy vereceklerine karar vermesi ile sonuçlandı bu. Örneğin 2015 yılında ulusal meclisin bütün gündemi emekçilerin haklarına karşı, şirketlerin ise çıkarınaydı.

2. Krizden çıkışın gerçek yolu

Bu durumdan çıkışın yolu, özel bir kurucu meclis ve özel kampanya bağışlarının yasaklanması, daha şeffaf kampanyaların oluşturulması, özellikle kilit konularda referandumlar yoluyla halkın katılımının başka mekanizmalarının yaratılması kanalıyla adamakıllı bir politik reformdan geçecektir.

Siyasi krizi ateşleyen şey, iş ve milyon dolarlık sözleşmeler karşılığında şirketlerce yapılan yasadışı bağışlara yönelik Araba Yıkama Operasyonu denilen meşru soruşturmaydı. Suçlamaya tüm partilerden siyasetçiler dahildi fakat Parana Kamu Bakanlığı’ndan yargıç Sergio Moro sadece İşçi Partisi (PT) ile bağlantılı siyasetçileri hedef aldı.

Sergio Moro’nun icraatları, yargının başka kesimlerinden ve araştırma verilerine illegal biçimde erişerek sadece kendi çıkarına olan bölümleri yayınlayan Globo Network’den de (Latin Amerika’da yayın yapan dünyanın en büyük ikinci televizyon ağı; ç.n.) ortaklıklar buldu. Seçimle gelmedikleri ve Brezilya demokrasisinde gücün istismar edilmesini engellemek doğrultusunda bir toplumsal kontrol mekanizması bulunmadığı için yargı da, medya ile birlikte kimseye hesap verme sorumluluğu olmadan hareket ediyor.

Sandıkta kaybettiğinden beri, sağın özelleştirme projesi ve onu koruyan sermaye, futbolda söylendiği şekliyle “sahada” kazanmak istiyor. Devam etmekte olan oyunun kurallarını halka danışmanda değiştirerek kazanmak istiyorlar. Bunun için ilk hedefleri devlet başkanımız Dilma Rousseff’i görevden almak. Hükümetinin yaptığı tüm hatalara karşın demokratik şekilde seçildiği ve herhangi bir suçla itham edilmediği inkâr edilemez. Bu sebeple, başkanlıktan çekilmesi yolunda ithamların temeli yok. Sağ için geriye kalan tek eylem demokrasinin sonlandırılması.

Ancak başkanı görevden almak sağ için yeterli değil. Kriz uzun erimli ve projeleri de daha uzun sürmeli. Bu nedenle, ithamların yanında sağ, 2018 yılında kendilerini yeniden yenebilecek tüm adayları ekarte etmeye çalışıyor ve bu yüzden, İşçi Partisi’nin (PT) ve partinin esas lideri eski devlet başkanı Lula’nın önünü almaları önemli.

Şu ana dek Dilma’ya ya da eski devlet başkanına yönelik hiçbir suçlama kanıtlanmış değil. Ancak medya –bilhassa Globo Tv- ve sosyal ağlar, emekçileri, bahsedilen olayların hakikaten gerçekleştiğine ikna edecek şekilde söylenti ve yalanları besleyerek bunlara geniş aleniyet sağlıyor.

Süreç; anayasaya, kanunlara ve yerleşik yasalara riayet etmediğinden bu bir darbe.

Ordunun 1964 yılında yaptığının aynısı: halkı yok saydılar ve kendi kanunlarını uygulamaya koydular.

Ve bugün bunu meşru bir şekilde seçilmiş devlet başkanına yapıyorlarsa, mücadeleye giriştiğimizde haklarımızın üzerinden geçerek, gerekçesiz şekilde liderlerimizi tutuklayarak ve benzeri şekillerde, halk hareketlerine çok daha kötüsünü yapabilirler.

Ve sağ bu iklimi yaratmak için sağcı kesimleri gösteriler düzenlemeye ve aktivistlere, parti merkezlerine, sendikalara ve hareketlere saldırmaya teşvik ediyor.

3. Sağın gerçek hedefleri


Aslında sermaye, kâr oranlarının düşmesi, şirketlerin başarısız olması, daha güçlü yabancı kapitalistlerle rekabete girilmesi anlamına gelen ciddi bir krizle karşı karşıya. Bu aynı zamanda servetin finansal sistemde toplanması krizi. Ekonomide neo-liberal değişimler yapmak için geniş güçlere ihtiyaçları var.

Önceki kâr oranlarını yeniden kazanmak için emekçiler tarafından kazanılmış tarihsel hakları ortadan kaldırmaları gerekiyor. Ücretleri düşmeye zorlamak için işsizlik oranını yükseltme gereksinimleri var. Daha önce eğitime, sağlığa, tarım reformuna giden kamu kaynaklarını azaltmaya ve tüm bu kaynakları kendi yatırım modellerine kullanmaya ihtiyaçları var. Sanki ödüyorlarmış gibi vergileri düşürmek istiyorlar.

Kapitalistler için zenginliğin ve olağanüstü gelirin kaynağı olan elde son kalan elektrik şirketleri ve petrol ile özelleştirme döngüsünü tamamlamaları gerekiyor.

Ancak bu neo-liberal modeli uygulamak için, Dilma’nın hükümetinde olduğu gibi koalisyon hükümeti oluşturamazlar. Daha geniş yetkilere ihtiyaçları var. Ve bir darbe yaparak Rousseff’i görevden almaya, başkan yardımcısı Temer’i koltukta tutmaya, istedikleri her şeyi yapmaya gereksinimleri var.

Yolsuzluk dumanının krizle hiçbir ilgisi yok. Ya da Araba Yıkama Operasyonu’nun, girişimcilerden rüşvet alan zanlılar olarak listelenen 316 siyasetçiyi darbeden sonra hapsedeceğini düşünüyor musunuz? Veya Globo Tv, Paraty sahilinde yasadışı bir şekilde inşa edilen yalının maddi kaynağının nereden geldiğini açıklayacak mı? Ana şirketin, eski devlet başkanı Fernando Henrique Cardoso’nun harcamaları için rüşvet veren şirketin ta kendisi olduğu kayıt altında.

4. MST’nin misyonu

Bunlar zor zamanlar ancak aynı zamanda mücadele zamanları. Önümüzdeki görevler büyük ve kısa erimli değil.

İlk olarak, durumu incelememiz ve bilmemiz gerekiyor. Komşularımızı, dostlarımızı bir araya getirelim ve tartışmalar yürütelim, halk hareketlerinin görüşü konusunda bilgilendirelim ve anaakım medyanın bize her gün bombardımanda bulunduğu enformasyona kendimizi kaptırmayalım. Sağın daha çok saldırganlaşacağını ve aktivistlerin güvenliğini güvence altına almanın, provokasyona gelmemenin ve yarattığımız mirası korumanın önemini bilmeliyiz.

İkincisi ve daha önemlisi, mücadeleye sahip çıkmak zorundayız. Sağın manevralarının kesmek için –ki bu ancak sokaktaki insanlarla olur-, halkla müzakere edelim, tartışalım ve sağın hiçbir neticede yasaların ötesine geçemeyeceğini ve ülkemizde demokrasiyi sonlandıramayacağını fark etmeleri için örgütlü gücümüzü gösterelim.

Bu mücadelelerin inşası sırasında ittifaklar oluşturmak, mücadele etmek isteyen tarafları, sendikaları, erkek ve kadın emekçileri bir araya getirmek zorundayız. Halk hareketlerinin bu muharebe için oluşturduğu araçlardan biri, farklı örgütlenmelerden aktivistleri şu iki fikir etrafında bir araya getiren Brezilya Halk Cephesi’dir: demokrasiyi savunmalı ve ekonomi politikasında değişikliklerle daha fazla sosyal hak kazanmalıyız.

Şimdi başlıca mevzu örgütlenmek ve mücadele etmek. Ancak aynı zamanda, emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaksızın, hesabı kapitalistlere ödeterek ülkeyi krizden çekip çıkaracak bir Acil Önlemler Programı oluşturmalıyız. Kent merkezlerinde konut edindirme amaçlı inşaat yatırımlarını, sağlık hizmetlerinin geliştirilmesini, aşırı derecede ihtiyaç duyulan kamu projelerinde daha fazla istihdam yaratılmasını içeren, tarım reformu uygulayan ve kırsal bölgelerde gıda üretiminin durumunu geliştiren bir program.

Sınıf mücadelesi şiddetlenmiştir. Bu, bazıları daha uzun zaman alacak daha fazla mücadeleye girmemiz gerektiği anlamındadır. Ancak bütün Brezilya toplumuna ihtiyaç duyduğu kazanımları ve değişimleri getirecek yegâne mücadele de budur.

http://upsidedownworld.org/main/brazil-archives-63/5629-landless-workers-movement-on-the-true-origins-of-brazils-political-crisis adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Marksist düşünür James Petras, Brezilya’da solun son 13 yılda geniş kitlelerin desteğini almışken bugün olduğu noktaya, yani Dilma Rousseff’in görevden uzaklaştırılarak iktidarın kaybedilmesi noktasına nasıl geldiği üzerine yazdığı makalede, bunun nedeninin büyük oranda, geniş halk kitlelerinin gücüne güvenmek yerine burjuvazinin müttefik olarak görülerek onların talepleri doğrultusunda hareket edilmesi olduğunu belirtiyor.


Önsöz: 2004 yılında, ilk aşaması İşçi Partisi’nin bankacılar ve ihracatçılar (tarım-maden elitleri) liderliğindeki hükümet aygıtına katılması ile temsil edilen Büyük Dönüşüm’ün sürdüğü Brezilya’da Lula-İşçi Partisi (PT) yönetimine dair analizlerimi sunduğum “Brezilya ve Lula: Sıfır Yılı” isimli kitabımı yazmıştım.

İki yıl önce meslektaşım Henry Veltmeyer ve benim yayımladığımız “Cardoso’nun Brezilyası: Satılık Ülke” kitabında Başkan Cardoso’nun kamu kaynaklarını, bankaları, petrolü ve demir cevherlerini yabancı sermayeye nasıl en düşük fiyattan sattığını yazmıştık. 2002 yılında İşçi Partili Lula Da Silva’nın başkan seçilmesi Cardoso’nun elden çıkardıklarını geri döndürmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Lula, selefinin neo-liberal politikalarını kabul etti –bunları süsledi- ve Cardoso’nun partisinin yerini alarak İşçi Partisi ile ekonomi seçkinleri arasında bir ittifak yaratmaya koyuldu. Sonraki birkaç yıl, “işçi başkanlarına” yönelik böylesi bir eleştiri geliştirmeye cesaret etmemizden ötürü sol akademisyen ve uzman dünyasının saldırısına uğradık. Bizim, PT’nin sağ ile ittifakı şeklinde tanımladığımız şeyin sonuçları bugün herkesin nezdinde net: Brezilya; dolandırıcıların, skandalların ve darbelerin ağına düşmüş durumda.

Giriş

10 yıldan fazla zamandır, sol partiler, işçi sınıfı sendikaları ve topraksız kırsal toplumsal hareketler ile birlikte Latin Amerika’nın en büyük ülkesi olan Brezilya’ya hükmediyor. Siyasi liderleri tekrar tekrar seçildi, sendikaları ve kırsal toplumsal görevlileri devlet imtiyazlarını güvence altına aldı; politik süreci, muhalif sermaye, bankalar ve profesyonel taraflarla birlikte gündemine karar verdiği yasal prosedür takip etti.

Bize, darbeler ve devrimler döneminin geride kaldığı söylendi. Seçim süreçleri, dürüst oy sayımları ve politik meşruiyetin karşılıklı tanınması, şiddeti, kurulu sol politik önderliği azletmeyi ve ekarte etmeyi imkânsızlaştırdı.

Siyasal Solun Yükselişi ve Düşüşü

Solun egemenliği şimdi sadece bir hatıra! Partileri tam bir geri çekilmede. Liderleri, geçmiş politik müttefikleri tarafından küçümsenmekte, aşağılanmakta ve soruşturulmakta. Geçmişteki sermaye çevrelerinden müttefikleri gırtlaklarına yapışmış durumda. Sadakat ve oy karşılığında hükümetteki konumlarını güvence altına alan bu siyasetçiler, “görevi kötüye kullanma” davasından kaçmakta ve hile iddiasında bulunmaktalar… Bir yandan da yeni iltimas ve yağma kaynakları arayışındalar.

Bir defasında 53 milyon seçmenin oyunu almakla böbürlenen, uluslararası basında modern ticaret ve iş çevrelerinin çıkarlarıyla uyumlu hale gelmekle beraber devasa kitle tabanını yönetmeleri nedeniyle alkışlanan muhteşem sol siyasi liderler, şu anda ise kapitalist medya tarafından mevcut ekonomik facianın sebebi olmakla suçlanıyor.

İş dünyasının seçkinleri arasındaki hasımlarıyla zenginliği ve konumlarını paylaşan dünün halk kahramanları, şimdi sürülmüş durumdalar ve yolsuzluğa ilişkin göstermelik yargılamalarla karşı karşıyalar.

Sendikaların ve Kırsal Emekçilerin Liderleri

Gedikli sendikal ve kırsal liderler, “emekçi başkan”ın seçim başarılarını kutlamak üzere başkanlık sarayına gitmişti.

Bir kere dalkavuklukla yüzleri kızaran bu kitle liderleri, şu anda şenliğin bitmesi ve müziğin bitmesinin şaşkınlığındayken, işçiler ve köylüler kırılan tabakların bedelini ödemeye ve temizliğe başlamaya mahkûm edilmekte.

Halkın kitle örgütlerinin artık kongrede müttefikleri yok; burjuva medyada seslerine yer verilmiyor; ev ekonomisi piyasa tarafından mahvedilmiş durumda; ve sokaktaki kitleler, politikacıların ihanetlerine karşılık cezalandırılmaları için feryat ediyor. Şu anda sendika ve köylü liderleri direniş ve sınıf mücadelesine dönüş istiyor fakat destekçileri geri çekilme halindeler.

Tarihsel Bir Yenilginin Anlaşılmasına Doğru


Solun yükselişi ve düşüşü, feci bir stratejinin sistematik analizini gerektiren tarihsel bir tersine dönmedir. Solun yenilgisi, basit bir şekilde kalleş müttefiklerin ihanetiyle, yozlaşmış parti yetkilileri ya da milyarderler ve açık bir şekilde düzmece görevi kötüye kullanma süreci vasıtasıyla bir darbenin önünü açan ABD elçiliği tarafından tertiplenen komplolarla açıklanarak savılamaz. Sorulması gereken gerçek soru şudur: Sol neden solun karşı durulmayan tersine dönüş ve bozgununun önünü açan bir yasama darbesi ile sonuçlanan ihanete izin verdi? Nasıl oldu da milyonlarca seçmen, muazzam büyüklükte ve deneyimli sendikal aygıt ve militan kırsal toplumsal hareket mücadele dahi vermeden yenik düşebildi?

Solun Stratejisi


Sol partiler bile bile, kısmen, yenilmiş ekonomik elitlerle uzun vadeli ve geniş çaplı stratejik çatışmaları önlemek adına sağla uzlaşmaya dayalı kısa vadeli bir strateji benimsediler. Sağ partiler ve onların ABD’li danışmanları kendi namlarına sabırla, solun kitle desteği gerilediği zaman gerçekleştirecekleri stratejik saldırıya hazırlanmak amacıyla solun ödünlerini ve işbirliği önerilerini kabul ettiler.

Sol partiler, iktidar olmanın başarısızlıkla tasarlanmış “kısayol”larını sahiplendi. Sağın başlıca ağırlığı olan isimleriyle sıcak anlaşmalar yaparken iktidar koltuklarına da oturdular.

Sol, bütçeyi dizginlemek için IMF ile “kemer sıkma” anlaşmaları imzaladı ve borç yükümlülüklerini kabul etti. Sağcı ve oportünist siyasi partilerin kötü şöhretli üyeleri,borçları, kredileri ve bölgesel kalkınma projelerini onaylamaya yönelik oyları karşılığında kabineye sokuldu ve kongredeki stratejik liderlik konumlarına getirildi, başkanlığın üst düzey danışma kurullarına yerleştirildi.

Sol, emekçilerin yapısal değişim taleplerini kısıtlarken iş dünyasının seçkinleriyle pazarlık yaptı, onlara cömert sübvansiyonlar ve yüksek kârlar sundu. Bu uzlaşmayı, ekonomik büyümenin, ücret artışlarının ve sendikaların meşru iktidar paydaşı olarak tanınmasının karşılığı olarak gördü.

Sol, tabanının toplumsal dönüşüm taleplerini reddetti ve finansal seçkinlerin para aklama ve beyaz yaka suçlarının soruşturulmasına ilişkin halkın verdiği her mücadelenin karşısında durdu. Bunun yerine, kademeli ücret artışı, yoksulluk ödenekleri, emekli maaşları ve tüketici kredilerin, tercih etti.

Sol, iş dünyasının seçkinleriyle böylesi bir uzlaşmanın kalıcı, stratejik bir ittifak değil, sadece geçici bir ateşkes olduğu gerçeğini göz ardı etti.

Sendikalar da solun siyasi önderliğinin peşinden gitti. Kitle örgütlülüklerini, periyodik ücret artışlarına, sendikal eğitimlere daha fazla ödeneğe ve yeni sendika binalarına desteğe dayalı pazarlıkları kabul etmeye yönlendirdiler. Sendika liderleri grevlerden caydırdı, kamu mülkiyeti taleplerini bastırdı ve madencilik, bankacılık ve tarımsal ticaret alanına yönelik yolsuzluk, vergi kaçırma ve rüşvet soruşturmalarını önledi. İyice belgelenmiş topraksız köylü cinayetleri dalgası ve “koruma altındaki” yerli bölgelerindeki açık arazi tecavüzleri bile cezasız kaldı.

Ticari seçkinler, seçilmiş bir “sol” hükümetin kontrolü altında olan potansiyel bir radikal kitle hareketi ile karşı karşıya olduklarının farkına vardılar. Bu sol hükümetin, kapitalist taleplerle uzlaşmaya ziyadesiyle hazır olmasından hoşnut kaldılar. Dikkatli bir şekilde, kısa vadeli mükâfatlar ve doğru yerlere yönelik rüşvetlerin, iktidarı restorasyonlarına ve solun ayrıcalıklarının tersine dönmesine yönelik zeminin hazırlanmasına yardımcı olacağına karar verdiler.

Sol kırsal toplumsal hareketler, radikal sosyalist söylemlerini ve kitlelerini korudular fakat önderlikleri iktidardaki sol partilerin peşine takıldı.

Kırsal taban örgütlülüklerinin ve tarım emekçileri için meslek okullarının kurulması ve genişletilmesi doğrultusundaki desteklemeler karşılığında, toplumsal hareketler kitle aktivistlerini, sol partinin devlet başkanı ve meclis üyeleri için oyları çoğaltmak doğrultusunda seferber ettiler.

Kırsal hareket liderleri, sol-sermaye ittifakıyla uzlaşmalarını, sol iktidarı, radikal değişimler için bastırabilecekleri bir çekişme alanı olarak tanımlayarak meşrulaştırdılar. Kitlesel mücadelenin başarılı olduğu on yıldan fazla bir zamandan sonra radikal kırsal hareket, sol parti aygıtıyla ittifak yapmayı tercih etti. “Solun başkanı” suçlanınca ancak o vakit kırsal emekçilerin lideri de sınıf mücadelesine dönme çağrısı yaptı.

Solun Kısa Vadeli Kazanımları ve Uzun Vadeli Kayıpları


Sendika ve kırsal toplumsal hareket liderleri ile birlikte sol siyasi liderlerin hepsi bir galibiyet stratejisine sahip olduklarına inanmışlardı. Büyük oranda sığ “kazanım”larının, “başarı”larının ispatı olduğunu iddia ettiler. Bu kazanımlar şunlardı:

(1) Sola oy veren çoğunluğu arttırdıkları ya da korudukları, dört dönemden fazla iktidarda kalmaları.
(2) Büyük kalkınma sözleşmelerine meclis onayı alabilmenin bir formülü olarak, siyasi yelpazenin her yerinden partilerle kurulan “pragmatik” siyasi ittifaklar
(3) “Saygınlık”la ve hem sol siyasetçileri hem de onların seçim kampanyalarını güçlendirmesiyle cezbeden şekilde muhalif müttefikleri tarafından finanse edilmeleri.
(4) İş çevrelerindeki muhaliflere yardımcı olarak ve sermaye sınıfının bazı kesimlerinden destek kazanarak erişilen toplumsal gerilimin düşürülmesi hali.

Sol siyasi liderlerin uzlaşma stratejisi, maden-petrol-tarımsal ticaret ihracatı seçkinlerinin ekonomik başarılarına bel bağlamıştı. Bu hal; piyasaların, kârların ve ekonomik imkânların inişe geçtiği anda toplumsal ve üretken yatırımların da kesilmesi doğrultusundaki ticaret sektörünün asli politikasını göz ardı ediyordu.

Sol yönetimlerin, küresel hammadde piyasasındaki çöküşü takiben ihracat sektörüne yönelik kamusal desteklemeleri düşürdüğü an, bütün sermaye seçkinleri kötücül sağcı muhalefet ile yekvücut haline geldi.

Sermaye ile geçmişte yapılan ve yolsuzluk ve şaibeli desteklemelerle bir arada görülen siyasi ittifak hedef haline gelince, sağ stratejik saldırısını başlattı.

“Geniş ilerici koalisyon”un maskesi tamamen ortadan kayboldu: Sol siyasi liderlerle bağlantılı sendikal ve kırsal hareket yapıları, kitle tabanlarını seferber etme ve başkaldıran sağa karşılık verme konusunda acze düştü. Sol iktidar, 10 yıl boyunca sınıf mücadelesini göz ardı ederken tüm siyasetini meclise, iktidar elitinin koridorlarına indirgedi.

Bu, eksiksiz biçimde pazar koşullarına ve iş dünyasındaki müttefiklerine bağlı olan bir “sol” yönetimdi. Sağın, iktidar tabanını geri kazandığı anda stratejik zeminini savunamaz durumdaydı.

Sol yönetim, tamamı sağ muhalefet ile aynı hizada olan mahkemeler ve hâkimlerden, savcılardan ve müfettişlerden oluşan sağcı yönetimsel ve yargısal aygıtı dokunulmamış ve iyiden iyiye işler biçimde muhafaza etti. Tüm bu çevreler, solu hedef alan “yolsuzluk” soruşturmaları açarak iktidarın parlamenter çoğunluğunu sarsmaya hazırdı. Bu arada ticari seçkinler ekonomik durgunluğun sonuçlarını şiddetlendirmek konusunda başarılı oldu ve “kurtarma”nın yoksullara yönelik kemer sıkma anlamına geldiği konusunda ısrar etti.

Sağ, sokaktaki kalabalıkları kazandı ve merkezi, faşistleri, neo-militaristleri, tarım ticareti seçkinlerini, emperyal ve yerel finansal baskıyı içeren müttefiklerini harekete geçirdi.

Sao Paulo’dan New York ve Londra’ya dek, seçilmiş solcu devlet başkanını zorla iktidardan devirmeye ve solun liderlerini hapsetmeye hazırlardı.

Sonuç

Sol, demokratik kapitalizm masalına inandı. İş dünyasının seçkinleriyle müzakerelerinin, toplumsal refahı arttıracağına inandılar. Çok sınıflı ittifaklar ve sermaye ile emek arasında stratejik uzlaşma sonucunu doğuran, sınıf çıkarlarının aşamalı uzlaşmasına dayanman bir zeminde işlerini yürüttüler.

Tarihsel ders –bir kez daha- farklı bir şekilde kanıtlandı. İş dünyası ve sermaye seçkinleri, taktiksel kısa vadeli anlaşmaların stratejik karşı saldırıya hazırlık amaçlı olduğunu netleştirdi. Bu çevrelerin sabırlı uzun vadeli stratejileri, -uygun anda- sınıf müttefiklerini harekete geçirmek ve sandığa dayalı süreci tersine çevirmekti.

Sol partiler, ekonomiyi ve iç piyasayı dönüştürerek halk nezdindeki yetkisini genişletmek yerine, Brezilya’nın ticari mallarına küresel talebin zirve yaptığı bir dönemde her iki tarafın da faydalanacağı bir noktada sermaye sınıfıyla bir dizi stratejik mutabakata bel bağladı.

Sol, lehine olan dünya piyasası koşulları sonsuza dek sürecekmiş gibi davrandı. 53 milyon seçmenlik gücünü kullanma ve Brezilya’nın stratejik ekonomik sektörlerindeki düzeni ve sahipliği değiştirme şansını kaybetti. Sol, iş dünyasından ortaklarıyla uzlaşma yoluyla iktidar temelini onlarla paylaşarak sağa benzedi. Burjuva iktidar oyunlarında amatör olan sol, kendisini yolsuzluk ve kriz tuzağında buldu. Ne de şaşırtıcı!

Sol politikacılar için, kapı kapı, fabrika fabrika, köy köy kampanya sürdürmek, baskıyla, seçkinlerin medyasının boykotlarıyla ve silahlı açıkgözlerle mücadele etmektense, iş dünyasının rüşvetleri şeklindeki mutat uygulama vasıtasıyla kampanyasını finanse etmek çok daha kolaydı.

Sonuçta, “iktidar tabanları” çözüldü ve kapitalist “ortakları” ve politik “müttefikleri” onları yüzüstü bıraktı: Solcu başkan suçla itham edildi.

Muzaffer sermaye ve imparatorluk bu “piyasa demokrasisi” zırvasını tertemiz bir şekilde sona erdirdi. Gerileyen sol partiler cezalarının parlamento oylaması vasıtasıyla ertelenmesi için el açtılar ve kesin bir yenilgiye uğradılar.

Kapitalistler, zayıf halk muhalefetine hiçbir zaman söz hakkı vermemişlerdir ve vermeyeceklerdir. Kapitalist politik seçkinler her zaman sosyal demokrasi üzerinden iktidar ve zenginliği seçmiştir. Gerilemekte olan sol, iktidar koridorlarından izole edilmiş ve kovulmuştur, şu anda da “geçmiş müttefikleri”nin en çürümüş ve kalleşleri tarafından cezalandırılmak ile karşı karşıya durumdalar.

Götürdükleri kayıp bir nesildir.

http://petras.lahaine.org/?p=2081 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Erkan Çınar (Gerçeğin Günlüğü)

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi