Content feed Comments Feed

Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Merkez Komitesi, sözcü Abhay imzası ile yazılı bir açıklama yaparak Hamas’ın “Aksa Tufanı” operasyonunu selamlarken Filistinliler için gerçek adaletin ve barışın ‘demokratik-laik Filistin ile mümkün olacağını’ belirtti.




İsrail işgalinin kaçınılmaz sonucu olan HAMAS'ın eşi benzeri görülmemiş saldırısını ve Filistin kurtuluş hareketinin özlemlerini selamlayın!

ABD emperyalizminin kukla yerleşimci devleti İsrail'in Gazze'ye yönelik devam eden acımasız hava saldırılarını durdurun!

Modi'nin brahmanik hindutva faşist Hindistan Hükümetinin İsrail yanlısı tutumunu şiddetle kınayın!

 

HKP (Maoist) Merkez Komitesi, İsrail'in Filistin’i işgalinin ve Filistin halkının kurtuluş özlemlerinin kaçınılmaz sonucu olan HAMAS’ın 7 Ekim’de İsrail’e yönelik eşi benzeri görülmemiş roket saldırılarını selamlamaktadır.

HAMAS’ın saldırısını bahane eden azılı İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) Gazze’yi dört bir yandan esir alarak gıda, elektrik, yakıt ve hatta ilaç tedarikini kesmiş ve ciddi bir insani krize yol açmıştır.

Gazze’ye 7 Ekim’den bu yana binlerce insanın öldüğü ve binlercesinin de sakat kaldığı sürekli hava saldırıları düzenlenmektedir. Hâlihazırda bir milyon insan evlerinden sürülmüş durumda. Gelen haberlere göre İsrail, Filistin halkına karşı daha büyük bir saldırı planlamaktadır. Partimiz, kukla yerleşimci devlet ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’in son üç gündür Gazze’ye yönelik acımasız hava saldırılarını şiddetle kınamakta ve durdurulmasını talep etmektedir.

ABD emperyalizmi, 7 Ekim’de HAMAS’ın saldırısını terörist bir saldırı olarak kınamakla kalmadı, aynı zamanda derhal askeri destek ilan etti ve kısa süre içinde vahşi saldırı köpeği İsrail’e silah ve diğer askeri teçhizat göndermeye başladı. ABD, İngiltere, Almanya ve İtalya, İsrail’i destekleyen ortak bir açıklama yaptılar. Emperyalistlerin bu iğrenç eylemi, dünyanın mümkün olan her köşesinden kınanmalıdır.

Hindistan Başbakanı Modi, başta ABD olmak üzere emperyalist efendilerinin peşinden giderek utanmadan İsrail’e yönelik dayanışmasını ifade etmiştir. Modi’nin brahmanik hindutva faşisti Hindistan hükümetinin İsrail yanlısı tutumuna şiddetle karşı çıkıyoruz.

Partimiz, İsrail’in haksız savaşından ve HAMAS’ın haklı direnişinden, ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail devletinin sorumlu olduğunu, bunun sonucunda her iki taraftan da insanların hayatını kaybettiğini ancak Filistin halkının ağır kayıplar verdiğini ve yıkıma uğradığını düşünmektedir. İsrail, Gazze’ye yönelik saldırılarını derhal durdurmalı ve HAMAS’ın elindeki rehineleri güvenli bir şekilde serbest bırakılmalıdır.

İsrail devletinin 1948 yılında emperyalistler tarafından, özellikle de ABD ve İngiltere tarafından Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurma bahanesiyle kendi çıkarlarına hizmet etmek üzere kurulduğu tüm dünya tarafından bilinmektedir. Bu, aynı zamanda ABD ve müttefiklerinin kontrolü altındaki Birleşmiş Milletler tarafından da tanınmaktadır. O zamandan beri Filistinliler için gerçek bir barış olmadı. İsrail, bugüne kadar Araplarla savaştı ve Filistin topraklarını sürekli işgal etti. Filistinliler o zamandan beri solun temsilcilerinden İslami güçlere, feodal güçlerden ulusal burjuvaziye kadar farklı bayraklar ve önderlik güçleri altında özgürlükleri için İsraillilerle mücadele ediyorlar. Gerilemeler, önderlik ihanetleri yaşadılar ama kendilerini toparlayıp tekrar savaşmaya başladılar.

Filistinliler için gerçek adalet ve barışın ancak İsrail devleti yıkıldığında ve tek ülke Filistin, demokratik laik Filistin olduğunda mümkün olacağı çok açıktır. Yahudiler de dâhil olmak üzere tüm Filistin halkının eşit haklarla bir arada yaşayabileceği ve gerçek özgürlüğün tadını çıkarabileceği bir yer kurulmalıdır. İsrail, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki en önemli ileri karakolu olduğu ve “Yahudilerin yurdunu” temsil etmediği için, emperyalizm yıkılmadan bu mümkün olmayacaktır.

Bunun için Filistin’in devrimci kitleleri, Marksizm-Leninizm-Maoizm biliminin rehberliğinde, işçi sınıfının öncüsünün önderliğinde uzun süreli bir halk savaşı yürütmek zorundadır. Bugün gerçekçi görünmese de, emperyalizm ve proleter devrim çağında, bir gün gelecek Filistin halkının kurtuluş mücadelesi bu hedefe mutlaka ulaşacaktır.

 Partimiz, Filistin halklarının haklı davası olan kurtuluş hareketine olan sarsılmaz desteğini bir kez daha teyit eder.

Merkez Komitemiz, tüm Marksist-Leninist-Maoist partileri, sol güçleri, demokratik ve ilerici örgütleri ve insanları, dünyanın her yerindeki ezilen milliyetleri Filistin halklarının kurtuluş hareketini desteklemeye çağırır.

Merkez Komitemiz ayrıca, tüm baskı ve sömürünün kökünün kazınabilmesi ve sosyalizm-komünizmin kurulması hedefine ulaşılabilmesi için yukarıda sayılan herkesi birleşmeye ve emperyalizmi ve onun tüm uşaklarını yenmeye davet eder.

 

Abhay

Sözcü

Merkez Komite

 

https://maoistroad.blogspot.com/2023/10/on-palestine-statement-communist-party.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

İsrail'in apartheid politikalarını ve aşırı sağcı hükümetini eleştiren Batılılar sıklıkla antisemitizmle suçlansa da, solcu ve sol-liberal İsrailliler yıllardır ülkenin faşizme sürüklenmesini yeriyor. Sosyal teorisyen ve çevirmen Alberto Toscano, Verso Books için kaleme aldığı yazısında faşizmin İsrail’in sömürgeci projesinin mantığına gömülü olduğunu savunuyor.


 

Batılı hükümetler tarafından yeşil ışık yakılan ve sayısız insan hakları hukuku uzmanı tarafından açık bir ‘soykırım niyeti’ taşıdığı ifade edilen İsrail Devleti’nin Hamas’ın 7 Ekim’deki El Aksa Tufanı saldırısına misillemesi de birçok çevrede faşizmden söz edilmesine neden oldu. Birzeit Üniversitesi Öğretim Üyeleri ve Çalışanlar Sendikası, yayımladığı ortak bildiride ‘sömürgeci faşizmden’ ve ‘yerleşimci Siyonist politikacıların siyasi çizgilerin ötesinde Araplara yönelik pornografik ölüm çağrılarından’ söz etti; İsrail Komünist Partisi (Maki) ve sol koalisyon Hadash, kendi deklarasyonlarında ‘keskin ve tehlikeli tırmanışın tüm sorumluluğunu faşist sağ hükümete yükledi’; bu esnada Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro, Gazze’ye yönelik saldırıyı iklim felaketi ve kapitalist kökleşmenin damgasını vurduğu ‘küresel 1933’te ‘hepimizi tek kullanımlık sayan ilk deney’ olarak tanımladı. Bu satırları alıntılamak bile, özellikle Boykot, El Koyma ve Yaptırımlar hareketi kisvesi altında İsrail apartheidına karşı barışçıl uluslararası dayanışma aktivizmini kısıtlama çabalarında önemli bir araç olarak hizmet eden IHRA’nın (Uluslararası Holokost Anma İttifakı) antisemitizm tanımına muhtemelen ters düşmektedir.

Yine de son Netanyahu hükümetinde ve hatta genel olarak İsrail toplumunda yeni başlayan bir faşizmin tanınması, ana akım olmasa da, İsrail’deki kamusal söylemde kesinlikle öne çıkıyor gibi görünüyor, özellikle de İsrail Yüksek Mahkemesi’nin övünülen özerkliğini ortadan kaldırmayı amaçlayan son yargı reformlarına karşı protestoların ardından. Hamas saldırısından dört gün önce Ha’aretz gazetesi ‘İsrail Neo-Faşizmi, İsraillileri ve Filistinlileri Tehdit Ediyor’ başlığı altında bir başyazı yayımladı. Bir ay önce 200 İsrailli lise öğrencisi, askere alınmayı reddettiklerini şu şekilde ilan etti: "Şu anda hükümetçe kontrol edilen bir grup faşist yerleşimciye hizmet edemeyeceğimize samimiyetle karar verdik.’ Mayıs ayında Ha’aretz’in bir başyazısında ‘altıncı Netanyahu hükümeti totaliter bir karikatür gibi görünmeye başladı. Totalitarizmle ilişkilendirilen neredeyse hiçbir hareket yok ki, aşırı uçtaki üyelerinden biri tarafından önerilmemiş ve kimin daha tam faşist olabileceğini görme yarışında, içerdiği diğer beceriksizler tarafından benimsenmemiş olsun’ derken, başyazarlarından biri de ‘İsrail faşist devrimi’ni, öldürücü ırkçılıktan zayıflığı hor görmeye, şiddet arzusundan anti-entelektüalizme kadar kontrol listesindeki tüm maddeleri işaretleyerek tanımladı.

Bu son polemikler ve öngörüler, çağdaş İsrail’de 'büyüyen faşizm ve erken Nazizm’e benzer bir ırkçılık’ olduğunu yazan ünlü aşırı sağ tarihçisi Ze’ev Sternhell ya da on yaşında Nazi Almanya’sından kaçan ve 2018’deki ölümünden kısa bir süre önce şunları söyleyen gazeteci ve barış aktivisti Uri Avnery gibi önde gelen entelektüeller tarafından öngörülmüştü:

“Filistinlilere karşı hayatın hemen her alanında uygulanan ayrımcılık, Nazi Almanya’sının ilk döneminde Yahudilere yapılan muameleyle karşılaştırılabilir. (İşgal altındaki topraklarda Filistinlilere uygulanan baskı, Münih ihanetinden sonra “himaye” altındaki Çeklere yapılan muameleye daha çok benzemektedir). Knesset’teki ırkçı yasa yağmuru, hâlihazırda kabul edilenler ve üzerinde çalışılanlar, Nazi rejiminin ilk günlerinde Reichstag tarafından kabul edilen yasalara büyük ölçüde benzemektedir. Bazı hahamlar, Arap dükkânlarının boykot edilmesi çağrısında bulunuyor. Tıpkı o zamanki gibi. ‘Araplara ölüm’ ('Judah verrecke'?) çağrısı futbol maçlarında düzenli olarak duyuluyor.”

Elbette bu yeni bir benzetme değil. Hannah Arendt ve Albert Einstein gibi isimler 1948’deki Deir Yassin katliamının ardından New York Times’a bir mektup yazarak Herut’u (Netanyahu’nun Likud partisinin selefi) ‘örgütlenmesi, yöntemleri, siyasi felsefesi ve toplumsal çekiciliğiyle Nazi ve Faşist partilere benzeyen’ bir parti olarak kınamıştı.

Avnery ayrıca şu anki Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’i de 'iyi niyetli bir Yahudi faşist’ olarak nitelendirdi. Kendisini memnuniyetle ‘faşist homofobik’ olarak tanımlayan Smotrich, Filistinlilerin ulus olma umutlarını ‘ortadan kaldırmaya’ ve Nakba’yı tekrarlamaya yönelik kendi soykırım niyetinin teolojik temellerini ortaya koymuştur. Bir röportajında şöyle demiştir:

“Joshua ben Nun (İncil’deki peygamber) topraklara girdiğinde, orada yaşayanlara üç mesaj gönderdi: (yönetimimizi) kabul etmek isteyenler kabul edecek; ayrılmak isteyenler ayrılacak; savaşmak isteyenler savaşacak. Stratejisinin temeli şuydu: Biz buradayız, biz geldik, burası bizim. Şimdi de üç kapı açık olacak, dördüncü kapı yok. Gitmek isteyenlere -ve gidenler olacak- yardım edeceğim. Umutları ve vizyonları kalmadığında gidecekler. Tıpkı 1948’de yaptıkları gibi. (...) Gitmeyenler ya Yahudi devletinin yönetimini kabul edecekler-ki bu durumda kalabilirler-, gitmeyenlere gelince, onlarla savaşacağız ve onları yeneceğiz. [...] Ya onu vuracağım ya hapse atacağım ya da sınır dışı edeceğim.”

 İsrail Devleti'nin ilk yıllarında laik David Ben-Gurion için de ideolojik bir referans işlevi gördüğü için Yeşu Kitabı’ndan bahsedilmesi dikkate değerdir. Eski Ahit’teki yıkıma övgü, bugün de rahatsız edici bir şekilde yankılanmaktadır: “Yeşu tepelerdeki, güneydeki, vadilerdeki, pınarlardaki bütün ülkeyi ve krallarını vurdu; hiçbirini bırakmadı, İsrail'in Tanrısı Rab’bin buyurduğu gibi, soluk alan her şeyi yok etti. Yeşu onları Kadeş-Barnea’dan Gazze’ye kadar ezdi” (Yeşu 11:40-41).

Ancak Netanyahu'nun ‘vaftiz babası’ olduğu faşizm sadece köktendinci yerleşimcilere ve onların mülksüzleştirme stratejilerine (Smotrich’in yerleşimci STK’sı Regavim’in devletteki derin kolları ve Filistinlilerin toprak ve mülkiyet haklarına karşı yürüttüğü hukuk mücadelesi dâhil) indirgenemez; Aynı zamanda, Hindistan ve ABD’de olduğu gibi İsrail’de de, çökmekte olan metropol ‘elitlerine’ karşı ulusal-muhafazakâr seferberlikleri, kâr ve ayrıcalığın acımasızca savunulmasıyla birleştirmekten mutluluk duyan milyarderlerin ticari çıkarlarına ve yasama manevralarına sıkı sıkıya bağlıdır. İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman, yakın zamanda verdiği bir röportajda şu gözlemde bulunmuştur:

“İsrail Devleti'nin varlığını sürdürmesine yönelik en büyük tehdidin ne olduğunu biliyor musunuz? Likud değil. Bölgede başıboş dolaşan haydutlar bile değil. Kohelet Politika Forumu (ABD’li zengin bağışçılar tarafından desteklenen muhafazakâr, sağcı bir düşünce kuruluşuna atıf). İsrail tarafından benimsenmesi halinde onu bambaşka bir ülkeye dönüştürecek geniş bir sosyal ve siyasi manifesto oluşturuyorlar. İnsanlara ‘faşizm’ dediğinizde akıllarına sokaklarda dolaşan askerler geliyor. Hayır. Öyle görünmeyecek. Kapitalizm hâlâ varlığını sürdürecek. İnsanlar -eğer diğer ülkelere girmelerine izin verilirse- yurtdışına çıkabilecekler. İyi restoranlar olacak. Ancak bir insanın kendisini rejimin iyi niyeti dışında koruyan bir şey olduğunu hissetme yetisi -çünkü rejim uygun gördüğü şekilde onu koruyacak ya da korumayacak- artık olmayacak. İsrail toplumu mevcut hükümeti kabul etmeye hazırdı. Likud’un zaferi nedeniyle değil, en aşırı kanat herkesi peşinden sürüklediği için. Bir zamanlar aşırı sağ olan bugün merkezde. Bir zamanlar uçlarda olan fikirler meşru hale geldi. Alanı Holokost ve Nazizm olan bir tarihçi olarak bunu söylemek benim için zor ama bugün hükümette neo-Nazi bakanlar var. Bunu, ideolojik olarak saf ırkçı olan bakanları başka hiçbir yerde -ne Macaristan’da ne de Polonya’da- göremezsiniz.”

İçgörülerine rağmen bu pasaj, faşizmin yükselişine karşı liberal İsrail polemiklerinin neyi paranteze aldığını da acı bir şekilde gösteriyor. Yani Filistinliler. İsrail ve işgal altındaki Filistin’de askerler sokaklarda dolaşıyor. İsrail egemenliğindeki milyonlarca insan yurt dışına çıkamıyor. Ya da evlerine dönemiyor. Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibilerin hiç tereddüt etmeden dile getirdikleri ‘saf’ ırkçılık, sersem faşistler kadar kötü niyetli liberaller için de sömürgeci tahakkümü yapılandıran ve yeniden üreten ırkçılığın bir ürünüdür.

Bill Mullen ve Christopher Vials’ın gözlemlediği üzere, Siyah radikallerin ve Üçüncü Dünya anti-faşizminin yanı sıra yerli direnişinin uzun vadeli gelenekleri bize şunu öğretmiştir: “Irksal olarak liberal demokrasinin haklar sisteminin dışında kalanlar için ‘faşizm’ kelimesi her zaman uzak ve yabancı bir toplumsal düzeni çağrıştırmaz. George Padmore’un 1930’larda ‘dünyanın klasik faşist devleti’ olarak nitelendirdiği Güney Afrika gibi yerleşimci-sömürgeci ve ırksal faşist rejimlerde, Alman-Yahudi avukat Ernst Fraenkel’in anatomisini çıkardığı ‘ikili devlet’in bir versiyonuyla karşılaşıyoruz: egemen nüfus için ‘normatif devlet’ ve egemenlik altına alınanlar için ‘herhangi bir yasal güvence tarafından denetlenmeyen sınırsız keyfilik ve şiddet’ uygulayan bir ‘ayrıcalıklı devlet’. Angela Y. Davis'in 1970’lerin başında ABD nüfusunun geri kalanı için devlet ırkçı terörünün nelere gebe olduğuna atıfta bulunarak gösterdiği gibi, normatif ve ayrıcalıklı devlet arasındaki sınır geçirgendir.

Bu durum bugün İsrail’de, hükümet bakanlarının savaş bahanesini ‘ulusal morale zarar verebilecek ya da düşman propagandasına temel teşkil edebilecek bilgileri yaydıklarına inandıkları takdirde polise sivilleri tutuklama, evlerinden çıkarma ya da mallarına el koyma yetkisi veren düzenlemeleri teşvik etmek’ için kullanmalarıyla açıkça görülmektedir. Faslı Yahudi Marksist Abraham Serfaty’nin on yıllar önce Filistin’in kurtuluşu üzerine hapishane yazılarında analiz ettiği gibi, Siyonist yerleşimci-sömürgeci mülksüzleştirme, tahakküm ve yerinden etme projesinin merkezinde ‘faşist bir mantık’ vardır. Bu mantık liberaller tarafından reddedilse de, temel mekanizmaları tamamen ortadan kaldırılmadığı sürece, her krizde yeniden ve şiddetle ortaya çıkmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İki devletli bir çözüm istediklerini iddia eden ancak bunu asla gerçekleştirmeye niyetli olmayanların ikiyüzlülüğüne karşı söylediklerinin de gösterdiği gibi, iktidardaki İsrail aşırı sağı sessiz olanı birçok şekilde çok yüksek sesle söylüyor. İşgalin ve Filistinlilere yönelik vahşetin normalleştirildiği ve tüm niyet ve amaçlar için bitmez tükenmez olarak görüldüğü bir zamanda, faşist yerleşimci ve dinci sağ, İsrail’i bir yerleşimci-sömürge projesi olarak imleyen yapısal şiddeti ve insanlıktan çıkarmayı onaylama ve kutlama noktasına geldi -liberallerin hafifletmeyi veya asgariye indirmeyi düşündüğü, ancak asla gerçek anlamda mücadele etmediği bir proje. Bugün pek çok başka bağlamda olduğu gibi İsrail’de de faşizmin yükselişi başlangıçta bir kırılma ya da istisna gibi görünebilir, ancak bu yükselişin kökleri, gerçek kurtuluşu asla desteklemeyecek olan sömürgeci liberalizm tarafından sağlanmaktadır.

 

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-war-on-gaza-and-israel-s-fascism-debate adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı operasyonu ve ardından başlayan İsrail’in Gazze saldırısına dair bir açıklama yapan İsrail Demokrat Kadınlar Hareketi, İsrail hükümetini ‘faşizm yanlısı bir rejim’ olarak tanımlayarak çatışmaların ancak iki devletli çözümle sona erebileceğini vurguladı. 


İsrail Demokrat Kadınlar Hareketi, İsrail ve Gazze Şeridi'ni hedef alan askeri operasyonların artmasından ve hem Filistinli hem de İsrailli masum insanların trajik bir şekilde hayatını kaybetmesinden duyduğu derin endişeyi ifade eder.

Hareket, ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail’e önemli miktarda silah fonu tahsis etmesini ve Akdeniz bölgesinde donanma gemilerinin konuşlandırılmasını şiddetle eleştirmektedir.

Diplomatik bir çözüme ihtiyaç vardır ve bu, kan dökülmesinden tek çıkış yoludur.

7 Ekim'de başlatılan kanlı saldırı, İsrail hükümetinin Gazze Şeridi'ne yönelik ısrarlı ablukasına ve Filistin topraklarındaki yasadışı işgaline bir tepkiydi.

Hamas, koordineli bir saldırı başlatarak İsrail'e binlerce roket atarken, militanları da İsrail kasabalarına ve kırsal köylerine sızdı.

Saldırı sonrasında 70'ten fazlası asker olmak üzere 700'ün üzerinde İsrailli hayatını kaybetti ve 2.400'den fazla kişi de yaralandı.

Gazze'de ise İsrail bombardımanları nedeniyle en az 560 Filistinli yaşamını yitirdi, 2.900'den fazla kişi de yaralandı.

Farklı medya platformlarında görüntülerini gördüğümüz, aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu İsrailli sivillere yönelik korkunç saldırılar son derece üzücüdür. Bütün aileler evlerinde öldürüldü ya da esir alındı.

Hareketimiz, esir tutulan kadın ve çocukların durumundan özellikle endişe duymaktadır.

Uluslararası toplumu, başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere, hukuksuz bir şekilde esir tutulan İsrailli ve Filistinli tüm sivillerin derhal serbest bırakılması için ilgili tüm taraflara baskı yapmaya çağırıyoruz.

Masum sivillere yönelik her türlü saldırıyı şiddetle kınıyor ve karşısında duruyoruz. Ancak bunun Filistinli sivilleri de kapsadığını açıkça ifade ediyoruz ki bu, İsrail hükümeti tarafından paylaşılmayan bir tutumdur.

Bu trajik olayları, devam eden işgal, Gazze ablukası ve yerleşimcilerin Batı Şeria ve Doğu Kudüs'teki günlük ihlalleri bağlamında analiz etmek çok önemlidir.

Bu tırmanışın her iki tarafta da başta masum siviller, özellikle de kadınlar ve çocuklar olmak üzere tüm taraflara zarar vereceği konusunda uyarıda bulunuyoruz.

Faşizm yanlısı bir rejim olarak nitelendirdiğimiz İsrail hükümeti, Filistinlilere yönelik etnik temizliğe varan şiddetli saldırıları sadece onaylamakla kalmıyor, aynı zamanda bunlara öncülük ediyor.

Filistinlilerin ve şimdi de trajik bir şekilde İsraillilerin kanlarının dökülmesiyle sonuçlanan durumun işaretleri açıktı. Devam eden gelişmeler, bölgede yıkıcı sonuçları olacak büyük bir çatışma riski yaratmaktadır.

Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs'te 1967 öncesi ateşkes hatları dâhilinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını da içeren iki devletli çözümün, süregelen katliama karşı adil ve kalıcı bir çözüm olduğuna inanıyoruz.

 

https://morningstaronline.co.uk/article/f/movement-democratic-women-israel-feat adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Pakistanlı yazar Tarık Ali, Filistin direniş güçlerinin El Aksa Tufanı operasyonunun ardından New Left Review için bir yazı kaleme alarak direnişin ve Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının meşruiyetini vurguladı.



Aralık 1987'de Filistin'de yeni bir intifada patlak verdi ve İsrail'in yanı sıra Arap dünyasının elitlerini de sarstı. Birkaç hafta sonra, yaşlı Suriyeli şair Nizar Qabbani, bugün yozlaşmış, işbirlikçi Filistin (Hayır) yönetimi tarafından temsil edilen eski nesil Filistinli liderleri kınadığı 'Taşların Çocukları Üçlemesi'ni yazdı. Bu üçleme, birçok Filistin kafesinde okundu ve söylendi:


Taşların çocukları


kağıtlarımız dağıldı


elbiselerimize mürekkep döküldü


eski metinlerin sıradanlığıyla alay etti.


Ey Gazze'nin Çocukları


Yayınlarımıza aldırmayın


Bizi dinlemeyin


Biz duygusuz hesaplama insanlarıyız


Toplama, çıkarma


Savaşlarınızı sürdürün ve bizi yalnız bırakın


Biz öldük ve mezarsızız


Gözleri olmayan yetimler.


Gazze'nin çocukları


Yazılarımıza atıfta bulunmayın


Bizim gibi olmayın.


Biz senin idolünüzüz.


Bize tapmayın.


Ey Gazze'nin çılgın insanları,


Deliye binlerce selam


Siyasi akıl çağı çoktan geride kaldı


Öyleyse bize deliliği öğret.


O zamandan bu yana Filistin halkı anlamlı bir kendi kaderini tayin hakkı elde etmek için her türlü yöntemi denedi. Onlara 'şiddetten vazgeçin' dendi. Bir İsrail vahşeti sonrasında yaşanan tek tük misillemeler dışında bunu yaptılar. Yurt içindeki ve diasporadaki Filistinliler arasında Boykot, Tecrit ve Yaptırımlara (BDS) büyük destek vardı: sanatçılar, akademisyenler, sendikalar ve zaman zaman hükümetler arasında dünya çapında ilgi görmeye başlayan mükemmel bir barışçıl hareket. ABD ve NATO ailesi, Siyonist lobi gruplarının yardımıyla İsrail'i boykot etmenin 'antisemitik' olduğunu iddia ederek BDS'yi Avrupa ve Kuzey Amerika'da kriminalize etmeye çalışarak karşılık verdi. Bunun büyük ölçüde etkili olduğu kanıtlandı. İngiltere'de Keir Starmer'in İşçi Partisi, yaklaşan ulusal konferansında 'İsrail apartheid'ından söz edilmesini yasakladı. İhraç edilmekten korkan İşçi Partisi solu bu konuda sessizliğe büründü. Üzücü bir durum. Bu arada Arap ülkelerinin çoğu Washington'a teslim olma konusunda Türkiye ve Mısır'a katıldı. Suudi Arabistan şu anda İsrail'i resmen tanımak için Beyaz Saray'ın arabuluculuğunda müzakereler yürütüyor. Filistin halkının uluslararası izolasyonu daha da artacak gibi görünüyor. Barışçıl direniş hiçbir yere varamadı.  


Bu süre zarfında IDF (İsrail Savunma Kuvvetleri) boş vakitlerinde Filistinlilere saldırıp onları öldürürken, birbirini izleyen İsrail hükümetleri de devlet kurma umutlarını sabote etmek için çalıştı. Yakın zamanda, bir avuç eski IDF generali ve Mossad ajanı Filistin'de yapılanların 'savaş suçu' anlamına geldiğini itiraf etti. Ancak bunu söyleyecek cesareti ancak emekli olduktan sonra toplayabildiler. Hâlâ görevdeyken, işgal altındaki topraklarda faşist yerleşimcilere tam destek verdiler; evleri yakmalarına, zeytin tarlalarını yok etmelerine, kuyulara çimento dökmelerine, Filistinlilere saldırmalarına ve 'Araplara ölüm' sloganları atarak evlerinden sürmelerine seyirci kaldılar. Batılı liderler de tüm bu olanlara ses çıkarmadan seyirci kaldılar. Qabbani'nin de dediği gibi, siyasi akıl çağı çoktan geride kalmıştı.

Sonra bir gün, Gazze'deki seçilmiş liderlik karşılık vermeye başlar. Açık hava hapishanelerinden kaçıp İsrail'in güney sınırını geçerek askeri hedeflere ve yerleşimci nüfusuna saldırırlar. Filistinliler bir anda uluslararası manşetlere taşınır. Batılı gazeteciler onların gerçekten direniyor olmasından dolayı şok olur ve dehşete düşerler. Ama neden direnmesinler ki? İsrail'deki aşırı sağcı hükümetin, ABD ve gevşek ağızlı AB'nin desteğiyle acımasızca misilleme yapacağını herkesten daha iyi biliyorlar. Ancak yine de Netanyahu ve kabinesindeki suçluların, halklarının çoğunluğunu kademeli olarak sınır dışı etmesine ya da öldürmesine seyirci kalmak istemiyorlar. İsrail devletinin faşist unsurlarının, Arapların toplu katliamını onaylamaktan çekinmeyeceklerini biliyorlar. Ve buna karşı ne pahasına olursa olsun direnilmesi gerektiğini biliyorlar. Bu yılın başlarında Filistinliler, Tel Aviv'deki gösterileri izlediler ve 'sivil hakları savunmak' için yürüyenlerin işgal altındaki komşularının haklarını umursamadıklarını anladılar. Meseleyi kendi ellerine almaya karar verdiler.  

Filistinlilerin maruz kaldıkları kesintisiz saldırıya direnmeye hakları var mı? Kesinlikle var. İki taraf söz konusu olduğunda ahlâki, siyasi ya da askeri bir eşdeğerlik söz konusu değildir. İsrail, tepeden tırnağa ABD tarafından silahlandırılmış nükleer bir devlettir. Varlığı tehdit altında değildir. Tehdit altında olan Filistinliler, onların toprakları ve yaşamları. Batı medeniyeti onlar yok edilirken seyirci kalmaya istekli görünüyor. Öte yandan onlar sömürgecilere karşı ayaklanıyorlar.



https://newleftreview.org/sidecar/posts/uprising-in-palestine adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 



Martinikli bir siyah olan Fanon'u Cezayir'le bu kadar yakından ilişkilendirmeye iten şey neydi? Cezayirlilerin Fransa'daki kötü durumu, Fanon'un gözlerini diğer ırksallaştırılmış grupların gündelik ırkçılığı nasıl deneyimlediğine açtı. Fanon, 'Kuzey Afrika Sendromu' (1952) üzerine yaptığı psikiyatrik çalışmada, Fransa'daki Kuzey Afrikalılara ıstırap çektiren gizemli hastalığı analiz eder. Freud'un filogeni ve ontogeni kavramlarını temel alan Fanon, ırksallaştırılmış veya sömürgeleştirilmiş özneleri etkileyen nevroz ve patolojilere toplum kökenli (sosyojenik) bir yaklaşım geliştirir.

'Ontogenik yaklaşımlar bireysel organizmayı' ve 'filogenik yaklaşımlar türü ele alırken', sosyojenik 'sosyal dünyadan, kültürün, tarihin, dilin ve ekonominin özneler arası dünyasından ortaya çıkan şeylerle ilgilidir'. Fanon, bu nevroz ve patolojilerin ontolojik olarak verili değil, toplumsal olarak üretilmiş olduğunu göstererek, bu açıklanamayan acıları hayali hastalıklar olarak ciddiye almayan psikiyatristlerin ırkçı önyargılarına meydan okuyordu.

Kuzey Afrikalının sömürgeci inşasını çıkış noktası olarak alan psikiyatristler, hastalarını etkileyen 'yabancılaşmış şekillenme' sorunlarını görmezden gelmişlerdi. Aslında Cezayirlileri hasta eden ırkçı toplumdu ve psikiyatri hastaneleri, işleri daha da kötüleştiriyordu. Fanon çok geçmeden toplumsal yabancılaşma sorunlarının psikiyatrik tedavisinin olamayacağını fark etti; ırksallaştırılmış ve sömürgeleştirilmiş özneleri hastalıklarından ancak toplumsal ilişkilerin topyekûn dönüşümü iyileştirebilirdi.

Fanon'un Cezayir'e dönüşünü William Gardner Smith'in ilk kez 1963'te, Cezayir'in bağımsızlığından bir yıl ve Fanon'un ölümünden iki yıl sonra yayımlanan romanı Taş Yüz üzerinden de okuyabiliriz. Smith'in kahramanı Simeon Brown, romanın başlarında acımasız bir ırkçı saldırıda bir gözünü kaybeden siyah Amerikalı bir adamdır ve beyaz birini öldürerek intikam alma dürtüsünden kaçmak için Paris'in yolunu tutmuştur. Siyah edebiyatçılardan aşina olduğumuz bir Paris'e, Siyah Amerikalıların, Birleşik Devletler'in her şeyi kapsayan ırkçılığından görünüşte kaçabildikleri bir Paris'e varır - Baldwin'in deyişiyle, 'Fransızlardan nefret edemezdim, çünkü beni yalnız bıraktılar'.

Ancak yüzyılın başlarında Claude McKay, "(Paris'teki) Zenci (Yazar burada özellikle Negro kelimesini kullanmış; ç.n.) entelijansiyasının tamamen Fransa'dan yana olduğundan" şikayet etmişti ve bu Smith'in romanında da geçerliliğini koruyor: Küçük göçmen grubu, Sol Kıyı'daki (Paris’te Latin Amerikalıların yaşadığı bölge; ç.n.) kafeleri sık sık ziyaret etmekle yetiniyor ve Fransa'nın başkentindeki diğer ırktan insanların -özellikle de "les Arabes "ın- durumuna pek aldırış etmiyor. Simeon ve arkadaşları için Paris, Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı bir panzehir sunuyor. Burada nihayet (beyaz) burjuva toplumunun ritüellerine katılabilirler. Her halükarda Cezayir mücadelesini destekleme konusunda isteksizdirler ve beladan uzak durmayı tercih ederler.

Fransız toplumu hâlâ açık biçimde ırkçıdır, sadece Simeon ve onun göçmen arkadaş grubuna karşı değil. Simeon bir cinsel saldırıya müdahale ettikten sonra bir kavgaya karıştığında, artık Fransızlar için 'öteki' olmadığını fark eder. Memurlar Simeon'u serbest bırakırken, kavga ettiği Cezayirli adam tutuklanır. Cezayirli Hossein ertesi gün Simeon'u gördüğünde, Simeon'a Fransa'da ayrıcalıklı bir konumda olduğunu hatırlatır. ('Hey! Beyaz bir adam olmak nasıl bir duygu? ... Biz burada zenciyiz!') Hossein ilk başta mesafeli dursa da, Cezayirli genç bir tıp öğrencisi olan arkadaşı Ahmed, Simeon'dan hoşlanır. Simeon, Paris'teki Cezayirlilere daha bağlı hissetmeye başladıkça, siyah arkadaşlarına onların durumundan bahsetmeye çalışır. Ancak onlar, 'Cezayirlilerin zencilerle birlikte olduklarında beyaz insanlar olduklarını' iddia ederek ayrıcalıklarına dair her türlü tartışmayı bir kenara iterler.

Elbette Cezayirlilerin de kendi önyargıları vardır; Simeon'un bir Polonya toplama kampından kurtulan kız arkadaşıyla yaptığı tartışmada, Ahmed'in arkadaşlarından biri, Simeon'u dehşete düşürecek şekilde antisemitizmini açığa vurur. Ancak iki Cezayirli kadın ona, Cezayir'de Fransız askerlerinin yaptığı tecavüz ve işkenceleri anlatınca mücadeleye katılmaya karar verir.

Taş Yüz, Simeon'un Paris'te FLN tarafından düzenlenen bir gösteriye katılmasıyla doruk noktasına ulaşır. Bunu, polisin yüzlerce Cezayirliyi öldürüp cesetlerini Sen Nehri'ne attığı 1961 Paris katliamının canlı bir tasviri izler. (Taş Yüz, katliamın ilk edebi anlatılarından biridir.) Adam Shatz'ın belirttiği gibi, 'Orijinal taslak ... Simeon'un Cezayirli arkadaşlarının onu teşvik ettiği gibi Afrika'ya gitmesiyle sona erdi'. Ancak son versiyonda, bunun yerine insan hakları hareketine katılmak için ABD'ye döner ('herhangi bir yanmış dağdaki gerillalarınkinden daha zorlu bir savaş'). Akademisyen Paul Gilroy bu sonu, anti-emperyalist dayanışmadan geri çekilme ve 'Smith'in evrenselleştirici argümanının aşmış göründüğü dar bir kültürel akrabalık versiyonunun taleplerine teslim olma' olarak yorumlamıştır. Ancak Shatz, romanın sonunu yorumlamanın başka bir yolu olabileceğini düşünüyor: "Cezayir mücadelesi ona sadece kaçtığı taş yüzle yüzleşme cesareti vermekle kalmamış, Amerikan ırkçılığını daha geniş bir Batı tahakkümü tarihi içine yerleştirerek anlayışını da değiştirmiştir".

Ancak Smith'in, kahramanının aksine, hiç hoşlanmadığı bir ülke olan ABD'ye dönmekle pek ilgilenmediği düşünüldüğünde bu pek de inandırıcı görünmüyor. Bunun yerine Kwame Nkrumah'ın Gana'sına yerleşmeyi seçmiştir. Smith gibi Fanon da Afrika'ya taşındı. Tıp eğitimini Cezayirlilerin sömürgecilerle savaşmasına yardımcı olmak için kullanabileceğine ikna olarak 1953'te Afrika'ya gitti. Başlangıçta Cezayir'deki Blida-Joinville Hastanesi'nde Cezayirlilere işkence eden Fransız askerlerini ve onların kurbanlarını tedavi etmekle görevlendirildi. Ancak kurtuluş savaşı patlak verdiğinde Fanon, hastane arazisini, FLN savaşçılarını sağlıkçı ve hemşire olarak eğitmek için kullandı. Siyasi faaliyetleri nedeniyle 1957'de Cezayir'den sınır dışı edildi, ancak başka bir isimle Kuzey Afrika'ya dönerek Tunus'ta FLN'ye katıldı.

Daha sonra, sürgündeki geçici Cezayir hükümetinin bir üyesi ve temsilcisi olarak, Sahra boyunca ikmal hatları kurarak tıbbi malzeme ve silah temininde onlara destek bile oldu. Fanon, sonraki yıllarının çoğunu Cezayir davasına adadı. Ona göre bu, sömürgeleştirilmiş halkları özgürleştirecek ve sonunda özgür olabilmeleri için bir 'yabancılaşmama' sürecinden geçmelerini sağlayacak evrensel bir projenin başlangıcıydı.

Bağımsızlığın, yeni, sömürgesizleştirilmiş bir öznenin ortaya çıkması için gerekli manevi ve maddi koşulları yaratacağını umuyordu. Ancak Fanon, kurtuluş savaşının sonucuna (tam olarak umduğu gibi olmasa da) asla tanık olamadı. Cezayir'in nihayet bağımsızlığını kazanmasından sadece birkaç ay önce, 1961'de Amerika Birleşik Devletleri'nde bir hastanede öldü.

*Bu metin, Kevin Ochieng Okoth’un “Red Africa: Reclaiming Revolutionary Black Politics /Kızıl Afrika: Devrimci Siyah Siyaseti Yeniden Kazanmak” kitabından versobooks.com tarafından alıntılanan bölümden oluşmaktadır.

https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/frantz-fanon-and-the-psychiatry-of-the-colonised-subject adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için burayablogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi