Content feed Comments Feed

Pakistan asıllı İngiltereli yazar Tarık Ali, ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan neo-liberalizme karşı itirazlardan umutlu olduğunu belirtiyor, ancak bu itirazların bir örgütlülük ve uzun erimli mücadele gerektirdiği fikrini de ekliyor. Ali, siyasetteki “merkezci” duruşun tehlikesine de dikkat çekiyor:


Şöyle yazmıştı Oscar Wilde: “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına göz ucuyla bakmaya değmez. Çünkü o, insanlığın her zaman karaya çıktığı bir ülkeyi atlamıştır. Ve insanlık buraya çıktığında, onlara bakar, daha iyi bir ülke görerek yelken açar. İlerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir.” 19. yüzyıl sosyalist ruhu, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana “süper-şarjlı” biçimde dünyaya hâkim olana küresel kapitalizme karşı protesto için sokağa çıkan idealist genç insanların arasında yaşıyor.

New York’un finansal çılgınlığının kalbini mesken tutan Wall Street’i İşgal Et protestocuları, zorba finans-kapital sistemine karşı gösteri yapıyor: hayatta kalabilmek için zengin olmayanların kanını emmek zorunda olan açgözlülük virüsünü kapmış bir vampir. Protestocular; bankacılara, finansal spekülatörlere ve onların, bir başka alternatif olmadığında ısrara devam eden medyadaki uşaklarına nefretlerini gösteriyorlar. Wall Street sistemi Avrupa’ya tahakküm ettiğinden beri, bu modelin yerli versiyonları burada da hayat buldu. (Bir kez daha bu ülkenin Avrupalı olmaktansa Batıcı olmaya yönelik gerçek eğilimlerini ortaya çıkaracak şekilde, ilginç biçimde, Britanya’da etkili olan, İspanya’nın öfkelileri ya da Yunanistan’da grev yapan işçiler yerine Wall Street işgalcileri oldu) New York polisinden biber gazı yiyen gençler, işleri istedikleri biçimde yürütemediler belki ama neye karşı olduklarından eminler ve bu önemli bir başlangıç.

Bu noktaya nasıl geldik? 1991’de komünizmin yıkılmasını takiben, Edmund Burke’nin “Farklı sınıflardan oluşan tüm toplumlarda, belli sınırların en üstte olması şarttır” ve “Eşitlik misyonerleri, ancak canlıların doğal düzenini değiştirir ve yanlış yola saptırır” sözleri çağın ortak aklı oldu. Para, siyasetçileri yozlaştırır, çok para kesinlikle yozlaştırır. Sermayenin kalbinin attığı yerin tamamında, şunlarsın ortaya çıkmasına şahit olduk: ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, bağımlı ülke Britanya’da (Yeni) İşçi Partililer ve Muhafazakârlar, Fransa’da Sosyalist ve Muhafazakârlar, Almanya’da koalisyonlar, İskandinavya’da merkez sağ ve merkez solu ve buna benzer. Esas itibariyle, her durumda iki parti sistemi, etkili bir merkezi hükümete dönüştü. Yeni bir pazar aşırılıkçılığı meydana çıktı. Sermayenin, toplumsal edinimin en kutsal alanlarına girişi, gerekli bir “reform” olarak sayıldı. Kamu sektörünü hırpalayan özel finans girişimleri, standart hale geldi ve neo-liberal cennet yolunda yeterince hızlı ilerlemeyen ülkeler (Fransa ve Almanya gibi), The Economist ve Financial Times’ta muntazaman suçlandılar.

Bu dönüşümü sorgulamak, kamu sektörünü savunmak, kamusal hizmet kuruluşlarında devlet sahipliği lehinde savunuda bulunmak, kamu konutlarının ölü fiyata satılmasına karşı çıkmak, “muhafazakâr” bir dinozor olmak sayıldı. Şimdi herkes yurttaş yerine müşteriydi: yeni, potansiyel vaat eden Yeni İşçi Partili akademisyenler, kitaplarını okumaya zorlananlardan çekingen bir biçimde “müşteriler” şeklinde bahsedecekti; hepimiz şimdi kapitalistiz dercesine. Sosyal ve ekonomik iktidar seçkinleri, yeni hakikatleri yansıttılar. Piyasa, devlete tercih edilebilir yeni tanrı haline geldi.

Bu çizgiyi sineye çekenler şunu asla sormadılar: nasıl oldu da bu gerçekleşti? Aslına bakılırsa devlet, geçiş için gerekliydi. Piyasayı desteklemeye ve zenginlere yardım etmeye yönelik devlet müdahalesi hoştu. Hiçbir partinin herhangi bir alternatif sunmadığını düşünürsek, Kuzey Amerika ve Avrupa yurttaşları, uyurgezer biçimde felakete yürüdü.

Kapitalizmin zaferiyle mest olmuş merkez siyasetçiler, 2008 Wall Street krizine hazırlıksızdı. Kolay kredi sunan devasa tanıtım kampanyalarıyla gözleri boyanan yurttaşlar ve her şeyin iyi olduğuna inanmış haldeki evcilleştirilmiş, eleştiri yapmayan medya da öyle. Liderleri karizmatik olmayabilir ancak sistemi nasıl kullanacaklarını biliyorlardı. Her şeyi politikacılara bırak. Bu kurumsallaştırılmış duyarsızlığın bedeli şimdi ödeniyor. (Allah için; İrlanda ve Fransa halkı felaketi, Avrupa Birliği anayasası konusunda neo-liberalizmi özünde saygın bir yere koymak ve ona karşı oy kullanmaya dair tartışmalarda sezdiler. Yok sayıldılar.)

Wall Street’in konut edindirme balonunu bilerek planladığı, insanların ipotekle ikinci evlerini almaları ve onlara körcesine harcatarak kişisel borcu yükseltmek yolunda teşvik edilmeleri için tanıtım kampanyalarına milyarlar harcadığı, birçok ekonomist için besbelli idi. Balon patlamalıydı ve bu gerçekleştiğinde, devlet bankaları topyekûn yıkılmaktan kurtarana dek sistem sendeledi. Zenginler için sosyalizm. Kriz Avrupa’ya sıçramışken, AB tarafından bir kurtarma operasyonu başlatılmasıyla ortak pazar ve rekabet kuralları tuvalete atılıp sifon çekildi. Piyasa denetimleri şimdi kolaylıkla unutuldu. Aşırı sağ küçük. Aşırı sol güçbela var oluyor. Politik ve sosyal hayata egemen olan aşırı merkez.

Bazı ülkeler çökmüşken (İzlanda, İrlanda ve Yunanistan) ve diğer bazıları (Portekiz, İspanya, İtalya) uçuruma doğru bakarken AB (gerçekte BB, Bankalar Birliği) kemer sıkma ve Alman, Fransız ve İngiliz bankacılık sistemini kurtarma dayatmak için devreye girdi. Piyasa ile demokratik hesap verme arasındaki gerginlik artık maskelenemez. Yunanistan seçkinleri, topyekûn boyun eğme konusunda şantaja uğradı ve tüm milletin gırtlağını sıkan kemer sıkma önlemleri ülkeyi devrimin eşiğine getirdi. Yunanistan, Avrupa kapitalizmi zincirinin en zayıf halkası; demokrasisi krizdeki kapitalizmin dalgaları altında çoktan suyun dibini boyladı. Genel grevler ve yaratıcı protestolar, merkez aşırıcıların işini çok zorlaştırdı. On binlerce yurttaşın parlamentoya girmesini önlemek için polisin şiddet kullandığı Atina görüntülerini izleyen biri, ülkeyi yönetenlerin artık eski yöntemle yönetemeyebileceklerini hissediyor.

Bu yılın başlarında bir edebiyat şenliğinde konuşma yaptığım Selanik’te, izleyicilerin asıl ilgisi edebiyattan çok politik ve ekonomik sorunlaraydı. Bir alternatif var mıydı? Ne yapılmalıydı? “Derhal borç ödememek” şeklinde yanıtladım. Euro-zone’dan çıkmak, drahmiye dönmek, toplumsal ve ekonomik ulusal planlamayı başlatmak, yerel ve ulusa düzeyde ülkenin nasıl yeniden istikrara kavuşturulabileceğine –fakat yoksulların zararına olmayacak biçimde- dair tartışmalar düzenlemek. Zenginlerin, son on yılda üçkâğıtçı yöntemlerle biriktirdikleri paralar (özel vergilendirmelerle) geri kusturulmalı. Ancak sistemin tam ortasındaki vizyonsuz politikacılar böylesi fikirlerden çok uzaklar. Birçoğu, ülkenin ekonomik kaynaklarının sahibi olan ve bunları kontrol eden az sayıda insan adına çalışıyor.

Obama (tüm tatbiki kararlarda selefinin politikalarını sürdüren bir başkan) yönetimi altında borç batağına saplanmış olan ABD, tüm şehirlere sıçrayan yeni bir protesto hareketinin ortaya çıkışını gördü. Genç işgalcilerin enerjileri takdire şayan. Bahar, politik Amerika’nın kalbinden çok uzun zamandır uzaktı. Reagan ve Bush yıllarının buz kesmiş kışları, Clinton ya da Obama ile çözülmedi: paranın hepsine boyun eğdirdiği içi boş bir sisteme ve temel olarak finansal statükoyu korumak ve 21. yüzyıl savaşlarını finanse etmek için kullanılan, fazlasıyla çamur atılmış bir devlete hükmeden içi boş adamlar.

Çapraşıklık üzerindeki sis sonunda kalktı ve insanlar alternatif arıyorlar, ancak bunu siyasi partileri esas itibariyle yetersiz buldukları için onlar olmaksızın yapıyorlar. Şu anda New York, Londra, Glasgow ve başka yerlerde sahnelenen işgaller, geçmişteki protestolardan çok farklı. Bunlar, işsizliğin yükseldiği zamanlarda ve geleceğin ümitsiz göründüğü yerlerde tırmanan eylemler. Genç insanların büyük çoğunluğu, sihir yapıp büyük miktarda paralar çıkarmamaları halinde yüksek öğrenim alamayacaklar ve hiç kuşkusuz, yakın zamanda iki kademeli bir sağlık sistemiyle karşı karşıya kalmış olacaklar. Kapitalist demokrasi bugün, özdenetimleri ile sınırlanan ağız dalaşlarının bütünüyle önemsiz olması için parlamentoda temsil edilen başlıca partiler arasında esaslı bir mutabakat gerektiriyor. Bir başka deyişle, yurttaşlar artık bir ülkenin servetini –yurttaşların, büyük oranda kendi kendilerinin yarattığı serveti- kimin (ve nasıl) idare ettiğini bilemez.

Kaynakların tahsisi, toplumsal refah koşulları, servetin bölüştürülmesi gibi can alıcı sorular artık temsili meclisler içindeki gerçek tartışmaların konusu olmuyorsa, gençlerin anaakım siyasetten uzaklaşmaları ya da Obama ve onun küresel taklitçilerine dair büyük hayal kırıklıkları neden şaşırtıyor? 90’dan fazla şehirde, insanları sokağa çıkmaya zorlayan şey işte bu. Politikacılar, 2008 krizinin 1980’lerden bu yana takipçisi oldukları neo-liberal politikalarla ilişkili olduğunu kabul etme konusunda ayak dirediler. Hiçbir şey olmamış gibi bedel ödemeden yollarına devam edebileceklerini sandılar, ancak aşağıdan gelen hareketler bu sanıya itiraz etti. Kapitalizme karşı işgaller ve sokak protestoları, bir bakıma önceki yüzyılların köylü ayaklanmalarının bir benzeşiği. Genellikle sonradan bastırılan ya da kendi rızasıyla dinen ayaklanmalara, kabul edilemez koşullar neden oldu. Burada önemli olan, koşullar aynı kalırsa, çoğu kez henüz gelip çatmayan şeyin habercisi olmalarıdır. Hareketler, politik devamlılığı muhafaza edecek kalıcı bir demokratik yapı yaratmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Böylesi herhangi bir harekete daha büyük kitle desteği oldukça, örgütüllüğün bir biçimine daha çok ihtiyaç duyulur.

Neo-liberalizme ve onun küresel kuruluşlarına karşı Güney Amerika isyanları örneği bu bakımdan çarpıcı. Venezüella’da IMF’e karşı, Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı, Peru’da elektriğin özellştirilmesine karşı verilen büyük ve başarılı mücadeleler, Ekvador ve Paraguay ile birlikte az önce saydıklarımızdan ilk ikisinde seçim başarısına dönüşen yeni politikaların temellerini yarattı. Yeni hükümetler bir kere seçildiklerinde, söz verdikşeri politik ve ekonoik reformları farklılaşan başarı düzeylerinde uygulamaya başladılar. 1958’de Profesör HD Dickinson tarafından New Statesman’da (İngiltere’de haftalık yayımlanan sol bir politik-kültürel dergi; ç.n.) İngiltere İşçi Partisi’ne sunulan öneri parti taafından reddedildi, fakat 40 yıl sonra Venezüella’daki Bolivarcı liderler tarafından kabul edildi:

“Refah devleti mevcudiyetini sürdürecekse, devlet yeni bir gelir kaynağı bulmalıdır, kendi kaynağını. Görebildiğim tek kaynak, üretken varlıktır. Devlet, herhangi bir biçimde görünmeli, arazilerin ve ülke sermayesinin çok büyük bir parçasına sahip olmalıdır. Bu destek gören bir siyaset olmayabilir: ancak bu sürdürülmedikçe, destek gören bir şey olan iyileştirilmiş sosyal hizmetler imkânsız hale gelecektir. Öncelikle üretim varlıklarını kamulaştırmazsaız, tüketim varlıklarını da uzun süre kamulaştıramazsınız.”

Dünyayı yönetenler, bu kelimelerde ütopyacılığın ifadesinden biraz fazlasını görecekler, fakat yanılacaklar. Bunlar gerçekten ihtiyaç duyulan yapısal reformlardır, Atina’daki tek başına kalmış PASOK önderliği tarafından yürütülenler değil. Bu yolun altında daha çok mahrumiyet, daha çok işsizlik ve sosyal felaket yatıyor. İhtiyaç duyulan şey, Wall Street sisteminin işleyemediğine, işlemediğine ve terk edilmesine dair bir ortak kabulle toptan bir geri dönüş. Neo-liberal devlet mekanizması tarafından desteklenen pazarın tek belirleyici olduğuna dair kabullerinde daha gaddar ve soğukkanlı olanlar, -tüm dönmelerde olduğu gibi- İngiliz destekçilerdi. Bu izlekte devam etmek, demokrasiyi boş bir deniz kabuğundan biraz fazlası haline getirecek yeni bir egemenlik yöntemi gerektirecektir. İşgalciler, bugün neredelerse orada olmalarına neden olan biçimde, içgüdüsel olarak bunun farkındalar. Merkezdeki aşırılıkçı politikacılar için aynısı söylenemez.

Yerkürenin farklı bölümlerinde meydanları ve sokakları işgal eden gençlere hayranlık duyuyorum. Egemenlerimize neşeyle, hevesle ve şevkle meydan okuyorlar. Ancak dünyaya hakim olan sert yüzlü bankacılar ve politikacılar kolaylıkla yerinden edilmeyecek. Birkaç zafer kazanmak için on yıllık bir mücadele ve örgütlülüğe ihtiyaç duyulmakta. Olabilecek herkesi bir talepler bildirgesi arkasında neden birleştiremeyelim –zenginlerin çıkarını temsil eden parlamentoya karşı bir “büyük itiraz” (“Büyük İtiraz”, İngiltere’de 1641 yılında parlamento tarafından Kral I. Charles’a sunulan ve parlamentonun yetkilerini kral aleyhine genişletilmesini öngören sorunlar listedir; ç.n.)- ve gelecek Sonbahar, itiraz listesinin insanlara yüz yüze dağıtılacağı milyonluk veya daha büyük bir yürüyüş düzenleyemeyelim? Yasa, parlamento önündeki gürültücü göstericileri yasaklar (1666’daki Restorasyon sonrasında uygulamaya konuldu), ancak “gürültücü”yü neredeyse bir hukukçu kadar iyi yorumlayabiliriz.



http://www.zcommunications.org/what-should-perhaps-be-done-by-tariq-ali adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

ABD'li gazeteci Amy Goodman, Mısır'daki ayaklanmanın önde gelen isimlerinden olan Esma Mahfuz ile ABD'deki Wall Street İşgali sırasındaki karşılaşmasından yola çıkarak bir yazı kaleme aldı. Goodman, Mahfuz'un Mısır'da olduğu gibi ABD'de de iktidarın halk taafından devrilebileceğine inandığını aktarıyor:



Dünya çapında değişim rüzgârları esiyor. Böylesine bir değişimin neyi tetiklediği ve ne zaman etki bırakacağı kimsenin öngöremeyeceği bir şey.

Geçtiğimiz 18 Ocak’ta, cesur bir genç kadın tehlikeli bir adım attı. Esma Mahfuz 25 yaşında, ülkenin geleceği üzerine internet üzerinden tartışmalar yürüten binlerce gençle beraber 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin bir parçasıydı. Mısır’ın sanayi kenti Mahalla’daki işçilerle dayanışma göstermek için 2008’de kuruldular. Daha sonra, Aralık 2010’da, Tunus’ta genç bir adam, Muhammed Bouazizi, bir neslin hüsranını protesto etmek için kendini ateşe verdi. Ölümü, Tunus’ta uzunca bir süre hüküm süren diktatör Devlet Başkanı Zine el-Abidin Ben Ali’yi deviren ayaklanmaya yol açtı.

Benzer protesto eylemleri, en az dört erkeğin kendini kurban etme girişiminde bulunduğu Mısır’a yayıldı. İskenderiyeli Ahmet Haşim el-Sait diye biri öldü. Esma Mahfuz’un nefreti kabardı ve başı kapalı ama yüzü açık bir şekilde, internet üzerinden doğrudan kameraya baktığı bir video yayımladı. Kendini tanıttı ve halkı 25 Ocak’ta Tahrir Meydanı’nda kendisine katılmaya çağırdı. Şöyle dedi (Arapçadan çeviri): “Size basit bir mesaj vermek bu videoyu hazırlıyorum: 25 Ocak’ta Tahrir Meydanı’na inmek istiyoruz. Hâlâ onurumuz varsa ve bu topraklarda onurlu bir yaşam sürmek istiyorsak, 25 Ocak’ta meydana inmek zorundayız. İneceğiz ve haklarımızı, temel insan haklarımızı talep edeceğiz… Herhangi bir politik haktan bahsetmeyeceğim bile. Sadece insani haklarımızı talep ediyoruz, başka bir şey değil. Tüm bu hükümet yozlaşmış –yozlaşmış bir devlet başkanı ve yozlaşmış güvenlik güçleri. Kendini kurban eden bu insanlar ölümden korkmuyorlardı ama güvenlik güçlerinden korkuyorlardı. Bunu tasavvur edebiliyor musunuz?”

Dokuz ay sonra, Esma Mahfuz, Wall Street İşgali’nde bir münazaradaydı. Kalabalığın yukarısındaki merdivenlere dayanarak, insan yüzlerinden oluşan denizi izlerken yüzüne kocaman bir gülüş takınmıştı. Bitirdikten sonra, ona neyin güç verdiğini sordum. Karakteristik bir tevazuyla İngilizce yanıtladı: “Tahrir Meydanı’nda bir milyon insanın katılımını gördüğüme inanamıyorum. Daha cesur değilim, çünkü polisler bizi iterken onlara doğru giden ve hepimiz için ölen Mısırlı arkadaşlarımı gördüm. Bu yüzden de gerçekten cesur ve güçlü olanlar onlar. İnsanlar gördüm, gerçekten, önümde ölen insanlar, çünkü bizi ve diğerlerini koruyorlardı. Sonuçta, en cesur adamlar onlardı.”

Uzun süredir Mübarek rejimine destek veren Birleşik Devletler’de olmanın nasıl hissettirdiğini sordum. Cevapladı: “Mübarek rejimine para, güç ve destek vermelerine rağmen, halkımız, Mısırlı insanlar, bunların hepsine, Amerikan iktidarına karşı başarı kazanabilir. Bu nedenle iktidar halka; Amerikan mermileri, bombaları, parası ya da herhangi bir şeyine değil. İktidar halka. Wall Street’i İşgal Et protestocularıyla dayanışma ve onlara destek için buradayım, onlara “iktidar halka” demek ve bunu sürdürmek ve sürdürmek için ve sonunda başaracaklar.”

Mısır devrimi onun için sonuçsuz değil. Geçtiğimiz Ağustos’ta, Mısır ordusu tarafından tutuklandı. Meslektaşım Şerif Abdul Kuddus’un Kahire’den bildirdiğine göre, Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısır’ı yöneten askeri hükümet olan Silahlı Kuvvetler Yüce Divanı tarafından tutuklanmasına yol açan iki tweet (twitter.com’da girilen, 140 karakteri geçmeyen yazı, ç.n.) gönderdi.

Tutuklanması, Müslüman Kardeşler’den, Uluslararası Af Örgütü’ne kadar durumu kınayan çeşitli grupların dünya çapında tepki aldı. Serbest bırakıldı, fakat Şerif’in o zamanlar vurguladığına göre, Esma devrimden bu yana tutuklanan 12 bin sivilden yalnızca biriydi.

Tutuklamalar şimdi burada, Amerika’da, ülke çapındaki protesto bölgelerinin çoğunda gerçekleşiyor. Esma Mısır’a dönmeye hazırlanırken, yüzlerce çevik kuvvet polisi, plastik mermi ve göz yaşartıcı gazla Oakland’ı İşgal Et’e saldırdı. New Mexico Üniversitesi, oradaki toprakların doğal arazisi olduğu vurgusunu yaparak “Albuquerque’yi İşgal Et(me)” şiarıyla, kampı tahliye etmekle tehdit ediyor.

Esma Mahfuz, Mısır Parlamentosu’nda bir koltuk kapmak için uğraşıyor ve belki de bir gün diyor, Cumhurbaşkanlığı. Kahire’de İslam alemine bir konuşma yapan Başkan Barack Obama’ya ne söylemesi gerektiğini sorduğumda, şöyle yanıtladı: “Siz halka değişim olduğunuz ve ‘evet, başarabiliriz’ sözünü verdiniz. Ve biz burada Wall Street İşgali’nde aynı şeyi söylüyoruz: ‘evet, başarabiliriz’. Özgürlüğü elde edebiliriz, özgürlüğümüzü alabiliriz ve hatta bu sizden bile olsa.”


Denis Moynihan araştırmalarıyla bu yazıya katkıda bulunmuştur.

http://www.truthdig.com/report/item/globalizing_dissent_from_tahrir_square_to_liberty_plaza_20111025/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Kara Panterler örgütünün eski bir üyesi ve gazeteci olan ve 1981 yılında Philadelphia’da bir polisi öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanarak idam ile cezalandırılan Mumia Abu Jamal, tutuklu bulunduğu cezaevinden Wall Street’i İşgal Et hareketine dair görüşlerini yansıtan bi yazı kaleme aldı. Abu-Jamal, göstericileri, patronlara itaat etmekten vazgeçmeyen siyasetçilerin suistimallerine karşı uyarıyor:

Aşağı Manhattan’da bulunan Zucotti Parkı’nda (göstericiler tarafından adı Özgürlük Meydanı olarak değiştirilen), binler bankaların ihanetlerine, Wall Street’in insafsız açgözlülüğüne, işsizlik belasına ve siyasi grupların (Cumhuriyetçiler de, Demokratlar da) varlıklı efendilerine olan ödlek itaatkârlığına karşı isyan sesini yükseltiyor.

Kısacası protestolarının odak merkezi, özellikle 2008 Sonbaharı’nda ekonominin tepetaklak olmasından bu yana açgözlülüğü daha da belirginleşen kapitalizm. Ağırlıklı olarak işsiz gençler başlattılar, kamu çalışanlarının, kentli gençlerin, öğrencilerin, öğretmenlerin ve kayda değer sayıda ak saçlıların desteğini aldı.

Bu protestolar, toplumsal hoşnutsuzluğun kontrol edilmesi güç bir yangın gibi dağılır şekilde çok yaygın olmasından kaynaklanıyor. Wal Street ve bunun üzerine, günler sonra Boston, Baltimore, Philadelphia, Los Angeles ve fazlası. Politikacı adı verilen profesyonel ihanetçiler tarafından bize getirilmiş ahbap-çavuş kapitalizmini protesto eden gösteriler, fırtına sonrasında mantarların türemesi gibi türedi.

Ve hazır söz bundan açılmışken, politikacılar, kan bankasındaki vampirler gibi, iktidar tekellerini tehdit edebilecek hareketin canlılığını emmek için Wall Street’e hücum ediyor. Çünkü politikacılar, bir yandan protestocuların karşı çıktığı korkunç patronlara hizmet etmeye devam ederken, bu protestoyla sadece onu suistimal etmek, zayıflatmak için ilgileniyor. Wall Street’e karşı duran politikacıları bir elinizle sayabilirsiniz ve hâlâ geriye birkaç parmağınız kalır.

Muhtemelen ABD’nin en büyük beyaz devrimcisi, kölelik karşıtı John Brown, politikacılara çok az saygı duyuyordu. Ailesine demişti ki:

“Profesyonel bir politikacıya hiçbir zaman güvenemezsiniz. Çünkü inançları olsa bile ilkelerini menfaatleri için feda etmeye her zaman hazırdır.”

Bunun üzerine düşünün. Şimdi de bildiğiniz bütün politikacılar üzerine düşünün. Gördünüz mü?

Bu, Kahire ve Wisconsin’deki protestolarla kısmen kıvılcımlanan “Halkın Gücü”dür. Diğer kıvılcımlar Troy Davis (20 yıl önce bir polisi öldürdüğü iddiasıyla 21 Eylül 2011’de Georgia eyaletinde idam edilen siyah ABD’li; ç.n.) adaletsizliğidir, New York polisi tarafından birçok protestocuya yönelik gerçekleştirilen saldırıdır, siyasi kast tarafından yoksullar ve işçi sınıfı üzerinde uygulanan baskıdır, yabancı ülkelerdeki akılsız savaşlarla uzun, heba edilmiş yılların hoşnutsuzluğudur.
Bu “Halkın Gücü”dür.

Aynen böyle sürsün.

http://kasamaproject.org/2011/10/20/mumia-abu-jamal-the-occupation/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


The Independent gazetesinin Orta Doğu muhabiri Robert Fisk, Muammer Kaddafi’nin ölümünün ardından köşesinde “Kaddafi’yi iyi çocuklardan biri olduğunu düşünmesinden dolayı suçlayamazsınız” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazısında “Batı kutlama yapıyor olabilir, ancak ölümü zamanlama hatasından ibaret” spotunu kullanan Fisk, Kaddafi ile sömürgeci güçler arasındaki inişli çıkışlı ilişkiye dikkat çekiyor:



Onu sevdik. Ondan nefret ettik. Ve sonra yeniden sevdik. Sonra Blair, onun üzerine salyalarını akıttı. Tekrar sevdik. Daha sonra Hillary Clinton, Blackberry’sinin üzerine salyalarını akıttı (Clinton’ın, Kaddafi’ye dair haberi Kabil’deyken, asistanının uzattığı telefon ekranından okumasına atıfta bulunuyor; çn.) ve biz yine nefret ettik. Hadi, hepimiz öldürülmüş olmaması için dua edelim. “Ele geçirilmesi sırasında aldığı yaralar nedeniyle öldü.” Bu ne anlama geliyordu?

O, Don Corleone ile Donald Duck’ın –Tom Friedman’ın Saddam Hüseyin’e dair tek haklı olduğu an- çılgın bir kombinasyonuydu ve onun gülünç geçit törenlerini ve konuşmalarını izlemek zorunda kalan biz dudaklarımızı ısırdık ve cidden saçma bulmamız gereken Libya tankları, deniz kuvvetleri, füzeleri hakkında yazdık. Dalgıçları, paletlerini şapırdatarak sıcaktan kızgın Yeşil Meydan’dan geçiş yaptılar ve biz bu saçmalığı dış görünüş olarak almak ve İsrail’e yönelik gerçek bir tehdit olduğunu varsaymak zorunda kaldık; Blair’in bizi, Kaddafi’nin “kitle imha silahları” üretmeye dair acınası girişiminin şişlendiğine ikna etmeye (başarılı biçimde) çalıştığı gibi. Şu, umumi tuvaletini onaramayan ülkede.

Sonuçta o, Dışişleri Bakanlığı’nın bir zamanlar sevgilisi olan (Kral İdris’e yönelik darbe sonrasında), daha sonra “güvenilir bir çift el” olarak korunan, sonrasında IRA’ya silah göndermesi nedeniyle nefret edilen, sonra sevilen albay öldü. Birilerini, kendinin iyi bir adam olduğunu düşünmesinden dolayı ayıplayabilir misiniz?

Ve bu nedenle mi öldü? Direnmeye çalışırken mi vurulup öldü? Çavuşesku’nun (ve eşinin) ölümüyle birlikte yaşadık, Kaddafi’ninkiyle neden yaşamayalım? Ve Kaddafi’nin eşi güvende. Neden diktatör o şekilde ölmemeli? İlginç bir soru. Ölüm emrini, Ulusal Geçiş Konseyi’ndeki dostlarımız mı verdi? Ya da kötü bir adam için düşmanlarının elinde ölmek “doğal”, onurlu bir son mudur? Merak ediyorum. Hiçbir yargılama, “Büyük Lider”in bitmez tükenmez nutukları, yönetimine dair savunması olmayacağına dair Batı’nın içi nasıl ferahlamalıydı? Hiçbir yargılama olmaması, çaldıklarının ve işkencelerin açıklamasının yapılmaması ve cinsellikle ilgili kısımların budanmaması anlamına geliyor.

Bu nedenle, bize Kaddafi’nin adiliklerini hatırlatmayın. 30 yıldan fazla zaman önce Trablus’a gitmiş ve İrlanda’ya plastik patlayıcı gönderen ve Libya’daki İrlanda vatandaşlarını koruyan bir adamlar görüşmüştüm; Libyalılar onlarla görüşmem gerekmesinden epey mutluydu. Neden olmasın? Kaddafi’nin, Üçüncü Dünya’nın lideri olduğu bir dönemdi. Söz konusu rejimin yöntemlerine alıştık. Kaddafi’nin zulmüne alıştık. “Normal”e döner dönmez ona göz yumduk. Bu nedenle, kendi adımıza onun ahlaksızlıklarına dair belgelendirmeleri bitirmemiz önemliydi.

Aslında, (tabii ki) Kaddafi yönetimi eliyle ve İngiltere hükümeti adına yapılmış işkenceye dair bir hukuksal sürecin sonu güzel bir şey olabilirdi, sizce de olmaz mıydı? Bu işkenceye dair her şeyi bilen İngiliz kadın –ismini bildiğim, ancak bir daha yaramazlık yapmayacağından emin olmak için açıklamadığım- kovuşturmadan korunacak mı (olmaması gereken şeyden)? Hepimiz ölümü sonrasında Kaddafi’nin eşleriyle keyif mi çatacağız?

Belki. Ancak geçmişi unutmayalım. Kaddafi, Libya’daki İtalyan sömürgeci yönetimini, Libyalı kahramanlar halkın önünde asılırken, Libya’nın bağımsızlığı “terörizm” olarak addedilirken, Libyalıların bir İtalyan ile karşılaştıklarında yol kenarındaki oluktan yürümek zorunda oldukları iğrenç İtalyan yönetimi dönemini hatırlattı. Petrol adamlarına, IMF’deki erkekler ve kadınlara aynı esaret altında daha iyi gözle bakılmayacak. Libyalılar zeki insanlardır. Kaddafi bunu biliyordu; buna rağmen, ölümcül biçimde kendinin daha zeki olduğunu düşünüyordu. Bu kabile insanlarının birden bire “küreselleşeceğine” ve farklılaşacağına dair düşünce gülünç.

Kaddafi, bir çeşit aklı başındalık ile konuşmasına rağmen “çılgın” lakabının layık görüldüğü Arap hükümdarlarından biriydi. “Filistin”e inanmıyordu, çünkü İsrail’in halihazırda çok fazla Arap toprağı çaldığını düşünüyordu (bu doğru) ve kendi kabile inanışlarından dolayı Arap dünyasına gerçekten güvenmiyordu. Gerçekten de çok sıradışı bir insandı.

Kaddafi’nin nasıl öldüğünün ortaya çıkmasını beklemeliyiz. Öldürüldü mü? Dirençli miydi (kabile mensupları için yapılması iyi olan bir şey)? Endişelenmeyin, Hillary Clinton “öldürülmesinden” mutlu olacak.


http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-you-cant-blame-gaddafi-for-thinking-he-was-one-of-the-good-guys-2373796.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

ABD’nin Oregon eyaletine bağlı Eugene kentindeki “Eugene’i İşgal Et” hareketine bir ziyarette bulunan John Bellamy Foster, burada yaptığı konuşmada, ABD’deki hareketin öneminin ülke ile sınırlı olmadığını, esas öneminin burada kazanılacak başarının tüm dünya halklarına cesaret verici bir örnek teşkil edecek olmasından geldiğini belirtti:

“Eugene’i İşgal Et” Mitingi, 15 Ekim 2011

Bizler burada, birkaç hafta içinde, dünya çapında yüzlerce şehirde küresel bir hareket halini alan Wall Street’i İşgal Et hareketinin bir parçasıyız. Sadece bu ülkede değil, tüm dünyadaki yüzde 99’un bir parçasıyız.

Ana akımı, şirket medyasını okuyorum. Uzmanları, siyasi güç odaklarını ve politikacıları dinliyorum. Gerçekten neden burada olduğumuzu bilmediğimizi söyleyerek eleştiriyorlar hareketimizi. Sadece öfkeli olduğumuzu, “duygusal bir haykırış” içinde olduğumuzu iddia ediyorlar. Temsilciler Meclisi Başkanı Eric Cantor bizi “büyüyen bir çete” olarak adlandırıyor.

New York Times’la röportaj yapan Wall Street bankacıları bizim “özenti gruplar” olduğumuzu, “seyreleceğimizi” ve hava soğuduğunda dağılacağımızı söylüyor.

Bir New York Times makalesi, kendine ait hiçbir fikri olmayan, taraflı politikadan bıkmış kafası karışık “liberal aktivistler” olduğumuzu yazdı. Aynı gazetedeki bir editör, bizim yalnızca, hiçbir belli talebi olmayan protestocular olduğumuzu söyledi. İyi niyetli olduğumuzu kabullendiler ancak bazı şeylerin gelecekteki gidişatını belirleme işi bizim, yüzde 99’un yani sokaktaki halkın değil de –öyle olduğunu söylüyorlar- politikacılarındır.

Dış İlişkiler Konseyi yayını olan Foreign Affairs dergisi, Wall Street’i İşgal Et’in, kapitalizm değil de bir Wall Street eleştirisi olduğunu yazıyor, sistemin kendisini sorgulamadığımızı söylüyorlar.

Yanlışlar. Dünya çapında büyüyen Wall Street’i İşgal Et ordusunun bir parçasıyız. Ve neden burada olduğumuzu biliyoruz.

• Amerikan toplumunun temelde eşit olmadığını biliyoruz. Kesin rakamları bilemiyor olsak da, toplumda, gelir dağılımının en üstündeki yüzde 1’in neredeyse bütün gelirin yüzde 25’ini ve en üstündeki yüzde 10’un da, toplam gelirin yüzde 50’sini aldığını biliyoruz.

• Yine tam olarak rakamları veremiyor olsak da, 1950’yle 1970 arasında, gelir dağılımının en altındaki yüzde 90’ın eline geçen fazladan her bir dolar için, en üstteki yüzde 1’in tamamı 162 dolar aldı. Herşey daha eşit olduğunda, bu durum geri döndü. 1990’la 2002 arasında nüfusun en altındaki yüzde 90’ın eline geçen fazladan her bir dolar için, en üstteki yüzde 1’in tamamı 18,000 dolar aldı.

• Forbes 400’ü biliyoruz. Birleşik Devletler’deki 400 birey (sayıları bugün buradaki insanlardan çok daha az) gelir düzeyinin en altındaki nüfusun yarısı -150 milyon- kadar servete sahip.

• Finansal varlıklar söz konusu olduğunda (konutlar hariç) Birleşik Devletler’deki nüfusun en üstündeki yüzde 1’inin, nüfusun en altındaki yüzde 80’inin dört katı kadar servete sahip olduğunu biliyoruz.

• Kesin ayrıntıları bilmiyor olsak da, Birleşik Devletler Genel Muhasebe Ofisi’nin yaptığı bir denetime göre, Federal Rezerv Kurulu’nun, son mali krizde Birleşik Devletler ve dünyadaki büyük şirketlere 16 Trilyon dolar’dan fazla mali yardımda bulunduğunu biliyoruz. Nüfusun büyük çoğunluğu bunun bedelini öderken, zenginlere mali destek de bulunuldu. Ve hala ödüyorsunuz!

• Tam zamanlı çalışmak isteyip buna sahip olamayan halkın gerçek sayısı yaklaşık iki kat fazlayken, Birleşik Devletler’de resmi işsizlik rakamının yüzde dokuzdan fazla olduğunu biliyoruz.

• Resmi işsizlik rakamının gençler için yüzde 25, siyahlar için yüzde 16, hispanikler (Latinler) için yüzde 11 olduğunu biliyoruz. Ve bunu ikiyle çarparsanız, gerçek rakamlara yaklaşırsınız.

• Yoksulluğun büyüdüğünü ve “kadınlaştığını” biliyoruz. Bu ülkedeki birçok insanın insafsızca “kaçak göçmenler” diye damgalandığını biliyoruz.

• Tam boyutunu kavrayamasak da, Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre dünyada 2,4 Milyar işsiz ya da yarı zamanlı çalışan, ekonomik olarak pasif ya da geçinmesini sağlayacak kadar işçilik yapanlar olduğunu biliyoruz. Dünyadaki işçilerin %39’unun günlük 2$’dan daha azla yaşadığını biliyoruz.

• Çok uluslu şirketlerin, devasa karlar elde etmek ve dünya çapında ücretleri kontrol altında tutmak adına, ülkeler arasındaki ücret farklılıklarını sömürdüğünü ve işsizlerin muazzam küresel yedek işgücü ordusundan faydalandığını biliyoruz.

• Gerçek bir ekonomik iyileşme olmadığını, yalnızca zenginlerin refah düzeyinin arttığı bir ekonomik buhran döneminde olduğumuzu biliyoruz. Birleşik Devletler’de 1960’tan beri, birbirini takip eden her on yılda yavaşlayan ekonomik büyümenin şu an tamamen durduğunu biliyoruz. Diğer herkes için büyümeyen bir pastanın dilimleri küçülürken, zenginlerin daha büyük dilimler haline geldiğini biliyoruz.

• Birleşik Devletler ve müttefiklerinin Afganistan, Irak ve Libya’da savaşa girdiğini biliyoruz. İran ve muhtemelen Venezüella’ya müdahale planının yapıldığını biliyoruz. Amerikan ordusunun tüm dünyada konuşlandığını ve sayılarının arttığını biliyoruz. Birleşik Devletler’in her yıl resmi rakamlarla, ordu için yaklaşık yarım milyar dolar ama gerçekte bir trilyon dolar harcadığını biliyoruz.

• Demokrasiden ziyade plütokraside (zenginlerin idaresinde, ç.n.) yaşadığımızı, politik sürecin her noktasında paranın, kamuoyuna karşı oy üstünlüğü olduğunu biliyoruz.

• Bu ülkede sendikaların savunma konumunda olduğunu biliyoruz. Haksız yasalarla mahvedildiğini biliyoruz. Yeniden savaşa girmek adına, bir yol arama mücadelesi verdiklerini biliyoruz.

• Birleşik Devletler’deki ilk ve orta öğretim sistemimizin özelleştirilip yok edildiğini biliyoruz.

• Şimdiye dek dünyadaki en yüksek mahkum etme oranın bizde olduğunu biliyoruz.

• Bütün bunların ekonomik güç sistemiyle, kapitalizmin imzası olan “açgözlülük iyidir”e ve Wall Street prensiplerine inanan bir toplumla ilişkili olduğunu biliyoruz.

• İnsanoğlunun kaçınılmaz ve son savunması olduğumuzu biliyoruz. Dünyanın yüzde 99’u olduğunuzu biliyoruz. Hava kötüleştiğinde “seyrelmeyeceğimizi” biliyoruz. Çete olmadığımızı biliyoruz. Yeryüzü olduğumuzu, demokrasi ve gelecek olduğumuzu biliyoruz. Dünya ufacık bir azınlık tarafından uzun süredir işgal edilmiş durumda. Halk için onu yeniden işgal etmek, geri almak zamanı.

2009 yılında, Democracy Now’da küresel finans krizine dair bir tartışmaya katılmıştım. O aman, uzun vadeli bir ekonomik durgunluk döneminde (finansal krizin sadece bir belirti olduğu) olduğumuzu söyledim. Tarihteki en yakın emsali “Büyük Buhran”dı. 1929’da borsanın çökmesinin ardından ABD’de 1930’larda endüstriyel sendikal hareketin, CIO’nun ve ikinci “Yeni Görüş’ün (Orijinali New Deal olan tamlama, Büyük Buhran sırasında Başkan Franklin Devano Roosevelt tarafından uygulanan ve sınırlı oranda devlet müdahalesini öngören yaklaşımdır; ç.n.) doğuşuyla bir başkaldırı gerçekleşmesinin dört yıl aldığına dikkat çektim. Başkaldırı, ekonomik düzeltmenin 1933’te başlamasından bir yıl ya da daha fazla sonrasına, halk ekonomik düzeltmenin yanlış olduğunu birden bire fark edene kadar varını yoğunu ortaya koymadı.

Aşağıdan gelen benzer bir “Büyük Başkaldırı”nın bugün verili derin ve kalıcı ekonomik durgunlukta ABD’de olası olduğunu söyledim. Aynı zamanda, Büyük Buhran’da olduğu gibi krizin ilerlemesi ve halkın başkaldırıyı ateşlemesi için üç ya da dört yıl beklememiz gerekebileceğini de söyledim. Büyük Buhran’da olduğu gibi, halk, ekonomik düzeltmenin vaatlerinin yalan olduğunu, kendilerine yalan söylendiğini ve sistemetak olarak soyulduklarını öğrenene kadar başkaldırının gerçekleşmeyeceğini dile getirdim. Wall Street’i İşgal Et, Eugene’i İşgal Et, ABD’yi İşgal Et, günümüzün aşağıdan gelen “Büyük Başkaldırı”sı.

Fakat bugün şahit olduğumuz, henüz filizlenmesine rağmen daha büyük olan bir şey. Birkaç hafta içinde Dünyayı İşgal Et hareketinin doğuşunu izledik. Her yerden insanlar mücadelede birleşti. Ben Ekim başında Avustralya’dayken, her şey başlama aşamasındayken, radikal eylemciler “Wall Street’i İşgal Et”te gerçekleşen olayları izlemekten kendilerini alamıyorlardı –ülkedeki anaakım medya tarafından oraya dair haberler verilmeden önce dahi. Neden? Avustralya, yerkürenin diğer tarafında. New York’daki bir direniş hareketiyle neden ilgilenmeliydiler ki?

Nedeni, biz Amerika’dakilerin “Kale Amerika”da, dünya imparatorluğunun kalbinde yaşıyor olmamız. Başkaldırının illa ki burada olması gerekmiyor! Duvarda bir gedik görülürse, burada, José Marti’nin dediği şekliyle “Canavarın İçinde” kitlesel protestolar meydana gelirse, bütün dünyanın morali yükselecek ve direnmek için cesaretlenecek. Çünkü bu durumda imparatorluğun ufalandığını bilirler. Bizim buradaki mücadelemiz, dünyanın bütün halkları için direniş alanı açıyor.

İşgalin anlamı nedir? Bir işgal neden çok önemli? Bu hareket neden çok farklı? Çünkü bizim çekip gitmediğimiz anlamına geliyor. Dağılmayacağız. Kalacağız. Biz kazanacağız. Dünya buna ihtiyaç duyuyor.


http://mrzine.monthlyreview.org/2011/foster191011.html adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse – Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Dünyaca ünlü dilbilimci ve siyasi muhalif, emekli MIT Profesörü Noam Chomsky, pazartesi gecesi New York’taki Barnard Koleji’nde, İsrail ve Hamas tarihi tutuklu değişimini tamamlamadan hemen saatler önce, İsrail-Filistin çatışması hakkında konuştu. “İsrailli asker Gilad Şalit’in çok daha önce serbest bırakılmış olması gerektiğini düşünüyorum. Ama hikayenin bütününde eksik bir şeyler var. Yani, Filistinli kadınların hiç resmi yok ve tartışmasız ki, aslında şunun hikayesinde hiçbir tartışma bulunmuyor- peki ya serbest bırakılan Filistinli mahkumlar? Onlar nereden çıktı? diye soruyor Chomsky. “Bununla ilgili söylenecek çok şey var. Mesela, serbest bırakılanlar arasında –en azından Times’da okumadım- ABD, Avrupa Birliği ve İsrail’in, Arap dünyasının özgür bir seçimle gelmiş tek meclisini yok etme kararıyla 2007’de İsrail tarafından kaçırılıp tutsak edilen seçilmiş Filistinli yetkililerin olup olmadığını bilmiyoruz. Chomsky aynı zamanda, Yemen’de son Amerikan suikastine kurban giden ABD doğumlu rahip Enver el-Awlaki hakkında konuşuyor. Sayıca fazla olmayan hemen hemen tüm eleştirmenler, eylemi Awlaki’nin bir Amerikan vatandaşı olması gerçeğinden dolayı eleştirdi ya da böyle niteledi.” diyor Chomsky. “Yani, yolda yürürken üzerine bastığımız karıncalara davrandığımız gibi kasten öldürülen ya da sivil kayıplardan olan meçhul ölülerin aksine, o bir insandı. Diğerleriyse Amerikan vatandaşı değiller, haliyle insan değiller ve bu nedenden ötürü rahatlıkla öldürülebilirler. (kısa transkript)

AMY GOODMAN: 5 yıldır Gazze’de esir olan İsrailli asker Gilad Şalit bugün, 477 Filistinli tutsak karşılığında eve döndü. 550 askerin daha iki ay içinde salıverilmesi planlanıyor. Filistinli tutsaklardan kırkı, Suriye, Katar, Türkiye ve Ürdün’e sınırdışı edilecekler. Gilad Şalit ilk röportajında, bütün Filistinli tutsakların özgürleşmesine dair desteğini dile getirdi. Filistinliler bugün Gazze’de çok büyük kutlamalar yaparken, Filistinli tutsaklara destek grupları, daha 4 binden fazla Filistinlinin hapis kaldığını vurguladı.

Dünyaca ünlü dilbilimci ve siyasi muhalif Mit Profesörü Noam Chomsky’e dönüyoruz şimdi. Pazartesi gecesi New York’taki Barnard Koleji’nde, İsrail ve Hamas tarihi tutuklu değişimini tamamlamadan hemen saatler önce, İsrail-Filistin çatışması ve bir uçtan diğer uca Orta Doğu hakkında konuştu.

NOAM CHOMSKY: Bir hafta kadar önce, New York Times; “Batı, Din Adamı’nın Ölümünü Kutluyor” diye manşet attı. Rahip, bir insansız hava aracı tarafından öldürülen Awlaki’ydi. Sadece bir ölüm değildi, -aslında uluslar arası terörizmde yeni rekorlar kıran Obama’nın suikast kampanyasının attığı yeni bir adımdı- suikastti. Eh, Batı’da herkesin bunu kutladığı doğru değildir. Bazı eleştirmenler vardı. Sayıca fazla olmayan hemen hemen tüm eleştirmenler, eylemi Awlaki’nin bir Amerikan vatandaşı olması gerçeğinden dolayı eleştirdi ya da böyle niteledi.” diyor Chomsky. “Yani, yolda yürürken üzerine bastığımız karıncalara davrandığımız gibi kasten öldürülen ya da sivil kayıplardan olan meçhul ölülerin aksine, o bir insandı. Diğerleriyse Amerikan vatandaşı değiller, haliyle insan değiller ve bu nedenden ötürü rahatlıkla öldürülebilirler.

İyi hafızası olanlar hatırlayabilirler; eskiden, Anglo-Amerikan hukukunun masumiyet karinesi denilen ve mahkemede suçu kanıtlanana dek herkesin masum olduğu bir kavram vardı. Artık tarihin derinliklerine gömülü ve tekrar onu gündeme getirmenin bile bir anlamı yok, ama bir zamanlar vardı. Bazı eleştirmenler, “hiçbir insan – insan vurgusu- hukuki süreç olmaksızın yaşam, özgürlük ve mülkiyetten yoksun bırakılamaz” diyen Anayasanın Beşinci Maddesi’nden bahsediyor. Eh, tabii ki, bunun hiçbir zaman insanlara uygulanması amaçlanmadı ve sonuç itibariyle “insan olmayanlara” da uygulanması amaçlanmadı.

Ve “insan olmayanlar” birçok kategoriye bölünüyor. Öncelikle, elde bulunan ya da kısa sürede fethedilmesi umulan bölgelerdeki yerli nüfus var. Bu onlar için geçerli değildi. Ve tabii ki, Anayasa’nın beşte üç insan –yani insan olmayan- ilan ettiklerine de uygulanmadı. Bu ikinci kategori –teorik olarak, bu konuda beşinci Anayasa değişikliği aynı üsluba sahip 14. değişiklik insan kategorisine dahil edildi, ancak bu sefer, bir insanın özgürleşmiş köleleri tutsak etmesine yönelikti. Artık bu teoride kaldı. Pratikte, nerdeyse gerçekleşti. Yaklaşık on yıl sonra, -gerçekte İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan- siyahların yaşamlarının bölücü suç olarak sayılmasıyla aslında köleliği yeniden gündeme getiren -belki kölelikten bile daha kötü bir şey- beşte-üç insan kategorisi, “insan olmayan” kategorisine döndü. Ve şimdi, 30 yıl aradan sonra, ciddi bir ahlaki ve sosyal çöküşün ardından yeniden tesis ediliyor.

Eh, 14. değişiklik derhal sorunlu olarak tanındı. İnsan kavramı hem fazla dardı hem de fazla genişti ve mahkemeler bu hataların üstesinden gelmek için işe koyuldu. İnsan kavramı, yasal kurguları dahil etmek için genişletildi, onaylandı-yaratıldı ve şirket olarak adlandırılan devlet tarafından desteklendi. Ayrıca delili olmayan yabancıları hariç tutmak adına yıllarca daraltıldı. Bu günümüze, şirketlerin kişilerden ibaret olmadığını, aslında et ve kemikten oluşanların ötesinde, hakları olan insanlardan, yani bir tür süper insanlardan oluştuğunu açıkça gösteren son Yüksek Mahkeme davalarına kadar uzanır. Yanlış etiketlenmiş serbest ticaret anlaşmaları, onlara hayret verici haklar tanır. Ve tabi ki, mahkeme daha fazlasını da ekledi.

Ancak önemli olan gereksinim, insan olmayanlar kategorisine, Orta Amerika ve Meksika’da yarattığımız korkulardan kaçanları dahil etmeyi ve onları, birey olmayanları, yani insan olmayanları buraya getirmeye çalışmayı sağlama almaktır. Ve tabi ki, bu terör kavramı herhangi bir yabancıyı, özellikle terör ile suçlananları içerir ki, 1981’de Ronald Reagan’ın daireye gelip, bugünkü süslü terminolojisiyle TKS olarak adlandırılan, terörle küresel savaşı bildirdiğinden beri, kavramsal olarak oldukça ilginç bir değişime uğramıştır. Bu ifadenin, hiçbir farkındalık yaratmaksızın günümüzde nasıl kullanıldığına dair bir yorum, bir not belirtmek haricinde bu konuya girmeyeceğim.

O halde, örneğin Ömer Kadir. O 15 yaşında bir çocuk, bir Kanadalı. Şimdi -çok ağır bir suç ile itham edilmişti- şöyle ki, Afganistan’daki köyünü, ABD’li işgalcilerden müdafaa etmeye çalışıyordu. Belli ki, bu ağır bir suç, tehlikeli bir terörist, bu yüzden ilk olarak Bagram’daki gizli cezaevine gönderildi, sonra sekiz yıl boyunca Guantanamo’da kaldı. Sekiz yılın ardından, bazı ithamlara yönelik suçunu itiraf etti. Bunun ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Eğer isterseniz, Wikipedia’dan ya da diğer kaynaklardan birkaç ayrıntı toplayabilirsiniz. Böylece suçunu kabul etti ve sekiz yıla daha mahkum oldu. Suçunu itiraf etmeseydi, otuz yıla daha mahkûm olabilirdi, olurdu da. Sonuçta, Amerikalı saldırganlardan köyünüzü korumak ağır bir suç. O Kanadalı, bu yüzden Kanada, onu ülkesine iade ettirebilirdi. Fakat tipik bir cesaret ile reddettiler. Efendiyi gücendirmek istemedikleri anlaşılır. Eh, saldırıya karşı direnme suçu yeni bir terörizm kategorisi değildir. Aranızda, Gestapo tarafından kullanılan ve bizim devraldığımız “teröre karşı terör” sloganını hatırlayacak kadar yaşlı olanlar vardır. Bunların hiçbiri ilgi çekmez, çünkü bütün bu kurbanlar, insan olmayan kategorisine aittir.

Peki, konumuza dönecek olursak, insan olmayan kavramı bu gecenin ana başlığı. İsrailli Yahudiler, insanlardır. Filistinlilerse insan olmayanlardır. Ve birçoğu sürekli belli açıklamaların izini sürer. O halde, yanımda getirmeyi unutmadıysam, işte size New York Times’dan bir parça. Baş sayfa haberi, 12 Ekim Çarşamba, ana hikâye şu: “Hamas’la anlaşmak, 2006’dan beri tutsak olan İsrailli’yi özgürleştirecek.” O, Gilad Şalit. Ve bunun tam yanında, ön sayfanın başında, Gilad Şalit’ın kaderi yüzünden acı çeken dört kadının resmi. “Üstçavuş Gilad Şalit’in arkadaşları ve ailesinin destekçileri, Kudüs’teki ailenin protesto çadırına, anlaşma haberini aldılar.” Peki, bu aslında anlaşılabilir. Bence çok uzun zaman önce serbest bırakılmalıydı. Fakat tüm hikâyede eksik olan bir şey var. Yani, Filistinli kadınların hiç resmi yok ve aslında şunun hikâyesinde hiçbir tartışma bulunmuyor- peki ya serbest bırakılan Filistinli mahkûmlar? Onlar nereden çıktı?

Bununla ilgili söylenecek çok şey var. Mesela, serbest bırakılanlar arasında –en azından Times’da okumadım- ABD, Avrupa Birliği ve İsrail’in, Arap dünyasının özgür bir seçimle gelmiş tek meclisini yok etme kararıyla 2007’de İsrail tarafından kaçırılıp tutsak edilen seçilmiş Filistinli yetkililerin olup olmadığını bilmiyoruz. Bu, terime aşina değilseniz, teknik olarak “demokrasi terfisi” olarak adlandırılıyor. Bu yüzden onlara ne olduğunu bilmiyorum. Ayrıca Gilad Şalit’in tam olarak cezaevinde kaldığı süre kadar, aslında bir gün daha fazla, hapiste kalan başka insanlar var. Gilad Şalit’in sınırda yakalandığı günden bir gün önce, İsrailli bölükler Gazze’ye girmişti, 2 kardeşi, -Muammer kardeşleri- kaçırmışlar ve tabi ki Cenevre Sözleşmesi’ne göre, sınırda onları ayırmışlardı. Ve İsrail’in cezaevi sisteminde yok oldular. Onlara ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok; bununla ilgili tek bir kelime bile duymadım. Ve bildiğim kadarıyla, kimsenin umurunda değil ki bu da anlaşılır bir durum. Sonuçta, insan olmayanlar. Saldıran tarafın ordusundan bir askeri esir almakla ilgili her ne düşünüyorsanız düşünün, aleni bir şekilde sivilleri kaçırmak, çok daha ağır bir suçtur. Bu durum gerçekten önemli değil. Bilinmediği için değil, o yüzden Muammer kardeşlerin yakalandığı günden bir sonraki günün basınına bir göz atarsanız, oraya buraya dağılmış birkaç satır görürsünüz. Ama bu hiç de önemli değil, tabi ki bu da anlaşılır, çünkü cezaevinde daha birçoğu, hiçbir şeyle itham edilmemiş binlercesi var.

Üstelik buna ilaveten internette bakmak isterseniz, bir de Tesis 1391 (İsrail’in “yüksek riskli” tutsaklar için kullandığı yüksek güvenlikli cezaevi; ç.n.) gibi, aslında ortaya çıktığında İsrail ve hatta İngiltere ve Avrupa’da gayet güzel lanse edilen gizli bir cezaevi var İsrail’de- bir işkence odası- fakat burada, en azından herhangi bir kişinin bakma olasılığı olan herhangi bir yerde, bununla ilgili tek bir kelime bile görmedim. Bunun ve diğerlerinin hakkında yazdım. Bütün bunlar- bunların hepsi insan olmayanlar, bu anlamda, doğal olarak, kimse umursamıyor. Aslında, faşizm o kadar derin ki, nefes aldığımız hava gibi: onun farkında değilizdir, bilirsiniz, sadece her şeyin içine işler.

Bu konuşmanın başlığına gelecek olursak, bu yanlış yerlere götürülebilir ve görüşmelerin klasik tablosunun destekleyicisiymiş gibi yorumlanabilir- yanlış yorumlanabilir- : Birleşik Devletler burada ve orada, bu iki boyun eğmeyen gücün üzerinde, iki savaşçının, birbiriyle anlaşamayan zorlu grupların arasını düzeltmeye çalışan dürüst bir aracıdır. Tamam, bu- standart bir uyarlamadır ama tamamen yanlıştır. Kastettiğim şu ki, eğer bunlar ciddi görüşmeler olsaydı, Brezilya gibi objektif bir taraf hakemliğinde düzenlenirdi ve bir yanda Birleşik Devletler ve İsrail, diğer yanda is tüm dünya olurdu. Bu tam anlamıyla doğrudur fakat ağza alınamayan şeylerden biridir.

AMY GOODMAN:
MIT Profesörü Noam Chomsky’nin Pazartesi gecesi Barnard Koleji’ndeki konuşması.


www.democracynow.org/2011/10/18/noam_chomsky_on_israel_palestine_prisoner adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ - Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Yazan: Mostafa Bassyouni

Arap ayaklanmaları birbirinden soyutlanarak anlaşılamaz ve Suriye’deki ayaklanma da istisna değildir. Suriye ayaklanması, devrimle coşan bir bölgede patlak verdi. Ve gerçekten insanların daha iyi bir dünya için umut ve isteklerini körüklemiş olsa da, bu boş yere ortaya çıkmış değil. Zaten Tunus ve Mısır’da uzun süredir iktidarda olan iki diktatör devrilmişti. Öncelikle Libya, Yemen ve Bahreyn’i süpüren bu birbirini izleyen dalgalanma etkisi, bütün Arap rejimlerini tehdit etti.

Bu koşullar ışığında, yalnızca Suriye için bir ayaklanmanın patlak vermesi doğaldı. Evet, Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn ve Suriye’deki rejimler arasında, dış politikada ve özellikle İsrail’le mücadelede büyük farklılıklar var. Ama hepsinin ortak noktası, kendi halklarının büyük çoğunluğunun, yaşamlarını etkileyen kararlarda hiçbir söz sahibi olmamasıydı. Bu rejimler altında verilen en sıradan kararlar bile, genellikle halkın çıkarlarından önce, kendi istikrar ve güçlerini sağlamak adına düzenlendi.

Örneğin, Mısır ve Suriye rejimlerini ele alalım. Sedat ve Mübarek yönetimindeki Mısır rejimi, güçlerini devam ettirebilmek adına, İsrail’le uzlaşmayı ve ABD ile ittifak yapmayı tercih etti. Suriye rejimi farklı işbirliklerine karşın, aynı yaklaşımı benimsedi. Her iki durumda da, insanların konuya dair söyleyeceği hiçbir şey yoktu. Şaşırtıcı değildir ki, her iki rejim de, sokakları dolduran protestoculara karşı, onları komplocu ve yabancı ajan ilan ederek aynı tutumu sergiledi.

Protestocuları itibarsızlaştırmak, sokaklardaki isyanı bastırmak için yeterli değildi. Diktatörler, protestocuların arasına suçluları yerleştirerek ve güvenlik güçlerini onların üzerine salarak daha emin adımlar atmaya karar verdi. Ancak bu, eylemcilerin internet üzerinden örgütlenmelerinin ya da devrimci değişim konusundaki ısrarcılıklarının devam etmesinin önüne geçemedi. Bölgedeki ayaklanmalar, amaçlarına ulaşmak adına insanların kendilerini feda etme arzuları ve dirençleriyle özdeşleşti.

Arap rejimleri, önceleri ulusalcı sloganları artırdı. Hatta özgürleşme ve birlik çağrısı yaptılar. Ancak çoğu durumda, halkın işin içine dahil edilmemesi, böylesine girişimlerin başarısız olmasına neden oldu. Bugün Arap devrimleri, halk için halk tarafından gerçekleştirilen yeni bir ulusalcılık türüyle umudu yeşertiyor.

Suriye rejiminin doğasını ve halkına uyguladığı şiddeti göz önüne alırsak, oradaki devrim, son zamanlardaki devrimler zincirinin muhtemelen en önemli halkası. Suriye’deki ayaklanmanın nispeten uzun sürmesi, bölgedeki diğer devrimlerin patlak vermesini ertelemiş oldu. Bütün bölge, dört gözle olacakları bekliyor. Bu bağlamda, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaların hızının, bölgenin bir başka yerindeki devrimin yayılmasını kolaylaştırdığını belirtmek gerekir.

Ancak, Tunus ve Mısır devrimleri ve öte yandan mevcut Suriye Ayaklanması arasındaki temel fark, bu iki ülkedeki işçi hareketinin oynadığı roldür. Tunus’taki genel grev deklarasyonu, Ben Ali’nin Cidde’ye kaçışını tetikledi, Mısır’daysa, 6 Şubat’taki grevlerin yayılması Mübarek’in hayatta kalma umutlarını söndürdü.

Suriye’de hiçbir şekilde işçi hareketi yok. Bu, Suriyeli sendikaların devlet tarafından kontrol ediliyor olması ve Mısır ve Tunus’takilere kıyasla ilgisiz oluşundan kaynaklanıyor olabilir. Yarı bağımsız Tunuslu sendikaların varlığı ve giderek daha aktif bir hal alan Mısırlı işçi hareketi, örgütlü işçilerin devrimin kalbine saplanmasına yardımcı oldu. Her iki durumda da bu, halk lehine bir ayaklanmanın hızlı sonuçlanmasına neden oldu.

Bugün, Suriye işçi hareketinin rolü her zamankinden daha mühim. Suriyeli işçiler Suriye’deki kördüğüme bir son verebilir ve kolektif olarak sistemi alaşağı etme yeteneğine sahipler. Yabancı müdahale çağrısı ve uluslararası koruma talebi geri tepebilir ve rejim lehine işleyebilir. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi, Suriye’deki işçi hareketi de tek başına Şam’daki rejimi felce uğratıp yok edebilir.


http://english.al-akhbar.com/content/labor-movement-absent-syrian-revolt adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Lübnan'ın sol eğilimli Al-Akhbar gazetesinde bir yazı kaleme alan Suriyeli muhalif Halil Habaş, devrimci sürecin emperyalist güçler tarafından gasp edilmesini önlemek için Suriyeli muhalif güçlerin büyük kısmının dış müdahale çağrılarına karşı çıktığını yazdı:

Yabancı askeri müdahaleye dair tartışmalar, daha az bunun yakın zamanda olası gerçekleşmesine dair iken, daha yüksek oranda Suriye muhalefetinin, ülkedeki devrimci süreci emperyalistlerden koruma kapasitesi ile ilgili. Emperyalistler, Suriye halkının yanında olduklarına dair açıklamalarına karşın sadece kendi çıkarlarını ileri taşımayı istiyorlar; devrimin ya da Suriye halk hareketinin değil.

Fransa, İngiltere ve ABD gibi emperyalist güçler, müdahaleye dair şu anki isteksizliklerini gerekçelendirmek için Suriye ve Libya senaryoları arasındaki farka dair birbiriyle çelişen açıklamalar yayımlıyorlar. Söz konusu güçler müdahalenin yerine, mevcut durumun kötüye gitmesini ve muhalefet güçlerinin güçlenmesini dört gözle bekliyorlar.

Bölgesel ve uluslararası devletlerin, özellikle de Türkiye ve Batılı ülkelerin, tek bir sözcünün konuşması için muhalefeti birleştirmek amacıyla Suriye Ulusal Konseyi’nin (SNC) oluşturulmasını bilfiil ısrarla istemelerinin nedeni bu. Ancak muhalefet güçlerinin müşterek ilkelere dayanan bir koalisyonunu oluşturmak, topyekûn birlikte ısrar etmekten daha yararlı olacaktır. Diktatörlüğü devirmeyi amaçlayan tüm çabaları ortak bir mücadelede birleştirmek, televizyonda ve medyada görülen sayısız anlaşma ve toplantılara ek olarak yeni bir siyasi ittifak oluşturmaktan daha önemli.

SNC’nin, askeri müdahale sorununu kuşatan berraklıktan yoksun hali, Suriye içindeki ve dışındaki bazı muhalefet gruplarının eleştiri ve detaylı incelemelerinin hedefi. SNC’nin ve başkanı Burhan Ghalioun’un, yabancı askeri müdahaleye karşı çıkan genel ve resmi pozisyonlarına rağmen diğer üyeler uçuşa yasak bölge uygulaması veya ne anlama geldiği berrak olmayan insani müdahalenin de aralarında olduğu dış müdahalenin çeşitli şekillerini uygun gören biçimde konuşuyorlar.

Diğer bir eleştiri, Müslüman Kardeşler’in ve ona bağlı olan sözümona bağımsızların SNC’de haddinden fazla temsil edilmesini hedefliyor. Bu eleştirilere göre, protestolardaki ikincil rollerine ve muhalefet içindeki gerçek ağırlıkları onun küçük bir parçası olmaktan ibaret olmasına rağmen Müslüman Kardeşler ve ona bağlı unsurlara konsey üyeliklerinin yüzde 60’a yakını verildi. SNC’nin bir diğer kusuru, çeşitli kolları arasındaki, özellikle dikkate alınmayan ve kendisine ulusal merkezli muhalefet gruplarından belirlenen 71 sandalyeden sadece üçü verilen Demokratik Değişim İçin Ulusal Komite (NCDC) ile koordinasyon eksikliği veya yoksunluğu. NCDC, 17 Eylül’de oluşturuldu. Arap ulusalcılarını, sosyalistleri, Marksistleri, Kürt azınlık mensuplarını bir araya getirdi ve aynı zamanda Aref Dalila, Michel Kilo, Hassan Abdul-Atheem, Hussein al-Udaat, Hazem Nahar ve Hatem Mana gibi tanınmış muhalif isimleri bünyesinde bulunduruyor.

SNC’nin yabancı müdahalesi konusunda açıklıktan yoksunluğu, Mahmoud Homsy ve Abdel Halim Khaddam gibi kendi kendini öne çıkarak muhalif şahsiyetlerin yönetimi askeri müdahale ile devirme çağrıları ile örtüşüyor. Homsy, ABD destekli 14 Mart hareketi ile bağlantılı, Abdel Halim Khaddam ise Suriye’nin eski devlet başkan yardımcısı ve 20 yıldan fazla bir zaman Hafız Esad’ın yakın arkadaşlığını yapmış. Khaddam şu anda Paris’te sürgünde. Kendi durduğu noktayı, yabancı müdahalenin işgale eş olmadığını öne sürüp Libya örneğine atıfta bulunarak gerekçelendirmiş.

İçeride ya da sürgünde olsun, Suriye muhalefetinin büyük kısmı buna rağmen söz konusu çağrıları kınadı ve her türlü yabancı askeri müdahaleyi reddeden net bir duruş benimsedi. Yeni kurulan SNC’nin parçası olan Suriye Bölgesel Koordinasyon Komiteleri, ayaklanmayı silahlandırma veya dış destek davetinde bulunma çağrılarını kınarken, cani rejime karşı barışçıl biçimde direnme iradelerini beyan etti:

“Biz, söz konusu durumu politik, ulusal ve etik açıdan kabul edilemez bulurken böylesi bir duruşu özellikle reddediyoruz. Devrimi askerileştirmek, devrime yönelik halk desteğini ve kitlelerin devrime katılımını en aza indirgeyecektik. Dahası, askerileştirme, rejimle karşı karşıya gelme ile alakalı olan insani felaketin vahametinin temelini çürütecektir. Askerileştirme, devrimi rejimin bariz avantajlı olduğu bir alana çekecek ve devrimin başlangıcından beri ayırt edici özelliği olan ahlâki üstünlüğünü yıpratacaktır.”

Açıklama, devrimin amacının neden sadece yönetimi devirmekle sınırlı olmadığını, aynı zamanda demokratik bir sistem ve Suriye halkının özgürlük ve haysiyetini koruyacak bir ulusal altyapı kurma çabasında olduğunu anlatarak sürüyor. Rejimin hangi yöntemle devrileceği, rejim sonrası Suriye’nin nasıl bir yer olacağının bir işareti. Bu duruşlarını, Suriye halkı barışçıl gösterilere katılmayı sürdürürse ülkede demokrasi ihtimalinin çok daha yüksek olacağını söyleyerek gerekçelendiriyorlar. Silahlı bir karşı karşıya geliş veya yabancı askeri müdahale gerçekleşirse, bunun Suriye’ye onurlu bir geleceğin meşru tesisini neredeyse imkânsız hale getireceğini ekliyorlar. En sonunda da Suriye halkını, ulusal devrimlerine devam ederken sabırlı olmaya çağırıyorlar. Ülkenin bugünkü durumundan, kurbanların –sivil ve asker- akan kanından ve iç çatışma ile yabancı askeri müdahaleyi de içeren gelecekte Suriye’yi tehdit edebilecek her türlü tehditten tamamen rejimi sorumlu tutuyorlar.

Şu anda 120’ye yakın yerel komite ile örgütlenen Suriye Devrimi Genel Komisyonu da, demokratik, sosyal ve eşit bir Suriye kurmak için, mezhepçiliğin ve yabancı askeri müdahalenin yardımının olmadığı barışçıl bir devrim çağrısında bulunuyor.

Yüzde 25’ini genç devrimcilerin oluşturduğu 80 kişiden meydana gelen bir merkez komiteye sahip olan NCDC de net bir politik programa sahip olan ve yabancı müdahalenin reddi konusunda net duruşa sahip olan bir muhalif grup. Eylül ortasında NCDC üyeleri tarafından Şam’ın kenar mahallelerinde organize edilen konferans, üç kırmızı çizgi çizerken rejimin devrilmesi çağrısında bulundu: “Şiddete hayır, mezhepçiliğe hayır, yabancı müdahalesine hayır.”

İki ayrı önemli belge de tartışıldı: yönetimi devirmek için verilen mücadelenin politik programı ve halkın demokratik ve sosyo-ekonomik haklarını güvence altına alan, aynı zamanda Suriye halkının işgal edilmiş bölgeleri –yani Golan Tepeleri- mümkün olan her ne biçimde olursa olsun geri almaya dair her türlü hakka sahip olduğunu açık bir biçimde belirterek Suriye’nin geleceğinin çerçevesini çizen anayasal ilkeler sözleşmesi.

NCDC’nin bir diğer önemli tavrı, kendisini ayaklanmanın öncüsü veya temsilcisi olarak görmemesi, taleplerini kapsayıcı bir politik ve ulusal tasavvurda somutlaştırmaya çalışması.

NCDC temsilcisi Hasan Abdul-Atheem, yakın zamanlarda ABD’nin Suriye Büyükelçisi Robert Ford ile buluşmasında, birliklerinin, bir iç savaşa neden olabilecek ve rejimin gezici silahlı çetelere dair düzmece iddialarını karşılayabilecek biçimde ayaklanmayı finanse etme veya silahlandırma da dahil her türlü dış ya da bölgesel müdahaleyi reddettiğini beyan etti.

Özetle, şu anda Suriye muhalefetinin çoğunluğu, devrimlerini, genel ölçekte rejimle olası askeri savaş tehdidinden olduğu kadar yabancı emperyalist aktörler ve onlara hizmet eden bireyler tarafından asimile edilmekten korumaları gerektiğini anlamış durumda. Tarih, yabancı müdahale yolundan gitmenin her zaman zarar verici olduğunu ve bu konuda Suriye’nin de istisna olmayacağını göstermekte.


http://english.al-akhbar.com/content/protecting-syria%E2%80%99s-revolt-military-intervention adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

İngiltere’nin The Independent gazetesinden Peter Popham, yazar Arundhati Roy ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Politik duruşuyla ülkesinde hedef haline gelen Roy, yeni romanının bekleyebileceğini, önceliğinin Hindistan’ın politik sorunları olduğunu ifade ediyor ve belki de "aydın" tavrının nasıl olması gerektiğine dair bir ders veriyor:



Yarınki Booker Ödülü’nün öncesinde, Arundhati Roy, Peter Popham’a ödülün onu roman dışında yeni bir hayata nasıl yönlendirdiğini anlatıyor.

"Küçük Şeylerin Tanrısı” ile 1997’de Booker Ödülü’nü kazanan Arundhati Roy, bu yıl aday değil. Yine. Aslında, John Updike’ın, onun “Tiger Woods usulü çıkışı” olarak tanımladığı ilk kitabını tamamlamakta.

Bu deneme arzusu için değil: ikinci bir kitabının mevcut olduğu da biliniyor. Roy, “Yıllardır herkes bunu biliyor!” diye gülüyor. Çok az kişi kitaba bir göz atmış, ancak, Roy’un arkadaşı olan seksenlik roman yazarı ve sanat eleştirmeni John Berger bir istisna. O kadar çok etkilenmiş ki, Roy’u her şeyi bırakıp kitabı bitirmesi için zorlamış. Roy hatırlıyor: “Bir buçuk yıl kadar önce, John ile onun evindeydim. Bana hemen bilgisayarı açmamı ve her ne roman yazıyorsam ona bunu okumamı istedi. Herhalde dünyada bunu bana söyleme cesaretine sahip tek kişi odur. Ona bir bölüm okudum ve Delhi’ye hemen dönüp kitabı bitirmemi söyledi. Ben de ‘tamam’ dedim.”

Fakat onun iyi niyetleri engellenmişti: “Delhi’ye döndüm ve birkaç hafta içinde kapımın altından gelen, isimsiz, daktilo ile yazılmış bir not bana Hindistan’ın merkezinde bulunan ormanlardaki Maoistleri ziyaret etmemi söylüyordu.”

Hindistan’ın gizli savaş bölgesinin karanlık kalbine girmek, işte bu zorlu bir çağrıydı. Ama Arundhati Roy’un reddedebileceği türden değil.

Hindistan, yüzyıllar öncesinde Avrupalı sömürge güçlerinin geçtiği yoldan bugün geçmekte: stratejik madenlerin kaynaklarını tespit etme, bunların başında bulunanları püskürtme, demir cevherini, boksiti ve bunun gibilerini çıkartma ve bunu sanayileştirip zenginleşme. Ancak fark şu ki, Hindistan yağmalayacağı bir Avustralya’ya veya bir Güney Amerika’ya sahip değil. Bunun yerine, Roy’un söylediği gibi “Hindistan, hammadde çıkartmak için kendi fakir halkına sırt çevirerek, kendi kendini sömürüyor.”

Maden kaynaklarının yağmalanmasının başlangıcından yüzyıllar sonra, bizimki gibi ülkelerde yaşayan bazı insanlar, o zamana kadar yapılmış dehşeti anlamaya başladılar: yerlilerin katliamı, geleneklerinin yok edilişi, hayatta kalanların ise yoksulluğa mahkûm oluşu. Fakat o zamana kadar, vicdan azabı ucuzdu: hasar görülmüştü ve büyük servetler kazanılmıştı.

Ancak şu an, gerçek zamanda, bütün bunlar Hindistan’da meydana gelmekte. Sonuç olarak, vicdan azabı çok daha pahalı: samimiyetle ifade etmek gerekirse bu, tekere çomak sokabilir.

Arundhati Roy, Maoistlerin davetini kabul ettiğinde, Hindistan’ın merkezindeki ormanların köylerinde, Hindistan’ın kabile halkı olan milyonlarca Adivasi’ye yapılan şeylerin farkındaydı. Bu Hint orta sınıfı için rahatsız edici bir konuydu.

Hindistan’ın Naksalit adı verilen isyanı 1960’larda, Naksalbari’nin Batı Bengal köyünde başladı ve sayısız bölünme ve ayrışmalarla, patlamalarla ve geri çekilmelerle, o zamandan beri büyümekte. Fakat 2005 yılında yeni başbakan Manmohan Singh, bunu ülkenin yüzleştiği “en büyük iç güvenlik tehdidi” olarak tanımladığında, görünümünü çarpıcı içimde yükseltmiş oldu.

Roy, zamanlamanın çok önemli olduğuna inanıyor: “Hükümetin birkaç maden şirketi ve altyapı kurumlarıyla gizli mutabakat anlaşmaları imzalaması bununla aynı zamana denk geldi. Temel olarak nehirleri, dağları, ormanları sattılar ve bunları özel şirketlere devrettiler. Yerlilere karşı da, onları köylerinden çıkartmak için savaşı sürdürmeleri lazımdı. Böylece maden şirketleri o bölgelere geçebilecekti.”

Yüz binlerce paramiliter güç, bu işi yapmak için ormanlara konuşlandırıldı. Bunu, Maoistler tarafından “istila edilmiş” yüzlerce köyün yakılması, köylülerin saklanmasını önlemek için yol kenarı kamplarının kurulması ve iki tarafta da oldukça fazla kan dökümü izledi.

Fakat ormanda yürürken ve Maoistlerin hikâyelerini dinlerken, Roy, Hint basınının olanları saklamak adına çok fazla çalıştığı gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. İsyancıların yüzde 45’inin kadın, yüzde 99’unun ise yuvalarını ve topraklarını korumak için son ve umutsuz bir teşebbüs ile eline silah alan bu ormanların geleneksel sakinleri, kabile köylüleri olduğunu söylüyor.

Roy, “İnsanlar (ormanda) abluka altında. Pazara gidemiyorlar, çünkü pazarlar muhbir ve polislerle dolu. İlaç alamıyorlar, erzak alamıyorlar” diyor. Singh’in açıklamasından sonra, Salwa Judum adında bir anti-Maoist milis kuvveti kuruldu. 2005’ten sonra, Salwa Judum 600 kadar köyü yaktı ve 360 bin insan kaçmaktaydı, 50 bin kişi kamplara yerleşti ve diğer birçoğu ülke dışına kaçtı. Birçok insan ormanda yaşıyor ama köylerine gelmeye korkuyorlar.” Gözden uzakta, büyük bir insani trajedi yolda. BM Kongresi’nde tanımladığı şekliyle Roy, bunu soykırım olarak adlandırıyor.

Roy, “Suçlu olarak damgalandıktan sonra” - devlete ait yerlerdeki işgalciler - “şimdi (Adivasiler) sadece köylerinde kaldıkları için ve ürünlerini yetiştirdikleri için terörist oldular. Bu bir terör eylemi çünkü onlar Maoistler ile birlikte. Kim ormandaysa, o Maoistlerin tarafındadır” diyor.

Seyahat hakkındaki makalesi “Yoldaşlarla Yürümek” geçen sene Hindistan’da ilk çıktığında, Roy, korkunç bir şekilde bu isyancılara sempati duymakla eleştirildi. Çünkü Gandi’nin şiddetten kaçınma fikrine bağlı olan Hint orta sınıfına göre, silaha sarılmak kabul edilemez. Fakat Roy, “Başka çareleri var mıydı?” diye soruyor.

“Bence Gandi usulü direniş, uygun izleyici varsa eğer, siyasi tiyatronun aşırı derecede etkili ve etik bir şeklidir. Ancak, bir yerden kilometrelerce uzakta, ormanın kalbindeki bir kabile köylüsüyseniz ne olur? Polis köyünüzü sardığında, açlık grevine mi gireceksiniz? Aç insan açlık grevi yapabilir mi?”

Romanının zaferinden sonraki yıllar boyunca, Roy, Hint orta sınıfının damarına basmakta bir uzman haline geldi. Bu, onun aşırı duyarlılığını yansıtan bir lütuf. “Bazen bir derim olmadan yaşıyorum gibi hissediyorum. Korunmasız yaşıyorum ve bir deriniz olmadan yaşıyorsanız, aslında hep anlatılmak istenen şeyler okyanusunda yaşıyorsunuzdur” diyor.

“Yaşadığım ülke, gittikçe daha baskıcı, daha polis devleti haline geliyor… Hindistan, devlet olarak katılaşıyor. Karışık, sevimli bir demokrasi izlenimini vermeye devam etmek zorunda ama ark lambalarının dışında olanlar gerçekten dehşet verici.”

Ancak aynı zamanda, açık bir toplum olarak kalmaya devam ediyor ve tartışmalar kazanılmak için oradalar. 2009’da hükümet, Maoist ayaklanmanın kökünü kazımak için yeni ve hatta daha sert bir teşebbüs olan Greenhunt Operasyonu’nu açıkladı, fakat hem ormanın içinde hem de ötesinde hiddetli bir direnişi harekete geçirmiş oldu. “Hint seçkinlerinin arasında, onları Maoist terörist olarak adlandırmakta bir problem yoktu: onlar insanlıklarını yitirmişlerdi. Bu yüzden Maoist olmayan ben, gittim ve aslında onların kim olduğunu yazdım, bu onları, çok ama çok ciddi bir şey için mücadele eden insanlar haline getirdi. Ve bu büyük fark yarattı.”

“Tartışmaların kilidinin tekrar açıldığını düşündüğüm bu zaman çok ilginç. Gerçek bir zamanda yapılan gerçek bir müdahale, her ne kadar hemen bir isyana neden olmasa da tartışmanın paradigmasını değiştirebilir.”

Roman beklemek zorunda: Roy’un siyasi yazıları, ona göre “ İnsanların nefes almalarına yardımcı oluyor. Bu eserle ilgili en çok sevdiğim şey, yazıldığı ve (Hint bölgesel dilleri) Oriya, Kannada ve Telugu’ya çevrildiği andır… İnsanlar bana, kendimi tecrit edilmiş hissedip hissetmediğimi soruyorlar: Kendimi ne kadar tecrit edilmemiş hissettiğimi size anlatamam! Eğer biri yazılarımdan nasıl tepki aldığımı sorsa, sadece trafik ışığında durmam gerektiğini söylerdim! Bu, sevginin, öfkenin ve tartışmanın her gün gözler önüne serilen dinamik bir değiş tokuşu gibi.”

Kısaca hayatı

Doğum: 24 Kasım 1961, Shillon, Hindistan, Bangladeş sınırı yakınında.

Eğitim: 16 yaşında Yeni Delhi’ye mimarlık okumak için taşındı. Hâlâ orada yaşıyor.

Aile: 1984’te ikinci eşi, film yapımcısı olan Pradip Krishen ile evlendi. Sonraki birkaç yılını Hint filmlerine senaryo yazarken ufak tefek işlerle ilgilenerek geçirdi.

Kariyer: Yarı otobiyografik olan ilk romanı, Küçük Şeylerin Tanrısı, 500,000 £ Booker Ödülü kazandırdı. O zamandan beri profilini çevresel konularla ilgili ve kast sistemine karşı kampanyalarda kullanmakta. Bu yıl, Bozuk Cumhuriyet: Üç Makale, Maoist kabile isyancıların savunmasıyla tartışma yarattı.


http://www.independent.co.uk/arts-entertainment/books/features/arundhati-roy-the-next-novel-will-just-have-to-wait-2371609.html adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Zeynep Müge Karadağ

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Filipinler Komünist Partisi (Yeni Halk Ordusu), 9 Ekim tarihinde yazılı bir açıklama yaparak partinin sözcüsü Gregorio “Ka Roger” Rosal’in 22 Haziran’da geçirdiği bir kalp krizi sonucunda 64 yaşında hayatını kaybettiğini açıkladı. Açıklama şu şekilde:

Filipinler Komünist Partisi (CPP) tüm üyelerini, bütün devrimci güçleri ve halkı, CPP Sözcüsü Gregorio “Ka Roger” Rosal’in 22 Haziran’da gerilla alanlarında geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayatını kaybettiğini bildirmek ister.

Kamuoyuna açıklama, CPP’nin ilgili organlarının Ka Roger’ın kızlarına babalarının vefatını bildirmelerinin beklenmesi nedeniyle bu zamana ertelendi. Şiddetli askeri operasyonlar, kızlarına hızla bilgi verilmesini engelledi. Ka Roger’ın kardeşleri e vefatı konusunda bilgilendirildi.

Filipinler Komünist Partisi’nin tüm üyeleri, Yeni Halk Ordusu’nun (NPA) kızıl savaşçıları, devrimci güçler ve Filipinli kitleler Ka Roger’ın ölümünün yasını tutuyor. CPP Merkez Komitesi, ayrı bir açıklama ile Ka Roger’ın devrime hizmet ile geçen yaşamının, halkın devrimci mücadeleyi ileri aşamaya taşımasında ilham verici olacağını belirterek kendisine saygı ve şükranlarını sundu.

15 Ekim’de Yeni Halk Ordusu’nun tüm birimleri Ka Roger’a saygılarını sumak üzere düzenli biçimde toplanacak. Öğle 12’de anısına tüfek atışı yapacaklar. CPP’nin tüm birimleri ve devrimci kitle örgütlerinden Ka Roger’ı ve onun Filipin halkının devrimci mücadele tarihine katkısını anmak için saygı toplantıları düzenlemeleri istenmektedir.





Gerilla alanlarındaki anma görüntüleri:





http://www.philippinerevolution.net/statements/ka-roger-64 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


ABD’li sosyal bilimci Immanuel Wallerstein, ABD’de gündemin birinci maddesi durumunda olan “Wall Street’i İşgal Et” hareketine dair makalesinde, hareketin meşruiyetini ve görünürlüğünü tesis ettiğini, şu anda sönümlense bile büyük bir başarıya ulaştığını belirtiyor:

“Wall Street’i İşgal Et” hareketi –şimdilik hareket- bugünkünün doğrudan torunu veya devamcısı olduğu 1968’deki ayaklanmadan bu yana ABD’de gerçekleşen en önemli politik olay.

Bunun ABD’de başlamasına neden olan şeyin ne zaman gerçekleştiğini hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğiz: aşırı yükselen ekonomik sancı sadece yoksullar için değil, aynı zaman da çalışan yoksulların (bunun dışında orta sınıf olarak da bilinen) sürekli büyüyen dilimi için de mevcut; ABD nüfusunun en zengin yüzde 1’inin (“Wall Street”) aşırı biçimde şişmesi (sömürü, açgözlülük); tüm dünyadaki öfkeli ayaklanma örnekleri (Arap Baharı, İspanyol öfkeliler, Şilili öğrenciler, Wisconsin sendikacıları ve diğerlerinden oluşan uzun bir liste). Ateşi tutuşturan kıvılcımın ne olduğu gerçekten önemli değil. Yangın başladı.

Birinci aşamada –ilk birkaç gün- hareket, çoğunluğu genç olan ve gösteri yapmaya çalışan bir avuç cesur insandan oluşuyordu. Basın, onları tamamen göz ardı etti. Daha sonra bazı salak polis amirleri, bir parça şiddetin gösterileri sona erdireceğini düşündü. Filme çekildiler ve film Youtube üzerinden yayıldı.

Bu bizi ikinci aşamaya, tanınmaya taşıdı. Basın artık göstericileri büsbütün görmezden gelemedi. Böyle olunca basın tepeden bakmaya çalıştı. Bu ahmak, cahil gençler (ve birkaç yaşlı kadın) ekonomiye dair ne bilirdi ki? Yararlı bir programları var mıydı? “Yetiştirilmişler” miydi? Gösterilerin yakında boşa çıkacağı söyleniyordu. Basının ve yetkililerin hesaba katmadığı şey (hiçbir zaman öğrenecek gibi görünmüyorlar) protesto konusunun geniş biçimde yankılandığı ve hızla rağbet gördüğüydü. Şehirlerde ardı ardına benzer “işgaller” başladı. 50 yaşındaki işsizler katılmaya başladı. Ünlüler de öyle yaptı. AFL-CIO’nun (ABD’de bir sendikal konfederasyon; ç.n.) başkanının da içinde olduğu sendikacılar da. ABD dışındaki basın da şimdi eylemleri izlemeye başlamıştı. Ne istediklerini sordular, eylemciler “adalet” dedi. Bu, giderek çok daha fazla insana anlamlı bir cevap gibi görünmeye başladı.

Bu bizi üçüncü aşamaya, meşruiyete taşıdı. Belli saygınlıktaki akademisyenler, “Wall Street”e önelik saldırının bazı haklı gerekçeleri olduğunu belirtmeye başladı. Aniden ortayolcu saygınlığın başlıca sesi, The New York Times, 8 Ekim’de “protestocuların aslında net bir mesajları ve özel bir politika reçeteleri olduğunu” ve hareketin “bir gençlik ayaklanmasından öte olduğunu” belirten bir başyazı yayımladı. Gazete, şu şekilde devam etti: “Aşırı eşitsizlik, üretken yatırım olduğu kadar spekülasyon, para sızdırma ve devlet desteğiyle çalıştırılan bir finansal sektörün hakimiyetindeki fonksiyon bozukluğu olan bir ekonominin ayırt edici özelliğidir. The New York Times için sert bir dil. Ve ardından, Demokratların Kongre Seçim Kampanyası Komitesi, parti destekçilerinden “Wall Street’i İşgal Et protestolarını destekliyorum” beyanında bulunmalarını talep eden bir dilekçe dolaştırmaya başladı.

Hareket saygın hale geldi. Ve saygınlıkla birlikte tehlike de geldi –dördüncü aşama-. Rağbet gören büyük bir hareket, çoğunlukla iki ana tehdit ile kaşı karşıya kalır. Bunlardan biri, sokaklarda kayda değer büyüklükte sağcı bir karşı gösterinin organize edilmesidir. Katı (ve epey kurnaz) bir Cumhuriyetçi kongre lideri olan Eric Cantor, halihazırda bunun çağrısını yapmış durumda. Bu karşı göstericiler epey vahşi olabilir. Wall Street’i İşgal Et hareketinin buna hazırlıklı olması ve karşı gösterilerin hareketi ele geçirmeyi veya frenlemeyi ne şekilde tasarladığını enine boyuna düşünmesi gerekiyor.

Ancak ikinci ve daha büyük tehdit, hareketin mutlak başarısından doğar. Daha fazla destek çektikçe, bu durum aktif protestocular arasındaki görüş farklılıklarını arttırır. Buradaki sorun her zaman olduğu gibi, çok dar temelli olduğundan kaybedecek safları sıklaşmış bir tarikat olma veya çok yaygın olduğundan artık politik bütünlük taşımayacak bir durumda olma biçimindeki “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” halinden nasıl kaçınılacağı. İki aşırı uçtan birine gitmekten kaçınmayı başarmanın basit bir formülü yok. Zor bir şey.

Geleceğe bakarsak, hareket gittikçe güçlenebilir. İki şeyi yapmayı başarabilir: hükümetin yapacağı, halkın apaçık, aşırı biçimde hissettiği ızdırabı en aza indirgeyecek kısa vadeli yeniden yapılanmaya zorlamak; ve Amerikan halkının geniş kesimlerinin, çok kutuplu bir dünyada yaşadığımız için meydana gelen kapitalizmin yapısal krizlerinin ve esaslı jeopolitik dönüşümlerinin gerçeklerine dair düşüncelerine uzun vadeli bir dönüşüm getirmek.

Wall Street’i İşgal Et hareketi, bitkinlik veya baskı nedeniyle miyadını doldurmaya başlamış olsaydı bile, daha şimdiden başarılı olmuş durumda ve 1968’deki ayaklanmaların yaptığı gibi kalıcı bir miras bırakacak. ABD değişime uğrayacak ve bu olumlu bir yönde olacak. Meşhur tabiriyle, “Roma, bir günde kurulmadı”. Yeni ve daha iyi bir dünya sistemi, yeni ve daha iyi bir ABD, yinelenen nesillerde yinelenen çabayı gerektiren bir iştir. Ancak başka bir dünya gerçekten de mümkün (kaçınılmaz olsa da). Ve biz fark yaratabiliriz. Wall Street’i İşgal Et, fark yarattı, büyük bir fark.



http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2662 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


ABD'li gazeteci Amy Goodman, İngiltere'nin The Guardian gazetesinde ABD'deki "Occupy Wall Street" hareketine dair bir makale kaleme aldı. Goodman,şu anda görünen durumun, Obama yönetimi döneminin, Bush döneminin genişlemesinden ibaret olduğu şüphesi yarattığını belirtiyor:

Geçmişte, Barack Obama halen başkanlık için koşuşturan bir ABD senatörüyken, New Jersey’nin bir varoşundaki bir grup bağışçıya “Bana bunu yaptırın” dedi. Obama, Afro-Amerikalılar’ın sivil hakları için kendisinden talepte bulunan efsane sendika örgütleyicisi A. Philip Randolf’a cevap verirken aynı ifadeyi kullanan Başkan Franklin D. Roosevelt’in (hikâyeyi direkt Eleanor Roosevelt’ten duyan Harry Belafonte’ye göre) dilini ödünç alıyordu.

Başkan Barack Obama, şirketlerin finanse ettiği Çay Partisi ve Wall Street bağışçılarına ardı ardına ödünler verirken, artık yine kampanya modunda ve kendisinin ilerici eleştirmenleri, Cumhuriyetçilerin Beyaz Saray girişimine yardakçılık edebileceği için ona saldırmamaları konusunda uyarılıyorlar.

Yüzde doksan dokuza katıl. Ülke ve dünya çapında binden fazla dayanışma protestosundan esinlenen Wall Street İşgali safları büyümeye devam ediyor. Haftalar geçtikten ve Amerikan tarihin en büyük kitlesel tutuklamalarının birinden sonra Obama nihayet yorum yaptı: “İnsanların hayal kırıklığına uğradığını düşünüyorum ve protestocular finansal sistemimizin nasıl işlediğine dair daha geniş tabanlı bir hayal kırıklığını dile getiriyor.” Ama ne o, ne danışmanları, ne de Cumhuriyetçiler, filizlenen bu kitle hareketiyle ilgili ne yapacaklarını bilmiyorlar.

ABD Anayasa Mahkemesi tarafından verilen tartışmalı Halk Birliği - Federal Seçim Komisyonu (seçim reklamlarına şirketlerin sınırsız bağışta bulunmalarına olanak veren) kararının ardından, kampanyalar doyumsuz bir nakit açlığında. Obama’nın yeniden seçilme kampanyası bir milyar doları hedefliyor. Duyarlı Politika Merkezi’ne göre, finans sektörü, Obama’nın 2008 kampanya katkılarında -yalnızca avukatlar/lobiciler sanayi sektörü tarafından aşılan- en büyük ikinci kaynaktı.

Obama’nın kaybının, Bush döneminin dönüş sinyali olabileceği fikrinin haklılık payı var: Associated Press geçtiğimiz günlerde, Mitt Romney’in 22 uzman danışmanının hemen hepsinin, Baba Bush yönetiminin diplomasi, savunma ve istihbarat pozisyonlarında görev aldıklarını bildirdi. Bunların içinde, Bush yönetimin CIA Başkanı Michael Hayden ve Eski İç Güvenlik Bakanı Michale Chertoff gibi iki eski Cumhuriyetçi senatör de var. Yeni bir “İtiş Dönemi” (Yazar tarafından İngilizce “Push Era” tamlaması kullanılarak bir kelime oyunu ile “Bush Era”, yani “Bush Dönemi”ne gönderme yapıyor; ç.n.) olmadıkça, Obama’nın Başkanlığı Bush döneminin genişlemesinden ibarettir.

Wall Street İşgali’nin organik gücü, şirket medyasının tahmin edildiği gibi vadesi geçmiş değişmez uzmanlarının standart ciddiye almayı reddetme hallerine kafa tutuyor. Bu onlar için, protestocuların anlamakta zorlandıkları ve tamamen Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında olan bölünmeyle ilgili. Her iki partinin de Wall Street tarafından sarıldığını görüyorlar. Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haas; “protestocular ciddi değiller” dedi. Devlet tarafından verilen yardımlar hakkında neden konuşmadıklarını sordu. Muhtemelen bunun nedeni yüzde 99’a göre, sosyal güvenlik ve Medicare (sağlık hizmeti; ç.n.) hizmetlerindeki sorunlardan ziyade, artan eşitsizlikle birlikte, en zengin 400 Amerikalının, halkın yarısından daha fazla mülk sahibi olmalarının daha büyük bir sorun olması. Ve bir de, öncelikle savaşın kahredici maliyeti ve faturası olan kaybedilmiş hayatlar, fakat en önemlisi her iki taraftan da yok edilmiş yaşamlar var.

Bu nedenle, örneğin, Savaş Karşıtı Irak Gazileri’nin başkanı olan Jose Vasquez, Pazartesi gecesi Wall Street İşgali’ne katıldı. Bana şöyle dedi:

“Gazilerin işsizlik, evsizlik ve ekonomiyle ilgili diğer birçok sorunla uğraştıkları apaçıktır. Birçok insan, defalarca konuşlandırılıyor ve hâlâ mücadele ediyor. Buraya gelen birçok gaziyle karşılaştım. Aktif görevi devam eden ve Wall Street İşgali’ne katılmak için bu görevden ayrılan biriyle tanıştım.”

Barack Obama’nın tarihi seçimi, politik yelpazedeki milyonlarca insan tarafından elde edildi. Yıllarca, Bush yönetimi boyunca, insanlar başlarını bir tuğla duvara vurduklarını hissetti. Seçimle birlikte, bu duvar bir kapıya dönüştü, fakat yalnızca bir çatlaktan ibaretti. Sorulması gereken şu ki; tekmeleyerek mi açılacaktı yoksa çarpılarak mı kapanacaktı?

Bir kişiye bağlı değil. Obama toplum örgütleyiciliğinden, askeri komutanlığa geçti. Askeri kuvvetler, dünyanın en güçlü insanının Oval Ofis’te taleplerini fısıldadığını duyduklarında, başkan pencerenin dışında daha güçlü bir kuvvet olduğunu görmeliydi, hoşuna gitsin ya da gitmesin, “Eğer bunu söylersem, Bastil’i basacaklar” demeliydi.

Eğer dışarıda kimse yoksa, hepimizin başı çok büyük dertte.

- Denis Moynihan bu yazıya araştırmalarıyla katkıda bulunmuştur.


http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cifamerica/2011/oct/12/occupy-wall-street-barack-obama adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Doruk Köse

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız


Sloven düşünür Slavoj Žižek, Wall Street işgalcilerini ziyaret etti. Ziyareti sırasında bir konuşma yapan Žižek, göstericilere protestolarının "zararsız" bir duruma dönüştürülmeye çalıştırıldığı uyarısında bulundu ve protestoların yıllar sonra "nostaljik" biçimde anılır hale gelmemesi için sonuç alıcı olması gerektiğini hatırlattı:

Biz hepimiz kaybedenleriz, ancak gerçek kaybedenler aşağıda, Wall Street’te. Onlar milyarlarca dolar paramızla kurtarıldılar. Bize sosyalist deniyor, ancak burada zenginler için her zaman sosyalizm mevcut. Özel mülkiyete saygı duymadığımızı söylüyorlar, ancak 2008 finansal çöküşünde, buradaki herkesin haftalar boyunca gece gündüz yok edebileceğinden daha fazla güç bela kazanılmış özel mülkiyet yok edildi. Size, hayalci olduğumuzu söylüyorlar. Gerçek hayalciler, işlerin kendi yöntemleriyle süresiz olarak devam edebileceğini düşünenlerdir. Biz hayalci değiliz. Biz, kâbusa dönüşen bir hayalden uyananlarız.

Hiçbir şeyi yok etmiyoruz. Biz sadece, sistemin kendi kendini nasıl da yok ettiğine şahit oluyoruz. Hepimiz, çizgi filmlerdeki klasik sahneyi biliriz. Kedi bir uçuruma ulaşmıştır, ancak altında hiçbir şey olmadığı gerçeğine aldırış etmeden yürümeye devam etmektedir. Ancak aşağı baktığında ve farkına vardığında aşağı düşer. Bizim burada yaptığımız şey bu. Wall Street’teki herifler “Heey, aşağı bakın” diyoruz.

2011 Nisan ortasında Çin hükümeti, televizyonlarda, filmlerde ve romanlarda öteki gerçeklik veya zamanda yolculuk içeren bütün öyküleri yasakladı. Bu, Çin için iyiye işaret. Bu insanlar hâlâ alternatiflere dair hayal kuruyor ki sen bu hayal kuruşlarını yasaklıyorsun. Burada bir yasağa gerek yok, çünkü egemen sistem hayal kurma gücümüzü tamamı ile bastırmış durumda. Durmadan gördüğümüz filmlere bakın. Dünyanın sonunu tahayyül etmek kolay. Bir asteroid tüm yaşamı yok ediyor, falan filan. Ancak kapitalizmin sonunu tahayyül edemezsiniz.

Öyleyse burada ne yapıyoruz? Size komünist zamanlardan harikulade, eski bir fıkra anlatayım. Doğu Almanya’dan bir adam Sibirya’da çalışmaya gönderiliyor. Mektubunun denetçiler tarafından okunacağını biliyor ve arkadaşlarına şöyle diyor: “Gelin bir şifre oluşturalım. Eğer benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız orada yazdıklarımın gerçek olduğunu bilin. Ama kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.” Bir ay sonra arkadaşları ilk mektubu alıyor. Her şey mavidir. Mektupta der ki: “Burada her şey harika. Dükkânlar güzel yiyeceklerle dolu. Sinemalar batıdan güzel filmler gösteriyor. Apartmanlar büyük ve çok rahat. Tek satın alamayacağınız şey kırmızı mürekkep.” Bizim yaşadığımız da bu. İstediğimiz bütün özgürlüklere sahibiz. Tek eksiğimiz kırmızı mürekkep: tutsaklığımızı ifade edecek dil.Bizer öğretilen özgürlüğe dair konuşma yöntemi –teröre karşı savaş vs.-, özgürlüğü tahrif ediyor. Ve burada yaptığınız şey bu. Hepimize kırmızı mürekkep veriyorsunuz.

Burada bir tehlike var. Kendi kendinize aşık olmayın. Burada hoşça vakit geçiriyoruz. Ancak hatırlayın, karnavallar ucuza çıkar. Bunların değerlerinin gerçek kriteri ertesi güne ne kaldığıdır, normal günlük hayatımızın nasıl değişeceğidir. Bu durumda herhangi bir değişiklik olacak mı? Sizin bu günleri, bilirsiniz ya işte, “Aaah. Gençtik ve güzeldi” şeklinde hatırlamanızı istemiyorum. Temel mesajımızın “Alternatiflere dair düşünmemize izin verildi” olduğunu hatırlayın. Temel mesajımız şu: tabu yıkıldı, mümkün olan en iyi dünyada yaşamıyoruz. Önümüzde uzun bir yol var. Karşımıza dikilecek gerçekten zor sorular var. Ne istemediğimizi biliyoruz.Ama ne istiyoruz? Mevcut kapitalizmin yerini hangi toplumsal örgütlenme alabilir? Ne türden yeni liderler istiyoruz?



Hatırlayın. Sorun yozlaşma veya açgözlülük değil. Sorun sistem. Sistem isiz yoz olmaya zorluyor. Sadece düşmanlarınızdan değil, aynı zamanda bu süreci hafifletmeye çalışan yanlış arkadaşlardan da sakının. Kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, yağsız dondurma almamızla aynı şekilde bunu zararsız ahlaki protestoya dönüştürmeye çalışacaklar. Kafeinden arındırılmış bir süreç. Fakat burada bulunmamızın nedeni kola kutularını geri dönüştüreceğimiz, bir çift doları bağış olarak veya yüzde biri “Üçüncü Dünya”nın aç çocuklarına gittiği için bizi mutlu hissettirecek Starbucks kapuçinosunu satın almaya verdiğimiz dünyadan gına gelmesi. İşleri ve işkenceyi dışarıdan birilerine devrettikten, evlilik ajansları kimle çıkacağımızı bile dışarıdan belirledikten sonra, uzun bir süredir şunu görebiliyoruz ki, politik yükümlülüklerimizi de dışarıdan birilerinin eline devretmişiz. Bunu geri istiyoruz.

Eğer komünizm 1990’da yıkılan sistemse biz komünist değiliz. Bugün hâlâ iktdarda olan bu insanların Çin’de en acımasız kapitalizmi sürdürdüklerini hatırlayın. Bugün Çin’de sizin Amerikan kapitalizminizden daha dinamik bir kapitalizm var, ancak demokrasiye ihtiyaç duymuyor. Bu, kapitalizmi eleştirirseniz kendinizi demokrasi karşıtı olarak göreceğinize dair şantaja izin vermemeniz gerektiği anlamına geliyor. Demokrasi ile kapitalizmin evliliği sona erdi. Değişim mümkün.

Bugün olasılıklı olarak algıladığımız şey ne? Sadece medyayı takip edin. Bir yandan teknoloji ve cinsellikte her şey olası gibi görünüyor. Aya seyahat edebilirsiniz, biyo-genetik yoluyla ölümsüz olabilirsiniz, hayvanla veya herhangi bir şeyle seks yapabilirsiniz, ancak toplum ve ekonomi alanına bakın. Orada neredeyse her şey imkânsız sayılıyor. Zenginlerin vergilerinin birazcık yükseltilmesini istersiniz. “İmkânsız” derler. Rekabetçiliğimizi kaybederiz. Sağlık hizmetleri için daha fazla para istersiniz, size “İmkânsız, bu totaliter devlet anlamına gelir” derler. Size ölümsüzlük sözü verilen, ancak sağlık hizmetleri için biracık fazla harcanamayan dünyada yanlış bir şeyler vardır. Belki de önceliklerimizi tam burada ortaya koymamız gerekiyor. Daha yüksek yaşam standardı istemiyoruz. Bizim komünist olmamıza dair kanının tek kaynağı, müştereklerle ilgilenmemiz. Doğanın müşterekleriyle. Entelektüel mülkiyet ile özelleştirilen müştereklerle. Biyo-genetik müşterekleriyle. Bunun için, yalnızca bunun için savaşmalıyız.

Komünizm kesinlikle başarısız oldu, ancak müşterekler sorunu burada. Size, Amerikalı olmadığınızı söyleyecekler. Ancak muhafazakâr köktenciler kendilerinin gerçekten Amerikan olduğunu iddia ettiklerinde onlara bir şey hatırlatılmalı: Hıristiyanlık nedir? “Kutsal Ruh”tur. Kutsal Ruh nedir? İnananların birbirine aşkla bağlı olduğu, kendi özgürlüğünün ve üstlendiği kendi sorumluluğunun olduğu eşitlikçi toplum. Bu anlamda Kutsal Ruh burada. Ve Wall Street’tekiler yanlış putlara tapan paganlar durumundalar. Bu nedenle ihtiyacımız olan tek şey sabır. Korktuğum tek şey şu ki, bir gün evimize gideceğiz ve yılda bir buluşup bira içerek nostaljik bir içimde “Burada ne de güzel zaman geçirmiştik” diyeceğiz. Kendi kendinize bunun olmayacağının sözünü verin. İnsanların sıklıkla bir şeyleri arzuladığını, ancak onu gerçekten istemediğini billiyoruz. Arzuladığınız şeyi gerçekten istemekten korkmayın. Teşekkür ederim.


http://www.imposemagazine.com/bytes/slavoj-zizek-at-occupy-wall-street-transcript adresinde yayımlanan konuşma dökümünden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız



Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi