Content feed Comments Feed

Dizinin bu bölümünde Bronz Çağı imparatorluklarının neden ortaya çıkıp çöktükleri ve bu çelişkili toplumsal yapının neden uzun zamanlar kendini tekrar ettiği irdeleniyor.

Bronz Çağı imparatorlukları ortaya çıktılar ve yıkıldılar. Akad İmparatorluğu (Irak’ta kurulan), milattan önce 2190 civarında, ortaya çıkışından 140 yıl sonra aniden yıkıldı. Mısır’daki Eski Krallık’ın yıkılışı da bundan kısa bir zaman önce, milattan önce 2250 dolaylarında aynı anilik ile gerçekleşmişti.

Erken Bronz Çağı uygarlığı neden başarısız oldu? Detay mevcut değil, ancak Mısır kaynaklarında kıtlık, devletin parçalanması, batıdan Libyalı akıncıların ve doğudan da Nübyeli akıncıların baskını görülüyor. Buna karşın net olmayan şey bunların gerçekleşmesinin neden gerektiğiydi. Neden piramit inşacılarının bir zamanlar güçlü olan merkezileştirilmiş devleti artık halkını besleyemiyor, otoritesini sürdüremiyor ve sınırlarını koruyamıyordu?

Bu ortaya çıkış ve yıkılış şekli tekrar eden bir şeydi. Erken Bronz Çağ krizinin yarattığı kargaşadan yeni imparatorluklar doğmuştu. Milattan önce 1600-1200 yılları arasında Doğu Akdeniz bir kez daha rakip imparatorluklar arasında bölündü –Yeni Krallık Mısır’ı, Anadolu Hititleri (Türkiye), Kuzey Mezopotamya’daki (Irak) Mitanniler ve Miken Yunanlıları.

Söz konusu Geç Bronz Çağı jeopolitik sistemi, milattan önce 12. yüzyıl süresince şiddetli saldırı ve ihtilaf ortasında çöktü. Savaş durumuna geçmiş Eski Krallık firavunları, Libyalılardan ve “tüm topraklardan gelen kuzeylilerden” eşgüdümlü saldırıları kayda geçmişler. Bahsi geçen ikincisi daha tehlikeli. Bu farklı etnik yapılardan oluşan “deniz insaları”, büyük korsan filoları oluşturmuşlar. III. Ramses, “Bu insanların hepsi birden ilerlemekteydi. Hiçbir ülke onlara karşı koyamaz” demişti.

Denizci ve savaşçı olarak rakipsiz olan Yunanlılar bu deniz insanlarının arasındaydı. Homeros’un İlyada ve Odessa’sı muhtemelen milattan önce 1190 civarında gerçekleşerek ağızdan ağza aktarılan gerçek olaylara dayanmaktadır. Şiirler bu olayları efsanevi kahramanların gözüpeklik öykülerine dönüştürmüştür. Truva Savaşı ile ilgili gerçeğin özü, yağmaya kararlı olan Yunan korsanlarca gerçekleştirilen büyük bir deniz saldırısı olduğu izlenimini uyandırıyor.

Bu nedenle Geç Bronz Çağı imparatorlukları, Erken Bronz Çağı imparatorluklarına olduğu gibi yıkıldı. Ve Akdeniz’in ötesine, uygarlığın farklı zamanlarda geliştiği başka yerlere baktığımızda aynısını görürüz –ortaya çıkış ve yıkılış.

Mohenjo-daro ve Harappa’daki İnduş uygarlığı milattan önce 1900’lerde yıkıldı. Büyük Mohenjo-daro şehrinin aniden ve şiddetle öldürülen üst düzey insanlarından kalan gömülmemiş şeyler arasında kazıcılar bulundu.

Milattan önce iki binlerdeki Shang’dan milattan sonra 1644-1911’deki Manchu’ya kadar Çin tarihi bütün bir emperyal hanedanlar dizisinin rastgele periyotlarla, bazen asırlar süren, bölünme ve savaşla sonuçlanan ortaya çıkış ve düşüşüne şahittir.

Bu süreç boyunca Çin uygarlığı çok muhafazakâr ve temelde değişmezdi. Sosyo-ekonomik düzen nesilden nesile, hanedandan hanedana tamamen kendini tekrarladı. Çin, antik uygarlığın döngüsel yoluna uç bir örnek sağlıyor.

Bu nedenle, karşılaşacağımız iki tarihsel sorun var. Antik uygarlıklar neden ortaya çıktı ve yıkıldı? Ve bu çelişkili toplumsal yapı, uzun zaman dilimleri boyunca neden tamamen kendini tekrar etti?

Antik dünya, tekniğin durağanlığı ile nitelenmiştir. Çeşitli zamanlarda insanlar mevcut üretim biçiminin çelişkilerini, onu dönüştürerek atlatmıştır. Küresel ısınma, Geç Paleolitik avcılarının bel bağladığı büyük av hayvanlarının yaşam alanlarını tahrip etmiştir. Buna yanıt –Neolitik Devrim- tarımın ve stok artışının benimsenmesi yoluyla üretkenlikte, üründe ve nüfusta devasa artış elde etme olmuştur.

Toprak yorgunluğu ve nüfus baskısı daha sonra bu Erken Neolitik üretim biçimi için kriz yaratmıştır. Kentsel Devrim’de çelişkiler, arazi ıslahına, sulama planına ve toprağın sürülmesine dayalı ikinci bir büyük ileri atılım ile çözülmüştür.

Ancak Kentsel Devrim sonraki ilerleme için ayak bağı da getirmiştir: bir yönetici sınıfın varoluşu. Bunun doğuşunun haritasını daha önce çizmiştik. Bunun köklerinin uzmanlaştırılmış dini, askeri ve siyasi görevlerde, ilkel bir ekonomik sisteme içkin kıtlık ve emniyetsizliklerde olduğunu belirtmiştik. İlk yöneticiler, toplumsal rolleri kendilerine kıt kaynaklar üzerinde hâkimiyet veren kişilerdi.

Neden yönetici sınıfın, yeni fikirler için engel olması gerekmiştir? Kuşkusuz, artı değeri yükseltmek amacıyla tekniği geliştirmek onların çıkarlarına değil mi? Evet ve hayır. Toplumsal hayattaki tüm şeylerde olduğu gibi karşıt baskılar vardı.

Yeni yönetici sınıflar, kürsülerinde endişeyle oturdular. Kendi aralarında bölünmüşlerdi; aile aile, şehir şehir, kabile kabile ve imparatorluk imparatorluk. Büyük aileler, içerideki hasımlara karşı sadık kişilerden ve muhafızlardan oluşan maiyetler oluşturmuşlardı. Yabancı düşmanlara karşı ordulara ve büyük kalelere ihtiyaçları vardı.

Yöneticiler, sömürüldükleri için potansiyel isyankâr olan ve bu nedenle zor ve aldatmanın dikkatli bir karışımıyla sindirilmeleri gereken halk kitlelerinden de kopuklardı.

Zor, soylu maiyet ve devlet güçleri tarafından ortaya koyulan tehdit anlamına geliyordu. Aldatma, yöneticilerin asli bir rol oynadıkları ve kamu yararına hareket ettikleri yönündeki ideolojik sav anlamındaydı. Güç ve aldatmanın her ikisi de, arkeolojik belgelerde başat olan kocaman heykellerde cisimleşmişti.

Mısır’ın Eski Krallık dönemi piramitlerini ele alalım. Bu piramitler, ebediyete kadar yaşamaları beklenen tanrı-kralların mezarlarıydı. Bunlar, yöneticinin korkunç ve göz korkutucu bir çehreye yükseltildiği yanlış bir ideolojinin anıtlarıdır. Piramitler, halka konumlarını öğretmek üzere tasarlanmıştı. Sınıf savaşında ideolojik birer silahtılar.

Bu nedenle Bronz Çağı seçkinleri denetimlerindeki artı değeri gelişmiş tekniğe ve daha yüksek üretkenliğe yatırmadılar. Kaynakları askeri rekabette, prestij anıtlarında ve tabii ki lüks yaşam biçiminde israf ettiler. İktidar, propaganda ve ayrıcalık –üretkenlik değil-, Bronz Çağ köylülerinin emeğiyle yaratılmış artı değeri tüketti.

Bu süreç birikimseldi. Zenginin açgözlülüğü hiçbir zaman tatmin olmuyordu. Daha önceki anıtların ihtişamı, kendinden sonra gelen tarafından gölgede bırakılacak bir standart koyuyordu. Yöneticiler saraylarının lükslüğü, mezarlarının görkemi, büyük şehirlerinin sanat ve mimarisi konularında rekabet içindeydi.

Hepsinden öte, genişleyen ve çarpışan çekişme biçimi olarak askeri rekabet yoğunlaşmıştı. Geç Bronz Çağı dünyasında ağır çekim bir silahlanma yarışı saptanabilir. Milattan önce 1200 yılında, yine milattan önce 1600 yılına nazaran daha fazla asker, daha iyi silahlanmış ve daha güçlü savunan kaleler varmış gibi görünüyor. Dünya, daha da askerileşmiş hale gelmişti.

Teknik durgundu ama artı değer tüketimi yükseliyordu. Savaş, anıtlar ve lüks, köylülere yönelik daha yüksek sömürü oranı ve yoksullaştırma anlamına geliyordu. Tepedeki aşırı birikim, sistemin tarımsal temelindeki bozulma ile yansıyordu.

Geç Bronz Çağı’nın mağrur savaşçı efendileri, ekonomik maliyetleri sürdürülemez hale gelmiş asalak seçkinlerdi. Milattan önce 12. yüzyılda dünyalarının çökmesinin en derin sebebi budur.

Ancak bu, iç çözümü olmayan bir sorundu. Durgun teknik, sosyo-ekonomik muhafazakârlık anlamına gelmekteydi. Eski toplumun içinde büyüyen yeni güçler yoktu. Bun nedenle tercih, istilacıların barbarlığı ile eski (başarısız olmuş) emperyal uygarlığın yaşama dönmesi arasındaydı.

İnsanlık bir kez daha çıkmazdaydı. Ancak bu kez, sınıfların ve devletlerin varlığı, insan yaratıcılığı ve ilerlemesine karşı aşılması zor engeller inşa etmişti.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6201-a-marxist-history-of-the-world-part-8-crisis-in-the-bronze-age adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Uygarlığın Yayılması" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Slavoj Žižek, geçtiğimiz sene ülkesinde bir katliam gerçekleştiren Anders Behring Breivik özelinden yola çıkarak, Avrupa'da yükselen ırkçılığın kökenlerini irdelediği ve Avrupa'nın ırkçılık çıkmazından nasıl kurtulacağına dair önerilerini sunduğu bir makale kaleme aldı. Žižek'in Türkiye konusundaki artık göze çarpar hale gelen "iyimserliği" bu makalesinde de dikkat çekiyor.

1930’larda Hitler, anti-semitizmi, sıradan Almanların karşılaştığı belalar için –işsizlikten ahlaki çürümeye ve toplumsal huzursuzluğa dek- hikâye türünden açıklama olarak sunmuştu. Sadece “Yahudi komplosu”nu anımsatmak, basit bir “kavramsal haritalandırma” sağlama yoluyla her şeyi netleştiriyordu.

Günümüzün çokkültürlülük ve göçmen karşıtı nefreti, bunların aynı şekilde işlev görmemesi tehdidi mi taşıyor? Garip şeyler oluyor, günlük yaşamımızı etkileyen finansal iflaslar geçekleşiyor, ancak tüm bu olaylar anlaşılmaz biçimde yaşanıyor ve çokkültürlülüğün reddi duruma dair sahte bir netliği ortaya koyuyor: yaşam tarzımızın düzenini bozan, yabancı davetsiz misafirlerdir.

Bu nedenle, Batılı ülkelerde yükselen göçmen karşıtı eğilim (Anders Behring Breivik’in bir yıl önce bu hafta gerçekleştirdiği katliamla doruğa ulaşan) ile devam eden finansal kriz arasında bağlantı mevcut: etnik kimliğe sarılmak, şeffaf olmayan finansal tecridin girdabına yakalanma şeklindeki travmatik gerçeğe karşı koruma kalkanı görevi görüyor –asimile edilemeyen gerçek “yabancı cisim”, sonuçta kendini yürüten iğrenç bir mekanizma olan sermayenin kendisidir.

Kanlı eylemine tepkilerin yanı sıra, Breivik’in kendisini ideolojik olarak haklı çıkarmasına dair de bizi düşündürmesi gereken şeyler mevcut. Oslo’da 70’ten fazla insanı öldüren bu Hıristiyan “Marksist Avcısı”nın manifestosu kesinlikle deli saçması vakası değil; manifesto tamamen, yükselen göçmen karşıtı halkçılığın örtük temeli işlevi gören “Avrupa’nın krizi”nin tutarlı bir izahı –manifestonun gerçek tutarsızlıkları, bakışın içsel çelişkilerinin belirtileri.

Dikkat çeken ilk şey, Breivik’in düşmanını nasıl yorumladığı: her biri farklı politik alanlara ait olan üç unsurun bileşimi (Marksizm, çokkültürlülük, İslamcılık) –Marksist radikal sol, çokkültürlülük yanlısı liberalizm, İslami dini köktencilik. Düşmana ayrışık özellikler atfeden (Bolşevik-plütokratik Yahudi komplosu-Bolşevik radikal sol, plütokratik kapitalizm, etnik/dini kimlik) eski faşist alışkanlık burada yeni bir kılıfla dönüyor.

Daha da belirleyici olan ise Breivik’in radikal sağ ideolojinin etiketlemelerini değiştiren bunları kendince isimlendirme tarzı. Breivik, Hıristiyanlığı savunuyor, ama laik agnostik olarak kalıyor: Ona göre Hıristiyanlık sadece İslam’a karşı koymak için kültürel bir iskelet. Breivik, anti-feminist ve kadınların yüksek öğrenimlerini sürdürmekten caydırılmaları gerektiğini düşünüyor; fakat “laik” bir toplumdan yana, kürtajı destekliyor ve kendisini eşcinsel destekçisi olarak beyan ediyor.

Dahası Breivik Nazi niteliklerini (örneğin İsveçli Nazi destekçisi halk şarkıcısı Saga’ya sempatisini) Hitler’e yönelik nefretle birleştiriyor: kahramanlarından biri Norveç’teki Nazilere karşı direnişin önderi Max Manus. Breivik, Müslüman karşıtı olduğu kadar ırkçı değil: Tüm nefreti, Müslüman tehdidine odaklanmış.

Sonuncu ama son derece önemli olarak, Breivik Yahudi karşıtı ancak İsrail devletinin Müslüman genişlemesine karşı ilk savunma hattı olmasından dolayı İsrail destekçisi –hatta Kudüs Tapınağı’nın yeniden inşa edilişini görmek istiyor. Bakışı, çok fazla olmadıkları sürece Yahudilere “tamam” şeklinde –ya da “manifesto”sunda yazdığı gibi:

“Sayıları sadece 1 milyon olduğu ve bu 1 milyonun 800 bini Fransa ve İngiltere’de yaşadığı için Batı Avrupa’da (İngiltere ve Fransa hariç) Yahudi sorunumuz yok. Diğer yandan 6 milyondan fazla (Avrupa’nın yüzde 600’ü kadar) Yahudi’nin bulunduğu ABD gerçekten de hatırı sayılır bir Yahudi soruna sahip.”

Breivik’in hali böylece Siyonist Nazi şeklindeki en üst düzey çelişkiyi gerçeğe dönüştürüyor – bu nasıl mümkün?

Avrupa sağının Breivik’in saldırısına dair tepkileriyle bir anahtar sağlammış durumda: mantraları, “kanlı eylemini kınarken, Breivik’in “gerçek sorunlara dair meşru kaygılar”dan bahsettiğini unutmamalıyız –anaakım siyaset, Avrupa’nın İslamlaşma ve çokkültürlülükle uğradığı yıpranmadan bahsedemiyor” şeklinde. Ya da Jerusalem Post gazetesinden alıntılarsak; “Oslo trajedisini, Norveç ve başka yerlerdeki göçmen entegrasyonu politikalarını ciddi anlamda yeniden gözden geçirmesi için bir fırsat olarak kullanmalıyız.” (Aklıma gelmişken, aynı minnettarlığı Filistinlilerin terör eylemleri hakkında duymak da hoş olurdu, mesela, “Bu terör eylemleri, İsrail’in politikalarını yeniden gözden geçirmesi için bir fırsat vazifesi görmeli” şeklinde.)

O halde Avrupa, demokratik açıklığının dışlama temelli olduğu şeklindeki ikilemi kabul etmeli: Robespierre’in uzun zaman önce söylediği gibi “özgürlük düşmanlarına özgürlük yok” mu? Prensipte bu tabii ki doğru, fakat burada çok açık olması gereken bir şey var. Bir bakıma Breivik'in hedef seçimi doğru: yabancılara değil, yabancıların izinsiz girişlerine karşı çok hoşgörülü olan kendi toplumundan birilerine saldırdı. Sorun yabancılar değil, kendi (Avrupalı) kimliğimiz.

Avrupa Birliği'nde devam eden kriz ekonomik ve finansal kriz olarak görünse de bunun esas boyutu ideolojik-politik kriz. birkaç yıl önce AB anayasası referandumlarında yaşanan başarısızlık seçmenlerin AB'yi, halkı harekete geçirme konusunda yetersiz bir "teknokratik" ekonomik birlik olarak algıladıklarının açık işaretini verdi -son dönem protestolarına dek insanları harekete geçireilen yegâne ideoloji Avrupa'nın göçmen karşıtı savunması oldu.

Doğu Avrupa'nın komünizm sonrası devletlerinde son dönemlerde homofobinin patlaması durup düşünmemize neden olmalı. 2011 başlarında İstanbul'da binlerce eşcinsel, şiddet veya başka tacizler olmaksızın barış içinde bir yürüyüş gerçekleştirdi. Aynı günlerde Sırbistan ve Hırvatistan'da gerçekleşen eşcinsel yürüyüşlerinde polis, binlerce şiddet eğilimli Hıristiyan köktencinin gaddarca saldırısına uğrayan katılımcıları koruyamadı. Avrupa mirasına gerçek tehdidi Türkiye'dekiler değil, bu köktenciler temsil ediyor, bu nedenle AB Türkiye'nin girişini engellediğinde şu açık soruyu ortaya atmalıyız: aynı kuralları Doğu Avrupa'ya uygulamaya ne dersiniz?

Bundan bir asır önce G.K. Chesterton din eleştirisinin köklü çıkmazını açık bir biçimde ortaya koymuştu:

"Özgürlük ve insanlık uğruna kiliseyle savaşmaya başlayan adamlar, sadece kendileri kilise ile savaşabiliyorlarsa özgürlük ve insanlığı bir kenara attıkları noktaya vardılar. Sekülerlik yanlıları kutsal şeyleri bozmamışlardır; ama kendilerini memnun edecek bir şey varsa seküler şeyleri bozmuşlardır."

Aynısı din savunucularının kendileri için kabul edilmiyor mu? Kaç tane din savunucusu günümüz seküler kültürüne gaddarca saldırarak başladı ve anlamlı bir dini yaşamdan vazgeçerek son buldu?

Benzer biçimde, anti-demokratik köktenciliğe karşı savaşmak için çok istekli olan birçok liberal, teröre karşı sadece kendileri savaşabilirlermiş gibi özgürlük ve demokrasiyi kendi kendilerine bir kenara atacakları noktaya varacaklar. Eğer "teröristler" başka bir dünya aşkına bozmaya hazırsa, bizim terörle savaşçılarımız da Müslüman olan diğerlerine olan nefretlerinden dolayı kendi demokratik dünyalarını bozmaya hazırlar. Bunların bazıları insanlık onuruna, onu savunmak için işkenceyi -insanlık onurunun en ileri düzeyde aşağılanmasını- yasallaştırmaya hazır olacak kadar çok sevdalılar.

Aynısı, göçmen tehdidine karşı Avrupa'yı savunucuların son zamanlardaki yükselişi için de kabul ediliyor mu? Bunlar, Avrupa'nın Yahudi-Hıristiyan mirasını korumak için gayretkeşliklerinde, yeni bağnazlar Hıristiyanlığın gerçek merkezini terk etmeye hazırlar: her bireyin tümelliğe anında erişimi mevcut (Kutsal Ruh'tan ya da günümüzde insan hakları ve özgürlükten); Ben, küresel toplumsal düzen içindeki benim özel alanıma aldırmadan bu evrensel boyuta katılabiilrim. İsa'nın, Luka İncili'ndeki "rezil" kelimeleri, her türlü toplumsal hiyerarşiyi reddeden böyle bir evrenselliği hedeflemiyor mu?

"Biri bana geliyor ve annesinden, babasından, eşinden çocuğundan, erkek ve kız kardeşlerinden nefret etmiyorsa -evet, hatta kendi yaşamından- benim müridim olamaz."

Aile ilişkileri burada, bizim küresel düzen ya da gidişat içerisindeki yerimizi tayin eden belirli etnik ya da hierarşik bağlar için bulunuyor. İsa tarafından emredilen "nefret" bu yüzden Hıristiyan sevgiye değil, bunun doğrudan ifadesine karşı: kendini, içinde doğduğumuz organik çevreden "bağımızı koparmayı" emredecek şekilde seviyor -ya da Aziz Paul'ün dediği gibi; bir Hıristiyan için ne kadınlar ne de erkekler, ne Yahudiler ne de Yunanlılar vardır. Pek tabii ki, tamamen belirli bir yaşam biçimiyle tanımlanmış olanlar için İsa’nın görünümü gülünç ve travmatik bir skandal olarak algılandı.

Ancak Avrupa'nın çıkmazı çok daha derine uzanıyor. Sorun şu ki, göçmen karşıtı dalgayı eleştirenler, Avrupa mirası'nın bu nadide damarını savunmaktansa, kendilerini çoğunlukla Avrupa'nın kendi günahlarını itiraf etme, Avrupa mirasının sınırlandırmalarının mütevazıca kabulü ve kültürel zenginliklerinin övülmesi şeklindeki sonu gelmez ayinle sınırlıyorlar.

William Butler Yeats'ın "İkinci Geliş" şiirinin ünlü dizesi, günümüzdeki açmazımızı şu şekilde mükemmel betimliyor gibi görünüyor: "En kötü, tutkulu bir yoğunlukla doluyken, en iyi bütün inancından yoksundur." Bu dize, kansız liberallerle ateşli köktenciler -Müslümanlar olduğu kadar kendimizin, Hıristiyan köktencilerin- arasındaki mevcut kopuşun kusursuz bir betimlemesi. "En iyi", çarpışma için artık tamamen ehil değilken "en kötü" ırkçı, dinci, cinsiyetçi fanatizm ile iştigal ediyor. Bu çıkmazdan nasıl kurtulunur?

Almanya'daki bir tartışma yönteme işaret edebilir. 17 Ekim 2010'da Başbakan Angela Merkel, partisi muhafazakâr Hıristiyan Demokrat Birlik'in genç üyelerinin toplantısında şu açıklamada bulundu: "Birbirimizle tamamen yan yana ve mutlu bir biçimde yaşadığımızı söyleyen bu çokkültürlü yaklaşım iflas etmiştir. Tamamen iflas etmiştir." En azından, muhafazakârların birkaç yıl önce, her devletin en nüfuzlu alanda temellenmesi, aynı alandaki diğer kültürlere üye bireylerin de saygı göstermesi gerektiğini iddia ettikleri Leitkultur (egemen kültür) ile ilgili tartışmayı tekrarlayarak tutarlı olduğu söylenebilir.

Beautiful Soul (ABD'li aktör ve şarkıcı Jesse McCartney'in 204 yılında çıkardığı albümün ismi; ç.n.) şarkısını çalmaktan, böylesi açıklamalarda bulunup yeni yeni ortaya çıkan ırkçı Avrupa'dan şikayet etmektense, eleştirel bakışımızı kendi üzerimize çevirmeli, gelinen bu üzücü noktaya katkıda bulunan kendi soyut çokkültürlülük yanlılığımızın ne ölçüde olduğunu sormalıyız. Eğer bütün taraflar aynı nezaketi paylaşmıyor ya da bu nezakete saygı duymuyorsa, çokkültürlülük yasal olarak düzenlenmiş cehalet veya nefrete dönüşür. Çokkültürlülüğe dair çatışma halihazırda Leitkultur'e dair çatışmadır. Bu kültürler arası bir çatışma değil, farklı kültürlerin nasıl bir arada yaşayabileceğine ve yaşaması gerektiğine dair, eğer bir arada yaşıyorlarsa bu kültürlerin paylaşması gereken kurallar ve uygulamalara dair farklı bakışlar arasında bir çatışmadır.

Bu nedenle "ne akdar hoşgörü sergileyebiliriz" şeklindeki liberal oyuna yakalanmaktan kurtulabilmeliyiz -çocuklarını devlet okullarına gitmekten alıkoyuyorlarsa, kadınlarını örtünmeye ve belirli bir biçimde davranmaya zorluyorlarsa, çocuklarının evliliklerini kendileri düzenliyorlarsa, kendi zümrelerindeki eşcinsellere gaddarca davranıyorlarsa hoşgörü göstermeli miyiz? Bu düzeyde tabii ki hiçbir zaman yeterince hoşgörülü olmuyoruz , ya da kadınların haklarının ihlali ve benzeri konularda her zaman ve halihazırda çok hoşgörülüyüz.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, tüm iştirakçiler tarafından paylaşılacak esaslı bir evrensel proje sunmak ve bunun için mücadele etmektir. Ekolojiden ekonomiye dek, "Ne kadınlar ne de erkekler, ne Yahudiler ne de Yunanlılar"ın olduğu mücadelelerden çok var.

İşgal altındaki Batı Şeria'da birkaç ay önce küçük bir mucize gerçekleşti: Duvara karşı protesto gösterisinde bulunan Filistinli kadına İsrail'den bir grup lezbiyen kadın katıldı. Başlangıçtaki karşılıklı güvensizlik, duvarı savunan İsrail askerleriyle ilk karşı karşıya gelişte, geleneksel giyimli Filistinli kadının pembe saçlı lezbiyen Yahudi ile kuzaklaşmasıyla dağıldı, olağanüstü bir dayanışma gelişti -mücadelemizin nasıl olması gerektiğniin canlı işareti.

Sigmund Freud son yıllarında şu soruya dair kafa bulanıklığını ifade etmişti: bir kadın ne ister? Bugünkü sorumuz daha çok şu: Avrupa ne istiyor? Çoğunlukla, küresel kapitalist kalkınmanın düzenleyicisi olarak hareket ediyor, bazen geleneğinin muhafazakâr müdafasıyla cilveleşiyor. Her iki yol da unutulmaya, Avrupa'nın ötekileştirilmesine gidiyor.

Avrupa için kuvvetten düşürücü bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, radikal ve evrensel kurtuluş mirasının yeniden canlandırmak. Görev, gerçek bir arada yaşamı sürdürebilecek ve farklı kültürleri karıştırabilecek, Leitkultur için yaklaşam muharebeye girişecek tek şey olan esaslı özgürleştirici bir Leitkultur ile salt hoşgörünün ötesine geçmek.

Diğerlerine sadece saygı duymayın -madem ki bugünkü problemimiz müşterek, onlara ortak mücadele de önerin.

http://www.abc.net.au/religion/articles/2012/07/24/3552623.htm adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Bu bölümde Neil Faulkner, her biri rahipler, şehir yöneticileri ve savaş liderleri tarafından yönetilen kentlerdeki uygarlığın dünyaya yayılmasına ve gelişmesine değiniyor.

Dünyanın ilk sınıflı toplumu Sümer’de milattan önce 3000’li yıllarda ortaya çıktı. Başrahipler ve şehir yöneticilerinden oluşan bir seçkinler grubu, kendilerini toplumun üstünde konumlandırdı ve sıradan yurttaşları kendi çıkarları için sömürmeye başladı.

Giderek karmaşıklaşan toplum, onlara özel siyasi-dini roller tahsis etmiştir. Bu roller onlara mülkiyet ve artı değer üzerinde hâkimiyet vermiştir. Ancak kıtlığın ve yoksulluğun kural olduğu bir dünyada bu hâkimiyeti kendilerini zenginleştirmek ve kendi iktidarlarını desteklemek için kullanmışlardır.

Aynı anda ya da birazcık sonrasında birtakım başka yerlerde aynı şeyler olmuştur. Medeniyet tek bir merkezden dışarıya doğru yayılmamıştır: koşulların uygun olduğu yerlerde bağımsız biçimde ortaya çıkmıştır.

Sümer’de rahipler yönetici sınıfın çekirdeğini oluşturmuş, tapınak varlıkları onlara zenginlik sağlamış ve tapınak zigguratları onların en gösterişli eserleri olmuştur. Şehir yöneticileri ve savaş liderleri, teokratik seçkinler arasından seçilmiştir.

Mısır’da gerçek bunun tersidir. Şahin kavminin lideri ve efsanevi ilk firavun Menes, Nil Deltası’nı (Aşağı Mısır) ve Nil Vadisi’ni (Yukarı Mısır) askeri fetihle birleştirmiştir. Merkezileştirilmiş bir devlet yaratarak kendisini tanrı-kral (firavun) ilan etmiştir.

Rahipler, memurlar, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylülerin hepsi firavunun emri altındaydı. Yönetici sınıf –rahipler ve memurlar- mülklerini ve konumlarını kralın himayesine borçluydular. Eski Mısır Krallığı’nın (M.Ö. 2705-2250) sembolik anıtları piramitler tapınak değil, kral mezarıydılar.

Sümerli rahipler ve şehir yöneticileri gibi, Mısırlı firavunlar da “kent devrimi”nin kültürel ambalajını geliştirdi: sulama çalışmaları, uzun mesafeli ticaret (özellikle madenler, kereste ve taş konusunda), okuryazarlık ve kayıt tutma, numerik gösterim ve geometri, standart ağırlıkları ve ölçüler, takvim ve zaman kaydetme, astronomi bilimi.

Kent ambalajı devletin ve seçkinlerin ihtiyaçlarını yansıtıyordu. Nil sularının denetimi, verimli hasadı, büyük üretim fazlasını ve sağlıklı bir işgücünü garantiye aldı. Resmi ticaret çalışmaları, silah üretimi, anıtsal mimari ve lüks tüketim için ihtiyaç duyulan hammaddeleri güvence altına aldı. Bilgili bir bürokrasi, devlet iktidarının bağlı olduğu vergi ve işçilik hizmetlerini yönetti.

Bağımsız “kentsel devrimler” birkaç farklı yerde ortaya çıktı. Bu, tüm insanların en üst düzey başarılara erişebilir olduğunu gösterir. Diğerlerine örnek olacak “üstün ırklar” ya da “uluslar” yoktur. Tarihsel farklılıkları belirleyen kültür ve şartlardır –biyoloji değildir.

Milattan önce 2600 dolaylarında İndus Vadisi’nde (Pakistan) kentsel uygarlık ortaya çıktı. Mohenjo-Daro’nun büyük anıtları ve ikamet edilen mahalleleri bir milkare alanı kapsar. Kazılarda çıkan damga pulları, standart ağırlıklar ve ölçüler, komplike bir yönetime işaret eder.

Kuzey Çin’in Sarı Nehir bölgesinde bulunan antik Anyang, neredeyse 10 km. uzunluğunda ve 4 km. genişliğinde duvarsız bir kompleksti. Muhtemelen milattan önce 13. yüzyılda Şang Hanedanı’nın başkentiydi. Kazılar, zengin kral mezarlarını, büyük miktarda süslenmiş bronz zulasını ve on binlerce çatlak ve yazılı kehanet kemiğini gün yüzüne çıkardı.

Meksika’daki Teotihuacan, zirvede olduğu milattan sonra 450-650 yılları arasında 8 mil kare büyüklüğünde ve 150 bin civarında nüfusa sahip bir Maya şehriydi. Merkezinde dev piramitlerin hâkim olduğu anıtsal bir kompleks vardı. Güneş Piramidi’nin tabanı 210 metrekare ve yüksekliği 64 metreydi.

Büyük Zimbabve (M.S. 1100-1500) Afrika’nın kalbinde 20 bin nüfuslu bir kentti. Zenginliğinin temelinde büyükbaş hayvancılık, zirai tarım ve altın, bakır, fildişi, köle ticareti yatıyordu. Zambezi ve Limpopo arasında 100 bin kilometrekare genişliğinde bir alanı vardı.

Eskiden akademisyenler uygarlığın tek bir merkezden yayıldığına inanırlardı. “Eski doğudan çıkan ışık”tan bahsederlerdi. Bu, 19. yüzyılda “Beyaz Adamın Sorumluluğu” –Avrupalı emperyalistlerin uygarlaştırma misyonu- fikirleri ile donatılmıştı.

Arkeoloji bunun aksini ispatlamıştır: uygarlık, birbirinden bağımsız olarak farklı yerlerde, farklı zamanlarda gelişti. Mesaj, tüm dünya halklarının ortak beşeriyeti ve eşit yaratıcı potansiyeli paylaştığı.

Ancak başlıca medeniyet merkezlerinin, kendilerini çevreleyen toplumlar üzerinde etkisi olmuştur. “Çekirdek” ile “çeper” arasında her zaman bir ilişki olur.

Mısırlı firavunlar Lübnan’dan kereste, Kıbrıs’tan bakır, Sudan’dan altın elde etmiştir. Kimi zaman bu bir barışçıl takas meselesi olmuştur. Lübnan’daki Biblos kenti kereste ticaretiyle zenginleşmişti. Yerel tüccarlar, Mısır dilini okuyabilen tezgâhtarlar çalıştırmışlardır. Kültürel etkileşim vardı.

Başka zamanlarda bu bir fetih meselesi olmuştur. Kuzey Sudan fethedilmiş ve altın vergisi vermeye zorlanmıştı.

Çekirdek ve çeper arasındaki etkileşim bu nedenle çok yönlüydü –ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel.

Ticarete olan rağbet tüccarları, deniz kaptanlarını ve gemi inşacılarını cesaretlendirmişti. Kürekçiler tarafından hareket ettirilen uzun tekneler, milattan önce 3000 yılından itibaren Ege Denizi’nde kullanılmıştır. Troya Kalesi milattan önce 2700 yılında Çanakkale Boğazı girişindeki bir limanı korumak için inşa edilmiştir.

Minos Uygarlığı’nın “Thalassokrasi”si (deniz hakimiyeti), milattan önce 1950-1450 yılları arasında Girit’in merkezi konumu ve adalıların kargo gemilerini derin gövdeli, yüksek kapasiteli, yelken gücüyle giden biçimdeki devrim niteliğinde tasarımları üzerinden egemenlik kurmuştur.

Minos Girit medeniyeti yöneticileri, geniş alana yayılmış, taştan yapılan, duvar resimlerinin ve devasa seramik kapların olduğu kilerlerin yer aldığı saraylarda yaşamıştır.

Homeros, kahramanı Odysseus’u seyahat yorgunu bir görünüşte tanımlar, onun “yaşamını hantal bir gemide, dışarıya giden malları hakkında endişelenerek harcayan, aşırı kârlarla eve geldiğinde gözünü yükünden ayırmayan bir tüccar gemisi kaptanı gibi” olduğunu söyler.

Böylece çeper, ticarete olan rağbet ile değişmiştir. Çeper, savaş tehdidiyle de değişmiştir. Akkad kralı Sargon, milattan önce 2330 sonrasında Mezopotamya şehirlerini birleştirmiş ve Pers Körfezi’nden Akdeniz’e dek uzanan bir imparatorluk yaratmıştır. Eski Krallık (Mısır medeniyetinde milattan önce üçüncü bin yıla verilen isim; ç.n.) firavunları, Sina’yı bakırı için fethetmişlerdir.

Süpergüç militarizmle tehdit edilen çeperdeki küçük devletler ve kabileler savaş için örgütlenmişti. Bronz Çağı dünyasına savaşçılar, silahlar ve savaş filoları egemendi. Ağır çekimdeki silahlanma yarışı, yüzyıllar boyunca hız kazandı. Duvar resimleri malların yüklendiği gemileri gösterir, ama aynı zamanda silahlanmış adamlarla dolu gemileri de gösterir.

Ticaret ve savaş vasıtasıyla ve malların, insanların, fikirlerin hareketi yoluyla çekirdek ve çeper toplumları birbirini etkilemiştir.

Kültürün paylaşımı ve yayılması, arkeologların “difüzyon” dedikleri şeydir. Bu, bilgi ve üretkenliğin gelişmesindeki başlıca süreçlerden biridir. İlerleme bariyerlerle engellenir, köprülerle kolaylaştırılır.

Ancak rekabet eden seçkinler ve hasım ordular dünyası aynı zamanda ölüm, tükenme ve gerileme potansiyeli barındırır. Göreceğimiz üzere, Bronz Çağı medeniyetinin zıtlıkları insanlığı durmadan krize ve barbarlığa sürüklemiştir.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6085-a-marxist-history-of-the-world-part-7-the-spread-of-civilisation adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Yazı dizisinin "İlk Yönetici Sınıf" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner bu bölümde insan emeğinin artan üretkenliği ile birlikte ortaya çıkan artı değerin toplumun bir kesimine çalışmadan yaşama fırsatı vermesi ve böylece ilk yönetici sınıfın ortaya çıkmasının üzerinde duruyor.


Irak’ın güneyinde Dicle-Fırat deltasında bir kara parçası olan tarihöncesi Sümer, bataklık ve çölün bir karışımıydı. Neolitik öncüler, milattan önce 3000 dolaylarında burada gerçek “Cennet Bahçesi”ni yaratmışlar.

Bataklıkları sudan arındırmışlar ve bunların arasındaki kumsal sığlıkları sulamışlar. Bu şekilde olağanüstü verimli alanlar yaratmışlar. Milattan önce 2500’de bir arpa tarlasındaki ortalama verim, ekimin 86 katıymış.

Bunları, pişmiş kile kazınmış yazılı kayıtlardan biliyoruz. Sümerler yazıyı icat etmişlerdir, çünkü yarattıkları karmaşık şehir toplumu detaylı kayıt tutmayı gerektirmiştir.

Antik Sümer, yaklaşık olarak günümüz Danimarka’sı kadardı. Zengin toprakları işlenir işlenmez çok büyük tarımsal arz fazlası üretebildi. Bu durum, köylerde yaşamaktan kentlerde yaşamaya doğru nitelikli bir değişimi olanaklı kıldı. Sümer, bir “kent devrimi” başardı.

Sümer höyükleri binlerce yıllık çökelme ile şekillenmiş yassı başlı yapay tepeciklerdir. Yassılaştırılmış kerpiçten yapıları sunan toprak katmanları, yerleşik halkın birbirini izleyen nesillerinin öyküsünü anlatır. Bunlar, milattan önce dördüncü ve üçüncü bin yıllar arasında Bakır Çağı köylerinin Bronz Çağı kentlerine dönüştüğünü gösterir.

Kazılar, büyük tapınakların hâkimiyetindeki şehirleri ve “ziggurat” olarak bilinen yapay tepecikleri ortaya çıkarmıştır. Erek şehrinde bulunan “Erken Hanedan” dönemine (M.Ö. 2900-2300) ait ziggurat 10 metre yüksekliğindeki ve güneşte kurutulmuş tuğlalarla yapılmıştı, burada binlerce topraktan yapılma kadeh ile karşılaşılmıştı ve üstü zift ile kaplanmıştı.

Şehir, ikamet ve üretim bölgeleriyle birlikte bir bütün olarak iki mil kare bir alanı kaplıyordu.

Tapınaklar –ve bunları desteklemek için kendisini çevreleyen kırlık araziler- tanrılara aitti. Lagaş bölgesi, 20 kadar tanrı arasında bölünmüştü.

Tanrıça Bau (Tanrı Ningirsu’nun eşi olan ve bazı kaynaklarda “Ba” diye de anılan şifa tanrıçası; ç.n.) , 17 mil kare alana sahipti. Bunu bir kısmı münferit ailelere tahsis edilmişti. Bir kısmı da ücretli işçiler, yarıcılar ya da örfi işçi hizmetliler tarafından Bau’nun kişisel mülkü olarak işletiliyordu.

Bau’nun yokluğunda mal varlığı tapınak rahipleri tarafından yönetilirdi. Bau’nun halkı sadece 08 ila 2.5 akre (Bir akre 4047 metrekareye denktir; ç.n.) arası toprağa sahipti. Ancak üst düzey bir tapınak yetkilisinin 35.5 akre araziye sahip olduğu bilinir.

Rahipler, kendi mülklerinden elde ettikleri şahsi servetle ve tapınak varlıklarının yarattığı zenginliğin kolektif idaresi ile bir seçkin tabakası oluşturdular.

Malvarlığı, rahipleri güçlü kıldı ve güç daha fazla zenginlik biriktirmek için kullanıldı. Bir Lagaş buyruğu, eski düzenin “başlangıçtan beri olduğu gibi” yeniden tesis edilmesini emretmekteydi. Buyruk, rahiplerin fakirlerden çaldıklarını, zorla almanın çeşitli biçimlerini icra ettiklerini ve tapınağın toprağına, hayvanlarına, ekipmanlarına ve hizmetlilerine kendi özel mülkleriymiş ya da köleleriymiş gibi davrandıklarını tescil ediyordu.

Terfi eden rahipler “şehir yöneticisi” oldular (sonrasında kral şeklini aldı). Lagaş’da şehir yöneticisi, baş tanrının ve yurttaş ordusunun başkomutanının başrahibiydi. Bau’nun arazisinin 608 akresini kullanma hakkına sahipti.

Lagaş şehir yöneticisi, ayrı şehir devletlere bölünmüş Sümer’de birçok yöneticiden biriydi. Bu devletler çoğu zaman birbirleriyle savaş halindeydi. Ur Sancağı (Ur şehrinde bir kral mezarından çıkan ve Sümer toplumunu anlatan levha; ç.n.), düşmanları çiğneyen dört tekerlekli savaş arabalarını, miğfer ve metal işlemeli pelerin içindeki mızrakçıları ve kralın önündeki çıplak mahkûmları betimler.

Her devlet, komşularının korkusu içinde yaşardı. Her birinin savunulacak toprağı, sürüleri, tahıl ambarları, hazineleri ve işgücü vardı. Askeri güç, savunma için kaçınılmazdı.

Ancak askeri güç bir kere edinildi mi proaktif olarak kullanılabilirdi. Engelleyici saldırı, geleceğin güvenliği için en iyi garanti olabilirdi. Yağmacı saldırı, bir hükümdarın zenginlik ve iktidarını arttırabilirdi.

Askeri gücün aynı zamanda ülke içine dönük bir fonksiyonu da vardı. Devlet, -hükümdar, rahipler, memurlar ve kâtipler bürokrasisi, yönettikleri silahlı erkekler topluluğu- şehirdeki yeni toplumsal düzenin sürdürülmesi için bir mekanizmaydı.

Bürokrasinin kendisi, sınıf iktidarının bir aracıydı. Kent toplumunun karmaşıklığı, kayıtları tutmak için yazıyı, ticaret için standartlaştırılmış ağırlık ve ölçüleri, arazi ölçümü için geometri ve aritmetiği gerektiriyordu.

Yeni uzmanlık kategorileri ustalıklar alanlarında eğitimliydi. Eğitimleri gizli ve kişiye özeldi. Devlet hiyerarşisi onları otorite ve statü ile dolduruşa getirmişti.

Daha eski uzmanlık kategorileri de –tüccarlar ve zanaatkârlar- yeni sınıf yapısını ağ gibi sarmıştı. Serbest piyasa yoktu. Antik kentin ekonomisi, siyasi düzene “gömülmüş”tü. Neyin ticaretinin yapılacağını, bunun nerede satılacağını ve kim tarafından satılacağını hükümdarlar kontrol ederdi. Bilhassa metallere dair tekeli, özellikle de bronz ve altın tekelini korurlardı.

Erken Hanedan Sümer, dünyada oluşumunu tamamlamış ilk sınıflı toplumuydu. En altta köleler vardı. Bunların üzerinde önemsiz konumdaki halk tabakası bulunuyordu. Bunların üzerinde ise özgür yurttaşlar vardı.

Bir pişmiş tablet, 205 köle kız ve çocuğun muhtemelen merkezi dokuma tesisinde çalıştırıldığına işaret eder. Bir diğeri, Lagaş’taki Bau tapınağındaki mesleki hiyerarşiyi betimler. En üstte ise kâtipler, memurlar ve rahipler vardı. En altta fırıncılar, bira yapımcıları, tekstil işçileri vardı ve bunların çoğu kadındı, köleydi.

Eşunna’daki kazılarda ortaya çıkan evler açık sınıfsal farklılıkları ortaya koymuştur. Ana caddelerdeki daha büyük evler 200 metrekare ya da daha fazla alan işgal etmektedir. Ancak çoğu kez 50 metrekare olan ve dar ara sokaklarda bulunan daha küçük evler ise çok daha fazladır.

Sınıfsal eşitsizliklere öfke duyulmuş ve direnilmiştir. Sümer tabletleri bu gerginlikleri ima etmektedir. Bu eşitsizlik uzlaşma temelli değildir. Zor yoluyla uygulanmak ve sürdürülmek zorundadır.

Bir azınlık, kendisini çoğunluğun üzerine yükseltmek için nasıl güç kazanmıştı? Birilerinin, çoğunluğun zararına olacak biçimde serveti kendi elinde toplamasını olanaklı kılan neydi?

Sınıf hem bir toplumsal ilişkidir –zengin ile yoksul arasında- hem de bir ekonomik süreçtir –sömürü ve artı değer birikiminden oluşan. Durmadan tekrar üretilmiş olmalıdır. Ve ihtilaflı bir durum olduğundan, sınıf mücadelesini de ihtiva eder.

Egemenlerin zenginlik ve iktidar için gayreti, yoksulluk ve mülkiyet bileşimi nedeniyle ilgi çekmiştir. Bu sımsıkı ikili, tüm sanayi öncesi toplumları kıskaç benzeri kontrolde tutar.

Fakirlik genel bir durumdur. Geleneksel tarım toplumları, herkes için bolluk sağlayacak yeterlilikte üretmezler. Bazen zorunlu ihtiyaçları sağlayacak kadar bile üretmezler.

Mülkiyet, kıt kaynaklara ilişkin ayrıcalıklı bir sebep sonuç ilişkisi iddiasıdır. Serveti belirli bireylere, ailelere, toprak sahiplerine, tapınaklara, kabilelere veya şehir devletlere pay eder. Mülkiyet özel ya da kolektif olabilir ama hiçbir zaman evrensel değildir.

Bu karşıt ikili –yoksulluk ve mülkiyet- sınıfsal eşitsizliğe, devlet iktidarına ve savaşa sebebiyet vermiştir.

Başrahipler ve tarih öncesi Sümer’in savaş ağaları sınıf mücadelesine, dini ve askeri uzmanlar olarak halk tarafından onaylanmışlığın avantajıyla girmişlerdir. Bu onlara büyümekte olan artı değer üzerinde kontrol imkânı tanımıştır. Daha sonra otoriteleri sorgulandığında, halk onayından vazgeçecek güce sahip olduklarını keşfetmişlerdir.

Sümerli seçkinler artı değeri kendi çıkarına biriktirir ve tüketir tüketmez, sömürücülerin yönetici sınıfını oluşturmuştur: tarihteki ilki.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5933-a-marxist-history-of-the-world-part-6-the-first-ruling-class- adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Neolitik Devrim" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için "Uzmanlıkların Ortaya Çıkışı" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Dizinin bu bölümünde, Neil Faulkner tarafından tarih ilerledikçe üretim alanında ortaya çıkan uzmanlıklar ve bu uzmanlıkların toplumsal ilişkiler ve üretim ilişkileri üzerindeki etkisi irdeleniyor.


Erken Neolitik ekonomi, çözümsüz karşıtlıklarla kaderine terk edilmişti. Teknik, ilkeldi ve müsrifti. Toplumu, doğal felaketler ve zor zamanlar için stokları yoktu. Eski araziler yorulmuşken ve nüfus büyürken bakir topraklar tükenmişti.

Savaş, bu karşıtlıkların bir dışavurumuydu. Savaş, bazı topluluklara diğerlerinin mülklerini zorla alarak yoksulluk dışında bir yol sunuyordu. Fakat bu bir çözüm değildi. Verimliliği arttırma konusunda hiçbir şey yapmadı. Sadece, topraktaki, hayvanlardaki ve tahıl depolarındaki mevcut varlık rezervlerini yeniden bölüştürdü.

Homo Sapiens’in tanımlayıcı özelliklerinden biri yaratıcılıktı. Günümüz insanı, zorluklara yeni aletler ve teknikler geliştirerek yanıt verir. Uyumlanmaya uyarlanmıştır.

Erken Neolitik’in ekonomik çıkmazı, tarım, ulaşım ve alet yapımında kaydedilen devrimci ilerlemeler ile yarılmıştı.

Saban temelli “tarım” (arazilerin sürülmesi), yerini çapa temelli “bahçecilik”e (küçük bostan çalışmaları) bıraktı. Öküzün çektiği bir saban, çiftçinin geniş arazilerde çalışmasına, çimi sökmesine ve derine gömülü besleyici kaynaklardan faydalanmasına imkân verir. Çekme hayvanları aynı zamanda toprağı yeniden verimli kılmak için gereken gübreyi de üretir.

Sulama düzeneği, suyu çorak araziye getiriyordu. Çiftçi toplulukları su bentleri, kanallar ve savaklar ağını kazmak, korumak ve işletmek için kendilerini örgütledikleri zaman bunun etkisi, düzensiz yağışları dengelemek ve bereketli toprağı sürekli işler hale getirmek oldu.

Diğer yandan drenaj düzenekleri bataklıkları tarlaya dönüştürürken, bunlardan hiç kalmamışken işlemek için besince zengin toprak yarattı. Bir kez daha evvela kanal kazmak, sonrasında da bunları kum bakımından temiz tutmak için toplumsal emek gerekliydi.

Kara taşımacılığı, tekerleğin icadı ve yük hayvanlarının (öküzler, eşekler, atlar ve develer) yetiştirilmesi ile birlikte dönüşüm geçirdi. Yükler artık bir insanın sırtında taşıyabileceği ya da kızakla sürükleyebileceği ağırlıkla sınırlı değildi. Su taşımacılığı yelkenle birlikte dönüşüm geçirdi. Bu durumda rüzgâr gücü, kürekçinin kas gücünün yerini alması (ya da ona eklenmek) amacıyla kontrol altına alındı.

Taş, kemik ve ahşaptan yapılan aletler sınırlıdır. Bu aletler ancak parçaların kesilmesiyle şekillendirilebilir. Bir kere kırıldı mı atılmalıdırlar. Metal bunlara kıyasla büyülüdür. Eritilebilir, karıştırılabilir ve bin çeşit değişik biçimde kalıplanabilir. Soğutmayla katı, sert ve dayanıklı hale gelir. Ve israf yoktur: Hurda metalar sonsuz biçimde geri dönüştürülebilir.

Bakır, işlenen ilk metaldi. Bakır sonradan, daha sert alaşımlar elde etmek için başka metallerle karıştırıldı. Milattan önce 3000’de bronz elde etmek için kalay ile karıştırılmıştı. Bu, gelecek iki bin yıl süresince aletler, silahlar ve aksesuarlar yapmak için tercih edilen malzeme oldu.

Metal işleme teknolojisi büsbütün yeniydi. Porselen teknolojisi çoktan oluşturulmuştu, ama çömlekçi çarkı ile tanışmayla birlikte şimdi süratle gelişmişti. Kalıba dökülmüş kullanışlı bir kap –ve arzu edilmesi halinde daha iyi kalitede ve dekorasyon amaçlı olanı-, çarkta kısa bir zamanda şekillendirilebilirdi.

Milattan önce 4000-3000 yılları arasında Batı Asya’da bir dizi yenilik çiftçilerin işlerini dönüştürdü. Toprak, yıkama ve drenaj yoluyla çoğaltıldı, sabanla çok daha kolay işlendi ve düzenli gübrelemeyle ıslah edildi. Metalbilim daha sağlam aletler ve daha çok ve daha iyi toplama kapları olan çömlekçi çarkları üretti. Yük hayvanları, tekerlekli taşıtlar ve yelkenliler ağır yüklerin taşınmasına ve ürünlerin ticaretinin yapılmasına olanak sağladı.

Yeni fikirlerin birçoğu Batı Asya’dan çıkmıştır. Bazıları başka yerlerden alınmıştır. Orta Asya’nı bozkır göçebeleri, atı ilk evcilleştirenler ve at arabasını yapanlar olabilirler. Zanaatlarının ön planında Avrupa’nın metal işçileri vardı.

İyi fikirlerin farkına kısa sürede varılır. Geç Neolitik’in gelişmiş tarım metotları Batı Asya’dan Avrupa’ya hızla sıçradı.

Daha uzaklara yayılmış bölgelerde sonraki tarihlerde bağımsız gelişme mevcuttu. Örneğin Çin el arabasını icat etti, yamaçları terasladı ve pirinç fidelerinin zahmetli yetiştirme ve dikilmesine öncülük etti.

Yeni teknikler toplumsal değişime sürükledi. Erken Neolitik’in düşük teknolojili ekonomisi uzmanlaşmış emek gerektirmiyordu: herkes birlikte çalışıyordu. Geç Neolitik, Kalkolitik ve bronz Çağı’nın ileri teknolojili dünyası bir dizi uzmanlığa bel bağladı.

Sabanlar, el arabaları ve filikalar yapmak için maharetli marangozlara ihtiyaç vardı. Çömlekçiler, tarım ürünlerinden takas yoluyla bir parça almak için çömlekçi çarkıyla seri biçimde kaplar yaptılar. Metal işçileri, eritme ve demirciliği öğrenmek için uzun süre çıraklık yapıyorlardı.

Uzmanlaşma, emeği toprak parçasından ayırdı. Tüccarlar, bakır, obsidyen, lav taşı, süs kabukları ve yarı değerli taşlardan oluşan kıymetli yükleriyle uzun mesafeler kat ediyorlardı. Birçok tarihöncesi zanaatkâr da –tarihsel ataları gibi- gezgindi ve marifetlerini köy köy gezerek satıyordu.

Aile ve kabile bağları zayıfladı. Akrabalık temelli toplumsal ilişkilerin yanı sıra artık müşterilik ve ticaret temelli yeni ilişkiler vardı.

Cinsiyetler arası ilişkiler de değişti. Sosyal gruplar varlıklarını sürdürecek ve gelişecekse, ekonomik işgücü için sağlam bir ergen ve genç yetişkin nüfus arzına ihtiyaçları vardı. Yüksek ölüm oranlarından kaynaklı biçimde, bunu sağlamak için genç kadınlar yaşamlarının büyük kısmını hamile ya da çocuk emzirir şekilde geçirmişlerdir.

Paleolitik toplayıcılık ya da Erken Neolitik çapacılık, çocuk bakma ile birleştirilebilmeliydi. Geç Neolitik toprak sürme işi birleştirilemezdi.

Avcı toplayıcı topluluklarda ve ilk tarım topluluklarında kadınlar farklı roller oynamış, ancak eşit statü edinmiştir. İşbölümü açısından bir cinsiyet ayrımı olmuş, ancak kadın üzerinde baskı olmamıştır. Erken Neolitik’in uzun evleri, genişlemiş aileleri barındırırdı. Grup evlilikleri genel uygulama olmuş olabilir. Anayersel ikamet (erkeğin, eşinin ailesiyle yaşaması) ve ana soyluluk da (aileye mensubiyetin anne yoluyla geçmesi) kesinlikle öyle.

Ancak Geç Neolitik bir erkek dünyasıydı. Toprağı sürme, uzun mesafelerde ticaret ve gezgin zanaatkârlık çocuk taşımayla birleştirilemezdi. Saban, kağnı ve demir dövme, ataerkiyi yarattı.

İkinci bir tarımsal “devrim” –daha kesin olarak, radikal yeniliklerin ağır çekimde birikimi- Neolitik ekonomiyi dönüştürmüştür ve Neolitik toplumsal düzeni altüst etmiştir. Çapalama ve küçük bostanların yerini saban ve sulanmış ve gübrelenmiş arazi almıştır. Bundan dolayı anaerkil, aile temelli ve eşitlikçi topluluklar, otorite ve hiyerarşinin yeni tasarımlarınca dönüştürülmüştür.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5822-a-marxist-history-of-the-world-part-5-the-rise-of-the-specialists- adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Neolitik Devrim" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için "Savaşın ve Dinin Kökenleri" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Serinin "Savaşın ve Dinin Kökenleri" başlıklı bu bölümünde Neil Faulkner, savaşın ve dinin çıkış noktasına ve kökenlerine eğiliyor.

Yarısı çocuklardan oluşan 34 insan 3 metre genişliğinde bir çukura atılmıştı. Yetişkinlerden ikisi başlarından vurulmuştu. Aralarında çocukların da olduğu diğer 20’si ölene kadar sopayla dövülmüştü. Arkeologların, buranın bir katliam bölgesi olduğundan şüphesi yoktu.

Güneybatı Almanya’daki Talheim “ölüm çukuru” milattan önce 5000 yılındaki Erken Neolitik dünya hakkındaki ürkütücü bir gerçeği su yüzüne çıkarmıştı. İnsanlar savaşı keşfetmişti.

Başlangıçta savaş yoktu. Eski Taş Çağı boyunca, 2.5 milyon yıl, küçük hominid grupları, avcılık, toplayıcılık ve leş yiyicilik vasıtasıyla yiyecek arayışıyla tabiatta gezdiler. Birbirleriyle karşılaşmaları nadir, her türden çatışma ise daha da nadirdi.

Ancak sonra, sayılarının artmasıyla kaynaklara dair çekişmeler nadir oldu. Mağara resimleri, avcıların oklarını sadece hayvanlara değil, ara sıra birbirlerine de attıklarını gösterir.

Ancak bu gerçekten savaş değildi. Savaş; karşıt gruplar arasında geniş çaplı, uzun süreli, örgütlü şiddettir. Buna dair milattan önce 7500 yılında başlayan Neolitik Devrim öncesinde iz yoktur.

Tarım, besin elde etmede avcılıktan çok daha etkili bir yol olduğundan Yeni Taş Çağı’nda nüfus aşırı derecede arttı. Paleolitik fosillerin sayısı yüzlerde iken, Neolitik iskeletlerin sayısı on binlercedir. Ama tehlike bu noktadaydı.

Teknik ilkel, üretkenlik düşük, üretim fazlası küçüktü. İnsanlar sınıra yakın yaşıyor, ekinlerin çürümesi, hayvan hastalığı ve anormal havalara kurban gidiyordu. Kıtlık, açlık ve ölüm, Erken Neolitik’in çiftçi topluluklarının yakasını bırakmıyordu.

Hep var olan bu tehlikelere, Erken Neolitik üretim biçiminin mutlak sonucundan kaynaklanan iki “sistemik” problem eklendi: nüfus artışı ve toprak yorgunluğu. Rakamlar büyümeyi sürdürdü, fakat toprak sınırlı bir kaynaktı.

Topraktan cömertlik alındıkça ve yeri doldurulmadıkça, bakir doğadan yeni alanlar koparılmak zorundaydı. Nüfus büyüdükçe mevcut köyler herkesi besleyemedi ve öncü gruplar, yeni yerleşimler bulmak için yönlerini değiştirdi. El değmemiş son bölgeler temizlenirken, müsrif Erken Neolitik ekonomi sınırlarına erişti.

Toprak hırsı ve yiyecek hırsı, komşu grupları anlaşmazlığa sürükleyebildi. İlk çiftçilerin kötü günlerde savunacakları müşterek mülkiyetleri –araziler, hayvanlar, ambarlar, kalıcı evler- vardı.

Yoksulluk ve mülkiyetin, kıtlık ve ihtiyaç fazlasının bu bileşimi ilk savaşların temel nedeniydi. Çok acıkanlar, komşularının tahıllarına ve koyunlarına el koyarak bunları yiyebiliyordu. Talheim ölüm çukuru, bu türden bir ilkel mücadeleye tanıklık ediyor görünüyor.

Ancak bir savaş yapmak istiyorsanız savaşçılara, müttefiklere ve savunma ürünlerine ihtiyaç duyarsınız. Bunların daha çoğuna sahip olan gruplar, daha azına sahip olanları yenecek. İhtiyaç fazlasıyla yatırım yapan gruplar, yapmayanlara hükmedecek.

Arkeologlar şu anda milattan önce 3500 civarındaki on yılları Britanya’daki ilk savaşların yılları olarak görüyorlar –adada Neolitik Devrim’in başlamasından sadece birkaç asır sonra.

Doruklara muazzam “setli kamplar” inşa edilmişti. Wiltshire’daki Windmill Tepesi, 15 futbol sahası büyüklüğündeydi ve eşmerkezli üç tümsek ve hendek halkasıyla çevriliydi. Muhtemelen siyasi toplantılar, dini törenler ve savunma için kullanıldı. Söz konusu alan yeni bir düzeni simgeliyordu –uzak köylerden insanları tek bir kabile yönetiminde birleştiren bir düzen.

Bununla beraber insanlar, anıtsal taş plakalardan ve toprak yığınlarından oluşan müşterek mezarlara gömülüyordu. Wiltshire’daki West Kennet “uzun höyüğü” 100 metre uzunluğunda ve 20 metre genişliğindeydi. Etkilemek için inşa edilmiş, bölgesel hâkimiyet beyanıdır. Hâkimiyet için mücadele edildiğini göstermesi için gerekendir.

Setli kamplar, ibadet alanlarıydı. Uzun höyükler, ataların anıtmezarlarıydı. Erken Neolitik’in büyük devletleri, ortak inanç ve ritüelle birbirine yapıştırılmıştı.

Büyü (istediğini şaklabanlıkla elde etme girişimi) ve din (istediğini daha büyük bir güce yalvararak elde etme girişimi) uzun bir tarihe sahipti.

Üst Paleolitik avcılar, mağaralarının karanlık derinliklerindeki duvarlarına av hayvanları çizmişlerdi.

Tarihöncesi akılda sembol, resmedilmiş şekil gerçekliği, gelecekteki avı büyü ile çağırırdı.

Büyü sadece resimle değil, dansla, müzikle, kişisel aksesuarla da gerçekleşirdi.

Koreografik hareket, ritmik gürültü ve giyinip kuşanmak, istek ve umutları şekillendirirdi.

Ritüellerle fiziksel olarak heyecan dolan avcılar, çok geçmeden yenilenen özgüvenle yiyecek arayışına yeniden başlardı.

İnsan topluluğu –topluluğun bağlılığı, üretkenliği ve varlığını sürdürmesi-, aynı zamanda bir tapınma meselesiydi.

“Totemizm”, büyü ve inancın tarihöncesi çağlara ait bir alaşımıdır: insan topluluğunu bir hayvanla aynı kefeye koyar ve sonra hayvana, topluluğun esenliğini korumasından dolayı saygı duyar.

Atalara tapınma da eşit derecede eski zamandan kalmadır: bu tapınma, erkek akrabaları, yaşayan nesillerin üzerinde koruyucu bir şekilde süzülen iyilikçi ruhlar olarak düşünür.

Ancak dört başı mamur din, tanrılara –güneş, ay, toprak ana- tapınmayı içerir. Yabancılaşma -doğa üzerinde kontrol eksikliği- böylece en gösterişli ifadesini kazanır.

İnsanlar, yapabildikleri hepsine yönelik yakarışlar (dualar) ve rüşvetler (kurbanlar ve adaklar) yoluyla kontrol edemedikleri güçlerden kendilerini korumaya çabalarlar.

Dinin arkaik biçimleri –totemizm, atalara tapınma, güneş, ay ve toprak ana inançları- bir sonraki inançta geriye “fosilleşmiş” olarak kalır.

Bildiklerimizin çoğu bundan elde edilir. Vahşi doğanın Yunan tanrıçası Artemis’e Antik Atina’da dişi ayı gibi giyinen bakirelerce dans edilerek tapınılırmış.

Bir İtalyan taşra tanrısı olan Lupercus’a, Antik Roma’da bir mağarada ziyafet çeken ve sonrasında kesilen keçilerin postlarını giyerek şehrin etrafında koşuşturan soylularca tapınılırmış.

Erken Neolitik köyler, kabile devletleriyle birleştirilirken, yeni bir önem kazandı. Arazi için rekabet ve savaş küçük toplulukları, güvenliği daha büyük birimlerde aramaya zorladı. Totemlerin, ataların ve tanrıların ortak tapınma, yeni toplumsal kimlikler yarattı. Ortak inanç ve ritüeller, dayanışmayı besledi.

Ancak sonuçlar kanlı olabiliyor. Gloucestershire'da bulunan Crickley Hill'deki Erken Neolitik setli kamplarına saldırıldı ve bunlar yakıldı. Bölge civarında 400'den fazla taş ok ucu bulundu. Erken Neolitik uzun höyüklerinde bulunan ölülerin çoğu, okla veya sopayla, kazmayla, baltayla ya da taşla öldürülmüş.

Radyokarbon saptama (organik kalıntılarda Karbon-14 bozunumu üzerine kurulu)ve "Bayesyen" istatistiğin bir bileşimi, bu olaylar için yeni tarihler ortaya koydu. Setli kampların ve uzun höyüklerin inşası ile kitlesel kıyımın meydana gelmesi genel olarak eşzamanlıydı. Milattan önce 3700 ile 3400 yılları arasında Britanya'da bögesel hakimiyet, kabile toplulukları, büyük ölçekli törenler ve savaş üzerinde temellenmiş yeni bir düzen kuruldu.

Bu düzen, savaş ağaları ve önderlerden oluşan yeni bir toplumsal katmanı güçlendirdi. Ve zaman içerisinde bunlardan yeni egemen sınıf gelişecekti.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5344-a-marxist-history-of-the-world-part-4-war-and-religion adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Yazı dizisinin "Neolitik Devrim" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner serinin üçüncü bölümünde, tarımın ortaya çıkışının, topraklardaki azalma ve kaynakların kıtlığıyla küresel savaşa zorlanacak ilkel komünal topluma nasıl öncülük ettiğini ortaya koyuyor.

Son buzullaşmanın buzları, 20 bin yıl kadar önce erimeye başladı. Bundan 10 bin yıl önce, küresel sıcaklıkları bugünkülere yakın düzeyde sabitlendi. 7 bin yıl önce, dünya bugünkü şeklini aldı.

Örneğin Avrupa, yükselen okyanus sularının kara köprülerini aşması ve Baltık Denizi, Kuzey Denizi ve Karadeniz’i basmasıyla şekil aldı.

Sonuç, dünya halkları için yavaşça gelişen bir ekolojik kriz oldu. Kuzey’de, büyük hayvanların gezindiği açık tundraların yerini sık ormanlar aldı ve ava uygun yaban hayvanı miktarını yüzde 25 oranında azaldı.

Orta ve Batı Asya’da kriz bundan daha ciddiydi: küresel ısınma, geniş alanları çöle çevirdi. Buralarda yaşam, nemli yüksek bölgelere, nehir vadilerine ve vahalara doğru çekildi. Bu ilk kez olmuyordu. 2.5 milyon yıllık Buzul Çağı’nda buzullar birçok kez artmış ve azalmıştı.

Şimdiki fark, ısınan bir dünyaya uyum sağlamayla yüz yüze gelen hominidlerin kimlikleriydi. Homo Sapiens’ler tüm dünyaya yerleşmiş, diğer tüm hominidleri yok olmaya sürüklemişti.

Günümüzden 85 yıl önce ile 15 bin yıl önce arasında, ilk büyük küreselleşmeyi gerçekleştirmişlerdi. Bunu beyin gücünün, sosyal organizasyonun ve eşi benzeri görülmemiş kültürel yenilenme kapasitesinin avantajıyla yapmışlardı. Bu nitelikleri şimdi küresel ısınma sorununda kullanıyorlardı.

Kuzey’in ormanlık tabiatında, artık çoğu insan gıda maddelerinin bol ve çeşitli olduğu nehirler, göller, deltalar, haliçler ve deniz kıyılarında bulunuyordu. Yorkshire’daki Star Carr, milattan önce 7500 dolaylarında her yıl bahar sonlarında ve yazın mevsimlik kamp olarak kullanılan bir yerleşimdi.

“Mezolitik” (Orta Taş Çağı) insanı, taşı yaban öküzü, kanada geyiği, alageyik, karaca, yaban domuzu ve bunun yanı sıra ağaç sansarı, kızıl tilki ve kunduz gibi daha küçük hayvanları avlamada kullanıyordu. Yöntem, sinsice yaklaşma ve yakın mesafeli pusuydu.

Alet takımları, kazıcılar, deliciler ve diğer taş edevatla birlikte boynuzdan yapılmış dikenli mızraklar içeriyordu. Star Carr halkı bunu çok kolay elde ediyordu. İncelikli avcılık ve toplayıcılık teknikleri, onların yağışlı ve ormanlık arazide yeni besin kaynaklarını kullanmalarını olanaklı kılıyordu.

Asya’nın kurak bölgelerinde, daha radikal şeyler gerekliydi: yiyecek toplamanın değişik biçimleri değil, yiyecek üretimi. Avcıların, kurbanlarıyla uzun süreden beri var olan simbiyotik bir ilişkileri vardı. Ağaçsız alanlar yaratıyor, hareketlerini yönlendiriyor, yiyecek temin ediyor, yırtıcı hayvanları savuşturuyor, genç olanları öldürmüyorlardı. Verimli oyun avcıların menfaatineydi.

Avlanmadan hayvancılığa geçiş yavaş yavaş ve kusursuz olabilirdi. Tohumdan yetişen bitkiler bir basit gözlem meselesiydi. İnsanın ekin biçmek için tohum ekmesinin gerekmesi dev bir adım değildi. Ancak bir tercih içeriyordu –ve bunun, ille de hoş karşılanmasına gerek yoktu.

Çiftçilik zor iştir: uzun, tekrarlanan yıpratıcı çalışma anlamına gelir –toprağı temizlemek, çimleri yolma, toprağı çapalama, tohum serpme, zararlı otları temizleme, zararlı böcekleri engelleme, araziyi sulama ve suyunu boşaltma, ekin biçme.

Ve daima kuraklık, sel ve çürüme tehlikesi vardır. Ve sonra hepsi yeni baştan. Yıldan yıla, yıldan yıla. Bu nedenle çiftçilik olumlu bir tercih değildir. Avcılık ve balıkçılık, toplayıcılık ve leş yeme çok daha kolaydır.

Kaynak azalması ve mali krizin temelini “Neolitik Devrim” oluşturur. Günümüz Ürdün’ündeki Petra kenti yakınlarındaki El-Beidha, milattan önce 6500 yılında Neolitik (Yeni Taş Çağı) çiftçilerin yurduydu. Taştan, keresteden ve çamurdan yapılmış müşterek “hol” evlerde yaşamışlar, un yapmak için taş el değirmeninde tahıl öğütmüşler ve taş parçalarından ok başlarının, bıçakların ve raspaların da olduğu çok sayıda ve çeşitli aletler yapmışlar. Coğrafya ve iklim, farklı yerlerde farklı ekonomiler meydana getirmek için insanoğlunun becerisiyle etkileşime girer.

Tarım, Batı ve Orta Asya’da kısmen gelişmişti, çünkü buralar daha kuruydu ve besin kaynakları konusundaki sıkıntı daha büyüktü; ve bunun nedeni bir ölçüde de en önemli türlerin yaban çeşitlerinin ehlileştirmeye uygun olmasıydı –arpa ve buğday, inek, koyun, keçi ve domuzlar. Ancak iklim değişikliği küreseldi ve tarım farklı zamanlarda birbirinden oldukça farklı yerlerde icat edildi.

Örneğin Papua Yeni Gine dağlarında milattan önce 7000 yılında, şeker kamışı, muz, kabuklu yemişler, taro, otlar, kökler ve yeşil sebzelere dayalı bir Neolitik ekonomi gelişmişti. Bu, 1930’lara kadar esasen değişmeden kaldı. Avrupalı ilk çiftçiler, milattan önce 7500-6500 yıllarında Ege Denizi’nden Doğu Yunanistan’a geçen Asyalı öncülerdir.

Beraberlerinde “Neolitik bohça”yı getirdiler –çapa ürünleri ve evcilleştirilmiş hayvanlar; kalıcı yerleşimler ve kare evler; iplik eğirme ve dokumacılık; çapalar, oraklar, cilalı baltalar; çanak çömlek ve değirmen taşları; seramik “şişman kadın” heykelcikleri.

Bunların hepsi, ayırt edici “Asyalı” DNA’sına sahip insanların mezarları yanındaki arkeolojik kayıtlarda pat diye bulunur. Tarım yavaş yayıldı. Milattan önce 7500’den bu yana avcı-toplayıcılık, hayvancılık ve toprağı işleme aynı anda var olmuştur. Birçok erken dönem Neolitik topluluğu, bu üçünün hepsinin unsurlarının yer aldığı bir “karma ekonomi” kullanmıştır.

Diğerleri tarıma tümüyle direndi. Tarımın Balkanlardan, Macar Ovası üzerinden Kuzey ve Batı Avrupa’ya yayılması milattan önce 5600’den evvel değildir.

Daha sonra yeniden duraksadı. Baltık Denizi’nin, Kuzey Denizi’nin, Atlantik şeridinin ve Britanya adalarının avcıları bin yıl boyunca direndiler. Sonra onlar da milattan önce 4300-3800 yıllarında Neolitik’e geçtiler.

Yine Avustralya Aborijinleri veya Kalahari Buşmenleri gibi diğerleri, yakın zamanlara kadar avcı-toplayıcı bir ekonomiyi muhafaza ettiler. Tarım her zaman gönülsüz tercih olmuş olmalı. Buna rağmen bir kere yerleşti mi geri dönüş olmamıştır.

Tarım, araziden yoğun olarak faydalanması nedeniyle avcı-toplayıcılığa göre çok daha büyük nüfusları geçindirebilir. Çiftçiler çapalamayı ve hasadı bıraktıklarında aç kaldılar. Bakir doğadan geçimini sağlayan çok fazla çiftçi vardı.

İnsanlık, kendi başarısıyla yorgun düştü. Ancak en azından hiç sosyal parazit yoktu: herkes çalıştı ve her şey paylaşıldı. Ne evler, ne de mezarlar toplumsal eşitsizlik belirtisi göstermez.

Milattan önce 5000 yılında, Neolitik çiftçiler –arkeologlarca Linear Band Keramik Kültür olarak bilinir- Avrupa’nın büyük kısmı boyunca yerleşmişlerdi. İki veya üç düzine kereste “uzun ev”den oluşan köylerde yaşıyorlardı. Bu evler 30-40 metre uzunluğunda ve 5 metre genişliğinde olabiliyordu. Bu evleri inşa etmek, tamamen kolektif çaba gerektirecekti. Her biri bir sülaleye kalacak yer sağlamış olmalı. Dolayısıyla Erken Neolitik toplumunda ne sınıfsal ayrışmalar, ne de çekirdek aile vardı.

Her ikisinde de “doğal” bir şey yok. Avcı toplayıcılar gibi, ilk çiftçiler de Karl Marx ve Friedrich Engels’in “ilkel komünistler” olarak adlandırdığı şeydi. Ancak bu kıtlık komünizmiydi. Erken dönem tarımı müsrifti: toprak temizlendi, ekildi, yoruldu ve terk edildi. Toprağı “yaşam dolu” tutmak için nadasa bırakma ve gübreleme henüz kural değildi. Ve kitleler büyüyordu. Toprak tükeniyordu. Erken Neolitik ekonominin bu ikilemleri yakın zamanda savaşa patlak verdirdi.



http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5343-a-marxist-history-of-the-world-part-3-the-neolithic-revolution adresinden yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Yazı dizisinin "Üst Paleolitik Devrim" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Marksizm Penceresinden Dünya Tarihi serisinin ikinci bölümünde Neil Faulkner, çok eski atalarımızın inanılmaz yenilenmelerini ve uyumluluklarını, dil ile imgelemi emsalsiz biçimde bir araya getirişlerini, kültürün farklı ortamlara ayak uydurmak için nasıl şekillendiğini gözler önüne seriyor.

Bundan 200 bin yıl önce, Afrika’da bir yerlerde bugün yeryüzündeki tüm insanların ortak atası olan bir kadın yaşamış. Biz, onu “Afrikalı Havva” olarak biliyoruz. O, türünün ilk örneğiydi: Homo Sapiens–günümüz insanı.

Bunu ortaya çıkaran DNA analizleridir. DNA, organik yaşam için şablon sağlayan, hücrelerin içindeki kimyasal kodlamadır.

Yaşam biçimlerinin ne kadar yakından ilişkili olduğunu görmek için benzerlikler ve farklılıklar üzerinde çalışılabilir.

Mutasyonlar olur ve hayli kalıcı oranlarda birikir. Bu, genetisyenlere türler içinde ve arasında biyolojik çeşitliliği ölçme imkânı sağlamakla kalmaz. Aynı zamanda, iki grubun ayrılmasının ve melezlenmenin sona ermesinin üzerinden ne kadar zaman geçtiğini hesaplamalarına da yardımcı olur.

DNA’larımızdaki mutasyon bu sebeple, yaşam dokumuzun içindeki geçmişin “fosil” kanıtını oluşturur.

Afrikalı Havva’nın DNA tarihi, bilinen ilk Homo Sapiens’in dönemi ile eşleşir. 1967 yılında Etiyopya-Omo’da bulunan iki kafatası ve bir kısmi iskelet, günümüzden 195 bin yıl öncesine aittir.

Yeni türler farklı görünüyordu. Eski insanlar uzun, zayıf kafataslarına, eğimli alınlara, çıkık kaşlara ve güçlü çenelere sahipmiş. Günümüz insanları büyük, kubbe şeklinde kafatasına, daha yassı surata ve daha küçük çeneye sahip.

Değişim temel olarak büyüyen beyin boyutuyla ilişkili: Homo Sapiens bir hayli zeki. Büyük beyinler, bilgiyi depolamayı, yaratıcı düşünceyi, karmaşık yöntemlerle iletişim kurmayı olanaklı kılıyor. Bunun anahtarı ise dil.

Dünya, sözcükler vasıtasıyla sınıflandırılmakta, analiz edilmekte ve tartışılmakta. Afrikalı Havva, durmadan konuşan biriymiş. Bu nedenle, evrimsel ifadeyle, uyum sağlayabilen ve devingenmiş.

Homo Sapiens, şu benzersiz özelliklere sahipti: diğer hominidler de dâhil olmak üzere, tüm hayvanlardan faklı olarak, biyolojisi tarafından sınırlı bir mekân menzili ile kısıtlanmamıştı.

Düşünüp taşınarak, üzerine konuşarak ve birlikte çalışarak, Homo Sapiens neredeyse her yerde hayata uyum sağlayabilir.

Biyolojik evrimin yerini kültürel evrim aldı. Ve değişimin temposu hız kazandı. El baltası kullanan Homo Erectus, 1.5 milyon yıl boyunca Afrika’da kaldı.

O zamanın bir kesitinde, Afrikalı Havva’nın soyundan gelenle hareket halindeydi. Ya da bazıları öyleydi.

Genetik kanıtlar şunu gösteriyor ki, Asya, Avrupa, Avustralya ve Amerika kıtalarının tamamına, üç bin nesil önce, yani günümüzden yaklaşık 85 bin yıl önce Afrika’yı tek eden avcı-toplayıcı tek bir gruptan soyundan gelenlerce yerleşilmişti.

Güney Asya ve Avustralya’da 50 bin yıl önce, Kuzey Asya ve Avrupa’da 40 bin ve Amerika’da 15 bin yıl önce kolonileşilmişti.

İnsanlar neden taşındılar? Hemen hemen kesinlikle, avcı-toplayıcılar olarak kaynak azalması, nüfus sıkışıklığı ve iklim değişikliği karşısında yemek arayışına çıktılar. Buna uyum sağladılar –uyuma uyum sağladılar.

Uzun mesafeli intikale uygun tasarlanmışlardı: yürüme ve koşmaya dayanıklı. El becerileri, onları kusursuz alet üreticileri yaptı. Büyük beyinleri onları soyut düşünebilir, detaylı planlama yapabilir, dilsel iletişim kurabilir, sosyal örgütlülüğe uygun hale getirdi.

Küçük, birbirine sıkı sıkıya bağlı, işbirliği yapan topluluklar oluşturdular. Bunlar, gevşek ama akrabalık, takas ve karşılıklı destek üzerine temellenmiş geniş çaplı ağlarla birbirine bağlandı.

Tam anlamıyla “kültürlü”ydüler: gıda temin yöntemleri, bir arada yaşamaları, görev bölüşümleri, alet yapımları, kendilerini süslemeleri, ölüleri gömmeleri ve başka birçok şey konusunda gruplar içinde mutabıktılar.

Homo Sapiens’in baskın özellikleri, kültürel uyumluluk ve planlanmış kolektif çalışmaydı. Yeni insanlar nereye giderlerse gitsinler uyum sağladılar. Kuzey kutbunda rengeyiği avladılar. Donmuş ovalarda mamut. Çayırlarda yaban geyiği ve at. Tropik bölgelerde domuz, maymun ve kertenkele.

Alet takımları, sorunlara göre farklılaştı. Basit el baltaları ve taş parçalarının yerine bir dizi “kılıç” ürettiler –genişliklerine göre uzun olan keskin ağızlı taş aletler.

Koşulların gerektirdiği biçimde giysiler ve barınaklar da yaptılar. Isınmak, yemek pişirmek ve korunmak için ateşi kullandılar. Ve avladıkları hayvanların resimlerini ve heykellerini hazırladılar.

Hepsinden öte, deney yaptılar ve yenilik getirdiler. Başarılar paylaşıldı ve kopyalandı. Kültür durağan değil, değişken ve birikimseldir. Homo Sapiens, çevresel zorluklarla işi yapmanın yeni yollarıyla karşılaştı ve aldığı dersler, giderek büyüyen bilgi ve ustalık deposunun parçası haline geldi.

Çevresel koşullar değiştiğinde günümüz insana olduğu şekilde biyolojik olarak evrimleşmek ya da nesli tükenmek yerine, Homo Sapiens daha iyi barınaklarla, daha sıcak tutan giysilerle veya daha keskin aletlerle çözümler buldu. Doğa ve kültür karşılıklı etkileşim içindedir ve bu etkileşim vasıtasıyla insanlar geçimini sağlama konusunda devamlı daha iyi hale geldi.

Yeri geldikçe, kısa bir süre için Homo Sapiens eski insanlarla birlikte var oldu. Günümüzden 30-40 bin yıl önce Avrupa’da hem günümüz insanları, hem de Neandertaller ikamet etti. Melezlenip melezlenmediklerine veya öyle ya da böyle etkileşim içine girip girmediklerine dair bulgu yoktur.

Muhtemelen Neandertallerin nesli tükendi, çünkü iklim değişirken, Homo Sapiens nüfus artarken ve tüm hominidlerin bağımlı olduğu hayvanlar aşırı avlanırken bunların karşısında uyum sağlayamaz ya da onunla mücadele edemezler.

Taş alet teknolojisi, bu türlerin yerinden edilmesini izlemiş gibi görünüyor. Neandertal fosilleri “Mousterian” parçaları ile birliktedir. Kro-magnon fosilleri (Avrupa arkeolojisinde ilk Homo Sapiens’lerden kalanlara verilen isim) bir dizi komplike “Aurignak” kılıcıyla birliktedir.

Hepsi bu değil. Yeni kültür çeşitli ve devingendi, zaman içinde mızrak atıcı, zıpkın ve yay yaptı. Köpekler evcilleştirildi ve ava katıldı. Neandertaller besin zincirinin en tepesinde olmuştur, ancak yeni gelenler onları kazanamayacakları bir “kültürel silahlanma yarışı”na sokmuştur.

Somerset’te bulunan Gough Mağarası, klasik bir Homo Sapiens yerleşimidir. İnsan kalıntıları, hayvan kemikleri, binlerce taş alet ve kemikten, boynuzdan yapılmış şeyler sunmuştur.

Tarihi, günümüzden 14 bin yıl önceye dayanıyor ve at avcılarından oluşan bir topluluğa aitmiş. Mağara, bir barınak ve vahşi at ve geyik sürülerinin düzenli olarak geçtiği boğaza bakan bir gözetleme noktası sağlıyormuş.

Burada, çok spesifik bir ekolojik mevkiye uyum sağlamış bir Homo Sapiens topluluğu varmış: son büyük buzullaşmanın ikinci kısmı süresince vahşi hayvanların göç yollarına doğal kanal olan bir mevki.

Alet yapımının başladığı 2.5 milyon yıl önceden, günümüzden 10 bin yıl öncesine kadar olan periyot “Eski Taş Çağı” ya da “Paleolitik” olarak biliniyor.

Son aşaması olan “Üst Paleolitik”, Homo Sapiens’lerin dönemidir. Bu, önceki aşamalarla devrimci bir kopuşu temsil eder.

Üst Paleolitik Devrim hem biyolojik, hem kültüreldir. Süper-hominid’in yeni bir türü, Afrika’dan ortaya çıkmış ve tüm dünyaya yayılmıştır.

Bu ilk küreselleşmede, tür, birçok ayırt edici “kültür” yaratarak –alet dağarcığı, iş yapma yöntemi, toplumsal gelenekler ve ritüel uygulamaları- farklı ortamlara ve durumlara adapte olmuştur.

Ancak bugünden 10 bin yıl önce bir sorun vardı. Büyük hayvanlar ortadan kalkıyordu. Yerküre ısınıyor ve açık düzlükler, yeniden canlanan ormanın altında yok oluyordu. Ve hominidler fazla başarılı olmuşlardı: mamutlar, dev geyikler ve vahşi atlar soyları tükenene dek avlanmıştı.

Üst Paleolitik dünya, bir çıkmaza gelmişti. Üretimin sürmekte olan biçiminin varlığını sürdürmesi artık kesin olamazdı. Homo Sapiens, evrimsel elverişliliğin en büyük imtihanıyla yüz yüze gelmek üzereydi.



http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/4840-a-marxist-history-of-the-world-2-the-upper-palaeolithic-revolution adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Hindistan polisi 20 köylüyü katletti

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Hindistan polisi, Chhattisgarh eyaletine bağlı Bijapur bölgesinde düzenlediği bir operasyonda 20 köylüyü katletti. Bölgede bulunan bir köye, “Hindistan Komünist Partisi’nin (Maoist) önce gelen üyelerinin köyde bulunduğu” iddiasıyla 29 Haziran günü sabaha karşı bir saldırı düzenleyen polis güçleri, öldürülenlerle birlikte 303 adet tüfek bulunduğunu iddia ederken, öldürülenler arasında yaşları 12 ile 15 arasında değişen 5 de çocuk bulunuyor. Polislerin, köyde yaşayan en az 4 genç kıza tecavüz ettikleri de iddialar arasında.

Katliamın gerçekleştiği Rajpetta köyü sakinlerinden Madkam Ganpat, saldırının gerçekleştiği gece, yaklaşan tohum festivalini konuşmak üzere toplandıklarını ve köyde Maoist gerilla varlığı bulunmadığını ifade ederken, “Aniden etrafımız sarıldı. Polisler hemen ateş açarken hepimiz kaçmaya çalıştık, ancak birçok kişi bacaklarından, sırtından ve göğsünden vuruldu” dedi. Oğlu Ramesh’i saldırıda kaybeden Irpa Raju, “Oğlum tuvalete gitmek üzere evden çıktı. Sonra ‘anne, anne’ diye bağırarak eve doğru koştu fakat polisler onu takip ettiler ve evimizde, gözlerimin önünde öldürdüler” diye konuştu. Raju ayrıca evde bulunan 5 bin rupi değerinde paranın da polisler tarafından çalındığını belirtti. Bir polis yetkilisi ise Maoistlerin köyde toplantı yapacakları ihbarını aldıklarını ve bu nedenle operasyon düzenlediklerini, kendilerini savunma amacıyla ateş açarken el bombası ya da roket gibi silahları kullanmadıklarını iddia ederek, “Eğer isteseydik bütün köyü yerle bir edebilirdik” dedi. Köylüler, öldürülenler arasında yer alan ve hükümet güçleri tarafından “önemli iki Maoist lider” olarak sunulan Kaka Nagesh ve Madkam Ramvilas’ın ise 15 yaşında lise öğrencileri olduğunu belirttiler. Köye giden gazetecileri birçok cesette bıçak veya benzeri kesici aletlerle yapılmış kesikler gördüklerini belirttiler. Bu gazetecilerden BBC muhabiri Salman Ravi, köylülerin kendisine, askerlerin saldırının ardından iki kişiye kamuflaj giydirdiğini ve yanlarına silah koyduğunu söylediklerini ifade etti.

Olayın ardından yazılı bir açıklama yapan Hindistan Devrimci Demokratik Cephesi, katliamın, hükümetin Maoistlere yönelik imha kampanyasının parçası olduğunu belirtti. Açıklamada, katliamın üstünün örtülme çabasına ve sermaye basınının buna verdiği desteğe dikkat çekildi.


Çeşitli kaynaklardan çevrilerek derlenmiştir.


Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Counterfire.org sitesi yayın kurulu üyesi ve arkeolog Neil Faulkner’ın 2010 yılından bu yana sürdürdüğü ve 82. bölümüne ulaştığı “Marksizm Penceresinden Dünya Tarihi" yazı dizisini, Türkçe çevirisiyle ilk bölümünden itibaren yayımlıyoruz. Faulkner, dizinin ilk bölümü olan “Hominid Devrimi”nde, ilkel maymundan sosyal olarak işbirliği yapan insanoğlu oluşuna dek günümüz insanının evrimsel gelişiminin bir şemasını çiziyor.


Arkaik maymunun yeni bir formu, 3.2 milyon yıl önce Etiyopya’daki Afar Çöküntüsü’nde gezinmişti: Australopithecus afarensis (“Afar’ın Güney Maymunu” anlamına gelir). 1974 yılında antropologlar, “australopithecine”in 47 adet fosil kemiğini ortaya çıkardılar –tam bir iskeletin yüzde 40’ı.

İnce “narin” yapısında, bunun bir kadın olduğuna hükmettiler ve “Lucy” adını verdiler (her ne kadar erkek olabilse de ).

Boyu sadece 1.1 metre, ağırlığı ise 29 kg. civarındaydı ve öldüğünde muhtemelen 20 yaşındaydı. Küçük boyutu, kısa bacakları, uzun kolları ve ufak kafatası nedeniyle, Lucy daha çok bugünkü şempanzeye benziyor olacaktı.

Ancak çok önemli bir fark vardı: Lucy dik yürüyordu. Leğen kemiğinin ve bacaklarının şekli, -ve türün bir başka üyesinin yakın bir mesafede bulunan diz eklemi- makul şüphenin ötesinde bunu kanıtladı.

Lucy muhtemelen, meyveler, kabuklu yemişler, tohumlar, yumurtalar ve başka gıda maddeleri toplamak için arazide gezinen küçük bir toplayıcı topluluğun üyesiydi.

İklim değişikliği ormanları azaltıp bozkırlar yaratınca, doğal seleksiyon, gıda ararken daha büyük mesafelere yayılabilen türü avantajlı kıldı.

Ama Lucy’nin “bipedalizm”i (iki ayak üstünde yürüme) devrimsel sonuçlara sahipti. Bu durum, alet yapımı ve başka çalışma türleri için kolları serbest bıraktı. Dolayısıyla bu, doğal seleksiyonu daha büyük beyin kapasitesi lehine destekledi.

Evrimsel değişimin kuvvetli diyalektiği harekete geçti: el ve beyin, emek ve zihin gücü, beceri ve düşünce, doruk noktası günümüz insanı olan patlayıcı etkileşime başladı.

Lucy’nin kendisinin alet yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Ondan ya da arkadaşlarından kalanlarla birlikte hiçbir alet bulunmadı. Ancak 2.5 milyon yıl önce, Lucy’nin soyundan gelenler kesinlikle bunları yaptı. Kabaca yontulmuş çakıllardan yapılmış kesici aletler, alet yapımı davranışıyla tanımlanan yeni bir türü soyunun arkeolojik izlenimini yansıtıyor: hominidler. Kavramsal düşünmeyi, ileriye dönük planlamayı ve el becerisini cisimleştiren aletler.

Hominidler, zihinsel gücün kullanımını ve kaynaklarından daha verimli faydalanmak amacıyla doğayı değiştirme becerisini ortaya çıkardılar. Diğer hayvanlar doğa ne verirse onu aldı. Hominidler, kendilerinden önceki australopithecineler gibi Afrika’da ortaya çıktılar ve 1.5 milyon yıl kadar büyük oranda kaldıkları yer burası oldu.

Karadeniz kıyısında, Gürcistan’da 1.5 milyon yıl öncesinden kalmış fosil bulunsa da, bu, Batı Asya’ya yönelik sadece kısa bir akını gösteriyor.

Bir arkaik insan türünün –Homo Erectus-, Güney ve Doğa Asya’da koloni kurmak üzere Afrika’dan göç etmesi 1 milyon yıldan daha öncesine dayanmıyor. Daha sonrasında, daha gelişmiş bir hominid - Homo Heidelbergensis- Batı Asya ve Avrupa’nın çoğuna yerleşti. Ancak nüfusları az ve değişkendi. Hominidler, 2.5 milyon yıl önce başlayan Buzul Çağı varlıklarıdır.

Buzul Çağı iklimi, soğuk “buzul devri”nden, nispeten sıcak “buzul arası devrine” kadar değişkenlik gösterir biçimde devingendir. Halen buzul arası devrinde yaşıyoruz, fakat 20 bin yıl önce buzul devrinin ortasıydı. Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’nın çoğu, 2.5 mil kalınlığa kadar buz ile kaplıydı. Kışlar 9 ay sürer ve sıcaklık haftalarca -20 derecenin altında olurdu.

İlk hominidler soğuğa adapte olmadığından, sıcak periyotlarda kuzeye göç ettiler ve buzul devri geliştiğinde güneye döndüler. Örneğin en az 700 bin yıl önce, ilk olarak Britanya’ya ayak bastılar, ancak sonrasında en az sekiz kez gidip geldiler.

Britanya’da muhtemelen Eski Taş Çağı’nın (M.Ö. 700.000-10.000) sadece yüzde 20’si kadar bir süre kalındı. Homo heidelbergensis, hayvanlar kaynakların zengin ve çeşitli olduğu yaşamaya elverişli bir deniz kıyısına sahipmiş gibi görünüyorlar. Standart aletleri ya “Acheulian” el baltası (esasen doğrayıcı bir alet) ya da “Clactonian” parçasıydı (bir kesici). Bu genel amaçlı aletler, ihtiyaç oldukça topluca üretildi.

Sussex şehrinin Boxgrove köyündeki kazılar, 500 bin yıl kadar öncesinden kalma 300 el baltasını ortaya çıkardı. Bunlar sonradan bozkır benzeri kıyı ovası olan yerde at, geyik, gergedan kesmek için kullanılmıştı. Oysaki son buzullaşma esnasında büyük çapta geri çekilme olmamıştı.

Homo neanderthalensis, 200 bin yıl önce Avrupa’da ve Batı Asya’da Homo heidelbergensis haricinde evrimleşen soğuğa uyumlu bir hominid idi.

Neandertalin adaptasyonu hem biyolojik, hem kültüreldi. Büyük kafaları, iri burunları, kalın kaşları, alçak alınları, kısa çene gelişimi ve kısa, tıknaz ev güçlü yapılı vücutları ile Neandertaller, ortalama ısının -10 dereceye kadar düştüğü kışlarda hayatta kalmak için tasarlanmıştır.

Ancak kültür çok önemliydi. Ve bu beyin gücü ile ilişkiliydi. Hominid beyinleri daha büyük hale gelmişti.

Bu karakteristik ayrım önemli bir konudur. Beyin dokusu diğer çeşitlerden daha maliyetlidir.

Beyinlerimizin ağırlığı, vücut ağırlığımızın yüzde 2’si civarındadır, fakat besinlerden sağlanan enerjinin yüzde 20’sinden daha azını tüketmez.

Ve beyin, kadınlara daha fazla ağrı ve risk yükler, bebek ölüm oranını önemli ölçüde arttırır.

Bunun nedeni, doğum sırasında büyük bir kafatasının, dik yürümeye adapte olmuş bir hayvana büyük bir zorluk getirmesidir. Ancak avantajları da vardı.

Büyük beyinler, günümüz insanının genellikle 150 kadar başka insanla karmaşık toplumsal ilişkiler kurmasına ve sürdürmesine olanak sağlar.

İnsanlar sadece sosyal hayvanlar değil, aynı zamanda özellikle bu amaçla büyütülmüş ve gelişmiş beyne sahip aşırı derecede sosyal hayvanlardır.


Sosyallik, muazzam evrimsel yararlar bahşeder. Hominid avcı-toplayıcı topluluklar muhtemelen çok küçük 30-40 insandan oluşan gruplardı.

Ama eşlerini, kaynaklarını, emeklerini, bilgilerini ve fikirlerini paylaştıkları 200 kişiye kadar olan başka gruplarla bağlantı kurmuş olacaklardı.

Sosyallik, işbirliği ve kültür, derinlemesine ilişkilidir.

Ve bunları elde etmek yüksek düzeyde zekâ gerektirir: biyolojik adıyla beyin dokusu. Neandertaller kesinlikle zekiydiler.

Klasik Neandertallerin “Mousterian” (Orta Paleolitik Dönem’in alet teknolojisine verilen ad; ç.n.) alet takımı, bir dizi özel olarak yapılmış uçlar, bıçaklar ve kazıma aletleri içerirdi –Güneybatı Fransa’da yapılan ünlü bir arkeolojik çalışmaya göre 63 kadar farklı çeşit.

Zeki, ağ oluşturmuş ve iyi donanımlı Neandertaller, Buzul Çağı aşırılıklarına, barınaklar inşa ederek, giysi üreterek ve donmuş ovalarda yapacakları avlar için kendilerini örgütleyerek muhteşem adapte olmuşlardı. İngiltere’nin Norfolk şehrindeki Lynford köyü, 60 bin yıl öncenin mamut avı bölgesidir.

Arkeologlar bu köyde, mamutların kemikleriyle ve dişleriyle birleştirilmiş Neandertal aletleri bulmuşlardır. Ancak doğal organizmalar, evrimsel mükemmellikleriyle ilişkili biçimde korunumludur.

Neandertaller, soğuğa çok iyi adapte olma konusunda biyolojik bir çıkmaza girmişlerdir. Bu arada türlerin oluşma yurdu olan Afrika’da, yeni tip bir super-hominid, eski erectus çizgisinin dışına evrilmiştir.

Bunlar, yaratıcılığı, kolektif örgütlülüğü ve kültürel uyumluluğu 85 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp tüm dünyaya hızla yayılacak ve en uzak noktalarında kolonileşecek düzeyde olanlardı.

Bu yeni tür, Homo Sapiens idi –günümüz insanı- ve tüm diğer hominidleri yenmek, soylarını tüketmek üzere gönderilmişti.

Yaklaşık 2.5 milyon yıl önce başlayan Hominid Devrimi, ilerideki gelişimi biyolojik evrimle değil, zekâ, kültür, toplumsal örgütlülük ve planlı kolektif emekle saptanacak bir türle doruğa ulaşmıştır.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/4763-a-marxist-history-of-the-world-part-1 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Çeviri: Erkan Çınar/Gerçeğin Günlüğü

Yazı dizisinin "Üst Paleolitik Devrim" başlıklı ikinci bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

New Statesman dergisi siyaset editörü Mehdi Hasan, dergisi için kaleme aldığı makalede Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesi için “uluslararası müdahale istemeyen”, başta çeşitli sol partilerin bir araya gelmesiyle oluşan Demokratik Değişim İçin Ulusal Koordinasyon Örgütü olmak üzere “görünmeyen muhalefet”in varlığına dikkat çekiyor. Hasan, makalesinde Suriye’de şiddet içermeyen mücadelenin daha başarılı olacağına dair düşüncesini ifade ediyor.




Evvela, zarar verme. Bu, Suriye’de müdahale isteyenlerin alınlarına kazınmalı.

“Müdahale”: Daha sömürülmüş, suistimal edilmiş, eksik tanımlanmış bir terim var mı? Siyasetçiler, gazeteciler, askerler ve insan hakları aktivistleri arasında dönüyor. Ama Suriye’ye “müdahale” gerçekte ne anlama geliyor? Şüpheli insan hakları raporlarıyla, meçhul ve sorumsuz isyancı gruplara silah temin etmek mi? Bağımsız Suriye ülkesi topraklarını, çok da güvenli olmayabilecek “güvenli liman” için biçimlendirmek mi (Srebrenica’yı hatırlayın)? Kalabalık şehirlere 15 bin fit yükseklikten bombalar atmak mı (Felluce’yi hatırlayın)?

Kimine göre bu önemli değil. Örneğin 10 Haziran’da The Observer’dan Nick Cohen, müdahaleye dair, okuyucularına desteklediği müdahale şeklini ayrıntılı olarak açıklamaya tenezzül etmeden etkileyici bir görüş belirtti. Ayrıntılar barış yanlıları içindir.

Müdahaleciler kimler olacak? Tam bitişikteki Türkiye mi? Ya da Türkiye artı ABD mi? Körfez diktatörlerine ne dersiniz? Peki El Kaide’nin Esad karşıtı üyeleri? Katliama katılmaları gerekir mi?

Gaddar ve iğrenç Beşar Esad, Suriye’deki korkunç katliamların çoğundan sorumlu olabilir, ancak bu, muhalifleri tarafından meydana getirilen terörü haklı çıkarmaz. Geçtiğimiz ay Şam’da –BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un isnat ettiği şekliyle El Kaide tarafından- bomba yüklü iki aracın patlatılmasıyla 55 kişi öldürüldü. Şiddetin bu Suriyeli kurbanlarının yasını kim tutar? Onların adına kim müdahalede bulunur?

Şiddet çemberi

Gerçek şu ki, Suriye’ye yabancı askeri müdahalenin kılıfı dört mit ile temellendiriliyor.

Birincisi, yabancı askeri müdahalenin her zaman yaşamları kurtardığı. Bu düşsel bir fikir -ancak doğruluğu delillerle ispat edilmiş değil. NATO’nun Mart 1999’da Yugoslavya’ya yönelik başlattığı hava saldırısı sonrasında, sivil kayıpların ve göçmenlerin sayısı azalmadı, tırmandı. Irak ve Afganistan’da, on binlerce masum yaşamlarını yurtiçinde yetişen teröristlerin yanı sıra Batılı birliklerin elinde yitirdi.

Şiddet, şiddete neden olur. Albay Kaddafi’nin ölümünün üzerinden 10 ay geçmişken, şu anda yüzlerce silahlı militan Bingazi ve Misurata gibi büyük Libya şehirlerinin kontrolü için rekabet ediyor. Human Rights Watch, bu sene şu açıklamayı yaptı: “Endişe verici sayıda insan hapisten ölü çıkıyor. Eğer bu bir Arap diktatörlüğünde gerçekleşseydi, büyük itiraz olacaktı.” Evet, Bingazi’de olası katliam engellendi; diğer yandan o zamandan beri, Taverga şehrinde yaşayan siyah nüfus, Batı tarafından silahlandırılan isyancılar tarafından etnik temizliğe maruz bırakıldı. Ancak Libya’yı geçtik; Kosova’yı geçtiğimiz gibi.

İki numaralı mit, Suriye muhalefetinin yabancı müdahale isteği konusunda hemfikir olduğu. Oysa tek bir “muhalefet” yok: Çatlak ve ayrışmış durumda. Geçtiğimiz Eylül’de İstanbul’da yedi muhalefet grubundan oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi (SNC), karman çorman bir halde. Geçen ay SNC’nin üç önde gelen üyesi –Eski yargıç Haitham al-Maleh, doktor Kamal al-Labwani ve insan hakları avukatı Catherine al-Talli örgütü tiksinti içinde terk etti. Öfke dolu al-Labwani, "SNC üyeleri devrimci değil, siyaset geçmişleri, Suriye içinde bir geçmişleri yok. Suriye’de yaşayanları temsil etmesi için dışarıdan birilerini getiriyorlar” dedi.

SNC, eski üyeleri tarafından Müslüman Kardeşler’in paravan grubu olarak tanımlanıyor –ama bu BBC’nin ve diğer batılı medya kuruluşlarının onu Suriye halkının biricik, hakiki ve müdahale yanlısı sesi olarak sunmasını durdurmadı.

Bu arada, bir diğer Esad karşıtı grup olan ve yaklaşık bir düzine sol siyasi partiden oluşan müdahale karşıtı Ulusal Koordinasyon Komitesi’ne (NCC) hiç fırsat verilmiyor. NCC’nin Paris’teki sözcüsü Haytham al-Manna, bana şunu söyledi: Biz başka türlü bir muhalefetiz. Ancak Reuters ya da El Cezire’yi desteğe çağıramayız. Kardeşi, Esad yönetimi tarafından öldürülen Manna, “Suriye’de her türlü yabancı müdahaleye karşıyız” diyor ve ekliyor: “Demokrasi ve bağımsızlık istiyoruz.”

Üçüncü mit, şiddet içermeyen direnişin Suriye’de bir seçenek olmadığı –Suriye devrimi, şiddet içermeyen bir kitle hareketi olarak başladığı halde- Manna, “Şiddet kullanılmadığı zaman yanımızda üç milyon insan vardı. Şu anda silahlı direnişle birlikte sokaklarda 50 binden fazla insanımız yok” diye konuşuyor.

ABD’li akademisyenler Erica Chenoweth ve Maria J. Stephan, “Sivil İtaatsizlik Neden İşe Yarar” isimli kitaplarında, yüksek oranda silahlanmış düşmana karşı güç kullanmanın, direniş gruplarının amaçlarına erişmeleri için en etkili yol olduğuna dair halk arasındaki yaygın inanışı sorguluyorlar. 1990-2006 yılları arasındaki tarihsel kaydın, şiddet içermeyen mücadelelerin, değişimi güvence altına almada –baskıcı diktatörlere karşı bile-, şiddet içeren mücadelelere oranla iki katından fazla (yüzde 26’ya yüzde 53) etkili olduğunu gösterdiğini bulgulamışlar.

Diplomasi işe yarar


Dördüncü mit, Suriye’de diplomatik çözüm olmadığına dair. Diplomasi, göründüğü biçimiyle bir yatıştırma biçimi –ve dürüstçe “Suriyelilerin liderlik ettiği kapsamlı politik süreç” ve “bütün tarafların”, silahlı şiddeti “durdurması” çağrısında bulunan Kofi Annan’ın barış planını reddetmek moda haline geldi. Oysa Manna’nı savunduğu şekliyle, “Suriye’de tek çözüm Annan planının yeniden inşası, tüm taraflarca saygı gösterileceğinin garanti edilmesi ve uluslararası gözlemcilerin sayısının üç katına çıkarılması”dır.

Esad rejimine bağlı milisler tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen katliamlara karşın Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Ağı, ülkedeki şiddetin Mart ayındaki zirve noktasına oranla yüzde 36 düştüğünü ve Annan Planı kabul edildiğinden beri her ay gerilediğini gösterdi.

Askeri müdahale ancak şiddeti yoğunlaştırır, düşürmez. Başka bir yol mevcut.
Deneyimli dış muhabir ve Suriye uzmanı Patrick Seale’nin yazdığı gibi: “Suriye’de geniş çapta bir iç savaşı önlemenin tek yolu, çatışmayı askeri güçten arındırmak ve her iki tarafa da müzakere için maksimum baskıyı uygulamak.”

Buna odaklanılmalı. Karmaşık bir ülkede, karmaşık bir çatışmayla uğraşıyoruz; sorunlara uzaktan bakan generallerin çözümleri sorunu çözmez. Bu nedenle hatırlayın: evvela, zarar verme.


http://www.newstatesman.com/2012/06/exploding-four-myths-about-intervention-syria adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi