Content feed Comments Feed

Giorgio Agamben, koronavirüs salgınının ilk günlerinden bu yana sürdürdüğü “istisna hali”nin süreklileşeceği tezi doğrultusunda kaleme aldığı yazıda, bu tezdeki ısrarına dair gerekçelerini sıralamaya devam etti.


Ülkemizde (ve sadece burada değil) uygulamaya koyulan istisna aygıtları yönelik tepkilerde çarpıcı olan, bunları faaliyet gösteriyor göründükleri mevcut bağlamın ötesinde gözlemleyememektir. Ciddi bir politik analizinin yapılması gerekmekle birlikte, bunları, insanların ve durumların yönetilmesinin yeni bir biçimi tehlikesi şeklindeki daha kapsamlı bir deneyimin belirti ve işaretleri olarak yorumlamaya çalışanlar da nadir. Şu anda dikkatle yeniden okumaya değer olan 7 yıl önce yayımlanmış bir kitapta (Tempêtes microbiennes, Gallimard 2013), Patrick Zylberman şimdiye kadar siyasi planlamaların kenarında olan sağlık güvenliğinin, devletin ve uluslararası siyasi stratejinin asli parçası haline geldiğini anlatmıştı. Ortadaki mesele, “en kötü durum senaryoları” adı verilen yönetme vasıtası olarak bir çeşit “sağlık terörü” yaratılmasından farksız. 2005 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün “kuş gribi nedeniyle 2 ila 150 milyon arası ölüm yolda” açıklaması yaparak, devletlerin o zamanlar henüz kabullenmeye hazır olmadıkları bir strateji önermesi de bu “en kötü” mantığına bağlı. Zylberman, önerilen aygıtın üç noktaya bölündüğünü gösteriyor: 1) olası riski ve verilerin, uç bir durumu yönetmeye olanak verecek şekildeki davranışlara destek verir şekilde sunulduğu farazi senaryoyu temel alan bir inşa 2) “en kötü” mantığının, politik akılcılık rejimi olarak benimsenmesi 3) yurttaş topluluğunun, devlet aygıtlarına azami sadakati güçlendirecek bir şekilde topyekûn örgütlenmesi, getirilen tedbirlerin diğerkâmlığın kanıtı olarak sunulduğu ve yurttaşın artık sağlık hakkına sahip olmadığı (sağlık güvenliği), ancak sağlığın yasal bir yükümlülük haline geldiği (biyogüvenlik) bir çeşit üstün iyi yurttaşlık üretimi.

Zylberman’ın 2013 yılında anlattığı, şu anda layıkıyla doğrulanmış durumda. Gelecekte yerini bir diğerine bırakması olası belirli bir virüsle bağlantılı olağanüstü hâl durumunu bir kenara bırakırsak, bu, etkinliği Batı’nın siyasi tarihinde şimdiye dek bilinen bütün hükümet biçimlerini aşacak olan yeni bir yönetme yöntemi paradigmasının tasarımlanmasıdır. Hâlihazırda, ideolojilerin ve siyasi inançların kademeli gerileme halinde, yurttaşların, daha önce kabul etme konusunda gönülsüz oldukları özgürlüklerine yönelik kısıtlamaları kabul etmelerini güvenlik gerekçeleri sağladı; biyogüvenlik, tüm siyasi faaliyetin ve tüm sosyal ilişkilerin mutlak şekilde kesilmesini, yurttaş katılımının azami biçimi olarak sunabilme yetisine sahip olduğunu göstermiştir. Böylece, geleneksel olarak hak talebi ve anayasa ihlallerinin kınanması alışkanlığında olan sol örgütlülüklerin, bakanlık kararnameleriyle gelen ve faşizmin bile uygulanmasını hayal edemeyeceği her türlü yasal dayanaktan mahrum bırakan özgürlük kısıtlamalarını kabul ederek içine düştükleri paradoksu görmek mümkündü.

“Sosyal mesafelenme” denilen şeyin, bizi bekleyen politika modeli haline geleceği ve bu mesafelenmenin, insan fizikselliğinin olduğu, böyle olunca da bulaşma şüphesi (tabii ki politik bulaşma) haline geldiği her yerde, bunun yerine (üyeleri, yapmaları beklenen görevle açık bir çıkar çatışması içinde olan sözde “görev gücü” temsilcilerinin açıkladığı gibi) dijital teknolojik aygıtları koymaktan faydalanacakları açık –hükümet yetkililerinin kendileri de bize durmaksızın hatırlatıyorlar-. MIUR’un (İtalya Eğitim, Üniversite ve Araştırma Bakanlığı; ç.n.) şimdiden önerdiği üzere, üniversite dersleri önümüzdeki seneden itibaren sabit bir şekilde online olarak gerçekleştirilecek; artık kendinizi muhtemelen maskeyle kapatılmış olan yüzünüze bakarak tanımayacaksınız, ama zorunlu olarak toplanmış biyo-verileri teşhis eden dijital aygıtlarla tanıyacaksınız; ve ister politik gerekçelerle ister sadece arkadaşlık için oluşturulan her “kalabalık” yasaklanmış kalmaya devam edecek.

Söz konusu olan, dünyanın sonu şeklindeki kıyamet fikrini şu anda çökmekte olan dinlerden almış görünen perspektiften, insana topluluğu kaderine dair bütün bir kavrayıştır. Siyasetin yerini ekonomi aldıktan sonra, şu anda yönetmek için bile, bunun, diğer bütün ihtiyaçlarını kurban edilmesini gerektirecek yeni biyogüvenlik paradigmasıyla entegre edilmesi gerekecek. Böyle bir toplumun hâlâ insan olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını ya da yüz yüze gelme, dostluk, arkadaşlık gibi hassas ilişkilerin kaybının, soyut ve büyük olasılıkla tamamen hayali bir sağlık güvenliği ile gerçek anlamda telafi edilip edilemeyeceğini sormak meşrudur.


https://www.quodlibet.it/giorgio-agamben-biosicurezza adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Hindistanlı yazar Arundhati Roy, Progressive International/İlerici Enternasyonal web sayfası için kaleme aldığı yazıda, dünyada gözetim devletlerinin güç kazanmasının Covid-19 salgının sürecinde hızlandığını ve virüsün, otoriter devletlere “bir hediye olarak” geldiğini ifade ederken, salgınla beraber insanların da panik halinde süper gözetim devletine doğru hızla koştuklarını belirtiyor.


Koronavirüs salgını, kapitalist makineyi gıcırdayarak aksar hale geldi. Ancak bu sadece geçici. İnsan nesli geçici olarak hapsedilmişken, yeryüzü bize kendini iyileştirebilme yetisinin işaretini verdi. Hastalık ve kayıp anlarımızda da, yardım edemiyoruz ama sahnelediği şovun merakıyla hep beraber nefesimizi tutuyoruz. Ancak bunların hepsine bir son vermek için planlar yürürlükte. Örneğin Hindistan’da, on milyonlarca Hindu hacıyı çeken dini bir toplanma –Kumbh Mela adı verilen- için sadece son birkaç günde kaplan rezervinin büyükçe bir bölümü yağmalanmanın eşiğine geldi. Assam’da fil rezervi, kömür madenciliği için bir sınıra sıkıştırılmış ve Arunaçal Pradeş’te binlerce dönümlük el değmemiş Himalaya ormanının da sınırları, yeni hidroelektrik barajının gölünün suları altında kalmak üzere çizilmiş durumda. Bu arada Trump da altta kalmamak için ayda madenciliğe izin veren bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Koronavirüsün insan vücuduna girmesi ve mevcut hastalıkları büyütmesiyle çok benzer bir yolla, o da ülkelere ve toplumlara giriyor, yapısal zafiyetlerini ve hastalıklarını büyütüyor. Adaletsizliği büyüttü; mezhepçiliği, ırkçılığı, kast sistemine olan bağlılığı ve hepsinden öte insafsızlığı büyüttü.

Yoksulların çektiği acılara kayıtsız kalmış ve aslında bu acıyı arttırmak için uğraşmış devlet iktidarının aynı biçimleri, şimdi yoksullar arasındaki hastalığın zenginler için sahici bir tehdit oluşturduğu gerçeğini ele almak zorunda. Şu andan itibaren bir güvenlik duvarı yok. Ancak yakında bir güvenlik duvarı boy gösterecek. Muhtemelen aşı biçiminde. Güçlü olanlar musluğun başına doğru gidecek ve eski oyun –en zengin olanların hayatta kalması- tamamen yeniden başlayacak. Şu anda virüsün yol açtığı tahribatla epey idman yapan devlet iktidarının aynı biçimlerinin, nasıl olup da ilerleme ve medeniyet fikirleri dâhilinde her zaman imha fikrini bağrına bastığı benim için bir gizem. Bu fikri; nükleer, kimyasal ve biyolojik silah stoklamaları ile bağırlarına bastılar. Bu fikri, ülkelere, bütün bir halkın hayat kurtaracak ilaçlara erişimini engelleyen ekonomik yaptırımları gönül rahatlığıyla uygulamaları ile bağırlarına bastılar. Bu fikri, Covid-19’u çocuk oyunu gibi gösterecek türde bir tahribata sebep olacak (ve gerçek şu ki, her ne kadar tv’de gösterilmese de hâlihazırda gerçekleşmiş olan) şekilde gezegenin yıkımını hızlandırmaları ile bağırlarına bastılar.

Şu anda, hepimiz eve kapatılmışken, onlar satranç taşlarını oldukça hızlı hareket ettiriyorlar. Koronavirüs, otoriter devletlere bir hediye olarak geldi. Küresel salgınlar yeni değil. Ancak Dijital Çağ’da bu bir ilk. Ulusal düzeydeki otoriterlerin çıkarlarının, uluslararası felaket kapitalistleri ve veri madencileri ile yakınlaşmasına şahit oluyoruz. Burada, Hindistan’da her şey hızla gerçekleşiyor. Facebook, Hindistan’ın en büyük mobil telefon ağı Jio ile anlaştı, böylece 400 milyon Whatsapp kullanıcısı tabanını paylaşıyor. Bill Gates, protokolün sunduğu kâr her ne ise bunu muhakkak toplamayı umarak Başbakan Modi’ye ödül yağdırıyor. Aarogya Setu isimli gözetim/sağlık uygulaması şimdiden 60 milyondan fazla insan tarafından indirildi. Devlet çalışanları için hâlihazırda zorunlu tutulmuş durumda.

Korona öncesinde gözetim devletine doğru uyurgezer bir şekilde gidiyordu isek, şu anda bizden, her şeyden –mahremiyetimiz, itibarımız ve özgürlüğümüzden- vazgeçmemiz, kontrol ve yakından idaremize izin vermemiz istenen süper gözetim devletinin kollarına doğru panikle koşuyoruz. Karantinalar kaldırıldıktan sonra bile, hızlı hareket etmezsek, sonsuza dek kapatılmış olacağız.

Bu motoru nasıl çalışmaz hale getiririz? Görevimiz bu.


https://progressive.international/wire/2020-05-02-arundhati-roy-our-task-is-to-disable-the-engine/en adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Yazar ve New York Üniversitesi Öğretim Görevlisi Arun Kundnani, Roar Magazine için kaleme aldığı yazısında, neoliberal devletler için pandeminin ırksallaştırılmış bir güvenlik tehdidi ve aynı zamanda piyasa fırsatı olduğunu belirtiyor. Kundnani, pandemi sürecinde sağlık gerekçesiyle yoğunlaşan güvenlikçi politikalara karşı mücadelenin her anlamda bir “nefes alma” mücadelesi olduğunu ifade ederken, kamusal alana yönelik güvenlikçi politikaların geri dönülemez bir hâl alma ihtimaline karşı kitlelerin hemen harekete geçmesi gerektiğini vurguluyor.


Yönetici seçkinler, Covid-19 karşısında iki hayallerini yakınlaştırma peşinde koşuyorlar: devlet hayali ve piyasa hayali. Devlet hayali, kamusal alanı başa çıkılmaz –yoksullar, göçmenler, etnik unsurlar, protestocular- ahaliden boşaltmak istiyor. Piyasa hayali, insan ilişkilerinden soyutlanmış piyasa temelli algoritmalarla yönetilen bir dünya. Covid-19, her ikisinin de gerçekleştirilmesi için bir bahane sundu. Şiddetlendirilen devlet baskısıyla desteklenmiş; özelleştirilmiş, ehlileştirilmiş, birbirinden ayrılmış uysal hayatlar yaşama doğrultusunda baskı altına alınırken, sadece sağlık hakkımızı değil, tamamıyla insan olma hakkımızı da savunmamız gerekecek: nefes alma hakkımızı –her anlamda.

“Teröre Karşı Savaş” olağanüstü hâl durumlarında ne olduğuna dair bize dersler sunuyor: 9/11 sonrasında geçici acil durum tedbirleri olarak sunulan şeyler hızla kalıcı devlet yetkileri halini aldı. 9/11’den sonraki günlerde ABD Kongresi’nce geçirilen Askeri Güç Kullanımı Yetkisi, ABD ordusuna tüm yerküreye bir savaş alanı olarak yaklaşma imkânı sağladı; bugüne kadar da yürürlükte. Guantánamo’da hâlâ, herhangi bir suçtan mahkûm edilmemiş insanlar var. Ve 9/11 sonrasında tüm dünyada yürürlüğe sokulan teröre karşı mevzuat, kanun kitaplarında neredeyse tamamen yerini koruyor. Dahası, Teröre Karı Savaş ile ateşlenen Müslüman karşıtı ırkçılık hâlâ bizimle. Aslında bu, Müslümanların şu anda virüsün günah keçisi ilan edilmiş oldukları Çin, Myanmar, Tayland, Sri Lanka ve Hindistan’a sıçramış durumda.

ABD’nin, Teröre Karşı Savaş’taki gereksiz şiddeti, 800 binden fazla insanın ölümüne sebep oldu. BU savaşın 6.4 trilyon dolarlık bütçesi, yeterli bir sağlık ve eğitim sistemi kurmak için kullanılabilecek uçsuz bucaksız kaynakların yönlendirilmesini yansıtıyor. Aslında, Teröre Karşı Savaş’ı eleştiren birçoğumuz, güvenlik politikasının amacının, uluslararası terörizm gibi bir dizi şişirilmiş tehdidin ortadan kaldırılması yerine sağlıklı sosyal ve ekolojik ilişkiler geliştirmek olması gerektiğini savunduk.

Sağlık açısından güvenliği yeniden tanımlamaktan ziyade, şu anda sağlığı güvenlik açısından yeniden tanımlanmış olarak görmemiz muhtemel. Neoliberal devletler, on yıllardan beri polis faaliyeti ve savaşma kapasitelerini arttırırken, kamu hizmetleri sunma yetilerini sulandırdılar. Şu anda, ihtiyacımız olan kamusal sağlık yanıtları, ulusal güvenlik şeklindeki daha geniş bir irtibat bağlantı noktasıyla sınıflandırılmakta.

KAMUSAL ALANIN KONTROLÜ

Covid-19’a karşı tecrit ve karantinaya duyulan gerçek ihtiyaç, dünya genelinde devletler tarafından, polis faaliyetlerinde hâlihazırda normalleştirilmiş olan şiddet biçimlerini yoğunlaştırmak için istismar edildi. Fransa’da işçi sınıfı mahalleleri, sınırlama kurallarını ihlal nedeniyle ülkenin geri kalanından üç kat daha yüksek oranda cezalandırmaya uğruyor. Yunanistan’da mülteci ve sığınmacılar, Covid-19 kurallarını uygulayan polis tarafından tacize, sataşmaya uğruyor, çıplak aramaya maruz bırakılıyor. Bulgaristan’da birkaç Roman yerleşimi, inşa edilen ayırıcı duvarlarla, zorla testle ve sakinlerinin ateşlerini uzaktan ölçmek için termal sensorlara sahip droneların kullanılmasıyla zorunlu karantina altına alınmış durumda.

İsrail’de, halk sağlığı yardımına izin verilmesi doğrultusunda Gazze kuşatmasında hiçbir gevşetme yapılmadı; bunun yerine İsrail, virüs bahanesiyle Batı Şeria’nın büyük kısmını ilhak edecekmiş gibi görünüyor. Hindistan’da hükümet, Keşmir’deki baskısını arttırmak için salgını kullanıyor. ABD’deki salgın kaosunun ortasında, Kentucky, Güney Dakota ve Batı Virginia eyaletleri, petrol ve gaz boru hatlarına yönelik protestolar için yeni para cezaları uygulanmasını öngören yasalar geçirdiler.

Göçmenler ve mülteciler özellikle savunmasız. Katar’daki yüzlerce göçmen işçiye test teklif edildiği ve sonrasında gözaltına alınmak ve sınır dışı edilmek üzere götürüldükleri söylendi. Akdeniz’de Malta askerleri karaya oturmuş bir botu parçalayıp mülteci olan yolcularından en az beşinin ölümüne sebep oldular. Başbakan Robert Abela, Covid-19’a bağlı olarak böylesi eylemlerin gerekli olduğunu ifade etti. Aynı şekilde, Malezya, Rohingya’dan mültecileri taşıyan botları geri çevirdi ve 500’den fazla mülteciyi gözaltına aldı.

Bir küresel salgında, seyahat özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar halk sağlığını korumak için gerekli olabilir. Ancak özel jetle gelen zenginlerin girmeleri serbestken botla gelen yoksullar geri çevriliyorsa bu durum virüsün kontrolüyle değil, mülksüzleştirilmişlerin kontrolüyle ilgilidir. Mülteci gözaltı merkezlerinde virüsün yayılmasına karşı hiçbir koruma mevut değil -yüzde 75’inden fazlası muhtemelen enfekte olacak.

Karantina önlemleri; gıda, su ve barınma ihtiyaçları dikkate alınmaksızın yoksullar üzerinde uygulanırken kaçınılmaz olarak birdenbire protestolar meydana geldi ve bunlar, aşırı polis şiddetiyle karşılaştı. Güney Afrika’da, yasal olmayan meskenlerin sakinleri içeride durmayı ve açlıktan ölmeyi reddediyorlar. Tahminen 5.5 milyon enformel sektör çalışanının geçim kaynaklarını kaybetmesi 16.5 milyon kişiyi etkiledi. Güvenlik güçler, kent yoksullarını karantinaya zorlamak için TOMA’lar ve plastik mermilerle saldırdı. Benzer şekilde Hindistan’da, koronavirüs karantinasını protesto eden işsiz, göçmen işçilere, polis gaz bombası attı.

Başka yerlerde eleştirel gazeteciler, bloggerlar ve aktivistler tutuklandı. Sri Lanka’da, sosyal medyada hükümet yetkililerini eleştiren gönderiler yayımlayan insanlara karşı polis güçleri harekete geçti. Pakistan’da, kişisel koruyucu ekipman eksikliğini protesto eden düzinelerce doktor ve sağlık çalışanı gözaltına alındı.

ORANTISIZ ETKİLER

Devletin salgına karşı başvurduğu şiddet yöntemleri, virüsün orantısız bir şekilde zarar verdiği yerli, göçmen, düşük gelirli ve siyah insanların eşitsizliğine daha geniş örnekler ekliyor. Ruth Wilson Gilmore’un yazdığı şekliyle ırkçılık, “erken ölüm karşısında grupsal farklılığa dayalı savunmasızlık” olarak anlaşılabilir.

Birleşik Krallık’ta, siyahlar nüfusun yüzde 15’inden az bir bölümünü oluşturdukları halde virüsten kaynaklı hastanede yatan kritik hastaların üçte birini teşkil ediyorlar. Chicago’da, Afro-Amerikanlar nüfusun yüzde 30’unu temsil etseler de Covid-19 ölümlerinin yüzde 64’ü siyahlardan oluşuyor. Afro-Amerikanların, nüfusun yüzde 14’ünü meydana getirdiği Michigan’da Covid-19 ölümlerinin yüzde 40’ı Afro-Amerikanlar arasından gerçekleşti.

Daha yüksek enfeksiyon riski, daha yüksek enfeksiyon sonrası hastaneye kaldırılma riski ve daha yüksek ölüm risklerinin hepsi etnik ve sınıfsal eşitsizliklerle ilişkili. Nedenleri aşırı kalabalık evler, temiz su sıkıntısı, tehlikeli çalışma koşulları, önceden mevcut olan sağlık durumu eşitsizlikler ve yeterli kaynaklardan yoksun hastaneler. Amerikan Temel Haklar Birliği, ABD’deki büyük cezaevi nüfusunun tek başına ek bir 100 bin ölüme neden olacağını tahmin ediyor.

Virüs; Güney Asya, Afrika, Latin Amerika ve Karayipler boyunca yayıldıkça virüsün etkilerindeki eşitsizlikler de daha görünür hale gelecektir. Frantz Fanon, “nefes almak imkânsız hale geldiğinde” sömürgecilik karşıtı isyanların meydana geldiğini yazmıştı. Yakın geçmişte, New York polisi tarafından boğularak öldürülen Eric Garner’ın utanç verici son sözleri olan “nefes alamıyorum”, Black Lives Matter hareketi tarafından sahiplenilmişti. Bu sözler şimdi, beyaz ya da hastane solunum cihazına erişebilecek kadar varlıklı olmadıklarından ölecek olan binlerce insan için yeni bir anlam kazanıyor.

KOMPLO TEORİSİ

ABD’de Trump, zaten Şubat 2019’da ABD’yi Meksika’dan ayıran duvarı inşa doğrultusunda yürütme gücünü ortaya koymak için olağanüstü hâl ilan etmişti. Şu anda, uydurma bir gerekçenin aksine, gerçek bir durumda ABD hükümeti, etkili halk sağlığı yanıtı gibi bir şeyi sergilemekten aciz. Bunun yerine Trump, koronavirüsü “Çin virüsü” ve “görünmez düşman” olarak tanımladı; görünüşe göre mesajını, aynı tarihte ilk olarak onunkilerle aynı sözcükleri kullanan Victor Orbán ile koordine etti. ABD gibi Macaristan da zaten önceden “kitlesel mülteci akınına bağlı kriz hali” ilan etmişti.

Çin karşıtı komplo teorisi, ABD’de virüsü açıktan tartışmanın başlıca yollarından biri haline geldi. Virüsün Çin’deki bir laboratuvardan çıktığı fikri, sadece Fox News tarafından değil, Josh Rogin’in “küresel salgın, Wuhan’daki bir laboratuvar kazasının sonucu” diye yazdığı Washington Post tarafından da köpürtüldü. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, bu iddiayı destekledi ve Trump, Çin’in virüsü ABD ekonomisini hasara uğratmak için kullandığını üstü kapalı söyledi. Kongre üyeleri, Çinli liderlere yaptırım, Çinli ilaç üreticilerini tedarik zincirinden çıkarma, borç ödemelerini kısıtlama ve Pekin’in propagandası konusunda ABD öncülüğünde uluslararası soruşturma başlatma gibi şeyleri içeren cezalandırmalar öneriyorlar. Demokratların başkan adayı Joe Biden da kendi Çin karşıtı kampanya videosunu yayınladı.

Virüsün Çin kaynaklı olduğu ve yetkililerin başlangıçta virüse ilişkin bilgiyi halktan sakladıkları tabii ki doğru. Ancak virüsün Çin’deki bir laboratuvardan kaynaklandığı hükmüne varmak için hiçbir sebep yok. Ne olursa olsun, Çin karşıtı komplo teorisini yürüten şey, gerçeği keşfetme arzusu değil. ABD’nin geçmişteki anti-komünist, anti-semitik ve Müslüman karşıtı komplocu düşünüşü gibi, bu da farklı bir amaca hizmet ediyor. Politikacıların, küresel salgının nasıl ortaya çıktığını, neden böyle açgözlü biçimde yayıldığını ve çok fazla hasara neden olduğunu ve yıkımın tekrarlanmayacağını teminat altına almak için ne yapıldığını açıklamaları gerekiyor. Mike Davis’in yazdığı gibi, bu taleplere karşı en samimi yanıt “düzgün bir uluslararası kamusal sağlık altyapısının yokluğunda, kapitalist küreselleşmenin artık biyolojik olarak sürdürülemez göründüğünü” ifade etmektir.

Ancak Çin komplo teorisi, bunun yerine bize iç rahatlatıcı kolektif aldanma sunuyor. Sorunu “Çin” denilen bir soyutlama ile değiştirerek, pandeminin ortaya çıkarması gereken kapitalist tarım, kamusal sağlık, ırklar arası ve küresel eşitsizlik gibi zorlu tartışmalardan kaçınabiliriz. İronik şekilde, Batı’daki Çin karşıtı düşünce, Batılı hükümetlerin ve Çin devletinin uyguladığı otoriter yönetim biçimleriyle giderek artan bir benzerlikle el ele gidiyor.

ALGORİTMİK YÖNETME

İnternet bağlantılı –eğer buna sahipsek- evlerimize hapsolmuş biçimde yaşamlarımız, dijital medya şirketlerine her zamankinden daha derin bağımlılık tuzağına düşmüş halde. Amazon, Zoom, Netflix ve benzerleri izolasyon altyapısını sağladı. Fakat ilişkilerimiz ne kadar çok dijital algoritmalar aracılığıyla sağlanırsa, piyasalar mantığıyla yönetilen bir dünya şeklindeki neoliberal rüyayı gerçekleştirmek te o kadar kolay olur. Pandeminin yarattığı olağanüstü periyot bittiğinde, muhtemelen daha derin bir şekilde dijitalleştirilmiş, piyasalaştırılmış ve evcilleştirilmiş toplumsal yapılarla ortaya çıkacağız –gelecekte, piyasa ilişkilerinin aracılık ettiği insan topluluklarında bir araya gelebilme yetimize ilişkin engin çıkarımlarla.

Örneğin sağlık hizmeti sağlayıcılar ve üniversiteler, virüse karşı acil yanıt olarak çevrimiçi hizmetleri devreye soktular. Ancak bu hizmetler için altyapıyı sağlayan şirketler, şimdi bunu daha az varlıklıların tıbbi tedavi ve yüksek öğrenim almalarının standart yöntemi haline getirmeye çalışacaklar.

Zaten siyasi liderler, krizin ortasında kendilerini piyasalaştırmanın sağlayıcıları olarak ispat etmek için yarışıyorlar. İngiltere Başbakanı Boris Johnson, 3 Şubat’ta yaptığı bir konuşmada, “Koronavirüs gibi yeni hastalıkların paniği ve piyasadan ayrılma arzusunu tetikleme riski var” demiş ve bununla, neoliberal küreselleşmede kısıtlanmaları kastetmişti. Bunun yerine, “İnsanlığın, en azından dünya halklarının birbirleri arasında özgürce alım-satım yapma hakkı gerekçesini güçlü bir şekilde açıklamaya gönüllü bir hükümete ihtiyacı var” demişti. Böylece İngiltere, virüs sırasında başka modellerin peşinden gitmek için bir gerekçe gören herkesten serbest piyasayı küresel olarak koruyacak.

Bu nedenle, pandeminin otomatik bir şekilde solu güçlendireceği argümanlarıyla gözlerimiz kamaşmamalı. Birileri, virüse karşı tıbbi ve ekonomik yanıtta devlet, asli hale gelirken neoliberalizmin çökmekte olduğunu iddia edebilir. Bu, baştan çıkarıcı bir yanılsamadır. Bu yanılsama, neoliberalizmin basitçe daha az devlet olarak tanımlanabileceği şeklindeki yanlış varsayıma dayanır. Neoliberalizm, sosyal adaleti hedefleyen kolektif eylemi dağıtmak için piyasa rasyonalitelerinin konuşlandırılması olarak daha iyi bir şekilde anlaşılır. Bu tanımda, pandemi, riskler kadar neoliberal fırsatlar da getiriyor. Finans piyasaları, bunlardan ikincisine inanan yatırımcıların birincisine inananlardan fazla olduğunun sinyalini veriyor: Nisan 2020, Wall Street’in on yıllar boyunca en iyi ayıydı. Ve Siyaset Çalışmaları Enstitüsü’ne göre, 18 Mart ile 10 Nisan arasında Amerika’daki milyarderlerin toplam serveti yaklaşık yüzde 10 oranında arttı.

GÜCÜMÜZ SOKAKLARDA

Kesinlikle, pandeminin ardında bırakacağı enkazın üzerinde kuracağımız yeni tür bir toplumsal düzen için mücadele etmeliyiz –şirketlerin kârı yerine insan ihtiyaçları doğrultusunda örgütlenen bir düzen-. Fakat bunu, kendimizi içinde bulduğumuz durumun yapısı ile ilerlemenin garanti edilmediği bir pozisyondan yaptığımızın farkında olmalıyız. Bildiğimiz şey, gelen yeni tedbirlere direnmek için bekleyemeyeceğimizdir –çünkü bugün yürürlüğe sokulan şeyin yarın iptal edilmesi daha zor olacak.

Aynı zamanda gücümüzün, dayanışma için insani kapasitemizde ve zengin toplumsal mücadele mirasımızda yattığını biliyoruz. Örgütlenme, hareketler inşa etme, bir araya gelme –yeni biçimlerde de olsa- yetimiz her zamankinden daha kıymetli. A. Sivanadan’ın söylediği gibi; “insan evlatlarının saf güvenine ve bireyin hiçbir şey olduğuna, birbirimizi kabullenmemiz ve birbirimizce kabul edilmemiz gerektiğine, sadece kolektif faydada filiz verebilip büyüyebileceğimize dair derin bilgi birikimine” tutunmalıyız.

Virüsü bu kadar yıkıcı yapan şey, kendini yaymak için sosyal hayatlarımızı kullanma şeklidir. Ancak hâlâ kolektif olarak harekete geçmek için yeterince güvenli yöntemler var. Aslında birçok işçi için –çağrı merkez, kargo ve ambar işçileri gibi-, greve çıkmak çalışmaktan daha güvenli. Ve sokakları bırakamayız –gücümüzü aldığımız yer oralardır. Gazeteci Susie Day’in dediği gibi, “Devrim karantinaya alınmayacak!”


https://roarmag.org/essays/from-fanon-to-ventilators-fighting-for-our-right-to-breathe/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi