Content feed Comments Feed

Lal Khan: Planlanmış kargaşa

29 Şubat 2012 Çarşamba

Pakistan’ın önde gelen Marksist siyasetçilerinden Lal Kahn, ülkesinde yayımlanan Daily Times gazetesinde, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda radikal ve ılımlı İslam ile kurduğu bağlara işaret eden bir yazı kaleme aldı. Kahn, radikal İslam ile ılımlı İslam arasındaki çizginin çok ince olduğuna, hatta böyle bir çizgi olmadığına dikkat çekiyor:

Ünlü Keynesyen ekonomist ve ABD’nin eski Hindistan Büyükelçisi John Kenneth Galbraith, bir zamanlar Hindistan ekonomisini “dünyadaki en örgütlü kaos” şeklinde tanımlamıştı. Pakistan’da devletin ve toplumun hüküm süren halini kavramak isterseniz, daha çok planlanmış kargaşanın can çekişmesi şeklinde görünüyor. Otuz yıldan fazla zamandır, bu karmaşık savaşa, tamamen devlet tarafından desteklenen İslami köktenciler öncülük ediyor. Çelişkili biçimde, bu devlet politikası, devletin bağışçılarınca icat edilmiştir: ABD emperyalizmi. 1980’ler ve 90’larda Moskova ve Çin destekçisi solun çökmesiyle birlikte, yaratılan siyasi boşluk gericilik ile dolduruldu. Sezgisel olarak, zalimane iktidarını sürekli kılmak için İslam’ı kullanan Ziya ül Hak diktatörlüğüydü. ABD, onun acımasız diktatörlüğünü, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılışını hiçbir şekilde öngörmezken Soğuk Savaş’ın son aşamasında bölgedeki stratejik çıkarlarını ileri taşımak amacıyla gerçekleştirdiği Afganistan’daki dolar savaşını yürütmek için kullandı.

Orta Doğu’da ve Müslüman dünyası denilen şeyde, bu İslami bağnazlığı başlıca dış siyaset mekanizması olarak kullandılar. En iğrenç soykırımlardan biri, CIA tarafından köktenciler aracılığıyla Endonezya’da yürütüldü. 30 Eylül 1965’te popülist milliyetçi lider Sukarno’yu iktidardan indiren askeri darbenin ardından, emperyalistler, askeri diktatör General Suharto’nun desteğiyle Endonezya solunu ortadan kaldırmak için İslami gericileri kullandılar. Endonezya Komünist Partisi (PKI), sosyalist blok dışındaki en büyük komünist partiydi. Partinin, 3 milyon üyesi ve sendikaların da olduğu çeşitli örgütlülüklerde örgütlenmiş 10 milyondan fazla sempatizanı vardı. Eylül 1965’ten Ocak 1966’nın sonuna dek, takımadaların her tarafında, başta ülkenin önde gelen İslamcı partisi Nahdlatul Ulama’nın yarı-özerk gençlik kanadı Ansor olmak üzere İslami paramiliter örgütlerin üyelerinin tasmaları, kâfirlerin “kızıl haşerat”ına karşı salındı. Bir milyondan fazla komünist ve aileleri katledildi. O yılın başında İngiliz büyükelçisi Sir Andrew Gilchrist, Londra’ya gönderdiği bir telgrafta “Endonezya’da küçük bir avın, etkin değişimin esas hazırlayıcısı olacağına dair inancımı, sizden hiçbir zaman gizlemedim” yazmıştı. Mark Curtis, The Ecologist dergisindeki “Demokratik Soykırım” başlıklı başyazısında şunu ortaya koymuştu: “1962 tarihli bir CIA andıçı, Başkan Kennedy’nin ve İngiliz Başbakanı Harold Macmillan’ın, Başkan Sukarno’nun duruma ve mevcut fırsatlara bağlı olarak tasfiye edilmesine dair anlaştıklarını belirtmişti.”

Emperyalistler ile İslami köktenciler arasındaki ilişkinin tarihi, diğer doğu ülkelerinde de çok farklı değildir. Tek çelişki, çıkarları salt rüşvetçi oportünizme dayanan bu güçlerin, müşterek yağma çıkarları uyuşmadığında, sıklıkla ihtilafa düşmeleridir. Bugün bile, emperyalizmle her zaman yakın bağları olan Taliban içerisinde, birden fazla grup var. Taliban, homojen bir bütün değil ve İslami partilerin emperyalizmle esaslı hiçbir ideolojik farklılıkları yok. Anlaşmazlık, bu bağnazların rakip grupları emperyalizm tarafından desteklendiğinde patlak verir. Bu sahte sofu savaşçıların bir grubu emperyalizmle anlaşmaya varırken, esasen dindarlık kılığındaki ganimetin paylaşımı konusunda bölünürler. Aynı esnada savaşıyorlar ve pazarlık ediyorlar. Bu ne biçim ideolojik çatışma? Geçmişten beri müttefiktirler ve icra ettikleri ortak kapitalist doktrine meydan okuyan her türlü büyük hareketi ezmek için güçlerini birleştireceklerdir. Orta Doğu’daki kitleler bir devrimde ortaya atılarak patladığında ve kapitalizmin çıkarlarını temelinden sarstığında, emperyalizmin yardımına koşan bir kez daha İslami partiler oldu. Emperyalistler, sosyo-ekonomik konulara dair kitlesel isyanın volkanik patlaması Orta Doğu’nun her yanına sarsıntılarını göndermeye başlar başlamaz İslamcılarla müzakereye başladılar. Mısır ve Tunus’ta, İslamcılarla uzlaşmaya vardılar, Libya’da, El Kaide üyelerini ve eski Guantanamo tutsaklarını bir gecede sözde “özgürlük savaşçıları”na dönüştürdüler. Suriye konusunda, Suudi Arabistan, Katar ve diğer Körfez ülkelerinin despot ve şiddetle zalim emperyalist uşağı yönetimlerinin şimdi yüzsüzce “Demokratik Suriye’nin dostları” çığırtkanlığı yapmaları ve “Özgür Suriye Ordusu” şeklinde açık biçimde desteklenen cehalet yanlısı gerici unsurlarla ittifaklar kurmak ile meşgul olmaları kesinlikle hicivli.

Pakistan’da terörizmin açık destekçileri, iğrenç düşüncelerini esef duymaksızın gözler önüne seriyorlar. Terörist cihadı ve ekonomik ve sosyal durumun acı veren koşullarını bir kenara bırakırsak, inanç adına yapılan bu boğazlama ve canavarlık cümbüşünün mağduru olan bu toplumun masumları üzerinde uygulanan barbarlıkları açıkça destekliyorlar. Emperyalistler, devam eden kapitalist boyun eğdirmeyi sağlama almak için alternatif politik güç olarak bir kez daha bu İslami partilerin ve sağcı popülistlerin bazılarının da içinde olduğu yeni bir sağcı ittifaka biçim vermeye çalışıyorlar. Devletin diğer organları ile birlikte kendi krizlerine ve çatışmalarına dalmış durumda olan ordu ve adalet kesimleri, devrimi saptırmak amacıyla kitle hareketlerini dizginlemek ve hatta kargaşa planlamak için bu köktenci araçların kullanımında daimi hale gelmiş durumda. Bu sözde hasımlar arasındaki bağların farkındayken, “demokrasi” ile gericilik arasında “çatışma”ya dair emperyalist propaganda şeklindeki maskeleyici görünüşü neden umursasınlar? Ne de olsa ISI (Pakistan’ın üç istihbarat servisinden en büyük olanı), 1978 yılında dinci paralı askerlerle başlatılan dolar cihadının planlanmasında CIA tarafından memnun edildi.

Din, o tarihten beri aynı kalmadı. Girişimci bir karakter kazandı ve muazzam ilkel sermaye birikiminin kaynağı durumunda. Amerikalılar onlara, devasa serveti nasıl biriktireceklerini ve cihadı uyuşturucu ticareti ve dünyanın çeşitli bölgelerinde emperyalizmce desteklenen ayaklanmaların tekniği olan başka suç faaliyetleriyle nasıl finanse edeceklerini öğrettiler. Bugün, molla aristokrasisi ve İslami partiler, dünyanın en zenginleri arasında. Bugün köydeki molla, cenazelerdeki ve dini törenlerdeki çok küçük miktardaki bağışlara bel bağlamıyor. Camiler mantar gibi çoğalıyor. Para kaynağı sağlamak amacıyla zehirli nefret kusan dini törenler düzenlemek için birbirleriyle rekabet ediyorlar. Bu yobazlık, sadece dinmek bilmeden sürmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal başkaldırıyı engellemek için her zamankinden daha fazla dini tarafgirliklerine dönen liberal, demokrat, seküler, lümpen egemenlerimizce de teşvik ediliyor. Ilımlı İslam dogmasından bahsetmek, en azından gülünç. Radikal İslam ile ılımlı İslam arasında, eğer varsa, çok ince bir çizgi var. Rawind’deki Tebliğ Toplantısı’na katılan (Tebliğ Cemaati: Hindistan, Pakistan, Bangladeş bölgesinde güçlü olan radikal İslamcı cemaat; ç.n.) kapitalistler, generaller, bürokratlar, siyasetçiler; seçkinlerin gerici zihniyetini gösterdiler. Tebliğ Cemaati ılımlı mı? Modern kapitalist devletin seküler olduğu zannedilirdi. Kapitalizmin yapısal krizi bunu besledi ve gericiliğe bel bağladı.


http://www.dailytimes.com.pk/default.asp?page=2012\02\12\story_12-2-2012_pg3_4 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

“İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek” ve “Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak” kitaplarının yazarı sosyoloji profesörü John Holloway, The Guardian gazetesi için, Yunanistan’da yaşanan sürece kitlelerin verdiği tepkiyi değerlendiren bir makale kalem aldı. Holloway, özellikle ülkeden yansıyan şiddet görüntülerinin anlık öfkenin ürünü değil, uzun bir sürecin ürünü olduğunu, ardında “farklı bir yaşam” özleminin yattığını vurguluyor:



Şiddetten hoşlanmam. Bankaları yakarak ve camları kırarak çok bir şey elde edildiğini düşünmüyorum. Hal böyleyken, AB tarafından dayatılan önlemlerin Yunan parlamentosunda kabulüne yönelik Atina’da ve Yunanistan’ın diğer şehirlerindeki tepkiyi görünce bir keyif artışı hissediyorum. Dahası: bir öfke patlaması olmasaydı, kendimi bir bunalım deryasında akıntıya kapılmış hissedecektim.

Keyfim, en çok ezilmiş solucanın dönüp gürlediğini görmenin keyfi. Yanakları binlerce kez tokatlanmış olanın dönüp tokat atmasını görmenin keyfi. İnsanlardan, yaşam standartlarından tasarruf tedbirlerinin gerektirdiği acımasız kesintileri uysalca kabullenmelerini nasıl isteyebiliriz? İnsanlardan, muazzam yaratıcı potansiyele sahip birçok genç insanın neredeyse saf dışı bırakılması, yeteneklerinin uzun vadeli işsizliğin olduğu bir hayatta hapsedilmesi gerektiğine sadece razı olmalarını mı istiyoruz? Tüm bunlar, sadece bankalar geri ödemelerini yapabilsinler, zenginler daha zengin olsun diye mi? Tüm bunlar tamamen son kullanma tarihi çoktan geçmiş, şu anda da dünyaya yıkımdan başka bir şey sunmayan kapitalist sistemi sürdürmek için. Yunanistanlılara göre, önlemleri uysalca kabul etmek, bunalımı bunalımla çarpmak, başarısız bir sistemin bunalımını, kaybedilmiş onurun bunalımıyla birleştirmek olur.

Yunanistan’daki tepkinin şiddeti, dünyada ortaya çıkan bir çığlıktır. Daha ne kadar sessizce oturacağız ve dünyanın bu barbarlarca, zenginlerce, bankalarca lime lime edilişini seyredeceğiz? Daha ne kadar bekleyeceğiz ve adaletsizliklerin artışını izleyeceğiz, sağlık hizmetinin parça parça edildiğini, eğitimin eleştirel olmaysan bir lakırdıya indirgendiğini, dünyanın su kaynaklarının özelleştirildiğini, insan topluluklarının tamamen ortadan kaldırıldığını ve dünyanın, madencilik şirketlerinin kârları için harap edildiğini göreceğiz?

Yunanistan’da çok şiddetli olan saldırı, tüm dünyada vuku buluyor. Para her yerde, insan yaşamını ve insan olmayanların yaşamını mantığına, kâr mantığına tâbi kılıyor. Bu yeni değil, ancak saldırının şiddeti ve genişliği yeni; ve yine yeni olan, mevcut devinimin, bir ölüm devinimi olduğuna ve muhtemelen hepimizin yeryüzündeki insan yaşamının yok edilişine doğru yol aldığımıza dair genel farkındalık. Bilge yorumcular, avro bölgesindeki ülkeler arasındaki son pazarlıkların detaylarını açıklarken, insanlığın geleceğine dair nelerin pek kaygısız biçimde pazarlık konusu edildiğine değinmeyi unutuyorlar.

Hepimiz Yunanistanlıyız. Hepimiz, öznelliği, para piyasalarının hareketleri tarafından tayin edilen bir tarihin silindirinde adeta düzleştirilmiş özneleriz. Ya da öyle gibi ve öyle olmaları gerekirdi. Milyonlarca insan, Berlusconi’ye karşı tekrar tekrar protestoda bulundu, ancak onu indiren para piyasaları oldu. Yunanistan’da da aynı: George Papandreou’ya karşı gösteri üstüne gösteri yapıldı, ancak sonuçta onu görevden alan para piyasalarıydı. Her iki durumda, paranın sadık ve ispatlı hizmetçileri, yalandan da olsa halka danışma olmaksızın düşmüş politikacıların yerlerine getirildi. Bu, kuşkusuz bundan çıkar sağlasalar da, tamamıyla zenginler ve güçlüler tarafından yazılmış bir tarih değil: bu, kimsenin kontrol etmediği bir dinamik, eğer biz izin verirsek dünyayı imha eden bir dinamik tarafından yazılan bir tarih.

Atina’daki alevler, öfkenin alevleri ve biz bunlardan zevk alıyoruz. Hal böyleyken, öfke tehlikelidir. Eğer kişiselleştirilir veya özel insan gruplarına yöneltilirse (mevcut durumda Almanlara), çok kolay biçimde bütünüyle tahrip edici hale gelebilir. Yunanistan’da, tasarruf tedbirlerinin son basamağını protesto ederek istifasını veren ilk bakanın aşırı sağ parti LAOS’un bir lideri olması tesadüf değildi. Öfke, çok kolay bir şekilde milliyetçi, hatta ırkçı bir öfkeye; dünyayı hiçbir şekilde daha iyi hale getirmeyecek bir öfkeye dönüşebilir. O halde, öfkemizin Almanlara karşı, hatta Angela Merkel, David Cameron ya da Nicolas Sarkozy’ye karşı bir öfke olmadığı konusunda net olmamız önemli. Bu politikacılar, öfkemizin gerçek hedefinin -paranın egemenliği ve tüm hayatın kâr mantığına tâbi kılınması- küstah ve acınası sembollerinden ibaret.

Aşk ve öfke, öfke ve aşk. Aşk, son bir yıl boyunca siyasetin anlamını yeniden tanımlayan mücadelelerde önemli bir konu, işgal hareketlerinde değişmez bir konu, dünyanın birçok bölgesindeki şiddetli çatışmaların tam ortasında bile derin bir his oldu. Hatta aşk öfkeyle, hayatlarımızı bizden hangi cüretle çekip götürdüklerine, ne cüretle bize nesneler gibi davrandıklarına yönelik öfkeyle el ele yürür. Başka bir dünyanın öfkesi, bu öfkeyi, dünyanın bizi kuşatan iğrençliğinden geçmeye mecbur ediyor. Muhtemelen.

Öfke de onun parçası olmasına karşın, başka bir dünyanın kabul ettirilmesi, sadece bir öfke meselesi değil. Mutlaka, bir şeyleri yapmanın farklı bir yolunun sabırla inşasını, toplumsal birleşme ve karşılıklı desteğin farklı biçimlerinin yaratılmasını gerektiriyor. Yunanistan’da yanan bankaların görüntüsünün ardından daha derin bir süreç; otobüs ücretlerini, elektrik paralarını, otoyol ücretlerini, banka borçlarını reddeden halkın dingin bir hareketi, zorunluluk ve inançtan, hayatlarını başka bir yolla örgütleyen, karşılıklı desteğin ve gıda ağlarının olduğu topluluklar yaratan, boş apartmanlara ve arazilere yerleşen, müşterek bahçeler yaratan, kırsal bölgelere dönen, siyasetçilere (şu anda sokakta görünmekten korkan) sırtını dönen ve toplumsal kararlar almanın doğrudan demokratik biçimlerini yaratan insanlardan doğan bir hareket yatıyor. Belki hâlâ yetersiz, hâlâ deneysel, ama çok önemli. Görkemli alevlerin ardında, Yunanistan’ın ve dünyanın geleceğini tayin edecek işte bu başka yaşam yöntemleri arayışı ve yaratılması var.

Dünya çapında bu Cumartesi gerçekleşecek eylem, Yunanistan’daki isyana destek çağrısıdır. Hepimiz Yunanistanlıyız.



http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2012/feb/17/greece-protest-failed-system adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Immanuel Wallerstein, Suriye’ye olası müdahale ihtimali üzerine yazdığı makalede, hiçbir ülkenin Suriye’ye müdahale etmeye niyetli olmadığını belirtiyor ve Beşar Esad’ın daha uzun süre iktidarda kalacağına dair öngörüsünü dile getiriyor:


Beşar Esad, dünyanın en az sevilen adamı olma seviyesine doğru ilerliyor. Neredeyse herkes tarafından bir zorba, gerçekten de çok zalim bir zorba olarak suçlanmakta. Hatta onu kınamayı reddeden hükümetler, Esad’a baskıcı yöntemlerini durdurması ve içerideki muhaliflerine bazı siyasi ödünler vermesi nasihatinde bulunuyor görünüyorlar.

Peki tüm bu nasihatleri nasıl oluyor da reddediyor ve Suriye’de siyasi kontrolünü devam ettirmek için maksimum gücü kullanmayı sürdürüyor? Koltuğu bırakmaya zorlamak için neden dış müdahale yok? Bu soruları yanıtlamak için işe güçlü yönlerini incelemekle başlayalım. Makul düzeyde güçlü bir orduya sahip ve şu ana dek birkaç istisna haricinde ordu ve ülkedeki diğer zor yapıları rejime sadık kaldı. İkincisi, giderek artan biçimde iç savaşta olduğu tanımı yapılan şeyde, hâlâ halkın en azından yarısının desteğine hâkim görünüyor.

Kilit hükümet görevleri ve resmi teşkilatlar, Alevilerin elinde. Aleviler, nüfus içinde bir azınlık ve kuşkusuz, çoğunluğu Sünni olan muhalefet güçlerinin iktidara gelmesi halinde kendilerine ne olacağından endişe ediyorlar. Ayrıca, diğer azınlık güçleri –Hıristiyanlar, Dürziler, Kürtler- bir Sünni hükümetten aynı derecede sakınıyor görünüyorlar. Son olarak, büyük ticari burjuvazi, henüz Esad ve Baas rejiminin aleyhine dönmüş değil.

Fakat bu gerçekten yeterli mi? Hepsi buysa, Esad’ın daha uzun süre direnebileceğinden kuşku duyarım. Rejim, ekonomik açıdan sıkıştırılmış durumda. Muhalif Özgür Suriye Ordusu, Irak Şiilerinden ve muhtemelen Katar’dan silah desteği almış durumda. Ve dünya basınındaki ve her türden siyasetçiden gelen suçlama korosunun sesi, günden günde daha da gür çıkıyor.

Fakat bundan bir ya da iki yıl sonra, Esad’ı gitmiş, rejimi de kökten değişmiş olarak bulacağımızı düşünmüyorum. Bunun nedeni, Esad’ı en gür sesle suçlayanların, onun gitmesini gerçekten istememeleri. Bunları tek tek ele alalım.

Suudi Arabistan: Dışişleri Bakanı, The New York Times’a “Şiddet durdurulmalı ve Suriye hükümetine bir şans daha tanınmamalı” dedi. Bu sözler, “Uluslararası müdahaleye imkân verilmemeli” diye ekleyene dek, gerçekten sert gibi geliyor. Gerçek şu ki, Suudi Arabistan, Esad muhaliflerine güvenilmesini istiyor fakat varisi olacak bir hükümetten çok korkuyor. Biliyor ki Esad sonrası (muhtemelen tam anlamıyla kargaşanın hâkim olduğu) bir Suriye’de, El Kaide kendine bir dayanak bulacaktır. Ve Suudiler, El Kaide’nin bir numaralı hedefinin Suudi rejimini devirmek olduğunu biliyorlar. Bundan dolayı “uluslararası müdahaleye hayır”.

İsrail: Evet, İsrailliler İran’ı akıllarından çıkarmamayı sürdürüyor. Ve evet, Baas Suriyesi, İran dostu bir güç olmayı sürdürüyor. Fakat şöyle bir bakıp düşündüğünde, Suriye, İsrailliler için nispeten uslu bir Arap komşu, bir istikrar adası olmuştur. Evet, Suriyeliler Hizbullah’a yardım ediyor, ancak Hizbullah da nispeten uslu. İsrail, Baas sonrası Suriye’de bir kargaşa riskini almayı neden istesin ki? O durumda kim tahakküm eder ve muhtemelen İsrail’e karşı cihadı genişleterek kendilerine duyulan itimadı arttırmayabilir? Ve Esad’ın düşüşü, Lübnan’ın şu anda tadını çıkarıyor göründüğü nispi sakinliğin ve istikrarın bozulmasına neden olmaz mı ve muhtemelen Hizbullah’ın radikalizminin daha da güçlenmesi ve yenilenmesi ile sonuçlanmaz mı? Esad’ın düşmesi halinde İsrail’in kaybedeceği çok şey var, kazanacağı ise pek bir şey yok.

ABD: ABD hükümeti, emin bir çizgide konuşuyor. Peki pratikte ne kadar ihtiyatlı olduğunu fark ettiniz mi? Washington Post, 11 Şubat’ta bir haberine şu başlığı attı: “Katliam yapılırken, ABD, Suriye’de ‘uygun bir seçenek’ görmüyor.” Öykü, ABD hükümetinin “askeri müdahale arzusuna” sahip olmadığına dikkat çekiyor. “Bunu sadece özgürlükle ilgili olmadığını” itiraf edecek kadar dürüst olan Charles Krauthammer gibi neo-con entelektüellerin baskısına karşın arzusuzluk. Krauthammer’in dediği gibi bu gerçekten İran’daki rejimi yıkmakla ilgili.

Ancak Obama ve danışmanlarının uygun seçenek görmemesinin nedeni tamamen bu mu? Libya operasyonu için bastırdılar. ABD’nin çok can kaybı olmadı, ama sonuç olarak gerçekten de jeopolitik üstünlük elde ettiler mi? Eğer yeni bir Libya yönetimi olduğu söylenebilirse, yeni Libya yönetimi daha mı iyi? Veya Irak’ın olduğu gibi, bu uzun bir iç istikrarsızlık sürecinin başlangıcı mı?

Bu nedenle, Rusya, Suriye’ye ilişkin BM kararını veto ettiğinde, ABD’nin rahat bir nefes aldığını kavrayabildim. Daha cazip bir hale getirerek Libya tarzı bir müdahaleye başlama baskısı yükseltildi. Obama, Rusya’nın vetosu ile birlikte, Suriye’ye dair Cumhuriyetçi tacizine karşı savunmalı hale geldi. ABD’nin Birleşmiş Milletler’deki elçisi Susan Rice, tüm kabahati Ruslara yönlendirebilir. “İğrençler” dedi; oooh pek diplomatik.

Fransa: Suriye’deki geçmişteki egemen rollerine her zaman özlem dolu olan Dışişleri Bakanı Alain Juppé, bağırıyor ve suçluyor. Peki askeri birlikler? Ciddi olamazsın. Yaklaşan bir seçim var ve askeri birlik göndermek hiç de destek görmez, özellikle de Libya’da olduğu gibi pastanın bir parçası olmayacağından.

Türkiye: Türkiye, Arap dünyasıyla ilişkilerini, son on yılda akıl almaz derecede geliştirdi. Sınırlarındaki iç savaş nedeniyle kuşkusuz mutsuz. Bir tür siyasi uzlaşma görmekten mutlu olacaktır. Fakat Ahmet Davutoğlu, taahhütte bulunarak şunu belirtti: “Türkiye, saf değiştiren ordu mensuplarına silah ya da destek sağlamıyor.” Türkiye, esasen tüm taraflarla dost kalmayı istiyor. Ve kaldı ki, Türkiye’nin kendi Kürt sorunu var ve Suriye, şimdiye kadar yapmaktan kaçındığı şeyi yapıp Kürtlere aktif destek sunabilir.

Bu durumda kim Suriye’ye müdahale etmeyi ister? Bir ihtimal Katar. Ancak Katar, zengin olsa da hiç de büyük bir askeri güç değil. Uzun lafın kısası, hitabet yüksek tonda olsa da ve iç savaş iğrenç olsa da, kimse Esad’ın gerçekten gitmesini istemiyor. Bundan dolayı Esad büyük bir olasılıkla kalacak.


http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2735 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

ABD vatandaşı Ermeni gazeteci-yazar David Barsamian, The Armenian Weekly gazetesi için Noam Chomsky ile Türkiye'de yaşanan gelişmeler, Türkiye-İsrail ilişkileri ve Kürtler üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Chomsky, İsrail'in Ermeni soykırımına bakışının Türkiye ile ilişkilerine bağlı olarak değişken olduğunu ifade ederken, Irak Kürtlerinin de Türkiye tarafındaki Kürtlere çok iyi gözle bakmadığını belirtiyor. Chomsky'nin söyleşide, Türkiye'nin dış politikada tamamen bağımsız bir çizgi izlediğini iddia etmesi de dikkat çekiyor:




David Barsamian: Türkiye üzerine konuşalım. Yıllardan beri Avrupa Birliği’ne alınmak için uğraşan bir ülke ve başarılı olamadı. 5 Ocak 2012’de New York Times’ın kapak sayfasında “Basın yargılamalarla karşı karşıya kalırken Türkiye’nin parlaklığı sönüyor” başlıklı bir metin vardı. Türkiyeli insan hakları savunucuları, kaygı verici bir sürecin parçası olarak gazeteciler üzerinde baskı olduğunu söylüyor. Dahası, şunu söylüyorlar: “Tutuklamalar, Orta Doğu’da İsrail ve Batı’ya kafa tutabilen güçlü bir bölgesel lider olarak rağbet gösterilen Başbakan Erdoğan’ın imajını karartma tehdidini taşıyor.” Habere göre Türkiye’de; gazeteciler, yayıncılar ve dağıtımcılardan oluşan 97 medya çalışanı şu anda cezaevinde ve insan hakları gruplarına göre bu rakamlar, Çin’de hapsedilenlerin sayısını aşıyor. Bu tutuklulardan biri de, Ocak 2007’de İstanbul’da suikaste uğrayan önde gelen bir Türkiyeli Ermeni gazeteci olan Hrant Dink’e dair yaptığı haberler nedeniyle ödül almış gazeteci olan Nedim Şener.

Noam Chomsky: Öncelikle, New York Times’ta çıkan bu haber, çok ironik çağrışımlara sahip. Türkiye’de meydana gelen şeyler çok kötü. Diğer yandan, olanlar 1990’larda meydana gelenlerle karşılaştırılmaya başlanmadı. Türk devleti o yıllarda, Kürt halkına karşı büyük bir terörist savaş yürütüyordu: on binlerce öldürülmüş insan, yok edilmiş binlerce köy ve kasaba,
muhtemelen milyonlarca mülteci, işkence, düşünebileceğiniz her türden vahşet. New York Times, bunları çok az haber yaptı.

Silahların yüzde 80’inin ABD’den geldiğini ve olayın doruğa ulaştığı ve Clinton’ın tek bir senede Türkiye’ye bütün bir Soğuk Savaş dönemiyle, kontrgerilla mücadelenin başlangıcına dek olanların toplamından daha fazla silah yolladığı 1997’de, Clinton’ın gerçekleşen zulümlerin destekçisi olduğunu elbette haber yapmadılar –ya da yaptılarsa da çok sınırlıydı-. Bu çok önemli.Buna New York Times’ta rastlamayacaksınız. Ankara’daki muhabirleri Stephen Kinzer, bir şeyleri çok az haber yaptı. Bilmediğinden değil. Herkes biliyordu.

Bu nedenle şimdi, insan hakları ihlallerinden dolayı üzgün iseler, biz buna şüpheyle yaklaşabiliriz. Şu anda insan hakları ihlallerine ışık tutmaya hazırlar, çünkü bunların arkasında ABD yok, ortada ABD’ye kafa tutan bir ülke var. Ve bundan hoşlanmıyorlar. Erdoğan’ın Orta Doğu’daki popülaritesi, onu ABD’de de popüler yapmıyor. Erdoğan, Obama’nın popülaritesinin gerçekten de Bush’tan düşük olduğu Arap dünyasında açık ara en popüler şahıs.

Türkiye, dünya meseleleri konusunda ABD’nin hiç de sevmediği biçimde tamamen bağımsız bir rol üstleniyor. İran’la ticari ilişkilerini sürdürmekteler –aslında arttırıyorlar bile. Türkiye ve Brezilya büyük bir suç işlediler. İran’ı, düşük zenginleştirilmiş uranyumu İran dışına nakletmeye dair bir programa –esas itibariyle Obama’nın programının kopyası olan- rıza gösterme noktasına getirmeyi başardılar. Aslına bakarsak, Obama, Brezilya Devlet Başkanı Lula’ya gerçekten de bunu sürdürmesini isteyen bir mektup yazmıştı; Washington bunu, esasen İran’ın hiçbir zaman anlaşma sağlamayacağını ve o durumda, bunu onlara karşı diplomatik bir silah olarak kullanabileceğini, yaptırımlar için daha fazla destek alacağını varsaydığından yaptı. Ancak anlaşma sağladılar. İran’ı anlaşma noktasına getirmelerine büyük bir öfke oluştu, çünkü böyle olunca, bu durum esas peşinde oldukları şeyin, yaptırıma dair ısrarlı taleplerinin altını oyabilirdi. Bu nedenle husumetin bir başka kaynağı da bu.

Başka kaynakları da var. Örneğin Libya konusunda, NATO gücü olan Türkiye, bu kararı gözettiğini iddia etse de BM kararını etkin bir şekilde çiğneyecek biçimde, NATO’nun Libya'nın bombalanmasına dair ilk çabalarını engelledi. Türkiye, işbirliğine hiçbir suretle istekli değildi; aslında NATO görüşmelerini fiili olarak engellediler. Washington, bundan da hoşlanmadı.

İran’la giderek artan ticari ilişkilerinden hoşlanmıyorlar, bağımsız dış politikalarından hoşlanmıyorlar. Öyleyse bu durumu göz önünde bulundurursak, Türkiye’deki insan hakları ihlallerini kınamak uygundur. Bu konuda gerileme var. Aslında son 10 yıl boyunca birçok ilerleme gerçekleşti, gerçekten kayda değer ilerleme, fakat son birkaç yıl çok can sıkıcı oldu. Sinizm bir tarafa, doğru olan bunları protesto etmektir.

D.B.: Mart 2011’de, Nobel ödüllü önde gelen Türk yazar Orhan Pamuk, bir İsviçre gazetesindeki “30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdük” şeklindeki açıklamasından dolayı cezaya çarptırıldı. En azından Kürtlerden, ara sıra da Ermenilerden bahsetmeksizin Türkiye’ye dair bir tartışma neredeyse gerçekleşemiyor.

N.C.: Aslına bakarsak, Kürtler nadiren tartışılmakta. Değindiğim üzere, Kürtlere yönelik en feci zulümler 1990’lardaydı. Ve o zaman, basındaki yayınlar çok azdı ve dışlayıcıydı. Bir keresinde bilfiil gözden geçirdim. Birkaç şey vardı, daha fazlası değil. Bu tabii ki en önemli dönemdi; sadece mezalimin boyutundan dolayı değil, onları durdurabileceğimizden dolayı da öyleydi. ABD tarafından, genel anlamda ABD öncülüğündeki NATO tarafından fazlasıyla destekleniyorlardı. Bu meydana çıkarılsaydı, bir etkisi olabilirdi.

Bu özellikle 1999’da başladı. 1999’da NATO’nun kuruluş yıldönümü konferansı vardı, tam da Sırbistan’ı bombalama kararı aldığı zamanlarda. NATO dünyasının çok yakınında mezalimler uygulandığı ve Sırbistan’ın bombalanmasına benzer biçimde bir şeyler yapmak zorunda olduğumuz gerçeği ortadayken NATO’nun nasıl olup da ağlayıp sızladığına dair Batı’da çok az yayın vardı. Gerçekten de, NATO bünyesinde, yani Türkiye’de çok daha beter mezalimler uygulanıyordu. Ancak buna dair bir kelime bulmaya çalışın. Bir kelime bulabilirsiniz. Ben bununla ilgili bir şeyler yazmıştım, başına buyruk başka birkaç kişi yazmıştı. Bu nedenle sinizm ağır basıyor.

Ancak bunu bir kenara koyarsak, sorunlar gerçek. Bir yıl önce, Türkiye’de ifade özgürlüğüne dair bir konferanstaydım. Konferansın büyük kısmı, Hrant Dink cinayeti ile ilgili yazmaya, cinayeti aydınlatmaya, Ermenilere karşı işlenen mezalime, Kürtlere yönelik baskılara dair yazmaya çabalayan gazetecilerin faaliyetlerini anlatmalarına, açıklamalarına ayrılmıştı. Bu gazeteciler çok cesur insanlar. Canı isterse ve hiçbir şey olmayacaksa bunlara dair yazabilen New York Times muhabiri gibi değil. Belki de editörlerce sansürlenecektir. Bu adamlar cezaevine gönderilebilir, işkence görebilir. Bu vahim. Ancak açıkça ve çarpıcı bir şekilde konuşuyorlar.

Aslında Türkiye'yle ilgili en ilgi çekici şeylerden biri, bir kez daha ironik bir biçimde Avrupa Birliği'nin "Onları davet edemeyiz, çünkü bizim yüksek insan hakları standartlarımızı karşılamıyorlar" ve buna benzer şeyler söylemesi. Türkiye, önde gelen entelektüellerin, gazetecilerin, akademisyenlerin, yazarların, profesörlerin ve yayıncıların devletin gaddarlıklarını durmaksızın protesto etmekle yetinmedikleri, aynı zamanda devlete karşı sürekli sivil itaatsizlik gerçekleştirdiklerini bildiğim neredeyse tek ülke. 10 yıl önce oraya gittiğimde aslında ben de bir dereceye kadar buna katıldım. Batı'da buna benzer bir şey yok. Batılı muadillerini gölgede bırakıyorlar. Bu nedenle, eğer çıkarılacak dersler varsa bunun bir başka yönde olduğunu düşünüyorum. Doğrusu, hiçbir zaman Türkiye'nin AB'ye kabul edileceğini düşünmedim, bu esasen ırkçı dayanaklarla böyle. Batı Avrupalıların, Türklerin sokaklarında özgürce dolaşması fikrinden hoşlandığını düşünmüyorum.

D.B.: İsrailli komandoların 2010 yılında bir Türk gemisine uluslararası sularda basarak biri ABD vatandaşı dokuz Türk'ü öldürmesi ile birlikte değerlendirildiğinde Türkiye-İsrail ilişkileri Washington'ı nasıl etkiler? Şu anda diplomatik ilişkiler askıda.

N.C.: Olay bundan önce başlamıştı. Türkiye, 2008-2009 yılında Gazze'ye yönelik ABD-İsrail saldırısını net bir biçimde protesto eden tek büyük ülke ve tabii ki tek NATO ülkesiydi. Ve bu bir ABD-İsrail saldırısıydı. Bombaları İsrail attı, ancak Obama da dahil ABD bunu destekledi, BM kararını engelledi vs. Türkiye, kınama konusunda çok sert çıktı. Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda meydana gelen ve Türkiye başbakanının, İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres onunla birlikte sahnedeyken, saldırıya karşı düşüncesini sert biçimde dile getirdiği ünlü olay var.

Genel olarak protestolarında ısrar ettiler -Erdoğan'ın Arap dünyasında çok popüler olmasının bir nedeni bu. Tabii ki ABD bundan hoşlanmadı. İran'la samimi ilişkilerinizin olması ve İsrail'in suçlarını kınamanız, sizi Georgetown kokteyllerinde tercih edilen kişi yapmaz.

D.B.: Şimdi de, uzun zamandan beri Ermeni soykırımını reddeden İsrail'in, esasen Ermeni soykırımından bahsedilmesine karşı aşırı hassas olan Türkleri rahatsız etmek için bir karar üzerinde düşündüklerine dair haber var.

N.C.: Bu hem lehine, hem de aleyhine. İsrail ve Türkiye çok yakın müttefiklerdi. Hatta Türkiye, ABD'yi bir tarafa bırakırsak İsrail'in en yakın müttefikiydi. İttifakları bir nevi hasır altında tutuldu, fakat 1950'lerin sonundan bu yana tamamen açıktı. Arap olmayan güçlü bir devletin müttefiki olması, İsrail için çok önemliydi. Şah yönetimi altındaki İran ve Türkiye, İsrail'e çok yakındı. O zaman, Ermeni soykırımına dair herhangi bir tartışmaya izin vermeyi reddediyorlardı.

1982 yılında İsrail bir soykırımı konferansı düzenledi. Konferans, İbranice konuşan kamplardaki bir çocuk olarak tanıdığım İsrailli soykırım uzmanı Israel Charny tarafından organize edildi. İsrail'e gitti, konferansı organize etti. Ermeni mezalimine dair konuşmak üzere birilerini davet etmek istedi, hükümet engellemeye çalıştı, buna şiddetle karşı çıktı. Hatta onursal başkan olması gereken Elie Wiesel'e istifa baskısı yaptılar ve o da bunu yaptı. Ne olursa olsun devam ettiler. Daha güçlü hükümet direnişi vardı. O zaman Türkiye bir müttefikti ve bu nedenle soykırıma dair konuşmazdın.

Şu anda, söylediğiniz gibi, ilişkiler yıpranmış durumda ve böyle olunca da şimdi soykırımı Türklere karşı bir çeşit değnek olarak kullanabilir, bundan bahsedebilirsiniz. Aslında İsrail'in davranışı çok dikkat çekici. Burada çok duyulmayan ancak Türkleri gerçekten rahatsız eden olaylardan biri, Türkiye'nin İsrail büyükelçisi ile İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon arasında gerçekleşen toplantıydı. Ayalon, Türk büyükelçisini davet etti ve büyükelçinin çok alçak bir koltukta, Ayalon'un ise daha yüksek bir koltukta oturduğu bir fotoğraf operasyonu düzenlediler. Ve sonra fotoğraflar her tarafta ilan edildi. Ülkeler böyle hareket etmezler. Bu çok onur kırcı. Türkler bundan hiç hoşlanmadı. İsrail çok kibirli ve bunu umursamadı. "Patron arkamızda oldukça istediğimizi yapailiriz" diye düşünüyorlar.

Bu, gerçekten de İsrail'in kendi stratejik bakış açısından çok parlak olmayan bir dizi olaydan biri. Türkiye-İsrail askeri stratejik ilişkisi, ticari ilişkisi çok önemli. Üstelik, detayları gerçekten bilmiyoruz, ancak İsrail yıllardan beri Türkiye'nin doğusunu ABD gibi askeri üsler, askeri eğitim, olası savaşa ve Orta Doğu'daki taarruza hazırlık için kullanıyor. Eğer bunu gözden çıarıyorlarsa durum çok ciddi.

D.B.: Ve dokuz sivil Türk'ün öldürüldüğü Mavi Marmara olayı.

N.C.:
Mavi Marmara, bir filonun parçasıydı. Gemi, biri Amerikan vatandaşı bir Türk olan dokuz sivil Türk'ü öldüren İsrail komandoları tarafından uluslararası sularda saldırıya uğradı. Bir gemiye uluslararası sularda saldırmak ciddi bir suçtur. İsrail, verilen tepki karşısında bir çeşit şaşkınlık duydu -oldukça haklıydılar, çünkü 1970'lerden beri uluslararası sularda gemileri kaçırıyorlardı ve ABD buna hiçbir zaman itirazda bulunmadı. Kıbrıs'tan Lübnan'a giden gemilere saldırıyorlar, kimi zaman insanları öldürüyorlar, bazen tutsak alıyorlar ve onları rehin olarak tutuldukları İsrail cezaevlerine götürüyorlar. Ve patron hiçbir zaman itiraz etmedi. Bu nedenle, yaptıklarına itiraz olunca biraz şaşırdılar. Ancak gerçekten canice olan davranışları karşısında sadece Türkiye'den değil, daha geniş anlamda uluslararası öfke oluştu. Türkiye özür talep ederken İsrail bunu reddetti. Bu, ilişkilerde ciddi bir bozulmaya neden oldu.

D.B.: Diplomatik ilişkilerin kesilmesi durumu var.

N.C.: İlişkilerin kesilmesi en az dış görünüşte. Dış görünüşün altında muhtemelen daha fazlası oluyor. Ama evet, ilişkilerin resmen kesilmesi durumu mevcut.

D.B.: Üç ya da dört ülkeye -İran, Irak ve Türkiye- dağılan Kürtlerin dünya üzerinde bir ulus-devlete sahip olmayan en büyük azınlık grubunu oluşturduğunu düşünüyorum. Peki ya Kürtlerin durumu, özellikle de Kuzey Irak'ta elde ettikleri yarı-özerklik? Bu ne kadar uygulanabilir?

N.C.: Bir yığın sorun var. Kuzey Irak'ta bir çeşit yarı-özerklik elde ettiler, ancak orada her şeynden önce çok fazla baskı ve yolsuzluk var. Dahası durum çok kırılgan. Ve gerçekten uygulanabilir değil. Dört tarafları kuşatılmış durumda. Dışarıdan ciddi destek almazlarsa çok uzun zaman sürdüremezler. Dört tarafı çevrilmiş olan sadece onlar değil, ama düşmanlarca çevrilmiş haldeler; öyle ki İran bir tarafta, Türkiye bir diğer tarafta ve ayrıca Arap Irak. Suriye'yle bir yakınlık var, fakat bu yakınlığın çok yararı olmuyor. Büyük güçlerin, öncelikle de ABD'nin geri çekilebilecek toleransı ile varlığını sürdürüyor.

ABD Kürtleri, yıllar boyunca defalarca sattı. ABD Kürtleri 1970'lerde ve bir kez daha 1980'lerde Saddam Hüseyin'e sattı. Saddam Hüseyin'in Kürtlere karşı gerçekleştirdiği mezalimler süresince ABD, Kürtleri susturmaya çalıştı. Reagan yönetimi, onları tanımayı bile reddetti. İran'da Kürtleri suçlamaya çalıştı. Kürtlerin şuna benzer bir sözleri var: "Tek dostumuz dağlardır." Ve bu söz "yabancıların desteğine bel bağlayamayız" anlamındadır. Tarihlerine baktığınızda, buna inanmaları için pek çok gerekçeleri vardır. Bu nedenle, kendilerini çevreleyen ülkelerle bir uzlaşma biçimi ve kendi Kürt nüfuslarını idare etmek için bir yol bulmaları gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye'deki Kürt nüfusu, Irak'taki Kürt yarı-özerkliği ile bir hayli heyecanlanmış durumda.

D.B.: Bunu bir model olarak mı görüyorlar?

N.C: Bunu umut verici bir şey olarak görüyorlar, ancak kendi çıkarlarının peşinde olan yarı-özerk Irak Kürtleri tarafından iyi gözle bakılmıyorlar. Bölgede gerçekten çalışmış az sayıdaki Amerikalı gazeteciden biri olan Kevin McKiernan, bir defasında Kuzey Irak'taki Kandil isimli dağı tasvir etmişti. Dağın iki yüzü olduğunu söylemişti; bir tarafında teröristler, diğer tarafında özgürlük savaşçısı. Bunlar tamamen aynı insanlar: Kürt milliyetçileri. Ancak dağın bir tarafı Türkiye'ye bakıyor, o nedenle teröristler. Diğer tarafı ise İran'a baktığından özgürlük savaşçısılar. Görünüşe bakılırsa neredeyse tamamen bütünleşmiş durumdalar. Gerillaların, civardaki halkla ticari ilişkileri ve diğer başka ilişkileri olduğu söylenmekte.


http://www.armenianweekly.com/2012/02/09/chomsky/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Socialist Review dergisinden Sarah Ensor ve Mark L. Thomas, Tarık Ali ile Tunus, Mısır ve Suriye’deki halk hareketleri ve İran’a yönelik saldırı tehdidi ile Irak sonrasında ABD emperyalizmi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.



ABD emperyalizmi için Irak’taki bilanço nedir? ABD egemenliği ne kadar zarar gördü?

Siyasi açıdan konuşursak, Irak, ABD dış politikası açısından felaket oldu. Hedef, Orta Doğu’nun geri kalanına parıltılı bir deniz feneri olacak sözümona demokratik bir devlet kurmaktı. Gerçekte, bir polis devleti gibi hareket eden fiilen ruhani devlet kurdular. Bazılarını göre baskı düzeyi, Saddam Hüseyin’in son yılına oranla daha yüksek. Yaratılan, bu türden şeylerin önceki yıllarda bir önem taşımadığı bir ülkede, Şii çoğunluğu Sünni azınlığa karşı kullanarak dini-etnik saflar arasında bölünmedir. Bu birincisi.

İkincisi, ABD’nin kesinlikle yapmayı istemediği biçimde, Irak’ı bölgede baş aktör olarak bıraktı, ancak bunun olacağını öngörememeleri akıllara durgunluk veriyor.

Askeri açıdan, düşman olan veya kendilerine düşman hale gelen bir rejimden kurtulduklarını ve savaş için esas baskının geldiği İsrail’e karşı görevlerini yaptıklarını iddia edecekler. Ancak bu çok büyük bedele mal oldu.

Ülkede hâlâ ABD birlikleri, paralı askerleri ve yüklenicileri olduğundan ve bunların sayıları binleri bulduğundan ihtiyatlı bir bakışa sahip olunmalı. Ve ABD birlikleri, ağırlıklı olarak Orta Doğu’daki bölgesel üslere gittiler. Bu nedenle ABD, istemesi halinde, savaşın başlatıldığı Katar’daki üssünden hızlı bir şekilde saldırabilir. Bu, çekilmenin yüzeysel olduğu anlamına gelmez -öyle de değil. Ama aynı anda, istedikleri anda misilleme yapabilecek insanları da orada tutuyorlar.

Bu nedenle, askeri olarak herhangi bir şekilde kaybettiklerini söylemeyeceğim. Ve Irak devleti Batı medyasında çok az tartışılır halde bırakıldı. Ülkenin sosyal altyapısı yok edildi; kadınlar üzerinde uygulanan inanılmaz kısıtlamalar var; bir milyon Iraklı öldü –bu rakam tartışmalıydı, ancak şimdi en düşük rakam olarak görülmekte.

Irak’taki kukla yönetim bile, ülkede beş milyon öksüz-yetim olduğunu belirtti. O halde en az bir milyon insanın öldüğünü varsaymalısınız. İki milyon kişi evsiz ve mülteciler çevredeki ülkelerde yaşıyor. İnsani bakış açısından, bu savaş bütünlüklü bir felaket.

Ülkede yeni ayrışmalar yarattı. Ülkenin kuzey bölgelerinde görevde olan ve ABD ile İsrail tarafından desteklenen Kürt liderleriniz var. Ayrıca Tahran’ın desteği için rekabet eden farklı Şii gruplara sahipsiniz ve insanlar, Başbakan Maliki’nin Bağdat’taki yeşil bölgede ABD birlikleri olmaksızın ne kadar zaman iktidarda kalacağını görmeyi beklediğinden durum istikrarsız olarak sürüyor. Bu nedenle, söz konusu etraflı felaketin tam bir bilançosunu çıkarmak için altı ay daha bekleyelim derim.

ABD ile İran yönetimi arasındaki gerilimler ne kadar ciddi? Askeri çatışma ve hatta savaş olacak mı?


Bana kalırsa İran’a savaş açmak Amerikan imparatorluğunun çıkarına değil. Bu, aynı zamanda şu anda birtakım gerekçelerle Pentagon’un da görüşü. Bu, istemedikleri anlamına gelmiyor –Bağdat’ın düşmesinin hemen ardından ne olduğuna bakarsanız, İsrailli büyükelçinin, ABD büyükelçisine yönelik bir ifadesi vardı; “Şimdi durmayın, Şam ve Tahran’ı da alın” demişti ve bu, Amerikan egemen seçkinleri içindeki “aşırıcılar”ın hedefi. Ancak tabii ki bunu yapmak öyle kolay değil.

Şu ana dek Suriye’deki Esad rejimini devirmeyi başaramadılar ve bu rejim, zayıflatılmış bir rejim. Oysa İran rejimi zayıf bir rejim değil. Sevmeyebiliriz ancak zayıf bir rejim değil –kitle desteğine ve Amerikalıların ülkeye saldırının kendi sorumluluklarındaki bir şey olduğu inancına sahip olmadıkları düşüncesine sahip. İran’a saldırdılar diyelim, muhtemelen ne olur? Birincisi, İran’da muazzam bir direniş olur. İkincisi, ülkenin büyük kısmı rejimin arkasında birleşir, çünkü kimse işgal edilmeyi istemez.

ABD müdahalesini isteyebilecek zayıf liberal gruplar olabilir, fakat Tahran’ın belli bölgelerinde sınırlanmış durumdalar. Ülkenin büyük kısmı direnir ve İran, Libya’da olduğu kadar hızlı devre dışı bırakılamayacak muntazam bir orduya ve hava kuvvetlerine sahip. Ayrıca vuruş yöntemlerine de sahipler. Üç olanakları var.

Biri, kılıçları çekin demek için Irak’taki kendi insanlarına erişmek. Bunu yapmak üzere, Mıktada el-Sadr diğerleriyle birliğe zorlanır. Lübnan’da Hizbullah’ın, Lübnanlıların çoğunluğunu oluşturan Şiilerin haklarını ileri sürmesi ve iktidarı alması söylenebilir. Afganistan’da, Herat’ta bulunan İranlı güçlerin isyana katılması söylenebilir. ABD, İran’ın kendisinin de dahil olduğu dört cephede savaşmaya zorlanabilir. Pentagon, bunun kendileri için bir felaket olabileceğinin farkında ve bu nedenle politikacıları yatıştırmaya çalışıyorlar. Ve işte yine savaş için baskı herhangi bir Avrupa ülkesinden değil, İsrail’den geliyor. İranlı bilim insanlarını öldürüyorlar ve bunu kendilerinin yaptığını reddetmeyecekler bile.

Yaptırımların uygulanması tamamen saçma. Bunu enden yapıyorlar? Ülkeyi zayıflatmak için mi? Çin’in petrol ve gaz almak için İranlılarla 30 yıllık bir anlaşması var. Çinlilerin yaptırımlara uyacaklarını düşünmüyorum ve Ruslar da uymayacaklarını söylediler. Şu anda yaptırımlara uyacak olanlar sadece Amerikan imparatorluğunun yardakçıları. İran ekonomisine diz çöktürmek yeterli değil ve Irak olayından bildiğimiz üzere ne olursa olsun yaptırımlar hakim seçkinlere hiçbir zaman zarar vermez. Bunlardan olumsuz etkilenenler her zaman yoksullardır ve bu durum insanları din adamlarına yönlendirir.

Soru daha çok ABD’nin İsraillileri İran’ın nükleer reaktörlerine saldırı düzenlemeye teşvik edip etmeyeceği. Öyle olacağını düşünmüyorum, çünkü bu, savaşla eşdeğer. Reaktörler ülkenin her yanına yayılmış durumda ve stratejik açıdan en önemli reaktörler, kutsal şehir Kum yakınlarında. Kum’u mu bombalayacaklar? Bu, dünyadaki Şii nüfusu için Mekke’nin bombalanmasına eşdeğer olur. Bu nedenle yapmaları güç. Yaptıklarının, İranlıların hiçbir suretle nükleer silah yapmaması için maksimum baskıyı kurmak olduğunu düşünüyorum.

ABD ve Pakistan arasındaki ilişkiler kırılma noktasına yakın mı?

Bu ilişkiler çok ağır baskı altında. ABD, bir resmi askeri kontrol noktasını bombalamaya karar verip düzinelerce askeri ve başka insanları öldürdüğünde bu fena halde provokatif bir eylemdi ve bunu kasten yaptılar –ortada bir hata yoktu. Öyleyse bunu neden yapar?

Pakistan’daki komplo teorisyenleri, orduyu istikrarsızlaştırmayı, içine girmeyi ve tamamen nükleerden arındırmayı istediklerini düşünüyor. Bunun zorlama bir görüş olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmak için, büyük bir iç savaş başlatırlardı, ordu, Amerikan karşıtı ve destekçisi gruplara bölünür ve karşıtlar ezici çoğunluğu oluştururdu. Bu nedenle söz konusu durum programda yok.

Sınırın iki tarafındaki Peştun nüfusun yakın bağları nedeniyle Afgan savaşının Pakistan’ı istikrarsızlaştırması her zaman muhtemel olmuştur. Savaş ne kadar uzarsa, Pakistan’ın istikrarsızlaşma riski de o kadar çok olur. Bu sorunun çözümü Pakistan’da değil; çözüm Afganistan’da ve tüm NATO birliklerinin derhal koşulsuz olarak çekilmesinde.

ABD yıllardan beri Afgan direnişiyle gizli kapaklı pazarlıkta bulunmakta. Ardında dev askeri üsler bırakma biçiminde vaziyeti kurtarma aracı bulmaya çalışıyorlar. Ancak bu, Çin açısından kabul edilemez.

Afgan savaşı ABD için askeri anlamda da çok kötü gidiyor. Afgan gerillaları bölünemedi. Güneydeki direniş büyük oranda Peştunlar tarafından yürütülmekte. Halkı inanç temelli bölme girişimi işlemedi, çünkü yüzde 60’ı Peştun ve Sünni. Bu nedenle, küçük istisnalar hariç direnişin büyük oranda Şii nüfustan geldiği Irak’ta yaptıklarının aynısını yapmakta muvaffak olmadılar. Afganistan’da ülkenin çoğunluğu kukla rejime karşı. Hatta kukla rejimler bile şu anda ABD’yi açıkça suçluyor.

ABD, Arap Baharı karşısında nasıl bir strateji benimsedi?

Ayaklanmalarla, tam anlamıyla şaşırıp kaldılar. Hem ABD, hem de Avrupa bütünüyle şaşırdı. Hatta Fransa, isyanı yenilgiye uğratmak için Tunus’a paraşütçü birlikleri göndermeyi teklif etti. Şimdi Mısır’da bu olamaz. Ancak ABD, Mübarek’i görevde tutmak için çok uğraştı. Mübarek’in gitmesine çok gönülsüz biçimde izin verdiler ve bunun üzerine Mübarek’i desteklemiş olan Tantawi ve eski askeri komuta kademesinin iktidarda kalacağını garanti altına aldılar. Şimdi seçimler, esasen Müslüman Kardeşler için zaferle sonuçlandı. Bu, söylemlerine karşın, Müslüman Kardeşler ile her daim bağları olan ABD’nin, onları kendi yanına çekme gibi ciddi bir iş yaptığı anlamına geliyor.

Türkler, Mısırlılara işlevini yerine getirmek için “doğru yolu” göstermek amacıyla kullanılmakta. Türkiye’nin “ılımlı İslamcıları”, NATO’nun bölgedeki en gözde müttefiklerinden. ABD’yi endişelendiren başlıca şey, Müslüman Kardeşler’in anti-kapitalist olacağı veya kendileri açısından kabul edilemez bir sosyal program uygulayacağı değil. Birkaç sosyal reform uygulamaları için aşağıdan zorlanabilseler de bu olasılık dışı. ABD’yi endişelendiren en büyük şey, yeni Mısır’ın İsrail ile anlaşmayı koruyup korumayacağı.

Mısır’da halktan gelen baskı, Filistinlileri desteklemek ve icabında İsrail ile ilişkileri kesmek yönünde, nitekim Kahire’deki İsrail büyükelçiliğinin işgali, tarihte bir ilk. Müslüman Kardeşler’in, bunun üstesinden gelmesi zor olacak. Benim hissim, Müslüman Kardeşler’in liderlerinin çoğunun, anlaşmanın yürürlükte kalmasını isteyecek olan ABD ile bir alışveriş karşılığında taviz verecekleri. Umarım yanılırım, ancak muhtemel alternatifin bu olduğunu düşünüyorum. Amerikalılar bir anlaşma yapacak ve ordu ile Müslüman Kardeşler, ülkeyi birlikte yönetmek için resmi olmayan yolla gizlice uzlaşacak.

Mısır’da meydana gelen, diktatörden kurtulmak için gerçekleşen büyük bir ulusal ayaklanmaydı. Genel anlamda demokrasi için ayaklanmaydı. Ayaklanmanın hedefleri sınırlıydı ve sorun olan da bu.

Olayları rotasını belirleyen insanlar, büyük siyasi partilerdi ve bunun bize siyasi örgütlere hiç ihtiyacımız olmadığını gösterdiğini belirten konumlanış ile aynı duyguları paylaşmamamın nedeni bu. Bu saçmalık. Mübarek’in devrilmesinden önce siyasi partilerde yasadışı veya yarı-gizli biçimde bulunanlar, seçimi kazanan insanlardı.

Öte yandan en çarpıcı olan şey, halkın kendi gücünün tadını alması ve bunu hissetmesi. Bu, Mısır ve Tunus’taki ayaklanmalara dair en önemli şey ve gelecek için umuttur.

Suriye’ye müdahale çağrılarına dair sol ne demeli?

Suriye’de, Baas Partisi’ne egemen olan, en iyi insanları partiden uzaklaştıran, bu insanları hapse atan veya sürgüne yollayan çürümüş, acımasız bir grup var –Partinin içinde, 1967 yılında Altı Gün Savaşları’nın ardından ülkeye gittiğimde tanıştığım gerçekten iyi birçok insan vardı. Esad önderliğindeki bu küçük grup, hiçbir özgürlüğe izin vermeyerek halka kaba kuvvetle hükmetti ve oğlunu halef yaptı. Arap Baharı bir kere başladıysa, bunun Suriye’ye sıçramasında şaşırtıcı bir durum olmamalı. Neden sıçramamalı ki?

Bu Baasçı liderlerin çok net bir seçeneği vardı. Muhalefetle, seçimlere ve kurucu meclise izin veren bir anlaşma yapabilirlerdi. Benim duyduğum, Baas önderliği içinde büyük tartışma yaşandığı ve baskı yoluna gitmeye karar verdikleri. Tüccarlar, tacirleri Suriye burjuvazisi aylar boyunca isyanı desteklemedi. Esad rejiminin kendilerine istikrar getirdiğini biliyorlardı –aşağı yukarı bütün bir ülkenin Mübarek’ten kurtulmayı istediği Mısır’daki durumun aksine. Şu anda bu insanlar, Esad kaldıkça durumun daha kötü olacağını fark ettiler. Bu büyük bir değişim.

Tabii ki Suriye muhalefeti dahilinde farklı hizipler mevcut. Suriye’nin bir solu olduğunu hatırlamaya değer. Bölünmüş bir güçlü komünist parti vardı. Ayaklanmaya şiddetli biçimde katılan gruplardan biri, çok önemli bir komünist önder olan, yıllarca hapsedilen ancak asla boyun eğdirilemeyen Riyad el-Türk’ün destekçileri. Şam ve Halep’te, bu iki şehirde de ayaklanmada büyük rol oynayan güçlü bir sol grup var. Ayrıca tabii ki bazıları komünistlerle bağlantılı olan Suriye Müslüman Kardeşleri ve Suriyeli sürgünler var. Ne yapacaklarına karar vermeliler.

Libya’daki modelle kurulan ve merkezsi İstanbul’da olan Suriye Ulusal Konseyi, yani dışarıda olan insanlar, Batı adına hareket eden insanlardır ve Suriye’yi ele geçirmek için Batı müdahalesi istemektedir. Aldığım bilgiye göre Şam’daki muhalefetin büyük bölümü ülkelerinin bombalanmasını değil, dış baskı istiyor.

Kişisel olarak ve Libya’da ne olduğunu göz önünde bulundurarak, ben, bölgede bunlar baskıcı olabilseler bile politikaların yapısal gelişimini altüst edecek bir Batı müdahalesine tamamen karşıyım. En iyi çözümün, silahlı kuvvetlerin bazıları dağılana kadar rejime karşı mücadeleye devam edilmesi olduğunu düşünüyorum. Dış müdahale çağrısı felaket getirici olur.

Örneğin durumu çok daha karmaşık yapan, Suriye’nin, Hizbullah’a giden silahların birincil nakil hattı olması. Bunlar olmadan Hizbullah, yıllar önce İsrail ordusunu durduramaz hale gelirdi. Hizbullah, Esad rejimine destek amacıyla bir milyon kişilik bir gösteri örgütledi. Bu nedenle rejimin jeopolitik konumu, ülke dışındaki insanları bile ayrıştırdı.

Lakin Batı müdahalesi, Suriye’yi diğer Arap ülkelerinin çoğu gibi bağımlı devlet haline getirir. O yüzden dış müdahale isteyenler Türkler ve Körfez ülkeleri. Körfez ülkelerine, herhangi bir bağımsızlık hali yakıştırmak yanlıştır. Geçmişte bu ülkeleri “emperyal petrol istasyonları” olarak adlandırdım ve şu anda da aynı durumdalar. Suudiler tabii ki gerçek bir ülke, ancak hiçbir zaman kendi rızalarıyla hareket etmediler. Bahreyn’de müdahaleye öncelikle Amerikalılar tarafından yeşil ışık yakıldı ve Suudilerin Bahreyn’e müdahalesi başka türlü olamazdı.

Libya’daki müdahale bir felaket oldu. Kullandıkları bahane, Kaddafi’nin Bingazi’de büyük bir katliam tehdidinde bulunduğuydu. ABD’de solda olmayan alimler, Kaddafi’nin bu tehdidi ne zaman yaptığına dair kanıt aradılar. Hiç kimse, Bingazi’de katliam tehdidinde bulunduğu sözde “konuşma”yı ya da açıklamayı bulamadı. Uluslararası Kriz Grubu’ndan Hugh Roberts, London Review of Books’da bu noktayı açıklığa kavuşturan güzel bir makale yazdı. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan birilerine şunu sordum: 20 bin dedi. 20 bin insan katliamı “önlemek” için öldürüldü.


http://www.socialistreview.org.uk/article.php?articlenumber=11905 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri:
Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar


Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

The Independent gazetesinin Orta Doğu muhabiri Robert Fisk, gazetesinde yazdığı makalede Suriye’nin mevcut durumunu değerlendirdi. Fisk, Suriye’nin Washington’ın gözünden görüldüğü kadar güçsüz olmadığını ve bölgedeki müttefikliklerinin sürdüğünü, özellikle de Orta Doğu’daki Şii nüfusun bu müttefikliğin sürmesini sağladığını dile getiriyor.



Devlet Başkanı Beşar Esad gitmek üzere değil. Henüz değil. Belki de epey uzun zaman için değil. Orta Doğu gazeteleri, bunun Esad’ın “Bingazi (kritik) anı” olup olmadığına dair öykülerle dolmuş halde –bu haberler Washington, Londra ya da Paris’ten yazılanlarla neredeyse aynı şekilde- ancak bölgedeki az kişi biz Batılıların bunu nasıl yanlış kavrayabildiğini anladı. Eski atasözü tekrar tekrar dile getirilmeli: Mısır, Tunus değildi; Bahreyn, Mısır değildi; Libya, Yemen değildi. Ve Suriye kati surette Libya değil.

Muhaliflerin Batı’da nasıl hareket ettiğini görmek zor değil. Humus’tan korkunç Facebook fotoğrafları ve “Özgür Suriye Ordusu”ndan açıklamalar, Hillary Clinton’ın somurtması ve Rusya’nın Suriyelilerin çektikleri acılara böylesine kör kalabilmesine olan şaşkınlığı –sanki Amerika tam tersine İsrail’in Gazze saldırısında 1300’den fazla Filistinli öldürüldüğünde onların acıları karşısında kör olmamış gibi. Ruslar neden Humus’u umursamalı? Çeçenya’nın ölümünü umursadılar mı?

Olay tam tersinden bakalım. Evet, Suriye istihbarat servisinin insan hakları ihlalleri gerçekleştirdiğini hepimiz biliyoruz. Bunu Lübnan’da da yaptılar. Evet, Şam’da seçimle gelmemiş bir yönetim olduğunu hepimiz biliyoruz. Hepimizin yolsuzluğa dair bilgisi var. Evet, hafta sonu BM’nin küçük düşmesini izledik –Hillary Clinton’ın, Libya’daki “uçuşa yasak bölge”nin “rejim değişikliği”ne dönüşmesinin ardından neden Ruslardan topuk şaklatmalarını beklemesi gerektiği, bir muammanın parçası olsa da.

Suriye’deki Alevi liderliğindeki –gerçekte bir Şii yönetimi anlamına gelen- hükümetin yıkımı, Şii İran’ın ruhuna saplanmış bir kılıç olur. Ve yaşlı Şam kentine yukarıdan bakan devasa başkanlık sarayının penceresinden Orta Doğu’ya bakın. Doğru; Körfez, Suriye’ye düşman oldu. Doğru; Türkiye, Suriye’ye düşman oldu (Beşar’a, eski Osmanlı İmparatorluğu’nda cömertçe sürgün teklif ederken).

Fakat doğuya bakın, Beşar ne görür? Onunla beraber duran vefalı İran. Yaptırım uygulamayı reddeden vefalı Irak –İran’ın Arap dünyasındaki yeni en iyi dostu-. Ve batıya bakın, yaptırım uygulamayı reddeden vefalı küçük Lübnan. Bu nedenle Esad, Afganistan sınırından Akdeniz’e, en azından ekonomik yıkımını önlemesi gereken bir müttefikler hattına sahip.

Sorun şu ki, Batı, bu aldatıcı resimleri kırması ve Esad’ın yalnız olmadığının farkına varmasını neredeyse imkânsızlaştıracak kadar “korkunç İran”, “güvenilmez Irak”, “berbat Suriye” ve “ürkek Lübnan”a dair öyküler, öğütler ve think-tank saçmalığı yağmuru altında. Bu, Esad’a övgü ya da devam etmesini desteklemek değil. Fakat gerçek.

Türkler, Clinton tarzı epeyce burnundan solumanın ardından, Suriye’nin kuzeyindeki “tampon bölge”yi gerçekleştirmedi. Kral II. Abdullah da muhalefetin, Ürdün’ün güneyde “tampon bölge” yapması çağrısını yerine getirmedi. Bir kez daha tekrar ediyorum, garip bir biçimde sadece İsrail sessiz kaldı. Suriye, Irak’la alışveriş yaptığı sürece İran’la da alışveriş yapabilir ve tabii ki Lübnan’la da yapabilir. İran Şiileri ve Irak’taki Şii çoğunluk ve Suriye’deki Şii (çoğunluk olmamasına rağmen) önderlik ve Lübnan’daki (çoğunluk olmayan fakat en büyük topluluk olan) Şiiler istemeden de olsa Esad’ın yanında olurlar. Korkarım ki bu, kurabiye kırıntıları yöntemi. Deliye dönen Kaddafi’nin ateş gücü ve NATO’yla beraber olan gerçek düşmanlara sahipti. Esad’ın düşmanlarının Kalaşnikofları var ve NATO yok.

Şam ve Halep, Esad’ın elinde ve bu şehirler önem taşıyor. Başlıca askeri birlikleri muhalefetin safına geçmiş değil.

“İyi çocuklar”, aynı zamanda “kötü çocuklar”ı da bünyesinde barındırır –Libya’da “iyi çocuklar” saf değiştiren ordu komutanlarını öldürdüklerinde ve mahkûmlara ölümüne işkence yaptıklarında dahi unuttuğumuz bir gerçek. Haaa evet, İngiliz Kraliyet Deniz Kuvvetleri, Bingazi’ye girebilmişti. Bu kuvvetler, Rusya Deniz Kuvvetleri hâlâ orada olduğundan Tartus’a giremez.


http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-from-washington-this-looks-like-syrias-benghazi-moment-but-not-from-here-6612093.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal’in (Lit-Ci) web sayfası litci.org’da Suriye’de yaşanan ayaklanma süreci ve geldiği noktaya dair bir makale yayımlandı. Fábio Bosco ve Cecília Toledo imzasıyla yayımlanan makalede, çeşitli çevrelerce “anti-emperyalist” olduğu vurgusu yapılan Esad’a dair geçmişten bugüne bir bakış sunulurken, emperyalizmin ülkedeki ve bölgedeki ayaklanmaları kendi kontrolü altına alma çabası ve bu çabanın altında yatan hesaplar da sıralanıyor:




Suriye’de devrim dokuz aydan beri sürüyor; kitleler diktatör Beşar Esad’ın sert müdahaleleri ile karşılaşıyor. Artan sayıda ölümlerin yaşanmasına rağmen kitleler sokakları terk etmiyor ve Arap burjuvazisi de böyle şiddetli müdahaleye karşı koyabilme cesaretini göstermiyor.

Orduyu sokağa indirerek devrimci süreci durdurabileceğini düşünen Esad’ın ve Arap Birliği’nin kumarı, başarısız oldu ve tam tersi bir etki yarattı. Hem devrimci süreci sonlandırmada başarısız oldu, hem de politik muhalefetin sesinin yükselmesine, rejimin uluslararası izalosyonunun yanında orduda derin çatlaklara sebep oldu. Ülkenin içinde bulunduğu iç savaşa doğru yürüyen narin durumu kontrol altında tutmak için bir B planı oluşturmak bir seçenekti. En önemli Amerikan gazetelerinden New York Times, rejim, halk ayaklanmasına karşı durma yöntemini, Suriye’nin jeopolitik konumu nedeniyle tüm Orta Doğu’yu tutuşturabilecek bir silahlı müdahale olmaksızın değiştirebilsin diye, Suriye hükümeti ile rejimle bağlarını olabildiğince koparmadan pazarlık yapan Arap burjuvazisine yer açıyor. Suriye’nin, batısında Akdeniz ve Lübnan ile, güney batısında İsrail, güneyinde Ürdün, doğusunda Irak ve kuzeyinde Türkiye ile sınırı var. Yani yüksek oranda patlamaya hazır bir bölge.

Katliam


Esad hükümetinin kitleleri durdurmak için verdiği ilk yanıt ateş etmek, göz yaşartıcı ve zehirli gazlar, tazyikli su, tutuklamalar ve işkence oldu. Son dokuz ayın Suriye imajı, kitlelerin teslim olmayışından kaynaklı günlük yaşanan katliamlar ve artan şiddet dalgasıydı. Şu ana kadarki sonuç halka karşı yönelmiş bir iç savaş. BM raporlarına göre sivillerin, güvenlik güçlerinin ve ordudan ayrılmış askerlerin da dahil olduğu en az 3500 kişi Esad hükümetince öldürüldü. Muhalefete göre ise ölümler 600’ü çocuk olmak üzere 5 bini aştı, 7 bin kişi ise kayıp. Hapishaneler kapasitelerinin çok çok üstünde dolu ve 100 binin üzerinde gözaltı yapıldı.

Brezilyalı diplomat Paulo Sergio Pinheiro liderliğinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun yapmış olduğu araştırma Esad’ın halka karşı giriştiği baskının tüm detaylarını ortaya koyuyor. Araştırmaya göre çocuklar infaz edilmiş, hastanelerde ise işkence yapıldığına yönelik raporlar söz konusu. BM yetkilileri, raporların kendilerini “derin bir şekilde utandırdığını” söylediler. “İşkencenin politik alanda ve birçok farklı alanda kullanıldığı böylesine bütünlüklü bir baskı sistemi çok az görülmüştür. Anlaşılan, tüm ülkeyi susturmak için işkence mekanizması oluşturulmuş. İşkence sadece hapishanelerde değil hastanelerde, okullarda, yardım merkezlerinde ve bakanlıklarda da uygulanıyor. "(O Estado de S. Paulo, 26 Kasım)

Şiddet o kadar sert ki rejime karşı muhaliflerin sayısı her gün daha da fazla artıyor. Ülkenin dışında Türk hükümeti gibi daha önceki müttefikleri diktatör Beşar Esad’dan kitlelere karşı giriştiği katliamların hızını kesmesini salık veriyor. Dışişleri bakanı Alain Juppe aracılığıyla Fransa, kendine göre halkın ihtiyacı olan ilaç ve diğer gereksinmeler için insani bir koridor oluşturulması önerisini getirdi. Fransa’nın önerisi zaten ülke geneline yayılmış kanlı saldırıların ve diktatörlüğün, bölgedeki diğer diktatörler Mübarek ve Kaddafi’nin düşmesinden sonra bile isyancıları katletme politikasıyla Esad’ın bir süre daha iktidarda kalabilmesine olanak vermesinin ardından geldi. Fakat insanlar kandırılamadı, çünkü Fransa’nın önerisi gibi bu tip öneriler, emperyalist ülkelerin Suriye devrimini başarısızlıkla sonuçlandırma ve devrimin Esad’ı devirerek iktidarı ele geçirmesini önleme girişimi çerçevesinde devrime müdahale etmeye başlaması için bir yoldur.

Bu, isyancıların silahlı eylemlerinin, Kaddafi’yi külfetli bir müttefike dönüştürmesine bağlı olarak durum kontrolden çıktığında emperyalist ülkelerin Libya’da izlediği ile aynı türden bir politikadır. Kaddafi’nin müttefikleri Fransa ve İngiltere, diktatörün koltuğu bırakmasını amaçlayarak hükümete baskıya başlamış ve Ulusal Geçiş Konseyi vasıtasıyla Libya’nın kaderine müdahale etmeye kalkışmıştı. Fakat Suriye’de ise Libya’dakine benzer uçuşa yasak bölge uygulamasına gitmek oldukça karmaşık. Bu yüzden bu güçler bir başka yolla ülkeye sızmaya çabalıyorlar.

Öyle ki, Batılı bir diplomatik kaynak, Şam’ın onayı olsun olmasın, Fransa planının; Suriye’nin Türkiye, Lübnan ve diğer Akdeniz sahilleriyle olan sınırlarının içine girebileceğini belirtti. Kaynağa göre eğer bu plan gerçekleşirse buradan doğru halka ilaç ve insanı yardım sağlanabilmesinin önü açılacaktır. Bunu mümkün kılmak için, insani yardım konvoylarının açıkça silahlı korumaya ihtiyacı var ve bu da yine Suriye’ye askeri müdahaleye zemin hazırlayacak. “Kaynakların söylediğine göre iki alternatif var: uluslararası toplum, Arap Birliği ve BM’nin insani koridor açılmasını Suriye’ye kabul ettirebilmesi ya da biz başka bir yöntem bulmak zorunda olacağız. Bu durumda silahlı korumaya ihtiyacımız olacak ve bu da Suriye’ye askeri bir müdahale anlamı taşımaz.” Eğer bu doğrudan askeri müdahale değilse maskelenmiş bir askeri müdahaledir. Bu, Fransız ve BM birliklerinin halkı korumak adına isyancıları silahsızlandırmak ve Esad’ın devrilmesi durumunda isyancılar ve Suriye halkı üzerinde kontrol sağlamak için ülkede konumlanacağı anlamına gelebilir. Bugün kitleler rejime karşı mücadele ediyor fakat emperyalizm, halkın, ülke yönetimini ele alma tehdidi taşıyacak biçimde milisler örgütlemesini engellemek istiyor.

Ordu krizde


Suriye rejiminin bir kriz geçirdiğinin en büyük göstergesi, silahlı kuvvetlerin içinde bulunduğu durumdur. Rejimin ana gövdesi Suriye ordusu günden güne bölünüyor; askerler ordudan kopup Esad’a karşı savaşan isyancı güçlere katılıyorlar. Şimdiye kadar ordunun tepesi Esad’a bağlı kaldı ve protestoculara karşı baskıyı sürdürmeye hazırlar. Bir ordu açıklamasında “Suriye’yi kana bulayan her zararlı eli keseceğiz” denmişti. Fakat hükümet binalarına karşı roket ve el bombalarının da kullanıldığı bir dizi saldırı genç isyancı subaylar tarafından düzenlendi. Hatta Şam’da rejim güçlerine yönelik askeri saldırılar gerçekleştirildi. 16 Kasım’da Şam’ın mahallesi Harasta’da Suriye ordusunun istihbarat merkezi saldırıya uğradı. Ertesi gün Özgür Suriye Ordusu kuzeyde Baas Partisi ofisine saldırdığını duyurdu. Yine 20 Kasım’da Baas Partisi’nin Şam’daki ofisine saldırı düzenlendi; fakat bilgi Özgür Suriye Ordusu tarafından verilirken, saldırı Suriye Ulusal Konseyi tarafından doğrulanmadı. Her ne olursa olsun, Şam’ın dış mahallerindeki ve diğer şehirlerdeki silahlı saldırılar ve rejimin kontrolü dışına çıkan bölgelere dair bilgiler fazlalaşıyor.

Suriye’deki devrimin ilk aylarından beri yaşanan ordudaki firarlar ülkenin silahlı kuvvetlerinin birliğini tehlikeye sokuyor, Libya’da olduğu gibi Arap Birliği’nin ve emperyalizmin temel ilgisi de buna.

Suriye rejimi tarafından benimsenen ayaklanan kitleleri katletme politikası, Esad’ın söylemini yalanlıyor. Esad sözümona anti-emperyalist bir rol oynamak istiyor fakat gerçek şu ki, son yıllarda onun hükümeti İsrail sınırında istikrarı korumak için emperyalizmin lehine bir kilit rol oynuyor. Bu yüzden devrimin ilk aylarında emperyalizm ve İsrail koşulsuz olarak Suriye hükümetini desteklemiş ve sonuç olarak önemli ve tehlikeli İsrail sınırını savunmasız bırakacak biçimde istikrarsızlaşmasının önüne geçmişti.

Her ne kadar Esad’ı desteklese de emperyalizm ve İsrail devleti, Suriye’deki gösteriler son bulmadığından ve özellikle de örneğin doğrudan katliam gibi sonuçları tamamen belirsiz olan rejimin benimsediği politikalar nedeniyle Esad’la mesafeli olma konusunda ihtiyatlı davrandı. Üstelik Esad’ı desteklemek, insan hakları savunucusu olduğunu iddia eden emperyalist hükümetlerin imajını yıpratır. Bu senaryo doğrultusunda Suriye’nin uluslararası tecridi genişletildi ve Kaddafi’nin durumunda olduğu gibi emperyalizm Esad’ı muhalefet ile görüşmelere oturtmak ve çekilmesini sağlamak için yaptırım uygulamaya başladı.

Hâlihazırda ABD ekonomik yaptırımlar uygulamış durumda ve beklemede. Avrupa ülkeleri Suriye petrolünün satın alımını durdurdu ve bu durum ülkenin protesto dalgasıyla önemli biçimde etkilenen ekonomik krizini genişletti. Suriye’nin yıllık 2,5 milyar dolara ulaşan ana ticaret hacmine sahip partneri Türkiye hükümeti, giderek artan biçimde çok şey isteyen partnere dönüştü: Türkiye, Beşar’ın istifasını ve hükümetin düşmesini talep etti, dahası muhalif Suriye Ulusal Konseyi’nin yanı sıra Riyad el-Esad öncülüğündeki ve Suriye ordusundan kopan askerlerden oluşan yeni kurulmuş Özgür Suriye Ordusu’nu korumakta.

Son olarak rejim üzerindeki izolasyon, birincisi Suriye ve Katar öncülüğündeki Arap Birliği’nin, Suriye’nin baskıyı sona erdirme konusundaki kararlara uymaktaki başarısızlığı nedeniyle üyeliğini askıya alma kararına bağlı olarak, ikinci olarak da Arap Birliği gözlemcilerinin ülkeye serbest girişi kararına uymamasına bağlı olarak daha da arttı.

22 Kasım günü BM Genel Kurulu, 9’a karşı 114 oyla Suriye rejimini insan hakları ihlalleri nedeniyle mahkûm etti. Brezilya hükümeti, rejimi destekliyordu fakat önerge lehinde oy verirken, Rusya ve Çin çekimser kaldı. İran, Venezüella, Nikaragua ve Küba, Kaddafi’nin iktidardan uzaklaştırılmasından hiçbir şey öğrenmediğinin açık göstergesi olarak karar tasarısına karşı oy kullandı ve benzer biçimde, katil Esad’ın sözümona anti-emperyalist mücadele adına koşulsuz savunulması taraftarı. Böylece bu hükümetler, demokratik hakların savunusunu bir kez daha ikiyüzlü emperyalizmin ellerine bırakıyor ve Esad diktatörlüğünün katliamlarına maruz kalan Suriye halkını savunmayı reddediyor.

Muhalefet ve uluslararası "yardım"

Suriye muhalefeti şu anda iki kısma bölünmüştür. Şam’da Suriyeli bireylerden oluşan azınlık kesimi, rejimde reformun taraftarı ve dış müdahalenin karşısında. İkinci kısım, Türkiye ve Brüksel’de gerçekleştirilen toplantılardan sonra oluşturulan 190 üyeli (yüzde 60’ı Suriye’de) Suriye Ulusal Konseyi’dir. Müslüman Kardeşler, liberaller, değişik Kürt hizipleri ve görünüşe göre Yerel Koordinasyon Komiteleri bu konseyin oluşmasına katılmışlardır. Bu komiteler, gösteri çağrılarında bulunanlardır ve devrimin şu anki gerçek motorunu oluşturmaktadır. Farklı şehirlerdeki genç aktivistlerin internet araçlarını ve sosyal ağları kullanarak katliamcı rejime karşı harekete geçmeyi dillendirmeleri, aynı olgunun Suriye’deki ifadesidir.

Konsey, Arap ülkeleri ve Türkiye’yle, sözümona uçuşa yasak ve gemi girişine yasak bölgeyle sınırlı yabancı müdahale olasılığı ile flört etse de, çoğunluk kararı, işler daha da kötüye gitmeden Esad’ın istifasıdır. Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Burhan Ghaliouna, kendisine olası yabancı müdahale talebi sorulduğunda, şu anda hiçbir ülkenin Suriye’ye askeri müdahalede bulunmayı istemediğini belirtti, fakat “bu istek gündeme geldiğinde uygun konum alacağız” dedi.

Böyle bir müdahale olasılığı devrim için büyük bir tehlikedir: bu, devrimci sürecin frenlenmesi, gösterileri koordine eden komitelerinin silahsızlandırılmasının yanı sıra eylemcilere ve savaşçılara karşı daha büyük bir baskı anlamına gelecektir.

Dış müdahale seçeneği, Özgür Suriye Ordusu içinde çoğunluk görüşü değil. Sadece ordunun Suriye Ulusal Konseyi’ne henüz katılmamış muhalif subaylardan oluşan bir kesimi uçuşa ve gemi girişine yasak bölgeler oluşturulması ve ek olarak Suriye’nin kuzey bölgesinde bir kesim Özgür Suriye Ordusu’nun, Esad güçlerinin tehdidi olmaksızın askeri anlamda hareket edebilmesi için uluslararası müdahale çağrısında bulunuyor.

ABD baskısı mı?


Hükümetini demokratik ve ulusalcı görmeleri ve onlara göre Kaddafi’nin, iktidardan inmesi için emperyalist baskı altında olması nedeniyle Castro, Chavez ve destekçilerinin Kaddafi’nin yanında olduğu Libya sürecine benzer biçimde, şimdi Suriye’de aynı yorumlama geri döndü. Bu aynı akımlar, Suriye’deki isyanı demokratik ve halka ait devrim olarak değil, Esad hükümetini İran’la ilişkileri kesmeye ve aynı zamanda İsrail’e karşı savaşan Filistinlilere desteği kesmeye mecbur edecek bir ABD provokasyonu şeklinde çözümlüyorlar. Rebelión internet sitesinde yayımlanan ve bu politik pozisyonu ifade eden bir makalede şunlar belirtilmişti:

“Suriye rejiminin devrilmesini destekleyen Arap devletlerini endişelendiren şey rejimle Suriye’de reform isteyenler arasındaki cepheleşme değil. Körfezdeki üst düzey bir diplomata göre, Başkan Beşar Esad’ı İran ile olan müttefikliğinden uzaklaştırmak ve ülkesinin iki önemli alanda -Irak ve Lübnan- dış politikasını değiştirmeye ikna etmek amacıyla tüm bir on yıl ve milyonlarca dolar yatırıldı, fakat hepsi nafile. Bu diplomata göre Filistin konusu bu görüşmeler kapsamında değildi, fakat Suriye’ye yakın Filistinli direniş gruplarının, Filistin devletinin oluşturulması sürecinde silahlı direniş destekçilerinin altının oyulması amacıyla uzaklaştırılması, Esad’a yönelik ABD baskısının bir parçası olmuştur.”

Aslında bu makale Suriye’nin görüşmelere katıldığı ve ABD dayatmalarını uzun süredir kabul ettiği gerçeğini görmezden geliyor. Bu anlaşmadan dolayıdır ki, Suriye Lübnan’dan 6 yıl önce çekildi ve sıkı bir ateşkesle İsrail tarafından gasp edilen Golan Tepeleri’ndeki Suriye topraklarına kadar olan İsrail ile sınırını muhafaza etti.

Suriye tarihine dönüş

“Sömürgeci komplo” söylemi Suriye hükümetince ve destekleyicileri tarafından, kitlelerin rejime karşı devriminin, Esad rejimini devirmek ve ülkenin zenginliğine el koymak için ABD emperyalizminin yönetimindeki dalavereden ibaret olduğunu göstermek için kullanıldı. Bu, her şeyden öte Suriye tarihinin, onun Arap dünyasındaki rolünün ve emperyalizm ile olan ilişkisinin çarpıtılmasını olumlayan bir söylemdir. Ve ayrıca, devrimin ve onun sokakları ve meydanları dolduran kitleleri, haddi hesabı olmayan ölü sayısını, gençler ve savunmasız çocukların da aralarında olduğu hapsedilmiş ve işkenceye uğramış isyancıları, bunların hiçbiri ifşa edilmesin diye basın zulmünü de kapsayan gelişimine öncülük eden gerçeklerin üstünün topyekûn örtülmesidir.

1946 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasından beri parlamenter cumhuriyet olarak Suriye tarihi, bir dizi askeri darbe ve darbe girişimleri ile göze çarpmıştır. Bağımsızlıktan hemen sonra ülke 1948’de İsrail’le savaşa girdi ve mağlup çıktı. 1963 yılında Orta Doğu’yu çalkalayan ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucunda bir askeri ayaklanmayla Baasçılar iktidarı ele geçirdi ve bir dönem Mısır’daki benzerleri Nasırizm ve Irak Baasçıları ile uyumlu biçimde emperyalizmle cepheleşme yaşadılar. İsrail’le birkaç savaşta karşı karşıya geldi ve 1967’deki Altı Gün Savaşı, 1973’teki Yom Kippur Savaşı ve 1978’de İsrail’e karşı Lübnan’ı savunması İsrail ile olan birkaç çatışmada kendini Filistin davasının savunucusu konumuna yerleştirdi.

Baas etkisi bu dönemden gelir, ancak yavaş yavaş pan-Arap milliyetçiliğini savunmaya son verdikçe gerici karakteri daha da açık hale geldi. Şimdiki başkan Beşar Esad’a iktidar, ülkeyi 1970 yılından 2000 yılındaki ölümüne dek yöneten babası Hafız Esad’dan miras kaldı. İktidara gelmek için askeri geçmişinden ve Baas Partisi önderliğinden yararlandı, parti içinde darbe yaparak devlet aygıtında şiddetli bir egemenlik ortaya koydu. Baas Partisi genel sekreteri olarak kaldığı sürece tekrar tekrar ülkenin başkanı olarak seçildi. Başlangıçtaki başarılı dönemlerde kendini daima Arap milliyetçiliğinin savunucusu olarak sundu ve İsrail ile barış görüşmelerini reddetti. Mısır’ın İsrail ile barış anlaşması yapmasına öncülük edince Enver Sedat ile de ilişkisini kesti. Sonrasında, Saddam Hüseyin’in Irak Baas Partisi ve diğer eğilimler Arap milliyetçisi oldukları iddiasındaki diğerleri gibi, hükümeti gözden kaybolmaya ve emperyalizm ile müzakere peşinde olmaya başladı. Beşar Esad, Filistinlilere karşı Lübnan’a müdahaleyi ve hükümetin devrilmesini önleyecek bir istikrar dayatmayı kabul etti, bu da Lübnan’ın mezhepsel devletinin muhafazasını sağladı ve emperyalizmin onayıyla bölgeye, düzeni yıllarca güvence altına alacak Suriye birliklerini konuşlandırdı. Bu, 1990’da Baas tarafından yönetilen Irak’ı işgal etmek için ABD hükümeti tarafından desteklenen kutsal ittifakın bir parçasıydı. Beşar Esad, Arap davasına ve hatta dindaş komşusu Irak Baas Partisi’ne ihanet etti.

İktidara gelmesinden itibaren Beşar Esad, emperyalizmle müzakere siyasetini yoğunlaştırdı ve daha öncesinde Mısır’da Mübarek, Libya’da Kaddafi’de görüldüğü gibi Orta Doğu’da İsrail’e desteğe yarayan bir şekilde Suriye’nin ABD hükümetiyle bağlarını yeniden kurmak için gereken adımları attı. Öyle ki, Suriye’deki Hamas güçleri bile rejimin zulmünden nasibini aldı ve ülkeyi terk etmesi istendi. İsrail ile geçmişte yaşanan sürtüşmeler şu anda Esad destekçileri tarafından ABD’nin Suriye üzerindeki baskılarına ispat olarak kullanılmakta. Gel gör ki, Esad’ın destekçileri Suriye’nin sadece emperyalizmin tabağından düşen kırıntılar için yalvarmak adına teslimiyetini, halkına ve diğer Arap ülkelerine ihanetini hesaba katmıyor.

Suriye tarihinin kısa bir gözden geçirimi, 1950 ve 1970 yılları arasında, özellikle de 1948 yılında İsrail devletinin oluşumundan sonra milliyetçi projeyi savunan Arap burjuvazisi arasındaki ilişkilerin ve bu ilişkilerin Orta Doğu’daki emperyalist egemenlikle nasıl dönüştürüldüğünün anlaşılması için elzemdir. Bu, ulusal burjuvazinin ve halkı için ulusal kurtuluş mücadelesine öncülük eden burjuva milliyetçi hareketlerin yetersizliğinin bir göstergesidir. Er ya da geç kendi çıkarları doğrultusunda emperyalizme teslim olacaklardır. Bir bütün olarak petrol ihracatı için dünya pazarına bağımlı olan Arap burjuvazisi kendisini teslim etti ve herhangi bir bağımsız çözümden vazgeçti ve bölgedeki emperyalizmin bekçi köpeği olarak İsrail’in emperyal yerleşiminin varlığının altında kalmak zorunda kaldı. Bugün, bu burjuvaziler, emperyalizmin bir ortağı olmaktan ziyade, onun Orta Doğu’nun zenginliğine el koyma, kitleleri yoksulluğa ve kanlı diktatörlüklere mahkûm etme politikasının destekçisidirler.

Patlak veren Arap baharı, kesinlikle bu hükümetlere ve onların tamamen emperyalist destekçisi politikalarına karşıdır. Ve ardından Suriye’de devrim, kıvılcımını demokratik özgürlükler için Şam’da düzenlenen küçük bir gösteriyi acımasızca saldırmasıyla hükümetin kendinin yaktığı devrim geldi ve Mısır ve Tunus’taki muzaffer devrimlerin ardından daha da harlandı. Rejimin ve 40 yıldır Suriye’nin sahibi olan onun gizli polisinin vahşi niteliği açığa çıktı. Suriye’de devrimin tutuşmasına yardımcı olan diğer bir fitil ise hükümetin, halkın taleplerine tamamen kayıtsız kalmasıydı. Elias Khoroy’un Rebelión sitesinde yayımlanan makalesinde dediği gibi: “Suriye rejimi, halk hareketini durdurmanın tek yolu olarak sadece amansız bir baskıya yol açabilecek, böylece yaratıcı alandaki her olayı cinayet ve şiddete dönüştürecek bir kibrin gösterisi olarak, Kaddafi’nin Libyalı protestocuları tanımlamak için kullandığı ‘fare’ kelimesinin yerine ‘mikrop’ kelimesini koydu.”

Eğer birisi gerçekliği çarpıtmak istemiyorsa, gerçekler bunlar ve Suriye devriminin her analizi buradan gelmelidir. Suriye devriminin karakterini bir halk devrimi olarak anlamak, ancak bu gerçeklerden yola çıkmakla mümkündür. Bu, halkın askeri postal altında çiğnenen ve ülkeyi açlığa, işsizliğe, emperyalizmin dayattığı ve ancak devrim tarafından engellenebilecek parçalanma tehdidine mahkûm eden despot rejim tarafından aşağılanan insanlık onurunu savunmak amacıyla halk tarafından başlatıldı.

İnançlar arası çatışma mı?

Suriye devrimini itibarsızlaştırmak için bir diğer girişim: Esad taraftarları, ayaklanmaları, İslamcı köktenciler tarafından etkilenen Sûnni çoğunluk ile Baas Partisi’nin “seküler” rejimi tarafından korunan azınlık inanç toplulukları (Hıristiyanlar, Şiiler, Aleviler ve Dürziler) arasında inançlar arası bir çatışma olarak nitelendiriyorlar.

Aslında, Suriye’de geniş dinler arası bölünmeler var ve bu, ülkenin zengin tarihinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Nüfusunun çoğu Sami kökenlidir. Toplam nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı Müslümandır, yüzde 74’ü Sûnni ve yüzde 15’i de diğerleri (Aleviler, Şiiler ve Dürziler). Khabab gibi tamamen Katolik şehirler vardır. Halen küçük bir Suriye Yahudisi topluluğu mevcuttur (yaklaşık 4.500 kişi). Toplumun yaklaşık yüzde 10’u büyük çoğunluğu Ortodoks ve Doğusal Katoliklerden (bunlar ile Asuri ve Keldaniler kastediliyor; ç.n.) oluşan Hıristiyanlardır. Hıristiyanların en eski patrikhanelerinden birisi Ortaçağ’da Antakya’dan Şam’a taşınmıştır. Günümüzde bu şehir Antakya Ortodoks Kilisesi’nin günah çıkarma merkezidir. Ayrıca, Şam’da Rum usulü Katolik patriği vardır.

Bununla birlikte, İslamcı köktenciliğin güçlenmesine ilaveten, ülkeyi meydana getiren dini ve etnik topluluklar, hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar, hiçbir zaman bir çatışma kaynağını temsil etmediler, çünkü genellikle barışçıl şekilde yan yana varoldular. Humus’ta ortaya çıkan mezhep çatışması Hıristiyanlar, Aleviler ve Dürziler arasında bir korku yaratmak, böylece onların geniş kitleler halinde devrime katılmalarını önlemek için esasında rejim tarafından başlatıldı ve beslendi. Göstericiler tarafından atılan slogan açık: “Tek, tek, tek, Suriye halkı tektir.”

Demokratik ve halka ait bir devrim

Öyleyse Suriye’deki devrimin gerçek karakteri, kitlelerin somut yaşam koşullarında bulunmalı. 40 yıllık askeri diktatörlük rejimi, ülkenin üretim kapasitesini parçalamış, bu da halk için felakete ve burjuvazinin kendisi için de ekonomik olarak felce neden olmuştur. Husumet öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, aralarında Sûnnilerin de olduğu Beşar’ı destekleyen burjuvazinin büyük kısmı ona karşı hale gelmişler ve rejimin yalıtılmışlığını arttırmışlardır. Ezici bir çoğunlukla rejimi destekleyen Alevi toplumu da bu destekçiliği inançsal ya da “aşiret bağıyla” yapmamakta, devletin ya da ordunun üst kademelerindeki aşırı varlıkları nedeniyle yapmaktadır.

Bu nedenle Suriye’de olan, daha iyi yaşam koşulları ve diktatörlüğün sona ermesi için gerçekleşen demokratik ve halka ait bir devrimdir.

Rejim tarafından beş bin kişinin öldürülmesine, binlerce mahkûma ve Lübnan ve Türkiye’deki sürgünlere rağmen denge Beşar’ın aleyhine dönüyor. Devrimi; rejimin devrilmesine neden olacak biçimde eratı cezbedecek anti-emperyalist ve demokratik bir politik projeyle şiddetlendirmenin zamanıdır. Suriye’deki bir zaferin, bölge ve dünya çapında muazzam etkisi olacak, toplumun devrimci dönüşümünün yolunun emekçilerin, gençlerin ve halkların mücadele gündemlerine yeniden geldiğini gösterecektir.

Bölgedeki son olaylar, Suriye’de devrimi güçlendirmiştir. Mısır’da gençler Tahrir Meydanı’na döndü ve askeri yetkililerin derhal görevden alınmalarını talep etti. Bahreyn’de protestolar eski haline döndü. Yemen’de Salih’in istifası sokaklarda iyi karşılandı, ancak ona yönelik af gösterilerde geniş çapta kınanmakta. Bununla birlikte Arap dünyasında devrim, ciddi tehlikeler var olmasına karşın galip geliyor.

Birinci ve en önemli tehlike, devrimin iktidarı bir emekçi hükümetiyle zaptetmesine öncülük edebilecek kitle desteği alan bir devrimci önderliğin yokluğu. İkinci tehlike halkın silahsızlandırılması. Halkın, hükümet tarafından tamamen ortadan kaldırılmadan acilen kendisini silahlı milisler olarak örgütlemesi gerekiyor. Ordunun ihanetlerinin ardından, pek çok askeri grup şu anda Özgür Suriye Ordusu’na bağlı. Suriye ordusundaki bölünme Suriye rejimini zayıflatıyor ve bu kitlelerin zaferi için çok önemli, ancak burjuvazinin ve emperyalizmin aracı haline gelmemesi için, bu ordunun Suriyeli kitlelerin devrimci önderliğinin kontrolü altında olması gerekiyor. Üçüncü tehlike, devrimi ezecek ve emperyalizmin övündüğü gibi “kitleleri kurtarmayacak” bir yabancı askeri müdahale.

Bu tehlikeleri savuşturmanın tek yolu, yerel komitelerin koordinasyonunu ileri taşımak, güçlendirmek ve merkezileştirmek, bunları silahlı kuvvetlere kadar genişletmek ve Esad’ın nihai yenilgisine dek savaşmaya devam etmektir.

http://www.litci.org/en/index.php?option=com_content&view=article&id=1942:a-democratic-revolution-sliding-close-to-civil-war&catid=39:middle-east adresinden yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri:
Özgür Altun, Tufan Şahan, Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

ABD’li gazeteci Amy Goodman, 6 Kasım 2012 tarihinde yapılacak ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçilerin başkan adayı olması beklenen Mitt Romney’e dair bir yazı kaleme aldı. Goodman, yazısında Romney’in seçilirse nasıl bir başkan olacağına dair ipuçları sunuyor:



Mitt Romney, Cumhuriyetçilerin ana gövdesinde henüz çoğunluğu kazanmamış olsa da Florida’da çok şey kazandı. Kendisi ve Romney destekçisi “Super PAC”lerin (PAC; ABD’de partilere seçim kampanyaları için bağış toplamak amacıyla yasal düzlemde, özel girişimlerce kurulan ‘Politik Faaliyet Komitesi’nin kısaltmasıdır ve 2010 yılında sonra toplayabilecekleri bağış miktarının sınırı kaldırılarak ‘Super PAC’ halini almışlardır; ç.n.) neredeyse ev sahiplerinin yarısı sular altında olan bir eyalette milyonlarca dolar tutarındaki reklâmları yağdırmasının ardından, Romney, kimi temsil etmek istediğinden bahsetti.

CNN’den Soledad O'Brien’a konuşan Romney, “Demokrat Parti’den, yoksulların kötü durumunu dinleyeceğiz ve hiç şüpheniz olmasın, yoksul olmak iyi değil. Nereye odaklanacağınızı kendiniz tercih edebilirsiniz; zenginlere odaklanabilirsiniz, bu benim odak noktam değil. Çok yoksullara odaklanabilirsiniz, bu benim odak noktam değil. Benim odak noktam, orta gelirli Amerikalılar.” Romney, çok zenginlere dair bizi inandırmaya çalışıyor: “İyi gidiyorlar.”

250 milyon dolarlık tahmini servete sahip olan Romney bunu bilmeli.

Romney’in kampanyasının kendisi iyi finanse edilmiş, ancak bugüne kadarki başarısı, özellikle de mevcut başlıca rakibi Newt Gingrich’e karşı başarısı, Super Pac adı verilen ve bireyler ve şirketlerden sınırsız ödenek alabilen politik faaliyet komitesinin yeni türü olan şeyden muazzam nakit akışıyla yürütüldü. ‘Super Pac’lerin, faaliyetlerini bir adayın kampanyasıyla eşgüdümlemesi yasal olarak engellenmiş durumda.

31 Ocak’ta kamuya açıklanan Federal Seçim Komisyonu dosyaları, Romney’i destekleyen başlıca Super Pac olan “Geleceğimizi Geri Ver”in, 2011 yılını ikinci yarısında sadece 199 bağışçıdan 18 milyon dolar topladığını ortaya koydu. Bu destekçiler arasında, raporda “çiftlik sahibi” olarak listelense de Walmart servetinin varislerinden biri olarak bilinen Alice Walton ve Tribune medya şirketini (ABD’de birçok yayın organına sahip olan şirket; ç.n.) iflasa sürükleyecek kadar güvenen meşhur sert risk sermayedarı Samuel Zell bulunuyor. Ünlü Koch kardeşlerin üçüncüsü olan William Koch da bağışta bulunmuş.

Bu 199 kişiyi, ABD’de yoksulluk içinden yaşayanların sayısıyla yan yana koyalım. Birleşik Devletler Nüfus Sayım Bürosu’nun mevcut en son rakamlarına göre 2010 yılında ABD’de 46.2 milyon kişi, yani yoksulluk tahminlerinin yayımlandığı 52 yıllık süreçteki en büyük rakam olacak biçimde nüfusun yüzde 15.1’i yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 2010 yılı, yoksul insan sayısının arttığı birbirini takip eden dördüncü seneye işaret etti.

Romney, New Hampshire’daki zafer konuşmasında şöyle dedi:

“Bu ülke, halihazırda bizi kötü kıskançlık siyasetiyle bölen bir lidere sahip. Alternatif bir vizyon sunmak zorundayız. Ben, hepimizi, başarı hıncıyla alçalacağımız değil, başarıya ulaşma arzumuzla yükseleceğimiz farklı bir yol götürmeye hazırım. Tanrı huzurunda tek milletiz.” (Bu son cümle, ABD’de okullarda, çeşitli bayramlarda vs. okunan ‘Bağlılık Andı’nda geçmektedir ve Romney oraya göndermede bulunmaktadır; ç.n.)

Ertesi sabah, NBC’den Matt Lauer, Romney’e karşı çıktı:

“Bu ülkede Wall Street’in ve finansal kuruluşların politikalarını sorgulayanların, servetin ve iktidarın bölüşümünü sorgulayanların kıskanç olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Bu, kıskançlıkla mı yoksa hakkaniyetle mi ilgili?”

Romney, iddiasını ileriye taşıdı ve şunu iddia etti:

“Bunun çekememezlikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sınıf mücadelesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. ABD’yi yüzde 1’e karşı yüzde 99 temelli olarak bölmeyi teşvik eden bir başkana sahipseniz -ve en başarılı olanlar bu yüzde 1’in içinde olacaksa- bu, tanrı huzurunda tek millet olma anlayışıyla tamamen bağdaşmazdır.”

Peki yoksullarla ilgilenmemek bağdaşır mı?

Romney, Başkan Barack Obama’nın ve Wall Street’i İşgal Et hareketinin karışık bir eleştirisini sunuyor. Wall Street’i İşgal Et hareketinin genel olarak Başkan Obama’ya yönelik, özellikle de Maliye Bakanı Timothy Geithner (Obama yönetiminde çalışmak için Cumhuriyetçilerden ayrılıp bağımsız olan, ancak politikalarını değiştirmeyen) ve eski ekonomik danışman Larry Summers gibi atanmışlarına yönelik çok eleştirel olduğunu şimdilik bir kenara koyalım. Eğer Romney, sıklıkla polis şiddetiyle ve gözaltı riskiyle karşı karşıya olan on binlerce insanın çekememezlik sebebiyle orada bulunduğunu düşünüyorsa, açık ki Wall Street’i İşgal Et hareketinin neyle ilgili olduğuna dair hiçbir fikri sahip değil. Bu, Lauer’in sorusunda da açıkladığı gibi hakkaniyetle ilgili.

New Hampshire’daki aynı konuşmasında Romney, Obama’nın “ABD’yi, Avrupa tarzında yetkilendirilmiş bir topluma dönüştürmek istediğini” söyledi. Bir İsviçre bankasındaki hesabına 3 milyon dolar istifleyen bir adam için ilginç kelimeler. Romney’nin alelacele kapatılan UBS Bankası hesabı, kendisinin Avrupalı yetkilendirmesi olarak göze çarpıyor. Bermuda ve Cayman Adaları gibi vergi cennetlerindeki yatırımlarla birleştirdiğimizde Romney’nin 2010 yılındaki gerçek vergi oranı yüzde 13.9, yani çok ilgili olduğunu iddia ettiği ortalama bir orta halli Amerikan ailesinin verdiği yüzde 35’in bir kısmıydı.

Romney, kampanyasının tanrı huzurundaki yüzde 1’lik milletin üzerinden sürdürürken, en yüksek icra oranına sahip eyalet olan Florida’dan, en yüksek işsizlik oranına sahip Nevada’ya taşındı. Çok yoksulları değilse de, muhtemelen kendisine karşı atılacak oyları giderek artan biçimde önemsemesini umuyorum.


http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cifamerica/2012/feb/02/mitt-romney-not-concerned-about-poor adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri:
Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi