Content feed Comments Feed

Jacobin Latin Amerika’dan Martin Mosquera, İtalyan tarihçi Enzo Traverso ile  dünyadaki aşırı sağ yükseliş ve buna paralel sayısı artan aşırı sağ iktidarlardan yola çıkarak, faşizmin güncel karakteri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Traverso, faşizmin bugünkü biçiminin, 20. yüzyılın ilk yarısında hâkim olan şekli ile önemli farklılıklar gösterdiğini belirtiyor.


 - İspanyolcaya “Las Nuevas Caras de la Derecha” olarak çevrilen (Türkçeye Faşizmin Yeni Yüzleri ismi ile çevrilmişti; ç.n.), oldukça etkili bir kitap yazdınız ve bu kitapta “post-faşizm” terimini ortaya attınız. O zamandan bu yana birkaç yıl geçti ve aşırı sağın yükselişiyle bağlantılı, o dönemde ele alamadığınız önemli olaylar ortaya çıktı: ABD'de Kongre Binası'na yapılan saldırı, Brezilya'da Jair Bolsonaro'nun benzer girişimi, Arjantin'de Javier Milei'nin zaferi, Trump'ın yeniden yükselişi vb. Bu yeni olaylar ışığında, aşırı sağ ve post-faşizm kavramını bugün nasıl analiz ediyorsunuz?

Bahsettiğiniz kitap, 2016'nın başlarında, ABD seçim kampanyası sırasında, Trump'ın ilk döneminden önce yapılan bir röportajdan ortaya çıktı. Sonra, seçimlerden sonra, neredeyse on yıl önce, bir tür ikinci röportaj yapıldı. Dediğiniz gibi, bağlam önemli ölçüde değişti, bu yüzden mantıklı bir soru ortaya çıkıyor: kitabımın orijinal baskısına kıyasla neyin değiştirilmesi gerekir?

Genel çerçeveyi değiştirmezdim. O röportajda özetlemeye çalıştığım post-faşizm kavramı, bu olguyu tanımlamak için benim için hâlâ kullanışlı, ancak bunu kapalı, tanımlanmış bir olgu olarak görmüyorum. Bana göre bu hâlâ geçici bir fenomen ve nihai sonucunu tam olarak anlamak veya tanımlamak hâlâ zor. Ancak, pek çok şeyin değiştiğine şüphe yok ve on yıl önce zaten tespit edilip analiz edilen bazı eğilimler şimdi çok daha net ve küresel ölçekte konsolide olmuş durumda. Bahsettiğiniz tüm fenomenler bunu doğruluyor; ister Avrupa ister Amerika Birleşik Devletleri ister Latin Amerika, hatta daha ötesinden bahsediyor olalım.

En dikkat çekici değişim, bence, sadece radikal sağın güçlenmesi değil, aynı zamanda yeni meşruiyetidir. On yıl önce yaptığım analizden bu yana değişen şey, bugün radikal sağın küresel olarak egemen elitler için meşru ve birçok durumda imtiyazlı bir muhatap haline gelmesidir. On yıl önce durum böyle değildi. O zamanlar Trump'ın seçim zaferi sürpriz olmuştu. Tüm anketler ve analistler, Hillary Clinton'ın kazanacağını varsayıyordu, çünkü o, müesses nizamın, elitlerin adayıydı. Öte yandan Trump, kendi partisi olan Cumhuriyetçi Parti içinde birçok engelle karşılaştı ve seçildiğinde, tamamen beklenmedik bir şekilde kazanan bir aykırı tip olarak algılandı.

2016 ile 2025'i karşılaştırırsak, o zamanlar Trump göreve başladığı gün tek bir başkanlık kararnamesi imzalamıştı. Bugün ise onlarca imza attı. 2016'da başkan olarak ne yapacağı konusunda tam olarak net değildi; bugün ise nasıl hareket edeceği konusunda çok net fikirleri var. Ve tabii ki artık bir aykırı tip değil: Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı ve arkasında sağlam bir yapı var. 2016'da Bolsonaro da aykırı bir tipti ve kimse Milei gibi birini hayal bile edemezdi. Giorgia Meloni, İtalyan siyasetinde tamamen marjinal bir figürdü. 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, tüm gözlemcileri şaşırtan şey Emmanuel Macron ve Marine Le Pen arasındaki televizyon tartışmasıydı. O zamanlar, Le Pen açıkça güvenilmez bir izlenim bırakmıştı: Avrupa Birliği veya euro ile ne yapacağı sorulduğunda, net ve ikna edici bir cevap verememişti.

Kısacası, radikal sağ, elitler tarafından geçerli bir seçenek olarak görülmüyordu. Aksine, hem Amerika Birleşik Devletleri'nde hem Avrupa'da hem de Latin Amerika'da büyük bir şüpheyle karşılanıyordu. Bolsonaro bile Brezilya'nın büyük iş dünyasının doğrudan adayı olarak kazanmadı. Orduda ve bazı ekonomik sektörlerde desteği vardı, evet, ama kazanan aday yine de o dönemde çok daha güçlü bir seçenek gibi görünen İşçi Partisi (PT) idi. 2017'de Avrupa'da bir tür travma olarak yaşanan bir olay meydana geldi: Alternative für Deutschland'ın (AFD) Alman parlamentosuna girmesi bir dönüm noktası oldu. Kısa süre sonra İspanya'da Vox ortaya çıktı. Ve manzara önemli ölçüde değişti.

Ancak bu süreç doğrusal bir şekilde ilerlemedi. Trump ve Bolsonaro'nun zaferinden dört yıl sonra ikisi de seçimleri kaybetti. Bu arada pandemi ve onun beraberinde getirdiği küresel ekonomik kriz yaşandı. Kitabımda şu yönde bir hipotez ortaya attım: Uluslararası bir kriz meydana gelirse ne olur? Bu büyüklükte bir krizin post-faşizmi yeni bir faşizm biçimine dönüştürebileceğini savundum. Ancak öyle olmadı. Kriz, radikal sağı güçlendirmek yerine zayıflattı, çünkü bu büyüklükteki zorluklarla başa çıkamayacağı ortaya çıktı.

O zamanlar çift yönlü bir değişimden bahsediyordum. Bir yandan, olağanüstü yasaların uygulanması, bireysel ve toplumsal özgürlükleri ve kamusal eylem alanlarını sorgulayan bir olağanüstü hâl ile potansiyel olarak otoriter bir değişim. Bu açıdan, radikal sağ bu otoriter değişimi yönetmek için ideal aday. Ancak diğer yandan, pandemi, biyopolitik bir değişim de yarattı; vatandaşların fiziksel olarak beden olarak tanımlanmasını, nüfusun korunmasını amaçlayan güçlü devlet müdahalesiyle oldu bu. Bu alanda radikal sağ her ülkede başarısız oldu. Bu bir gerileme anıydı ve genel olarak sonraki seçimleri kaybettiler.

Sonra yeni bir dalga geldi, şu anda karşı karşıya olduğumuz dalga. Bu yüzden ısrar ediyorum: bu doğrusal bir süreç değil, ancak genel eğilim oldukça açık. Bu, iyi tanımlanmış bir profile ve net özelliklere sahip yeni bir faşizmle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor. Bence bu hâlâ çok heterojen bir yapı ve birleşme biçimleri arayışında. Ve bugün post-faşizm ile küresel elitler arasındaki bu yeni ittifak yadsınamaz olsa da, gerilimler ve çelişkilerle dolu olmayı sürdürüyor. Gramsci'nin terimiyle yeni bir tarihsel bloktan henüz söz edemeyiz. Bu, bir blok oluşumundan çok, ortak çıkarlar temelinde bir birleşme.

 Yeni radikal sağın yükselişiyle birlikte faşizm üzerine tartışmalar yeniden şiddetle gündeme geldi. Bu tartışma -eğer bu faşizm ise-, bunun 1930'larda olduğu gibi tek parti veya kurumsal devlet gibi unsurlarla siyasi rejimin değişmesi anlamına geldiğini savunanlar ile liberal demokrasinin biçimsel geçerliliği korunursa bunun sadece farklı bir özelliğe sahip geleneksel sağın yeni bir versiyonu olacağını savunanlar arasında kutuplaşma eğiliminde.

Soru, bu kutuplaşmanın yanlış olup olmadığıdır. Yani, mevcut otoriter fenomenler, Viktor Orbán'ın Macaristan'ının temsil ettiği şeye daha çok benzemiyor mu: liberal demokrasi çerçevesinde gelişen, en azından dışsal biçimlerini koruyan otoriter bir rejim. Bu tartışma hakkındaki görüşünüzü ve özellikle, tarihsel faşizm ve geleneksel sağın aksine, yeni aşırı sağ için bir tür siyasi ütopya olarak düşünülebilecek Orbán modeline ne kadar yer vereceğinizi bilmek isteriz.

Evet, bu yeni radikal sağın temel bir özelliği ve ben de diğer birçok gözlemci gibi bunu on yıl önce zaten belirtmiştim. Klasik faşizm, faşizm ve demokrasi arasında radikal bir ikilem oluşturdu: kendini açıkça anti-demokratik olarak tanımladı. Bu, sadece ideologları tarafından teorize edilmedi, aynı zamanda karizmatik liderleri tarafından da gururla iddia edildi. Mussolini'nin demokrasiyi ludus cartaceus, yani basit bir “kağıt oyunu” olarak tanımlayan ünlü sözünü hatırlamak yeterlidir. Faşizm, demokrasiye olan nefretini açıkça sergiliyordu. Ancak bugün, post-faşist olarak adlandırdığım tüm hareketler ve liderler demokratik bir retorik benimsemektedir. Hepsi liberal demokrasinin çerçevesine ait olduklarını iddia etmekte ve hatta kendilerini onun en büyük savunucuları olarak sunmaktadır. Bu retorik, kamuoyunda meşruiyet kazanmaları için temel bir rol oynamıştır.

Örneğin Marine Le Pen, sadece partisinin adını değiştirmekle ve babasıyla ilişkisini kesmekle kalmadı, aynı zamanda Beşinci Cumhuriyet kurumlarına ve demokratik değerlere bağlılığını da açıkça teyit etti. İtalya da başka bir örnek teşkil ediyor. Giorgia Meloni, açıkça faşist kökenlere sahip bir partinin lideri. Birkaç yıl öncesine kadar bu mirası gururla savunuyordu. Ancak iktidara geldikten sonra faşizmi savunmaktan vazgeçti. Elbette kendini antifaşist ilan etmiyor, ancak faşizmin “demokratik” doğasında ve mevcut kurumsal çerçeveye bağlılığında sürekli ısrar ediyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde bu paradoks en uç noktaya ulaşıyor: Ocak 2021'de Kongre Binası'na yapılan saldırı, demokrasi adına gerçekleştirildi. Protestocular, Demokratlar tarafından kendilerinden “çalınan” demokrasiyi savunduklarını iddia ettiler. Başka bir deyişle, kendilerini gerçek demokratlar olarak sundular.

Bu, temel bir dönüşümdür: Yeni radikal sağın demokrasi ile ilişkisi, tarihsel faşizminkinden tamamen farklıdır. Sorunuzda haklı olarak belirttiğiniz gibi, bugün demokrasi ile faşizm arasındaki sınır artık net değildir. Yirmi birinci yüzyıl faşizmi, demokratik biçimleri ortadan kaldırmayı değil, içinden müdahale etmeyi, onları aşındırmayı ve içinden dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Faşizm ile demokrasi arasındaki sınırların bulanıklaşması, Poulantzas'ınkiler gibi eski analitik kategorileri biraz eskimiş hale getirmiştir, buna daha sonra döneceğim.

Ancak, bu değişimi açıklamaya yardımcı olan başka bir tarihsel farkı da göz önünde bulundurmalıyız. Savaşlar arası dönemde demokrasi, alt sınıfların tarihi bir zaferi, Ekim Devrimi'nin ve Büyük Savaş'ın ardından 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşünü izleyen devrimci dalganın bir ürünü ya da yan ürünü olan yeni bir kazanımdı. Bu, acımasız bir kriz dönemi olmakla birlikte, önemli demokratik ilerlemelerin de yaşandığı bir dönemdi: birçok ülkede erkeklere genel oy hakkı verildi, bazı ülkelerde kadınlar oy hakkı kazandı, kamusal alan dönüştü ve yeni halk katılımı biçimleri ortaya çıktı. Bu bağlamda, faşizm açıkça demokrasinin düşmanı olarak ortaya çıktı. Bu durum 1920'lerden itibaren İtalya'da, 1933'te Weimar Cumhuriyeti'nin ani yıkılmasıyla Almanya'da ve faşizm ile demokrasinin doğrudan çatışması olan İspanya İç Savaşı'nda görüldü.

Ancak bugün durum tamamen farklı. Demokrasi artık savunulması gereken bir kazanım olarak değil, boş bir kabuk olarak görülüyor. Batı dünyasının büyük bir bölümünde –ve küresel ölçekte de söyleyebiliriz– demokrasi, kamusal alanın ticari nesneleştirilmesi, kurumların içinin boşaltılması, ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkinin yapısal dönüşümüyle derinlemesine aşınmış, biçimsel bir kabuk olarak algılanıyor. Artık kimse demokrasiyi özgürleştirici bir vaat olarak görmüyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde Elon Musk, Donald Trump'ın seçim kampanyasına 270 milyon dolar bağışlayarak destek verdi ve ardından onun yönetimine katılarak önemli pozisyonlar üstlendi. Böyle bir bağlamda, kimse demokrasiyi eşitlik, özgürlük ve adaletin garantisi olarak tanımlayamaz.

Ancak, Amerika Birleşik Devletleri örneğinin ötesinde, insanların faşizmden gerçek bir tehdit olarak bahsettikleri çok nadir duyulur. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde bile, “Trump faşizmi” hakkındaki tartışma büyük ölçüde liberal elitlerle sınırlıdır. Örneğin Joe Biden ve Kamala Harris, seçim kampanyası sırasında onu faşist olarak nitelendirdiler ve New York Times gibi yayın organlarında bu konu hakkında tartışmalar var. Ancak orada bile Trump, genellikle yabancı bir cisim, Batı demokrasilerinin paradigması olan Amerikan demokrasisine dışarıdan düşen bir anomali olarak tasvir ediliyor. Başka bir deyişle, o gerçekte olduğu gibi, Amerikan toplumu ve demokratik sisteminin gerçek bir ürünü olarak algılanmıyor.

Ve halk sınıflarının, çalışanların büyük bir kısmı için demokrasiyi savunmak, kaygı listelerinin en altında yer alıyor. Neden Trump'ı demokrasiye bir tehdit, Biden'ı ise kurtarıcı olarak görsünler ki? Bu karşıtlık onlara mantıklı gelmiyor. Elbette, burada bir dereceye kadar körlük var -Trump bir tehdit- ama sorun daha derin: Demokrasiyi, bugün var olanla eşleştirerek savunamazsınız. Asıl soru, hangi demokrasiyi savunmak, hangi demokrasiyi inşa etmek istediğimizdir.

Çünkü demokrasi sadece bu içi boş kurumlardan ibaretse, onları savunmak için büyük bir antifaşist hareketi seferber etmek çok zor olacaktır, özellikle de onlara saldıranlar kendilerini demokrat olarak tanıtıyor ve bu kurumların işlevsiz olduğunu -bazı gerekçelerle- söylüyorsa. Savunacak ne var ki? Sorun bu.

- Bu yeni aşırı sağın ayırt edici özelliklerinden birinin, elitler arasında artan desteği olduğunu belirttiniz. Trump örneğinde bu özellikle belirgin görünüyor: 2016'ya göre Cumhuriyetçi Parti üzerinde çok daha güçlü bir kontrolü var, her iki meclisin desteğine sahip, Yüksek Mahkeme onun gündemine uyumlu ve yönetici sınıfın büyük bir kısmı artık onunla çok daha uyumlu görünüyor. Bu ikinci dönemden, hem iç hem de dış politikada ne bekleyebiliriz?

Bu, bugün birçok kişinin sorduğu bir soru, ancak kolay bir cevabı yok. Ve bu, kısmen, klasik faşizmden önemli bir farka işaret ediyor. Tarihsel faşizm net bir projeye sahipti: tanımlanmış bir siyasi rejim, bir iktidar stratejisi, iç ve uluslararası düzen kavramı. Örneğin İtalyan faşizmi, Akdeniz'i kendi mare nostrum'u, yani hayati alanı haline getirmeyi hedefliyordu. Alman faşizmi ise kıta Avrupası'nı kontrol etmeyi ve özellikle Doğu Avrupa'yı imparatorluk ve askeri olarak fethetmeyi amaçlıyordu. İspanya'da Franco, “kızılları ezmeyi” ve ulusal bir Katolik diktatörlüğü kurmayı hedefliyordu. Başka bir deyişle, rejim ve dünya hakkında oldukça tutarlı bir fikir vardı.

Trump ile mevzular o kadar net değil. Mesajları genellikle çelişkili ve saf demagoji ile gerçek bir stratejik yönelim olarak anlaşılabilecek şeyleri ayırt etmek zor. Örneğin, Mars'a Amerikan bayrağını dikeceğini, Grönland'ı ilhak etmenin iyi bir fikir olacağını, hatta Kanada'nın bir sonraki Amerikan eyaleti olması gerektiğini söylüyor. Gerçek şu ki, bunun arkasında, Çin ile ilişkilerinin yeniden tanımlanması ve diğer alanlardan nispeten geri çekilme çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletleri'nin kıtasal etkisini pekiştirmeyi amaçlayan jeopolitik bir proje yatıyor. Bu, imparatorluk özellikleri kazanan bir hegemonyacı hırs, ancak paradoksal olarak, bir zayıflamanın ürünü: Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra hayal ettiği gibi dünyayı domine etme arzusundan vazgeçti.

Ancak bunlar spekülasyondur, çünkü açıkça tanımlanmış bir proje yok. Neredeyse yirmi beş yıl önce, 11 Eylül 2001'den sonra, Bush'un yeni-muhafazakâr sağının stratejik çizgileri daha netti. Robert Kagan gibi bazı ideologlar ve stratejistler bunları kesin olarak tanımlamışlardı. Trump'ın arkasında, birbirlerinden nefret eden Steve Bannon gibi klasik faşistler ve Elon Musk gibi radikal neoliberalciler gibi oldukça çelişkili bir grup bulunmaktadır. Analistler, Trump'ın uluslararası ticarete yönelik önlemlerinin tutarlılığını anlamakta zorlanmakta.

Trump daha klasik ifadeler kullandığında bile -örneğin “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” dediğinde- bu büyüklüğün içeriği belirsizdir. ABD'nin küresel süper güç rolünü geri kazanmasından bahsediyor gibi görünse de, aynı zamanda Çin gibi ülkelerle doğrudan çatışma politikası izlemekten kaçınmakta. Aslında, Çin ile bir anlaşma arayışında ve aynı şekilde Çin'in müttefiki olan ancak çok daha zayıf olan Rusya ile de öyle. Trump, bir süper gücün fethetme yeteneğine sahip olması gerektiğini, ancak aynı zamanda çatışmalar yaratma yeteneğine de sahip olması gerektiğini söylüyor. İşte burada Ukrayna konusundaki tutumu devreye giriyor; burada yeni bir sayfa açmayı öneriyor. Ya da Orta Doğu konusunda, İsrail ile ittifakı açıkça ortada, ancak savaşı sonsuza kadar sürdürmeye pek istekli görünmüyor. Siyasi kampının nihai hedefi muhtemelen Gazze ve Batı Şeria'nın tamamen kolonileştirilmesi, ancak Trump'ın stratejisinin, bu sonucu elde etmek için Gazze'deki soykırımı uzatmak olduğunu sanmıyorum.

Dolayısıyla, güçlü bir programatik tutarlılık olmaksızın bir dizi eğilim görüyoruz. Ve bu da mevcut uluslararası bağlamın bir parçası. Savaşlar arası dönemle benzerlikler aramak istersek, en açık olanı iç politikada değil, küresel durumda yatıyor: istikrarlı bir uluslararası düzenin, bazı durumlarda sistemik bir düzenin yokluğu ve gerileyen ve yükselen güçler arasındaki rekabet. Bu senaryoda, hem Amerika Birleşik Devletleri hem de diğer aktörler için net sınırlar çizmek zor. Bu nedenle, Trump'ın bugün 1933'teki Hitler kadar net ve tutarlı fikirleri olduğunu düşünmüyorum. 1933 ile 1941 arasında Nazi politikası oldukça net bir çizgi izledi. Trump'ın durumunda ise, bu tutarlılığı veya uzun vadeli bir stratejik projeyi hayata geçirebileceği koşulları görmüyorum.

1920'ler ve 1930'larla olası bir benzetme olarak, sadece ekonomik veya siyasi bir krizle değil, daha derin bir kargaşa, bir tür uzun vadeli yapısal krizle karşı karşıya olduğumuzu belirttiniz. O zamanlar, 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşü söz konusuydu; bu bağlamda, faşizmin yükselişi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya gibi bazı güçlerin çöküşüyle de bağlantılı görünüyordu. Sizce bu bağlantı günümüzde de kurulabilir mi? Başka bir deyişle, bugün yeni aşırı sağın yükselişiyle tanık olduğumuz durum, Asya'nın, özellikle de Çin'in yükselişi karşısında Batı'nın daha geniş bir çöküş süreciyle bağlantılı olabilir mi? Sizce bu jeopolitik çekişme, bu sağcı hareketlerin yükselişinde önemli, ancak belki de dolaylı bir motivasyon mu?

Hayır, bu anlamda bir benzetme yapabileceğimizi düşünmüyorum. Karşılaştırmalar yapılabilir, ancak temel farklılıklar var. Savaşlar arası dönemde, on dokuzuncu yüzyılın liberal düzeninin çöküşüyle karşı karşıya kalan –laissez-faire kapitalizm (regülasyonlardan azade, bir nevi ‘bırakınız yapsınlar’ kapitalizmi; ç.n.), modernize edilmiş “kalıcı eski rejim” devletleri (Arno J. Mayer'e göre), temsili ama pek demokratik olmayan kurumlar- iki alternatif model ortaya çıktı ve bunlar, kendi başlarına birer medeniyet projesiydi. Bir yanda, özgürleşme, eşitlik ve devrim ütopyasıyla sosyalizm, diğer yanda, ulus, ırk ve hâkimiyeti yücelten faşizm. Her ikisi de geleceğe dair vizyonlardı, insanların hayatlarını kökten dönüştürmeyi vaat eden kapsamlı toplum modelleriydi.

Bugün, yeni sağda buna benzer bir şey görmüyorum. Ufukta bir ütopya ya da medeniyet projesi yok. Bu yüzden “post-faşizm” kavramını yararlı buluyorum, çünkü bu radikal sağcı hareketler son derece muhafazakârdır. Onların dürtüsü ileriye değil, geriye dönüktür: aradıkları şey geleneksel düzeni yeniden kurmaktır. Savundukları değerler -egemenlik, aile, ulus- onları birbirine bağlayan bir tür kırmızı iplik oluşturur.

Örneğin Trump, Amerika Birleşik Devletleri'nde sadece erkekler ve kadınlar olduğunu iddia ediyor, diğer cinsiyet kimliklerinin varlığını reddediyor ve LGBTQ+ topluluğunu bir tehdit olarak sunuyor. Bu, çeşitliliği veya zor kazanılmış hakları temsil eden her şeye karşı gerici bir saldırıdır. Gelenekselliğe dönüş, çevrecilik karşıtlığı, iklim değişikliği ile ilgili küresel gündemleri reddetme ve uluslararası anlaşmalar yerine yerli üretimi destekleme tutumunda da açıkça görülmektedir. “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” sloganı, belirli bir gelecek hayalini besleyen bir slogandır, ancak bu gerici bir hayaldir: Amerika Birleşik Devletleri'nin güçlü, müreffeh ve baskın olduğu bir döneme dönüş. Bu yeni bir öneri değil, geçmişin idealize edilmesidir.

Javier Milei'nin Arjantin'i gibi bazı örneklerde, yeni bir medeniyet modeli inşa etme girişimi olduğu izlenimi uyandırılabilir. Milei, aşırı neoliberalizmden ilham alan yeni bir toplumun mimarı olarak kendini tanıtıyor. Ancak bu proje de aslında yeni değil. Konuşmalarını ve tutumlarını okursanız –Arjantin'deki durumu derinlemesine bilmediğimi belirtmek isterim, bir dış gözlemci olarak konuşuyorum– Hayek'in fikirleriyle açık bir paralellik olduğunu görürsünüz. En çok bilinen metni olan Kölelik Yolu’ndan çok, Hayek'in tamamen piyasa tarafından yönetilen bir toplumu anlattığı Hukuk, Yasama ve Özgürlük kitabıyla paralellik var. Milei'yi ilham kaynağı olarak gören model budur: otoriter neoliberalizm (ya da neoliberal post-faşizm, isterseniz; farklı isimlerle anılabilir).

Yeni olan şey, varsa, devletin bu modeli nihai sonuçlarına ulaştırmaya çalışmasıdır. Geçmişte de neoliberalizm, Birleşik Krallık'ta Margaret Thatcher, Amerika Birleşik Devletleri'nde Ronald Reagan ve Şili'de Augusto Pinochet'nin önderliğinde etkiliydi. Ancak bu örneklerde amaç, refah devletinin kazanımlarını (New Deal, savaş sonrası Keynesçi model) ortadan kaldırmak, sıfırdan “saf” bir piyasa toplumu kurmak değildi. Dahası, bunu genellikle hâlâ çok güçlü olan devletlere dayanarak yaptılar, Şili örneğinde olduğu gibi, Pinochet diktatörlüğü, bir karşı devrimden doğan aşırı merkezi bir aygıttı.

Milei'nin şu anda amaçladığı şey başka bir şey: neoliberal modeli yeni bir medeniyetin çekirdeği haline getirmek. Ancak, ısrarla belirtmek isterim ki, bu yeni bir proje değil. Klasik faşizmin “yeni insanı” değil. Küresel dünyayı zaten domine eden antropolojik modelin radikalleştirilmiş bir versiyonu: bireycilik, rekabet, piyasa. Weber'in sözleriyle ifade etmek gerekirse, neoliberalizmin antropolojik modelini oluşturan belirli bir Lebensführung, bir “yaşam tarzı” ile kopuşu yok. Milei bu ethos'u icat etmedi. Onun yaptığı şey, bunu aşırıya götürmek ve bundan yeni bir toplumun ortaya çıkacağını iddia etmektir. Ancak bu, tarihsel bir alternatif değil, zaten var olanın yoğunlaştırılmasıdır. Ve bana göre bu dikkate alınmalıdır. Bu proje, şüphesiz, son derece anti-demokratiktir ve otoriter özellikler taşır, ancak Poulantzas'ın 1970'lerde düşündüğü gibi devletin güçlendirilmesinin tam tersidir. Post-faşizm, tarihsel faşizm gibi devletçi değildir. Trump, Amerikan devletini parçalamaktadır ve bu büyük bir farktır.

- Jacobin'de, önceki sayımızda geliştirdiğimiz ve sizin görüşlerinizi almak için paylaşmak istediğimiz uluslararası durumla ilgili bir hipotez üzerinde çalışıyoruz. Bizim fikrimiz, son on yılın bir noktasında –tam olarak tarihini belirlemek zor olsa da– küresel siyasi döngüde bir değişim yaşandığıdır. Sembolik bir tarih seçmek zorunda olsaydık, bu tarih 2015 ile 2016 arasında olurdu, çünkü bu dönemde bir dizi çok önemli olay meydana geldi: Yunanistan'da Syriza'nın yenilgisi veya teslim olması, bu olay küresel sol üzerinde güçlü bir etki yarattı ve paralel olarak ABD'de Trump'ın zaferi ve Birleşik Krallık'ta Brexit. Aynı zamanda, Arjantin'de sağın zaferi ve Brezilya'da Dilma Rousseff'e karşı parlamento darbesi ile Latin Amerika'daki ilerici hareketin krizinin başladığı andır.

O andan itibaren, 2008 krizinin yarattığı hoşnutsuzluğun siyasi yönünün tersine döndüğü hissediliyor. O ana kadar sol, bu hoşnutsuzluğu kanalize etme konusunda belirli bir kapasiteye sahipti: Avrupa'daki indignados, Yunanistan'daki genel grevler, Latin Amerika'daki ilerici döngü, Arap Baharı... Ancak o andan itibaren, bu süreçlerin başarısızlığı, durgunluğu veya yenilgisini görüyoruz: Latin Amerika'daki ilerici hareketler krize giriyor, Avrupa solu ağır bir darbe alıyor, Arap Baharı bir felakete dönüşüyor ve Anglosakson solu da durgunlaşıyor.

- O halde, o anda yaşanan şeyin küresel bir değişim olduğu düşünülüyor: sol neredeyse her yerde savunmaya geçti ve aşırı sağ saldırıya geçti. Katılıyor musunuz?

Bu çok ilginç bir hipotez ve ben de büyük ölçüde katılıyorum. Belki bir nüans eklemek isterim. Yeni bir dalga yaşadığımız doğru –daha önce pandemiyle birlikte meydana gelen bir dönüm noktasından bahsetmiştim– ancak sağın bu yeni yükselişinin koşullarından biri de tam olarak küresel ölçekte solun krizi. Bahsettiğiniz tüm unsurlar önemli.

Hatta daha da ileri gideceğim: Arap devrimlerinin felci ve yenilgisi kilit bir an ve bugün Gazze'de yaşananlar da bunun en trajik sonuçlarından biri.

Buna ek olarak, 1990'larda Latin Amerika'da ortaya çıkan direniş modelinin krizi de var. Bu yeni bir model değildi, ancak elimizde neoliberal saldırıya karşı bir direniş biçimini temsil eden bir kıta vardı. Bugün, bu direnişin aktörleri krizde ya da tamamen meşruiyetini yitirmiş durumda ve bunun derin siyasi sonuçları mevcut. Venezuela veya Bolivya gibi örnekler üzerinde durmayacağım, ancak Arjantin'deki yenilgimizden veya bölgenin en önemli ülkesi olan Brezilya'da solun Lula dışında başka bir isim önerememesinden de bahsedebiliriz. Bu da krizin bir yansımasıdır.

Avrupa'da, sizin de söylediğiniz gibi, yeni bir modeli denemek amacıyla solu yeniden yapılandırmaya yönelik önemli girişimler oldu ve Syriza ile Podemos bu döngünün başrol oyuncularıydı. Onların yarattığı beklentiler çok büyüktü... Ve ne yazık ki, başarısızlıklarının etkisi de öyle oldu. Amerika Birleşik Devletleri'nde durum farklı. O kadar büyük bir yenilgi yaşanmadı, ancak sol ile Demokrat Parti arasındaki simbiyotik ve belirsiz ilişki, ilerlemeyi engelleyen büyük engeller yaratıyor.

Evet, post-faşizmin ortaya çıkışı solun bu siyasi ve stratejik krizine dayanıyor. Ama sadece bu değil. Bu kriz, çok daha uzun bir sürecin, bir dizi tarihsel yenilginin bir parçası. Uzun vadeli bir bakış açısıyla, 20. yüzyıl devrimlerinin tarihsel döngüsünün kapanmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Bunlar, etkileri günümüzü şekillendirmeye devam eden uzun vadeli yenilgiler. 2015 ve 2016'daki gerilemeler belirli bir dönemin parçası, ancak aynı zamanda yapısal bir eğilimin, solun küresel ölçekte yeni modellerle ortaya çıkamadığı tarihi bir yenilginin parçası.

Yeniden yapılanmayı düşünmek hiç de kolay değil. Ancak Bernie Sanders'ın son müdahalesi beni derinden etkiledi. Sanders şu uyarıda bulundu: “Dikkatli olun, Trump'ın gündemine boyun eğmemeliyiz.” Solun, aşırı sağın söyleminin her noktasına yanıt verme eğilimi var, ancak bunu aynı sağın dayattığı çerçeve içinde yapıyor. Sanders daha sonra “Trump'ın söylemediklerini konuşmalıyız” diye uyarıyor. Solun gündemi bu olmalı: bugün egemen söylemde tamamen yok olan bir toplumsal gündem.

Şu anda, 1930'larda olduğu gibi, bugünün solunun yalnızca antifaşizmle yeniden inşa edilebileceğine inanmıyorum. Birincisi, bugün demokrasi aynı şekilde savunulamaz. İkincisi, antifaşist mücadele diğer temel boyutlarla birlikte ifade edilmelidir: sosyal, ekonomik ve çevresel konular ve medeniyet olduğunu iddia eden neoliberal bir toplum modeliyle yüzleşme. Bu ifade edilen yaklaşım çok önemlidir.

Dahası, küresel dünya artık 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi değil. Klasik faşizmin bir tarihi vardı, ancak o dönemin antifaşizmi evrensel bir söylem değildi. Batı dışında meşruiyeti yoktu. Sömürgecilikle bağı, demokrasinin Batı dünyasıyla sınırlı olması... tüm bunlar onu sınırlıyordu. Bugün de benzer bir şey oluyor.

 

Jacobin Latin Amerika’da yayımlanan söyleşinin, https://internationalviewpoint.org/spip.php?article9116 adresinde yer alan İngilizce çevirisinden Türkçeye çevrilmiştir.

 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi