Content feed Comments Feed

Sanat tarihçisi T. J. Clark, Verso Books’tan Daniel Ward’ın, Pier Paolo Pasolini’nin yeni gerçekçiliği, Komünist Parti’nin savaş sonrası İtalyan kültürü üzerindeki etkisi ve Pasolini’nin resim üzerine yazılarından oluşan ve yeni yayımlanan ‘Heretik Estetik’ kitabı üzerine sorularını yanıtladı.


 

-        - Sizinle sinema ve özellikle de Pasolini hakkında konuşmaya ancak Bir Fikre Veda kitabınızdan bazı kapanış satırlarını sorarak başlayabileceğimi hissediyorum. Sonuç bölümünde, Pasolini'nin 'Gramsci'nin Külleri' şiirinden alıntı yapmadan hemen önce, savaş sonrası İtalyan modernizminin sizin için öneminden ve Rossellini'nin bir filminin afişinin uzun süre yatak odanızın duvarında asılı kaldığından bahsediyorsunuz. Bu önemi, bu eserlerin ve o dönemin anlamını açıklayabilir misiniz?

1960'larda birçoğumuz için sinema sanatın ta kendisiydi. Cahiers du Cinéma ve Movie'ye (İngilizce eşdeğeri) ve daha sonra Screen'e (Cahiers du Cinéma, Movie ve Screen,  Fransızca ve İngilizce sinema dergileridir; ç.n.) takılmıştık. Ve eğer soldaysanız, sanırım 'popüler' ama aynı zamanda sınıflı bir toplumu tüm gerilimleri ve çelişkileriyle sunmaya kararlı - ya da bunu deneyen - bir sinema arıyordunuz. Karşılaştığım ilk ya da ilk iki yeni gerçekçi filmi izleyişimi hatırlayabiliyorum -bunlardan birinin Rossellini'nin Paisá'sı olduğunu biliyorum - ve "Vay canına, işte bu!" diye düşündüğümü. Paisá bir mihenk taşıydı ve ardından (biraz daha geç izlenen) La Terra Trema, Roma Açık Şehir ve Bisiklet Hırsızları geldi. Ama sanırım ilk izlediğim İtalyan filmleri, 50'lerin sonu ve 60'ların başında, yönetmenlerin yeni gerçekçiliğin ötesinde bir yol aradıkları filmlerdi. Fellini'nin Notte di Cabiria'sı. Antonioni'nin Il Grido'su. Antonioni bizim için çok önemliydi. 1960-62 arasında yaptığı üçleme ve ardından Kızıl Çöl (1964). O zamanlar bizim için bunlar ileriye giden yol gibi görünüyordu - film yapmanın garip yeni bir yoluna doğru...

Sanırım yeni gerçekçiliğe olan ilgi bir ölçüde geçmişe dönüktü. Antonioni'nin kim olduğunu ve ilk filmlerinin neye benzeyebileceğini merak ediyorduk -nereden çıkmıştı? Bu durum Visconti ve Fellini için de geçerliydi. Rossellini de 1960'larda kendi tuhaf tarzıyla hâlâ çok aktifti, La Prise de pouvoir par Louis XIV (1966) ve televizyon için yaptığı filmler.

Ne kadar çabuk olduğunu hatırlamıyorum ama kısa süre sonra 40'ların sonu ve 50'lerin başındaki yeni gerçekçi döneme geri döndük. Ve bu şaşırtıcıydı. Gördüğüm diğer sinemalara hiç benzemiyordu. Söylediğim gibi, filmler işçi sınıfının yaşamıyla ilgiliydi. Ama yine de bu onların doğrudan 'popüler' oldukları anlamına gelmiyordu. Eğer ölçü gişe ise; Fellini, Rossellini ve arkadaşları savaştan sonra İtalya'ya akın eden Amerikan sinemasının çok gerisindeydi. Ancak yeni gerçekçilik bir anlamda Hollywood ile rekabet halindeydi: sinemanın, işçi sınıfı izleyicisine neler sunabileceğine dair başka bir model sunuyordu. Elbette söylenmesi gereken bir diğer şey de Marksizm ve Partito Communista Italiano/İtalyan komünist Partisi (PCI) tarafından doğrudan etkilendiğidir. Film yapımcılarının çoğu gerçek parti üyesi değildi. Ancak Giuseppe De Santis gibi komünist yönetmenler vardı - oldukça Marksist, kesinlikle bir Parti entelektüeli - yeni gerçekçiliğin 'partizan' temelinin çok iyi olduğunu, ancak şimdi zor olanın bunu Amerikan filmlerinin cazibesi ve erotizmiyle rekabet edebilecek bir şeyle harmanlamak olduğunu savunuyordu. Bu nedenle Acı Pirinç/Riso Amaro (1949), Marksist entelektüeller kuşağına muazzam bir şekilde hitap etti. Italo Calvino'nun bu konuda yazdığı harika bir uğrak vardır. Po'da Acı Pirinç'in setine gider ve tabii ki Silvana Mangano gözlerini  kamaştırır ama aynı zamanda bunun, merkezinde sınıf mücadelesi olan gerçek bir 'kitle sineması' yapmak için ciddi bir girişim olduğunu düşünür. Yani yeni gerçekçilik bunların hepsiydi; artı tabii ki bir dönüm noktasındaki İtalya efsanesi, faşizm sonrası İtalya, savaşın sonundaki İtalya -sinema ve partizanlar, sinema ve direniş. Paisá (1946) bunun simgesidir.

- Bence bu filmlerin simgeleri ve imgeleri kayda değer ve dikkatle gönderme yapıyor. O dönemdeki pek çok eser, sanayi öncesi İtalya'ya (kırsal yaşam, köylüler, kilise, aile) ve bu İtalya'nın kapitalizm altında geçirdiği dönüşüme dair fikirlere odaklanıyor. Bu imge referansları nereden geliyor, o dönemde resim ve film arasında doğrudan bir diyalog var mıydı?

İlginç bir ileri-geri gidiş vardı, şimdi İtalya'daki resim ve film yapımı hakkında daha fazla şey anlıyorum. Yeni gerçekçiliğin resimsel eşdeğerleri vardı. Filmler kadar başarılı olamadılar. Ama Calvino'nun bir keresinde söylediği gibi, 'yeni gerçekçi', İtalyan kültüründeki o savaş sonrası dönemin karakteri için çok yetersiz bir kelime. Sonuçta kim Visconti ya da Fellini'den, hatta Pasolini'den daha az 'gerçekçi' (her türlü) olarak nitelendirilebilir ki? Hepsi de başına buyrukların en tuhaflarıydı. Belki de 'yeni gerçekçilik’in, bir tür belgesel gereksiniminin esas göründüğü kısa ömürlü savaş sonrası dönemin adı olduğunu söyleyebiliriz. 1945 sonrası İtalya'sında aslında İtalya'nın tüm siyasi ve sınıfsal yönü için gerçek bir mücadele vardı. Dolayısıyla, acil politik sebeplerden ötürü bir belgesel, 'ajit-prop' zorunluluğu vardı, ancak bunun içine her türden çok tuhaf kişilikler ve üslup tutumları çekildi.

Sanırım hepsi de erken dönem sinemanın (proleter bir sanat olduğu ölçüde) kesinlikle sadece, hatta esas olarak 'gerçekçi' olmadığının farkındaydı. Bir yanda Méliès'in, diğer yanda Lumière'in sineması gibi fantastik bir sinemaydı. Sinema her zaman iki kutup arasında gidip gelmiştir.

 - Bir keresinde Pasolini'yi, James Ensor ve Andrei Platonov ile birlikte, sosyalist ya da anarşist bir ortamdan çıkan en tuhaf sanatçılardan biri olarak tanımlamıştınız. Bu tuhaflığı nasıl betimlersiniz?

Şey, o tamamen fantastik bir karakter! Açıkçası, cinselliği tuhaf ve tehlikeliydi. Kutsal olana ve dine karşı tutumu da garip. Önsözde Accattone (1961) hakkında yazdığı bir gazete makalesinden alıntı yapıyorum: "...dindarlık, kişisel kurtuluş ihtiyacında değil... tüm hikâyeyi belirleyen kadercilikte değil... [filmin] dünyayı görme biçiminde, görmenin teknik kutsallığında yatıyor." Demek istediğim, Komünist Parti'nin sadık bir destekçisi olan (ya da çoğunlukla olmak isteyen...) birinden gelen bu ifadeler şaşırtıcı!

Ama belki de bir kez daha düşününce, ‘garip’ doğru kelime değildir. Çünkü elbette PCI (ya da İtalya'daki herhangi bir sol siyaset biçimi) sürekli olarak İtalyan Katolikliği ile uzlaşmaya -müzakere etmeye, üstün gelmeye, nasıl adlandırırsanız adlandırın- çalışıyordu. Hâlâ baskın, hegemonik bir ideoloji ile mücadele içinde olduklarının farkındaydılar. Yine de Pasolini'nin Katoliklikle ilişkisindeki stratejilerinin benzersiz olduğunu söyleyelim! Ama yine de bu bile yeterli değil... Her zamanki gibi güneşin altında yeni bir şey yok. İsa Mesih'i proleter devrimci olarak yeniden yaratmaya çalışan olağanüstü bir girişim olan The Gospel According to St Matthew’un (1964) büyük bir hayranıyım. Ama elbette Rossellini de aynı şeyi yapmıştı ya da The Flowers of St. Francis (1950) ile yapmaya çalışmıştı. Bu filmde Fransisken metni ile sinemasal görüntü arasındaki ilişki büyüleyicidir. Rossellini film boyunca (yağmur altında yürüyen kardeşlerin en baştaki unutulmaz görüntülerinden itibaren) “Aziz Francis'in ne olduğunu ya da ne olduğunu düşünüyoruz? Onu gerçek bir tarihi karakter olarak yeniden hayal edebilir miyiz?”, "Fransisken bir sinema nasıl olurdu?" diyor. Pasolini'nin The Flowers'a sıkı baktığını düşünüyorum.

Pasolini'nin garipliğiyle kastettiğim de buydu. Elbette zamanının Marksizm’ine karşı bir öfkeydi. 'Kötü bir Marksist' olarak çok saldırıya uğradı ve parti tarafından reddedildi -sadece cinselliği yüzünden değil.

- Onun 'kötü' Marksizmi, bu yeni derlemeye (Heretik Estetik) yazdığınız önsözde bahsettiğiniz bir şey. Yani Pasolini'nin, Marksizm’in parti dışında yeniden inşa edilebilmesi için kötü olma zorunluluğu. Bu onun hayatında ve eserlerinde pek çok biçim alıyor, en çok da cinselliği, ama aynı zamanda suçlulara ve o korkunç 'lümpen' ya da alt-proletarya kategorisine odaklanmasıyla. Bu, dönemin geçerli politikalarına ve PCI'ya ters mi düşüyordu? Bu 'kötülük' neyi mümkün kılıyor?

Parti, bundan ne anlam çıkaracağını bilmiyordu. (Pasolini) 'ileri' bir işçi sınıfı ve farklı ve ıskartaya çıkarılabilir bir lümpen olduğu fikrini reddediyordu. Bu mesele aslında o andan itibaren pek çok İtalyan sinemasının arasından geçip yolunu buluyordu -filmler bu ukala, ortodoks ayrımla mücadele etmeye devam ediyor. Visconti'nin ‘Rocco ve Kardeşleri'nin (1960) sonunda hayran olduğum şeylerden biri de budur. Filmin sonunda, kardeşlerin Milano'daki ıstırabından sonra, parti üyesi, iyi kardeş, sanayi toplumuna uyum sağlayan namuslu aile babası ortaya çıkar - ve son dakikalarda onu banliyödeki evine giderken görürsünüz. Visconti bir anlamda bunun bir son olduğunu söylüyor. Diğer kardeşler, uyumsuz kardeşler, hepsi de çılgın, katil olarak resmedilmiyor mu? Peki film sizi nerede bırakıyor -dramatik olarak, estetik olarak? İyi kardeşin tarafında mı?

Nihayetinde bütün bu dönemde hayranlık duyduğum şey, film yapımcılarının katıksız enerjisi ve konularına olan yakınlıklarıdır. O dönemde Pasolini’ye herkes hayranlık duyuyordu ama belli ki birçoğu ondan ne anlam çıkaracağını bilmiyordu. Ancak Fellini'nin Cabiria'nın Geceleri (1957) için onu çağırması ilginçtir -Roma'nın kenar mahallelerindeki lümpen-proletarya hakkında, dili ve şehrin sırtlarının manzarasının unutulmaz bir şekilde yakalanmasıyla harika bir filmdir. Pasolini, Cabiria için senaryo yazarı ve 'diyalog danışmanı' olarak getirildi, çünkü Fellini onun üslubu anlayan ve tüm yaşam tarzının tadına varan biri olduğunu biliyordu.

- Sanat ve resim üzerine yazdıklarına dönecek olursak, bu konuya nasıl geliyor? Ve bu, onun çalışmalarını -ve 'görme' felsefesini- bize nasıl farklı bir şekilde (eğer varsa) açıyor?

Resme ve ressamlara büyük önem veriyor. Özellikle 1950'lerde en yakın işbirlikçileri ve arkadaşlarından bazıları, 'yerelliğini' savunduğu Friuli ve Po Vadisi’nden ressamlardı. Toti Scialoja, Renzo Vespignani, Federico De Rocco ve Giuseppe Zigaina. Ünlü değillerdi... Pasolini daha sonra ünlü ressamlarla arkadaş oldu -örneğin Renato Guttuso ve Carlo Levi. (Yine de Levi, duvar resimlerinden ziyade İsa Eboli'de Durdu adlı anı kitabıyla yaşayacak kuşkusuz... Ama Matera'daki duvar resimlerini gördüyseniz -köylü ve proleter yaşamının devasa bir duvar resmi dizisi- ne kadar güçlü bir ressam olduğunu bilirsiniz).

Bazıları doğrudan (acemice) 'yeni gerçekçi' olan bu ressamlar Pasolini için çok önemliydi. Resim, onun sinemaya giden yoluydu. Çok genç bir adamken, her zaman başlıca görsel öğretmeni olarak gördüğü büyük sanat tarihçisi Roberto Longhi'den ders aldı. Her zaman Longhi'nin derslerini çağrıştırma yetisine sahiptir. La Ricotta (1962) davası sırasında, dine hakaretten neredeyse hapse girecekken, filmi savunan bir makale yazar. Filmde "Masaccio'nun atölyesindeki bir çırağın gözünde daha da değerli" olacak bir etki yaratmak istediğinden bahseder. Bu kısmen provokasyon, kısmen de kesin bir ciddiyettir. Çünkü bu, Pasolini'nin dünyasıdır. “Aziz Matyas'a Göre İncil”de, karakterlerin aniden Piero della Francesca şapkaları taktığı meşhur anlar vardır elbette. Bu sevimlidir -ama aslında İtalyan sanatının geçmişine olan borç çok daha derin, çok daha nüfuz etmiştir- alıntının çok ötesine geçer.

Pasolini, İtalyan sinemasının ve 20. yüzyıl İtalyan görsel sanatının güçlü yanlarından birinin, uzun görsel geçmişiyle süreklilik içinde olması (diğer tüm ulusal sinemalardan daha çok) olduğuna derinden inanıyordu.

- Sanat tarihine dair kaygıları nelerdir (eğer böyle adlandırabilirsek), yazılarında ve filmlerinde bir süreklilik var mı?

Hem de çok fazla. Her zaman ortak yaşama, çoğunluğun yaşamına nasıl biçim vereceğimizden bahsediyor. Görsel sanatın tüm kaynaklarını öyle ya da böyle seferber etmedikçe, yani mirasımızı gerçekten kullanmadıkça bunu yapamayacağımızı hemen fark ediyor. Bu değişmez bir tema.

Kitapta Alessandro Giammei ve Ara H. Merjian tarafından çok iyi çevrilmiş bir kısım var... PCI tarafından Roma’da düzenlenen büyük bir Picasso sergisi sırasında Picasso hakkında yazılmış uzun bir şiir. Bu şiiri daha önce hiç İngilizce olarak okumamıştık. Sergi, komünizmin en ünlü sanatçısının bir kutlamasıydı - sanırım 1953 ya da 54'te düzenlenmişti. Şiir, Pasolini'nin büyük kasidesi 'Gramsci'nin Külleri'nin ilginç bir tamamlayıcı parçası... bir bakıma ‘Picasso'nun Külleri’ de denebilir. Özellikle Picasso'nun 1950'lerin başında yaptığı tuhaf karikatürize (ve ona katılıyorum, oldukça kötü) büyük resimlere bakıyor, tuhaf bir sözde çocuksu tarzda yapılmış Savaş ve Barış adlı duvar resimleri -Guernica'yı yeniden yapma girişimleri -. Ve Pasolini, onlardan nefret eder. "[Tüm] bunların içinde insanlar yok" diyor, "uğultulu sesleri bu tuvallerde, bu galerilerde sessizliğe gömülen insanlar..." Bunu 53'teki bir komünistin ağzından, partinin yoldaşı için düzenlediği büyük kutlamanın başrol oyuncuları hakkında bir yargı olarak düşünün. Bence bu Pasolini'nin 'gerçekçiliğine' hitap ediyor.

- Pasolini'nin film ve sinema üzerine yazılarında, bu araç hakkında nasıl yeterli bir şekilde yazılacağına dair bir kaygı var (bu kaygının, sizin görsel sanatlar hakkındaki kaygınızla benzer olduğunu belirtmek isterim). Pasolini, görsel sanatlar ve resim üzerine nasıl yazıyor?

Resim hakkında çok düpedüz ve bir dereceye kadar sağduyuyla yazıyor. Oysa film hakkında ve örneğin Accattone'nin 'sakral' ya da kutsal boyutu hakkında konuşmaya başladığında, hemen kamera açısı ve odak derinliği hakkında konuşmaya başlıyor -teknik konuşuyor, üsluptan bahsediyor. Yine, bunun kısmen provokasyon olduğunu düşünüyorum, "Peki, sakral derken neyi kastediyorum? Sanırım f/32 ile şu kadar enstantane hızını kastediyorum. Ve şu kadar hızlı, şu kadar uzağa hareket eden bir takip çekimi..." Okuyucularını teknik bir dünyaya sürüklüyor. Ama resim hakkında konuşurken hiç de teknik değil. Sanat hakkında meraklı, resme büyük ilgi duyan bir sinemacı bakış açısıyla yazıyor, ama asla bir sanat tarihçisi ya da kuramcısı olarak değil.

Ekphrasis (Görsel sanat eserinin dramatik, sözel veya grafik tasviri; ç.n.) yazmıyor, resimleri anlatan şiirler yazmıyor. Resimleri gerçekten hiç betimlemiyor. Ama betimleme -bildiğiniz gibi bu söylediğim eski, tanıdık bir şarkı!- çok zor bir iştir. Son derece zordur ve bu nedenle sanat tarihi disiplini bundan kaçınma eğilimindedir -işi sizin için yapacak (ya da yapıyor gibi görünecek) bir metin ya da bağlam bulmak çok daha kolaydır. Pasolini resimlerle, niyetleriyle ve ortaya çıktıkları şeyle, yani yerel koşullarla olan ilişkileriyle ilgilenir.

-        - Anglofon dünyada bazen Pasolini'nin garip bir imgesine sahip olup olmadığımızı merak ediyorum - şiirlerinden, eleştirilerinden ve romanlarından (çoğu hâlâ çevrilmemiş) büyük ölçüde arındırılmış bir imge. Acaba onda, kaçırdığımız sağduyulu bir yön mü var?

Bence baştan sona var. Onun sineması ve hikâye anlatma biçimi sürekli olarak dünya işlerine geri dönüyor. Bu temel 'gerçekçilik', -her zaman kasıtlı sapkınlık, yıkılan tabular, aşırılık, provokasyon, 'mahzendeki vahşi köpekler' ile ölüm kalım mücadelesi içinde. Sonuçta, Aziz Matyas'a Göre İncil'in, Saló ya da Sodom'un 120 Günü (1975) ile bir arada var olduğu bir sinema nasıl bir sinemadır!

- Son olarak Pasolini'nin mevzusuna geri dönebilir miyim? Onun 'tipler' galerisine. İşçi sınıfına Marksist bir bakış açısıyla yeniden bakması, ancak pek çok 'Marksist' varsayımı ve ayrımı bir kenara bırakma kararlılığı... 'Köylülüğü', nostalji ya da küçümseme olmadan tasvir etmek mümkün mü? Proleter yaşamın şiddeti ve yoksunluğu, yaklaşan (siyasi) bir 'kurtuluş' çerçevesi olmadan ekrana nasıl yansıtılabilir?

Evet, bence Pasolini'nin kaygıları bunlar. ‘Kaygılar’, farkındayım, çok zayıf bir kelime! Sık sık işkence görüyor, acı çekiyor... Yeni bir tür proleter kahraman yaratmak istiyor -korkacağımız, tüm kategorilerimizi karıştıracak bir kahraman. Ve bize tepeden tırnağa 'köylü' olan bir İsa sunmak istiyor. İsa'nın bir köylü devrimci olduğunu düşünüyor. Ancak bu kategorileri -'köylü', proleter- klişeye geri dönmeden nasıl yeniden keşfedebilir ve yeniden değerlendirebiliriz? Aziz Matyas'a Göre İncil'e tekrar bakın. Açıkça –bariz bir şekilde- stilize edilmiş, taviz vermeksizin kahramanlaştırılmıştır -o pürüzlü suratlar galerisi, havariler ve kıssaları dinleyen halk kitlesi, Matera'nın mağara kayalıklarının ihtişamı, İsa'nın güneşe karşı sarp yüzü, vesaire.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/inside-the-inferno-t-j-clark-on-pasolini  adresinde yayımlanan söyleşinde çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.


İtalya merkezli Il Manifesto gazetesinden Roberto Ciccarelli, 90. yaşına giren İtalyalı düşünür Toni Negri ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Negri söyleşide, kapitalist stratejinin "galip" görünmesi, komünizmin güncel anlamı, işçicilik gibi konular üzerinde duruyor.



- Toni Negri, 90 yaşına bastınız. Bugün zamanınızı nasıl yaşıyorsunuz?

Gilles Deleuze'ün de benimkine benzer bir rahatsızlıktan mustarip olduğunu hatırlıyorum. O zamanlar bugün sahip olduğumuz destek ve teknoloji yoktu. Onu son gördüğümde, oksijen tüpleriyle dolu bir el arabasıyla dolaşıyordu. Gerçekten çok zordu. Bugün benim için de öyle. Bu yaşta geçen her günün bir gün daha eksik olduğunu düşünüyorum. O günü büyülü bir gün haline getirecek gücünüz yok. Güzel bir meyve yediğinizde, ağzınızda müthiş bir tat bırakması gibi. Bu meyve muhtemelen hayattır. Bu, onun en büyük meziyetlerinden biri.

 

-          - Doksan yıl, kısa bir yüzyıldır.

Birkaç kısa yüzyıl olabilir. Hobsbawm tarafından tanımlanan ve 1917'den 1989'a kadar süren bir klasik dönem vardır. Amerikan yüzyılı vardı ama o çok daha kısaydı. Bretton Woods'ta mali anlaşmalar ve dünya otoritesinin tanımlanmasından Eylül 2001'de İkiz Kulelere yapılan saldırılara kadar sürdü. Bana gelince; benim uzun yüzyılım ben doğmadan kısa bir süre önce Bolşevik zaferiyle başladı ve işçi mücadeleleri ile katıldığım tüm politik ve sosyal çatışmalarla devam etti.

 

-          - Bu kısa yüzyıl dev bir yenilgiyle sona erdi.

Bu doğru. Ama onlar tarihin sona erdiğini ve barışçıl küreselleşme döneminin başladığını düşünüyorlardı. Otuz yılı aşan bir zamandır her gün gördüğümüz üzere, bundan daha yanlış bir şey olamaz. Bir geçiş çağındayız ama aslında hep öyleydik. Gizliden gizliye de olsa kendimizi, sert bir karşılık verilen mücadelelerin küresel çapta yeniden canlanmasının damga vurduğu yeni bir dönemde buluyoruz. İşçi mücadeleleri; feminist, ırkçılık karşıtı, göçmenleri ve hareket özgürlüğünü savunan ya da ekolojik mücadelelerle giderek daha fazla kesişmeye başladı.

 

-          - Padova'daki kürsüye çok genç yaşta geldiniz. İtalyan işçiciliğinin (İtalyanca ‘Operaismo’ kavramının karşılığı olarak bu metinde ‘işçicilik’ kullanılacaktır; ç.n.) dergisi Quaderni Rossi'de görev aldınız. Marghera'daki petrokimya tesisinden başlayarak fabrikalarda bir araştırma yaptınız, temel çalışmalarda bulundunuz. Önce Potere Operaio'nun, ardından Autonomia Operaia'nın bir parçası oldunuz. Uzun İtalyan Altmış Sekizi ile başlayıp Torino'da Corso Traiano'daki zorlu işçi Altmış Dokuz'unu deneyimlediniz. Bu hikâyenin doruk noktasına ulaştığı politik moment neydi?


1970'ler, kapitalizmin kendi geleceği için bir strateji öngördüğü yıllardı. Küreselleşme yoluyla, endüstriyel emeği tüm değer birikimi süreciyle birlikte güvencesiz hale getirdi. Bu geçişte yeni üretici kutuplar tetiklendi: entelektüel emek, duygusal emek, dayanışma inşa eden sosyal emek. Yeni değer birikiminin temelinde elbette hava, su, canlılar ve sermayenin 60'lardan beri bildiği kâr oranının düşmesine karşı koymak için sömürmeye devam ettiği tüm ortak mallar da vardır.

 

-          - 1970'lerin ortalarından beri neden kapitalist strateji galip geldi?

Çünkü soldan bir yanıt gelmedi. Gerçekten de, uzun bir süre boyunca bu süreçler konusunda tam bir cehalet söz konusuydu. Yetmişli yılların sonundan itibaren, bu dönüşümün önemini göstermeye çalışan ve işçi hareketinin yeni toplumsallaşma ve siyasi ve kültürel örgütlenme biçimleri etrafında yeniden örgütlenmesini amaçlayan her türlü entelektüel veya politik güç, hareket bastırıldı. Bu bir trajediydi. İşte, kısa yüzyılın sürekliliği şu anda yaşadığımız zamanda ortaya çıkıyor. Solun, politik çerçeveyi sahip oldukları ile kenetleme iradesi vardı.

-          - Peki solun sahip oldukları nelerdi?

Güçlü bir imge ama o zamanlar zaten yetersizdi. Başka bir şey istediğinin farkına varmadan sanayi işçisi figürünü mitleştirdi. Agnelli'nin fabrikasında yer almak değil, onun şirketini yok etmek istiyordu; kimseyi köleleştirmeden başkalarına sunmak için araba üretmek istiyordu. Marghera'da kanserden ölmek ya da gezegeni yok etmek istemiyordu. Temel olarak Marx'ın Gotha Programının Eleştirisi'nde yazdığı şey budur: sosyal demokrasinin, metalaşmış emek yoluyla özgürleşmesine karşı ve emek gücünün metalaşmış emekten özgürleşmesi için. Komünist Enternasyonal'in -açık ve trajik bir biçimde Stalinizmle birlikte ve ardından giderek daha çelişkili ve şiddetli bir şekilde- aldığı yönün, devasa kitleleri harekete geçiren arzuyu yok ettiğine inanıyorum.

 

-          - Bu muharebe meydanında savaşan neydi?

Bir yanda kurtuluş fikri vardı. İtalya'da bu fikir Nazi faşizmine karşı direnişle aydınlanmıştı. Kurtuluş fikri, biz çocukların o zaman yorumladığı şekliyle Anayasa'nın kendisine yansıtılmıştı. Ve bu konuda, Katolik Kilisesi'nin İkinci Vatikan Konsili ile doruğa ulaşan toplumsal evrimini de hafife almayacağım. Öte yandan, İtalyan Komünist Partisi'nin sosyal demokrasiden miras aldığı, çeşitli kökenlerden Amendolalar ve Togliatticilerin gerçekçiliği vardı. Bunların hepsi 1970'lerde dağılmaya başlarken, bunun yerine yeni bir yaşam biçimi, komünist olmanın yeni bir yolunu icat etme imkânı vardı.

 

-          - Kendinizi komünist olarak adlandırmaya devam ediyorsunuz. Bugün bu ne anlama geliyor?

Genç bir adam olarak benim için anlamı şuydu: özgür olmak, daha az çalışmak ve birbirimizi sevmek için iktidarı fethedeceğimiz bir geleceği bilmek. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi burjuva kavramlarının işbirliği, dayanışma, radikal demokrasi ve aşk sloganlarıyla gerçekleştirilebileceğine ikna idik. Biz böyle düşündük ve böyle davrandık, sola oy veren çoğunluk da böyle düşündü ve bunu var etti. Ancak dünya tahammül edilemezdi ve şu anda da tahammül edilemez; birlikte yaşamanın temel erdemleriyle çelişkili bir ilişkisi vardır. Yine de bu erdemler kaybolmaz, kolektif pratikle kazanılır ve üretkenlik fikrinin dönüşümüne eşlik eder ki bu da daha az zamanda daha çok mal üretmek ya da daha yıkıcı savaşlar çıkarmak anlamına gelmez. Aksine, herkesi doyurmaya, çağdaşlaştırmaya, insanları mutlu etmeye hizmet eder. Komünizm; mülkiyet, sınırlar ve sermaye üçlüsüne karşı savaşan neşeli, etik ve politik bir kolektif tutkudur.

-          - İşçilerin otonomi hareketine yönelik baskının ilk anı olan 7 Nisan 1979'da gerçekleşen tutuklama bir dönüm noktasıydı. Farklı nedenlerle, bana göre, yıllarca süren coşkun bir güvence kampanyası, hareketlerin militanlarıyla, bir grup cesur entelektüelle, radikal partiyle yürütülen eşsiz bir gazetecilik vakası, "manifesto" tarihi için de bir dönüm noktasıydı. Sekiz yıl sonra, 9 Haziran 1987'de, sürekli değişen ve asılsız suçlamalardan oluşan kale yıkıldığında, Rossana Rossanda bunun "telafisi mümkün olmayan bir şey için geç kalınmış, kısmi bir telafi" olduğunu yazdı. Tüm bunlar bugün sizin için ne ifade ediyor?


Her şeyden önce, hiçbir zaman inkâr edilmemiş bir dostluğun işaretiydi. Rossana bizim için inanılmaz cömertlikte bir insandı. Belli bir noktada o da dursa bile: PCI'nın (İtalya Komünist Partisi; ç.n.) geldiği hali, PCI'ya yakıştıramıyordu.

                                         

-          - Ne hale gelmişti?

Bir zalim. Kendisini içine soktuğu pisliği kınayanları katletti. O yıllarda ona bunu söyleyen çok kişi vardı. İşçi sınıfını, öğrenci hareketini, kadınları, sosyal, politik ve demokratik tutkuların kendilerini örgütlediği tüm yeni biçimleri dinlemekten geçen başka bir yol vardı. Dürüst, temiz ve kitlesel şekilde bir alternatif önerdik. Büyük fabrikaları, okulları, nesilleri kapsayan devasa bir hareketin parçasıydık. PCI'nın bitişi, terörist aşırılıkların doğmasına neden oldu: bu şüphe götürmez. Her şeyin bedelini ağır bir şekilde ödedik. Ben tek başıma toplam on dört yıl sürgün ve on bir buçuk yıl hapis yattım. Manifesto her zaman masumiyetimizi savundu. Benim ya da Autonomia'dan diğerlerinin Aldo Moro'yu kaçıranlar ya da yoldaşların katilleri olarak görülmesi tamamen aptalcaydı. Bununla birlikte, cesur ve önemli olan bu masum mücadelede önemli bir husus geride bırakıldı.


-          - Hangi husus?

PCI ve DC (Hıristiyan Demokrat Parti; ç.n.) arasındaki tarihi uzlaşmaya karşı çok daha geniş bir hareketten siyasi olarak sorumluyduk. Bize karşı sağcı polis tepkisi vardı ve bu anlaşılabilir bir durum. Ancak PCI'nın buna verdiği cevabın kapsamını anlamak istemiyorduk. Temel olarak, sınıfın siyasi ufkunun değişeceğinden korkuyorlardı. Eğer bu tarihsel meseleyi anlamıyorsanız, bugün İtalya'da bir solun var olmamasından nasıl şikâyet edebilirsiniz?

 

-          - 7 Nisan ve “Calogero teoremi” denilen şey, solun azımsanmayacak bir kısmının adaletçiliğe ve yargı gücüne siyasi temsilciye dönüşmesi yönünde bir adım olarak değerlendirildi. Böyle bir tuzağa düşmek nasıl mümkün oldu?

PCI, ahlaki mücadelenin merkeziliğini ekonomik ve siyasi mücadele ile değiştirdiğinde ve bunu kendi alanına çekilen yargıçlar aracılığıyla yaptığında, yolculuğunu sonlandırdı. Gerçekten de sosyalizmi inşa etmek için adaletçiliği kullandıklarını mı düşünüyorlardı? Adaletçilik, burjuvazinin en sevdiği şeylerden biridir. Hukukun, hapishanenin ya da polisin alttakilere karşı sınıfsal kullanımını görmemizi engelleyen yıkıcı ve trajik bir yanılsamadır. O yıllarda genç yargıçlar da değişti. Önceden çok farklıydılar. Onlara "saldırı praetorları" (İtalyancada ‘yüksek idari yetkili’ anlamında kullanılan, aynı zamanda Sezar’ın muhafızlarına verilen isim; ç.n.) deniyordu. Benim de çalıştığım Demokrasi ve Hukuk dergisinin ilk sayılarını hatırlıyorum. İçimi sevinçle dolduruyorlardı çünkü kitle adaletinden bahsediyorduk. Sonra adalet fikri çok farklı bir şekilde geriletildi, yasallık ve meşruiyet kavramlarına geri getirildi. Ve yargıda artık siyasi bir bildirim değil, sadece akımlar arasında hizalanmalar oldu. Ardından bugün, artık ülkenin gerçekliğine bile uymayan bir kurallar paketine indirgenmiş bir anayasamız var.

 

-          - Hapishanede siyasi mücadeleye devam ettiniz. 1983 yılında cezaevinde Il Manifesto tarafından yayımlanan "Devrimi Hatırlıyor musunuz" başlıklı bir metin yazdınız. İtalyan 1968'inin özgünlüğünden, 1970'lerdeki hareketlerin "öncü yılları"na indirgenemeyeceğinden söz ediliyordu. O yılları nasıl yaşadınız?

Bu belge biraz utangaçlıkla önemli şeyler söylüyordu. Sanırım az önce bahsettiğim şeyleri aşağı yukarı söylüyor. Zor bir dönemdi. İçerideydik, bir şekilde dışarı çıkmamız gerekiyordu. İtiraf edeyim ki, o büyük acılar içinde Spinoza üzerine çalışmak, içine kapatıldığımız saçma kasveti düşünmekten daha iyiydi benim için. Spinoza hakkında büyük bir kitap yazdım ve bu bir tür kahramanlık eylemiydi. Hücremde beşten fazla kitap bulunduramazdım. Ve sürekli özel hapishaneler değiştirdim: Rebibbia, Palmi, Trani, Fossombrone, Rovigo. Her seferinde yeni bir hücrede, yeni insanlarla. Günlerce bekledim ve baştan başladım. Yanımda taşıdığım tek kitap Spinoza'nın Etika'sıydı. Şans, 1981'de Trani'deki isyanda özel kuvvetlerin her şeyi yok etmesinden önce, metnimi bitirdim.

 

-          - 1983 yılında parlamentoya seçildiniz ve birkaç aylığına hapisten çıktınız. Sizi cezaevine geri gönderme kararı aldıkları ve Fransa'da sürgüne gitmeye karar verdiğiniz ana dair ne düşünüyorsunuz?

Bunun acısını hâlâ çok çekiyorum. Tarihsel ve tarafsız bir yargıda bulunmam gerekirse, ayrılmakta haklı olduğumu düşünüyorum. Fransa'da kuşaklar arası ilişkiler kurma konusunda faydalı oldum ve eğitim aldım. Félix Guattari ile çalışma fırsatım oldu ve dönemin tartışmalarına girmeyi başardım. Sans Papiers'in (Sans Papiers yani ‘kâğıtsızlar’, oturma ve çalışma izni olmadan yaşayan göçmenlere verilen isimdir; ç.n.) hayatlarını anlamamda bana çok yardımcı oldu. Ben de öyleydim; kimlik kartım olmamasına rağmen öğretmenlik yaptım. Paris 8 Üniversitesi'nden yoldaşlarım bana yardımcı oldu. Ama başka açılardan, kendime, yanıldığımı söylüyorum. Hayatımın en güzel yıllarını, isyanları ve dört yıllık önleyici gözaltı sürecini beraber yaşadığım yoldaşlarımı cezaevinde bıraktığım gerçeği beni derinden sarstı. Onlardan ayrılmak beni hâlâ incitiyor. O cezaevi, sevgili yoldaşlarımın ve çoğu zaman ailelerinin hayatlarını mahvetti. Doksan yaşındayım ve kendimi kurtardım. Bu beni o dram karşısında daha dingin yapmıyor.


-          - Rossanda da sizi eleştirdi…

Evet, benden Sokrates gibi davranmamı istedi. Ben de sonumun filozof gibi olma riskini göze aldığımı söyledim. Hapishanedeki raporlar yüzünden ölebilirdim. Pannella beni maddi olarak hapisten çıkardı ve sonra beni dünyadaki bütün suçlardan sorumlu tuttu çünkü geri dönmek istemedim. Beni aldatan pek çok kişi vardı. Rossana o zaman beni uyarmıştı ve belki de haklıydı.

 

-          - Bunu yaptığı başka bir zaman var mıydı?

Evet, 14 yıllık sürgünden sonra 1997'de Paris'ten İtalya'ya dönmememi söylediğinde. Ayrılmadan önce onu son kez ulusal Orta Çağ müzesi olan Cluny Müzesi'nin yakınındaki bir kafede gördüm. Uçağa binmemi önlemek için beni zincirlemek istediğini söylemişti.

 

-          - O zaman neden İtalya'ya dönmeye karar verdiniz?

1970'lerdeki tüm yoldaşlar için bir af için mücadele ettiğime ikna olmuştum. Sonra çift meclis vardı, bu mümkün görünüyordu. 2003'e kadar altı yıl hapis yattım. Belki de Rossana haklıydı.

 

-          - Bugün onunla ilgili ne hatırlıyorsunuz?

Onu en son Paris'te gördüğüm zamanı hatırlıyorum. Çin'e yaptığım seyahatler için endişelenen, zarar göreceğimden korkan çok tatlı bir arkadaşımdı. O zaman ve her zaman harika bir insandı.

 

-          - Kızınız Anna Negri, bu hikâyeyi sevdiklerinizin ve başka bir neslin gözünden anlatan "Tarihe Dolanmış Bir Ayakla" (DeriveApprodi) kitabını yazdı.

Anna, Francesco ve Nina adında üç muhteşem çocuğum var ve onlar yaşananlardan tarifsiz acılar çektiler. Bellocchio’nun  Moro ile ilgili dizisini (Yönetmen Marco Bellocchio’nun 2003 yılı yapımı olan ve Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılışını, kaçırma eylemini gerçekleştirenlerden birinin gözünden anlatan ‘Günaydın Gece’ isimli filminden bahsediyor ancak muhtemelen Giovanni Bianconi’nin yönetmenliğindeki aynı isimli ve aynı konudaki 2002 yapımı dizi ile karıştırmakta; ç.n.) seyrettim ve bu inanılmaz trajediden benim sorumlu tutulmama hayret etmeye devam ediyorum. Okula giden ilk iki çocuğumu düşünüyorum. Birileri onları bir canavarın çocukları olarak gördü. Bu çocuklar öyle ya da böyle muazzam olaylara maruz kaldılar. İtalya'dan ayrıldılar ve geri döndüler, o uzun kışı birinci şahıs olarak yaşadılar. En azından onları bu duruma sokan ebeveynlerine karşı biraz öfke duyabilirler. Benim de bu hikâyede belli bir sorumluluğum var. Tekrar arkadaş olduk. Bu benim için muazzam güzellikte bir hediye.

 

-        - Doksanlı yılların sonunda, yeni küresel hareketlere ve ardından savaşa karşı, Michael Hardt ile birlikte "İmparatorluk" ile başlayarak güçlü bir tanınırlık elde ettiniz. Uzmanlaşmaya, gerici ve elitist fikirlere geri dönüşün yaşandığı günümüzde felsefe ve militanlık arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Bu soruya cevap vermek benim için zor. Bana bir opera yaptığımı söylediklerinde cevap veriyorum: Opera mı? Farkında mısınız? Yüksek sesle gülüyorum. Çünkü ben filozoftan çok bir militanım. Bu birilerini güldürecek ama ben kendimi Papageno gibi görüyorum.

 

-          - Ama hiç şüphe yok ki birçok kitap yazdınız.

Kendimi felsefe ve militanlık arasında bulduğum için şanslıydım. Hayatımın en iyi dönemlerinde sürekli olarak birinden diğerine geçiş yaptım. Bu benim, kapitalist iktidar teorisiyle eleştirel bir ilişki geliştirmemi sağladı. Marx'a odaklanarak Hobbes'tan Habermas'a geçtim, Kant, Rousseau ve Hegel'den geçtim. Uğraşılacak kadar ciddi insanlar. Öte yandan Machiavelli-Spinoza-Marx çizgisi gerçek bir alternatifti. Tekrar ediyorum: benim için felsefe tarihi, Platon'dan Heidegger'e kadar tüm Batı kavrayışını burjuva uygarlığıyla harmanlayan ve böylece işlevsel kavramları iktidara aktaran bir tür kutsal metin değildir. Felsefe kültürümüzün bir parçasıdır, hizmet ettiği şey için, yani dünyayı dönüştürmek ve daha adil hale getirmek için kullanılmalıdır. Deleuze, Spinoza'dan bahsetmiş ve onu Masaniello (Napoli Krallığı’nda, Habsburg İspanyası’na karşı gerçekleşen 1647 İsyanı’na liderlik etmiş olan balıkçı; ç.n.) rolünde sunan ikonografiye devam etmişti. Keşke bu benim için de doğru olsaydı. Doksan yaşıma gelmiş olsam bile felsefeyle bu ilişkiyi sürdürüyorum. Militanlığı yaşamak daha zor, yine de bir sürgün durumunda yazmayı ve dinlemeyi başarıyorum.

 

-          - Bugün hâlâ sürgünde misiniz?

Kısmen evet. Ama bu farklı bir sürgün. Bu, içinde yaşadığım iki dünyanın, İtalya ve Fransa'nın çok farklı hareket dinamiklerine sahip olmasına bağlı. Fransa'da, bugün yeniden keşfediliyor olsa bile, işçiciliğin geniş bir takipçisi yoktu. Fransa'daki sol hareket her zaman Troçkizm ya da anarşizm tarafından yönlendirildi. Doksanlı yıllarda, Futur Antérieur dergisiyle, arkadaşımız ve yoldaşımız Jean-Marie Vincent ile birlikte, solculuk ve işçicilik arasında bir dolayımlama bulduk: yaklaşık on yıl boyunca işe yaradı. Ama bunu çok dikkatli şekilde yaptık. Fransız politikası hakkındaki kararı Fransız yoldaşlara bıraktık. Dergide İtalyanlar tarafından yazılan tek önemli başyazı, İtalyan mücadelelerine çok benzeyen '95 yılındaki büyük demiryolu işçileri greviyle ilgili olandı.

-          

            - Bugün işçicilik neden küresel bir yankı uyandırıyor?

Çünkü diyalog kurduğu diğer eleştirel kültürlerde olduğu gibi direniş ve mücadelelerin yeniden başlaması ihtiyacına yanıt veriyor: feminizm, politik ekoloji, postkolonyal eleştiri gibi. Ve hiçbir şeyin ya da hiç kimsenin kirişi olmadığı için. Bazılarının kendilerini kandırdığı gibi, hiçbir zaman PCI’nın tarihinde bir bölüm olmadı. Bilakis, iktidarı işveren, mal sahibi ve kapitalist kutup etrafında bir araya getiren kusursuz bir sınıf mücadelesi fikri ve bir egemenlik eleştirisidir. Ancak iktidar her zaman bölünmüştür ve alternatifi yokmuş gibi göründüğünde bile her zaman açıktır. Frankfurt Okulu ve onun son açılımları tarafından tahakküm ve otoritenin bir uzantısı olarak ortaya konan iktidar teorisinin tamamı, ne yazık ki baskın olmaya devam etse de yanlıştır. İşçilik, bu acımasız okumayı tahrip eder. Bir çalışma ve düşünme tarzıdır. Hareket halindeki geniş kitleler tarafından yapılan tarihi aşağıdan ele alır, açık ve üretken bir diyalektik içinde tekilliği arar.

 

-          - Francesco d’Assisi’ye (Hıristiyanlığın saygı duyulan figürlerinden İtalyan aziz; ç.n.) sürekli yaptığınız atıflar beni her zaman etkilemiştir. Azize olan bu ilginiz nereden geliyor ve komünist olmaktan duyduğunuz mutluluğun bir örneği olarak neden onu seçtiniz?

Küçüklüğümden beri sevgi kelimesini kullandığım için bana gülündü. Beni bir şair ya da kandırılmış bir insan zannettiler. Öte yandan, sevginin her zaman insanlığı bir arada tutan temel bir tutku olduğunu düşündüm. Yaşamak için bir silaha dönüşebilir. Savaş sırasında perişan olmuş bir aileden geliyorum ve bana bugün hâlâ yaşayan sevgiyi öğrettiler. Francesco temelde, burjuvazinin kendisini dönüştürme ve insanların birbirini ve yaşamayı sevdiği bir dünya yaratma olasılığını kavradığı bir dönemde yaşayan bir burjuvadır. Ona yapılan gönderme, benim için Machiavelli'nin Ciompi'sine yapılan gönderme gibidir. Francesco, mülkiyete karşı sevgidir: tam da 1970'lerde yapabileceğimiz şey, bu gelişmeyi tersine çevirmek ve yeni bir üretim biçimi yaratmaktı. Francesco hiçbir zaman yeterince filme alınmadı ve Fransiskanlığın İtalyan tarihinde sahip olduğu önem de yeterince dikkate alınmadı. Bundan bahsediyorum çünkü sevgi ve neşe gibi kelimelerin siyaset diline girmesini istiyorum.

 

https://ilmanifesto.it/il-secolo-breve-di-toni-negri adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi