Content feed Comments Feed

Fransa merkezli Revue L’Anticapitaliste, Marksist düşünür Michael Löwy ile Marx’ın ekolojiye ve ekolojik sorunlara yaklaşımına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdi. Löwy, erken dönemdeki eksikliklerine karşın Marx'ın yazılarının doğa, kapitalizm ve servet oluşumu arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olabileceğini savunuyor.



-         - Birçok ekolojist Marx’ı eleştirmekte ve Marksistleri kızıl paradigmayı terk edip yeşil paradigmayı benimsemeye çağırmaktadır. Temel argümanları nelerdir?

Ekolojistlere göre Marx, İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun izinden giderek, tüm değer ve zenginliğin kaynağını insan emeğine atfetmiş ve doğanın katkısını göz ardı etmiştir. Bu eleştiri bir yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır: Marx, emek-değer teorisini kapitalist sistemdeki değişim değerinin kökenini açıklamak için kullanır. Öte yandan doğa, değişim değeri değil kullanım değeri olan gerçek zenginliğin oluşumunda yer alır. Bu görüş, Marx’ın Alman sosyalist Ferdinand Lassalle ve takipçilerinin fikirlerine karşı kaleme aldığı Gotha Programının Eleştirisi (1875) adlı metinde çok açık bir şekilde ifade edilmiştir:

"Emek tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da en az emek kadar kullanım değerlerinin kaynağıdır (ve elbette maddi zenginliği oluşturan da bunlardır!). Emeğin kendisi yalnızca doğanın bir gücünün, insan emek gücünün tezahürüdür"[1].

-         - Ekolojistler Marx ve Engels’i prodüktivizmle suçluyor. Bu suçlama haklı mı?

Hayır, çünkü hiç kimse kapitalist üretim mantığını, üretim uğruna üretimi, sermaye, servet ve meta birikimini kendi içinde bir amaç olarak Marx kadar kınamamıştır. Gerçek sosyalizm fikri -sefil bürokratik taklitlerinin aksine- kullanım değerlerinin, insan ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli malların üretimidir. Karl Marx’a göre teknik ilerlemenin en yüce amacı, malların sonsuz artışı (‘sahip olmak’) değil, iş gününün azaltılması ve boş zamanın artırılmasıdır (‘olmak’)[2].

Bununla birlikte, Marx ve Engels’in (ve hatta daha sonraki Marksistlerin) sermaye tarafından yaratılan endüstriyel üretim sistemini genellikle eleştirmedikleri ve ‘üretici güçlerin gelişimini’ ilerlemenin ana vektörü haline getirme eğiliminde oldukları doğrudur. Bu açıdan bakıldığında, ‘kanonik’ metin, Marx’ın belli bir evrimcilik, ilerleme felsefesi, bilimcilik (doğa bilimleri modeli) ve üretici güçlere ilişkin sorunsuz bir bakış açısıyla en çok damgalanan yazılarından biri olan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın (1859) ünlü önsözüdür:

"Gelişimin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girer [...]. Üretici güçlerin gelişim biçimleri nedeniyle bu ilişkiler onların prangalarına dönüşür. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. [...] Hiçbir toplumsal düzen, yeterli tüm üretici güçler geliştirilmeden önce yıkılmaz"[3].

Bu ünlü pasajda, mevcut üretici güçler sorgulanmaz ve devrimin tek görevi, onların sınırsız gelişimi üzerinde bir ‘ayak bağı’ haline gelen üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaktır.

Grundrisse’den alınan aşağıdaki pasaj, Marx'ın kapitalist üretimin ‘uygarlaştırıcı’ çalışmalarına ve doğayı acımasızca araçsallaştırmasına duyduğu eleştirel olmayan hayranlığa iyi bir örnektir:

"Böylece sermaye, burjuva toplumunu ve toplumun üyeleri tarafından doğanın olduğu kadar toplumsal bağın da evrensel olarak sahiplenilmesini yaratır. Sermayenin büyük uygarlaştırıcı etkisi buradan kaynaklanır; daha önceki tüm toplum aşamalarının insanlığın sadece yerel gelişmeleri ve doğa-tanrıcılığı olarak göründüğü bir toplum aşaması üretir. Doğa ilk kez insanoğlu için salt bir nesne, salt bir fayda meselesi haline gelir; kendisi için bir güç olarak tanınmayı bırakır ve özerk yasalarının teorik keşfi, ister tüketim nesnesi ister üretim aracı olsun, onu insan ihtiyaçlarına boyun eğdirmek için yalnızca bir hile olarak görünür"[4].

Kapitalizmin doğayla ilişkisine dair bu hâlâ eleştirel olmayan görüş, takip eden yıllarda aşılacaktı. Aslında Marx’ın (ve Engels’in) doğa üzerine yazıları tekdüze bir blok olarak değil, hareket halindeki düşünceler olarak görülmelidir. Genç bir Japon araştırmacı olan Kohei Saito’nun Karl Marx’s Ecosocialism (Karl Marx’ın Ekososyalizmi) adlı yeni kitabında ortaya konan argüman budur. Capitalism, Nature, and the Unfinished Critique of Political Economy (New York: Monthly Review Press, 2017) kitabında Saito, Marx’ın doğal çevre üzerine düşüncelerinin evrimini, bir öğrenme, düzeltme ve yeniden formüle etme süreci içinde göstermektedir.

Kuşkusuz, bazı konularda Marx’ın yazılarında müthiş bir devamlılık vardır. Bu durum özellikle insanlar ile toprak, yani doğa arasındaki kapitalist ‘ayrımı’ reddetmesi için geçerlidir. Marx, ilkel toplumlarda üreticiler ile toprak arasında bir tür birlik olduğuna inanıyordu ve burjuva toplumu tarafından yok edilen bu birliği daha yüksek bir düzeyde (olumsuzlamanın olumsuzlanması) yeniden kurmayı sosyalizmin önemli görevlerinden biri olarak görüyordu. Bu, Marx’ın hem ekolojik düşüncesinde hem de antropolojik çalışmasında modern öncesi topluluklara olan ilgisini açıklar -sırasıyla ‘bilinçsiz sosyalistler’ olarak gördüğü iki yazar olan Carl Fraas ve Franz Maurer’den yararlanır.

Ancak çevreyle ilgili çoğu soruda Saito, kayda değer değişikliklerin altını çizmektedir. Kapital’den (1867) önce Marx’ın yazıları kapitalist ‘ilerleme’ konusunda pek eleştirel değildi. Bu durum, burjuvazi tarafından ‘doğa güçlerine boyun eğdirilmesini’ ve ‘tüm kıtaların temizlenmesini’ öven Komünist Manifesto’da açıkça görülmektedir.

Değişimler 1865-66 yıllarında, Marx’ın tarım kimyacısı Justus von Liebig’in yazıları aracılığıyla toprağın tükenmesi ve insan toplumları ile doğa arasındaki metabolik bozulma sorunlarını keşfetmesiyle başlar. Bu, Kapital’in birinci cildinde (1867) ve tamamlanmamış diğer iki cildinde, kapitalist ‘ilerlemenin’ neden olduğu hasara çok daha eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmasına yol açtı.

Böylece, Kapital’in tarımla ilgili bazı bölümlerinde, gerçek bir ekolojik sorunsalın ortaya çıktığını ve kapitalist üretimcilikten kaynaklanan felaketlerin radikal bir eleştirisini görüyoruz. Marx, insan toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın kapitalist prodüktivizmden kaynaklanan bozulmasına dair bir tür teori ortaya koyar. ‘Riß des Stoffwechsels’ ya da ‘metabolik yarık’ (kelimenin tam anlamıyla ‘maddi mübadelede yarık’) ifadesi, Kapital’in üçüncü cildinin ‘Kapitalist Toprak Rantının Doğuşu’ başlıklı 47. bölümündeki bir pasajda geçer:

"Bir yandan, büyük toprak mülkiyeti tarımsal nüfusu giderek azalan bir minimuma indirir ve onu büyük kentlerde bir araya toplanmış, giderek artan bir sanayi nüfusuyla karşı karşıya getirir; bu şekilde, yaşamın doğal yasaları tarafından öngörülen bir metabolizma olan toplumsal metabolizmanın (Stoffwechsel) birbirine bağlı sürecinde onarılamaz bir yarık (unheilbaren Riß) yaratan koşullar üretir"[5].

İleride göreceğimiz örneklerin çoğunda olduğu gibi, Marx’ın dikkati burada da tarıma ve toprağın tahrip edilmesi sorununa odaklanmıştır, ancak bu sorunu daha genel bir ilkeye bağlamaktadır: insan toplumları ile çevre arasındaki maddi mübadele sisteminde (Stoffwechsel), yaşamın 'doğal yasaları' ile çelişen bir kopuş.

‘Metabolik yarık’ teması Kapital’in birinci cildindeki bir pasajda da yer almaktadır. Bu, Marx'ın sermayenin doğal çevre üzerinde yarattığı tahribatı en açık şekilde tartıştığı bir metindir; üretici güçlerin neden olduğu ‘ilerleme’nin çelişkilerine dair diyalektik bir vizyon ortaya çıkar:

“Kapitalist üretim [...] insan ve toprak arasındaki metabolik etkileşimi (Stoffwechsel) bozar... dolayısıyla toprağın kalıcı (dauernder) verimliliği için ebedi doğal koşulun işlemesini engeller. [...]

Dahası, kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler, yalnızca işçiyi değil, toprağı da soyma sanatındaki ilerlemelerdir; toprağın verimliliğini belirli bir süre için artırmadaki tüm ilerlemeler, bu verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerlemedir. Bir ülke, Amerika Birleşik Devletleri örneğinde olduğu gibi, gelişmesinin arka planında büyük ölçekli sanayiye ne kadar çok geçerse, bu yıkım süreci de o kadar hızlı olur. Dolayısıyla kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin tekniklerini ve bileşim derecesini, aynı anda tüm zenginliğin asıl kaynakları olan toprağın ve işçinin altını oyarak (untergräbt) geliştirir.”[6]

Bu metinde birkaç husus dikkat çekicidir: her şeyden önce, ilerlemenin yıkıcı olabileceği fikri, doğal çevrenin bozulması ve tahrip edilmesinde bir 'ilerleme'. Burada, işçilerin ve doğanın sömürülmesi ve bozulması, kapitalist sanayi ve tarımın gelişiminde hüküm süren aynı yağmacı mantığın sonucu olarak paralel bir şekilde yerleştirilmiştir.

Marx’ın, proletaryanın sömürüsü ile toprağın sömürüsü arasında kurduğu bu doğrudan ilişki, sermayenin egemenliğine karşı ortak bir mücadelede, sınıf mücadelesi ile çevreyi savunma mücadelesi arasındaki bağlantıyı düşünmek için iyi bir başlangıç noktasıdır.

Toprağın tükenmesinden sonra, Marx ve Engels tarafından sıkça bahsedilen diğer ekolojik felaket örneği ormanların yok edilmesidir. Bu, Kapital’de birkaç kez karşımıza çıkar:

“Uygarlığın ve genel olarak sanayinin gelişimi, ormanların yok edilmesinde her zaman o kadar etkin olmuştur ki, ormanların korunması ve üretimi için yapılan her şey bunun yanında tamamen önemsiz kalmıştır."[7]

Bu iki olgu -ormanların ve toprağın bozulması- analizlerinde birbirleriyle yakından bağlantılıdır.

-         - Marx ve Engels, sosyalist programı doğal çevre ile ilişkili olarak nasıl tanımlamaktadır?

İki düşünür de sosyalist üretimi genellikle kapitalizm tarafından geliştirilen üretim güçlerinin ve araçlarının kolektif temellükü olarak düşünmektedir: üretim ilişkilerinin ve özellikle de mülkiyet ilişkilerinin temsil ettiği “prangalar” bir kez ortadan kaldırıldığında, bu güçler herhangi bir engelle karşılaşmadan gelişebilecektir. Böylece kapitalist üretim aygıtı ile sosyalizminki arasında bir tür esaslı süreklilik olacak, sosyalizm her şeyden önce sermaye tarafından yaratılan maddi uygarlığın planlı ve rasyonel yönetimini içerecekti.

Örneğin, ilkel sermaye birikimi bölümünün ünlü sonuç kısmında Marx şöyle yazar:

“Sermayenin tekeli, onunla birlikte ve onun altında gelişen üretim tarzı üzerinde bir ayak bağı haline gelir. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması öyle bir noktaya ulaşır ki, kapitalist bütünlükleriyle uyumsuz hale gelirler. Bu bütünlük parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanları çalar. [...] Kapitalist üretim, doğal bir sürecin kaçınılmazlığıyla, kendi olumsuzlanmasını doğurur."[8]

Kaderci ve pozitivist determinizm bir yana, bu pasaj sosyalist perspektifte sermayenin ‘yanında ve altında’ yaratılan tüm üretim tarzını olduğu gibi bırakıyor, sadece üretimin maddi kaynaklarıyla ‘uyumsuz’ hale gelen özel mülkiyetin ‘bütünlüğünü’ sorguluyor gibi görünüyor.

Bununla birlikte, sosyalist programın ekolojik boyutunu dikkate alan ve bazı ilginç yollar açan başka yazılar da vardır. Marx’ın yazılarındaki bazı pasajlar, doğal çevrenin korunmasını sosyalizmin temel bir görevi olarak görüyor gibi görünmektedir. Örneğin, Kapital’in üçüncü cildi, toprağın güçlerinin sömürülmesine ve israfına dayanan büyük ölçekli tarımsal üretimin kapitalist mantığını, doğası gereği sosyalist olan başka bir mantıkla karşılaştırır: ‘toprağın sürekli ortak mülkiyet olarak ve birbirini izleyen insan nesilleri zincirinin varlığının ve yeniden üretiminin devredilemez (unveräußerlichen) koşulu olarak bilinçli ve rasyonel bir şekilde ele alınması (s. 949)’. Benzer gerekçeler birkaç sayfa önce de yer almaktadır:

“Bütün bir toplum, bir ulus ya da aynı anda var olan tüm toplumlar bir arada ele alındığında bile yeryüzünün sahibi değildir. Onlar sadece onun sahipleridir, onun yararlanıcılarıdır (Nutznießer) ve onu daha iyi bir durumda, ‘boni patres familias’ olarak sonraki nesillere miras bırakmak zorundadırlar.”[9]

İnsan faaliyetlerinin doğal çevresi sorununa gerçek bir duyarlılık gösteren başka örnekler bulmak zor olmayacaktır. Ancak Marx ve Engels’in genel bir ekolojik perspektiften yoksun oldukları da bir gerçek olarak durmaktadır.

Ekolojinin Marx ve Engels’in teorik ve politik aygıtlarında merkezi bir yer işgal etmediği doğru olsa da -çünkü ekolojik kriz henüz bugün olduğu gibi insanlık için hayati bir sorun değildi- Marx’ın ekonomi politik eleştirisini ve insan toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın bozulmasına ilişkin analizini dikkate almadan çağdaş zorluklara eşit eleştirel bir ekoloji tasarlamanın imkânsız olduğu daha az doğru değildir. Marksizmi ve onun meta fetişizmi eleştirisini görmezden gelen ya da küçümseyen bir ekoloji, kapitalist üretimciliğin ‘aşırılıklarını’ düzeltmekten öteye gidememeye mahkûmdur.

Marx ve Engels’in yazılarına dayanarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde John Bellamy Foster’ın öncülüğünde Paul Burkett, Brett Clark, Fred Magdoff ve diğer birkaç kişinin katılımıyla (ve Kuzey Amerika solunun en önemli yayınlarından biri olan Monthly Review’un desteğiyle), kendisini ‘metabolik yarık’ yaklaşımı olarak tanımlayan ekolojik bir Marksist hareket gelişmiştir. Bu yazarlar, bu boyutu abartma eğilimleri eleştiriye açık olsa da, modern komünizmin kurucularının çalışmalarındaki ekolojik boyutun yeniden keşfedilmesine önemli bir katkıda bulunmuşlardır.

Marx ve Engels’in kapitalizme, değerin kör mantığına, insanların ve doğanın sermaye birikiminin zorunluluklarına acımasızca boyun eğdirilmesine yönelik eleştirilerini dikkate almadan, gezegendeki yaşamın doğal temellerinin mevcut yıkım sürecine ekososyalist bir alternatif düşünmek mümkün değildir. Ve onların önerilerine atıfta bulunmadan komünist bir gelecek tahayyül edemeyiz: üretim araçlarının kolektifleştirilmesi, piyasa değerleri yerine kullanım değerlerinin üretimi, üretim ve tüketimin demokratik planlaması. Ancak aynı zamanda 21. yüzyılın ekolojik sorunlarını da Marksist düşünceye entegre etmemiz gerekiyor: iklim değişikliğine karşı mücadele, fosil yakıtların ortadan kaldırılması, gereksiz üretimin büyük ölçüde azaltılması, yenilenebilir enerjilerin geliştirilmesi, pestisitlere/böcek ilaçlarına dayalı tarım endüstrisi yerine organik tarım, Güney ülkelerine olan ekolojik borcun tanınması vb. Çağımızın Marksistleri, Karl Marx’ın örneğini izlemelidir: diyalektik yöntemi kullanarak tarihsel değişimin ortaya çıkardığı yeni sorunlara tepki vermelidir.

 

[1] Karl Marx, The First International and After/Birinci Enternasyonal ve Sonrası (Londra: Verso, 2010), s. 341. Ayrıca bakınız Kapital, Cilt I (Londra: Penguin, 1976), s. 134: “Dolayısıyla emek, maddi zenginliğin, yani ürettiği kullanım değerlerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, emek maddi zenginliğin babasıdır, toprak ise anasıdır.”

[2] ‘Sahip olmak’ ve ‘olmak’ arasındaki karşıtlık üzerine bkz. 1844 El Yazmaları, Karl Marx, Erken Dönem Yazıları (Londra: Penguin, 1975), s. 361: ‘Ne kadar az olursanız, yaşamınıza o kadar az ifade verirsiniz, ne kadar çok sahip olursanız, yabancılaşmış yaşamınız o kadar büyük olur ve yabancılaşmış yaşamınızdan o kadar çok biriktirirsiniz.’ Sosyalizmin temel dayanağı olarak boş zaman üzerine bkz: Kapital Cilt III (Londra: Penguin 1981), s. 959.

[3] Erken Dönem Yazıları, s. 426.

[4] Karl Marx, Grundrisse (Londra: Penguin, 1974), s. 409-10.

[5] Kapital Üçüncü Cilt, s. 949. ‘Metabolik yarık’ terimi John Bellamy Foster tarafından Marx's Ecology. Materialism and Nature/Marx’ın Ekolojisi. Materyalizm ve Doğa (New York: Monthly Review Press, 2001, s. 155-67) adlı önemli kitabında popülerleştirilmiştir.

[6] Kapital Birinci Cilt, s. 637, 638.

[7] Kapital İkinci Cilt (Londra: Penguin, 1978), s. 322.

[8] Kapital Birinci Cilt, s. 929. Bu pasajlarda ‘sosyalizm’ kelimesi geçmemektedir, ancak dolaylı olarak geçmektedir.

[9] ‘İyi Ev Sahipleri’; Kapital Üçüncü Cilt, s. 911.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/karl-marx-and-ecology adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

La Jornada gazetesinden Mario Patrón, Meksika yerlilerinin, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) öncülüğündeki ayaklanmasının 30. yıl dönümü dolayısıyla, bu süreci ve hareketin günümüzdeki durumunu özetle değerlendiren bir yazı kaleme aldı.


Ülke ekonomisi için felaketle sonuçlanacak olan 1994 yılının ilk gününde Meksika, baskıya karşı 500 yıllık bir direniş geçmişi olan yerli toplulukların umutlarını canlandıran devrimci rüzgârlarla sarsılarak uyandı, Güneydoğu dağlarından doğan güçlü bir protesto çabasının Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) silahlı ayaklanmasında ifadesini bulduğunu gördüler; tam da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe girdiği gün, ülkedeki yerli toplulukların dışlanmasını sürdüren güçlerin güncellenmiş bir cisimleşmesi olarak ortaya çıktı. Aradan 30 yıl geçti ve bu mücadele bugüne kadar direnerek devam etti.

EZLN ayaklanmasından bu yana geçen 30 yıllık tarihi toparlamak hiç de basit değil. Direnişin büyüklüğünün, anlatısının tonunun ve eylemlerinin ağırlığının çeşitli geçişler yaşadığı otuz yıl. Bu 30 yıl boyunca değişmeyen şey, insanların haklarının, özerkliklerinin ve onurlarının tam olarak tanınması için verilen mücadelenin geçerliliğidir. Zengin tarihi; 1994'teki şaşırtıcı silahlı ayaklanma ve Chiapas’ta beş belediye koltuğunun ele geçirilmesi, hükümetle yapılan arabuluculuklar, Zapatista isyancı özerk belediyelerinin (Marez) kurulması, Ulusal Yerli Kongresi'nin oluşturulması, San Andrés, Lacandon Ormanı’nın çok sayıda bildirisi, Zapatista ‘caracoles’ ve iyi yönetim kurullarının oluşturulması, 2006’da Öteki Kampanyası’nın tanıtımı ile sürmektedir; ağlarında yayınlanan güçlü konuşmalar ve açıklamalar, sanatsal festivaller, mücadele eden kadınların uluslararası toplantıları, yerli hükümet konseyinin oluşturulması ve 2018’de Marichuy’un bağımsız ön adaylığı ve Avrupa’da Yaşam Turu ve diğerleri. Özellikle insan hakları gündeminde ve yerli halkların ulusal ve küresel düzeydeki mücadele ve direnişlerinde umut ufuklarına işaret eden eylemler.

Meksika’da Zapatismo’nun tarihsel değeri, EZLN hareketinde gündeminin aciliyetini, özellikle de ülkenin siyasi ve demokratik projesinin yaşayabilirliği ve uygunluğu için topluluk ve yerli haklarının temel merkeziliğini yinelemek için güçlü bir dürtü bulan insan hakları mücadelesinin sağlamlaştırılmasından ayrı tutulamaz. Dolayısıyla, yerli belediyelerde özerk yönetimlerin tanınması, gelenek ve göreneklere saygı, alternatif ve toplumsal adalet mekanizmaları ve hatta insan haklarının anayasallığını tanıyan 2011 anayasa reformunun kendisi gibi gelişmeler, Zapatista hareketinin sadece bölgesel direniş olarak değil, aynı zamanda ülke içinde ve dışında direniş ve halk hareketlerinin bir eklemleyicisi olarak başardıklarının meyveleridir.

Ancak 30 yıl sonra, Zapatista toplulukları bugün sadece devletin silahlı güçlerinin ve otuz yılı aşkın süredir kendilerine karşı faaliyet gösteren paramilitarizmin tehdidiyle değil, aynı zamanda organize suçun artan bölgesel kontrolü ve özellikle son aylarda Chiapas bölgesine musallat olan karteller arasındaki mücadelelerle de karşı karşıyadır. Chiapas’taki şiddet olaylarından kaynaklanan mevcut yerleşik taşkın kimseyi şaşırtmamalıdır zira EZLN son yıllarda suç gruplarının kendi topraklarındaki ilerleyişi konusunda ısrarla uyarılarda bulunmuştu. Dolayısıyla, devletin eylemsizliği ve bunun sonucunda Chiapas’ta şiddetin neden olduğu toplumsal ayrışma, ülke genelindeki pek çok hareketin yankı ve ilham bulduğu oluşumdaki çoklu direniş hareketlerini dağıtmak için büyümesine izin verilen beklenen bir senaryo gibi görünüyor.

Makro-kriminal şiddetin bu endişe verici tırmanışı, EZLN tarafından kısa süre önce açıklanan, Marez ve iyi yönetim kurullarının ortadan kalktığı ve iktidarın yerel özerk yönetimlere devredildiği sivil yapılarında değişiklik yapılmasına ilişkin değişikliklere yol açtı. Açıklamalarında duyurdukları üzere bu değişiklikler Zapatista özerkliğinin yapısını etkilememekte, ancak her gün silahlı saldırılar, adam kaçırmalar, zorla askere alma, kira ücretleri, ablukalar ve diğer şekillerde karşılaşılan şiddet karşısında halklarını ve topluluklarını daha iyi savunmayı amaçlayan tedbirlerdir.

Bununla birlikte, Chiapas’taki şiddet ortamı, kendisini zayıflatmaya yönelik sayısız çabayla karşı karşıya kalmış, buna rağmen Meksika’nın ezilen halklarının özgürlüğü, özerkliği ve onuru mücadelesinde canlı bir referans olarak varlığını sürdürmüş çetin, bazen de inişli çıkışlı bir mücadelenin 30. yıl dönümünün umutla anılmasını engellememektedir. Zapatista ayaklanmasından 30 yıl sonra, mücadeleleri hâlâ geçerliliğini korumakta ve onurları, sadece yasal aksesuarlar ve seçim yöntemi olarak değil, sosyal bir gerçeklik olarak anlaşılan insan hakları ve esaslı demokrasi süreci için yeni ufuklar aydınlatmaya devam etmektedir. Pek çok katkı elde edilmeli ve bu 30. yıl dönümü, günümüzde otantik direniş biçimlerini yeniden düşünmek, EZLN’nin mücadelesinden öğrenmek, taktiksel arabuluculuklarını ve stratejik bahislerini değerlendirmek ve hepsinden önemlisi, beş yüz yıl sonra direnmeye ve ülkenin karar alma süreçlerinde söz hakkı talep etmeye devam eden yerli halkların ve toplulukların eklemlenmesini güçlendirmek için çok fazla düşünmeye teşvik etmelidir.

 

https://www.jornada.com.mx/noticia/2023/12/28/opinion/ezln-a-30-anos-del-levantamiento-9038 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi