Fransa merkezli Revue L’Anticapitaliste, Marksist düşünür Michael Löwy ile Marx’ın ekolojiye ve ekolojik sorunlara yaklaşımına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdi. Löwy, erken dönemdeki eksikliklerine karşın Marx'ın yazılarının doğa, kapitalizm ve servet oluşumu arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olabileceğini savunuyor.
- - Birçok
ekolojist Marx’ı eleştirmekte ve Marksistleri kızıl paradigmayı terk edip yeşil
paradigmayı benimsemeye çağırmaktadır. Temel argümanları nelerdir?
Ekolojistlere göre Marx, İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun
izinden giderek, tüm değer ve zenginliğin kaynağını insan emeğine atfetmiş ve
doğanın katkısını göz ardı etmiştir. Bu eleştiri bir yanlış anlamadan
kaynaklanmaktadır: Marx, emek-değer teorisini kapitalist sistemdeki değişim değerinin
kökenini açıklamak için kullanır. Öte yandan doğa, değişim değeri değil
kullanım değeri olan gerçek zenginliğin oluşumunda yer alır. Bu görüş, Marx’ın
Alman sosyalist Ferdinand Lassalle ve takipçilerinin fikirlerine karşı kaleme
aldığı Gotha Programının Eleştirisi (1875) adlı metinde çok açık bir şekilde
ifade edilmiştir:
"Emek tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da en az emek
kadar kullanım değerlerinin kaynağıdır (ve elbette maddi zenginliği oluşturan
da bunlardır!). Emeğin kendisi yalnızca doğanın bir gücünün, insan emek gücünün
tezahürüdür"[1].
- - Ekolojistler
Marx ve Engels’i prodüktivizmle suçluyor. Bu suçlama haklı mı?
Hayır, çünkü hiç kimse kapitalist üretim mantığını, üretim
uğruna üretimi, sermaye, servet ve meta birikimini kendi içinde bir amaç olarak
Marx kadar kınamamıştır. Gerçek sosyalizm fikri -sefil bürokratik taklitlerinin
aksine- kullanım değerlerinin, insan ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli
malların üretimidir. Karl Marx’a göre teknik ilerlemenin en yüce amacı,
malların sonsuz artışı (‘sahip olmak’) değil, iş gününün azaltılması ve boş
zamanın artırılmasıdır (‘olmak’)[2].
Bununla birlikte, Marx ve Engels’in (ve hatta daha sonraki
Marksistlerin) sermaye tarafından yaratılan endüstriyel üretim sistemini
genellikle eleştirmedikleri ve ‘üretici güçlerin gelişimini’ ilerlemenin ana
vektörü haline getirme eğiliminde oldukları doğrudur. Bu açıdan bakıldığında, ‘kanonik’
metin, Marx’ın belli bir evrimcilik, ilerleme felsefesi, bilimcilik (doğa
bilimleri modeli) ve üretici güçlere ilişkin sorunsuz bir bakış açısıyla en çok
damgalanan yazılarından biri olan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın
(1859) ünlü önsözüdür:
"Gelişimin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici
güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girer [...]. Üretici güçlerin
gelişim biçimleri nedeniyle bu ilişkiler onların prangalarına dönüşür. O zaman
bir toplumsal devrim çağı başlar. [...] Hiçbir toplumsal düzen, yeterli tüm
üretici güçler geliştirilmeden önce yıkılmaz"[3].
Bu ünlü pasajda, mevcut üretici güçler sorgulanmaz ve
devrimin tek görevi, onların sınırsız gelişimi üzerinde bir ‘ayak bağı’ haline
gelen üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaktır.
Grundrisse’den alınan aşağıdaki pasaj, Marx'ın kapitalist
üretimin ‘uygarlaştırıcı’ çalışmalarına ve doğayı acımasızca
araçsallaştırmasına duyduğu eleştirel olmayan hayranlığa iyi bir örnektir:
"Böylece sermaye, burjuva toplumunu ve toplumun üyeleri
tarafından doğanın olduğu kadar toplumsal bağın da evrensel olarak
sahiplenilmesini yaratır. Sermayenin büyük uygarlaştırıcı etkisi buradan
kaynaklanır; daha önceki tüm toplum aşamalarının insanlığın sadece yerel gelişmeleri
ve doğa-tanrıcılığı olarak göründüğü bir toplum aşaması üretir. Doğa ilk kez
insanoğlu için salt bir nesne, salt bir fayda meselesi haline gelir; kendisi
için bir güç olarak tanınmayı bırakır ve özerk yasalarının teorik keşfi, ister
tüketim nesnesi ister üretim aracı olsun, onu insan ihtiyaçlarına boyun
eğdirmek için yalnızca bir hile olarak görünür"[4].
Kapitalizmin doğayla ilişkisine dair bu hâlâ eleştirel
olmayan görüş, takip eden yıllarda aşılacaktı. Aslında Marx’ın (ve Engels’in)
doğa üzerine yazıları tekdüze bir blok olarak değil, hareket halindeki
düşünceler olarak görülmelidir. Genç bir Japon araştırmacı olan Kohei Saito’nun
Karl Marx’s Ecosocialism (Karl Marx’ın Ekososyalizmi) adlı yeni kitabında
ortaya konan argüman budur. Capitalism, Nature, and the Unfinished Critique of
Political Economy (New York: Monthly Review Press, 2017) kitabında Saito, Marx’ın
doğal çevre üzerine düşüncelerinin evrimini, bir öğrenme, düzeltme ve yeniden
formüle etme süreci içinde göstermektedir.
Kuşkusuz, bazı konularda Marx’ın yazılarında müthiş bir devamlılık
vardır. Bu durum özellikle insanlar ile toprak, yani doğa arasındaki kapitalist
‘ayrımı’ reddetmesi için geçerlidir. Marx, ilkel toplumlarda üreticiler ile
toprak arasında bir tür birlik olduğuna inanıyordu ve burjuva toplumu
tarafından yok edilen bu birliği daha yüksek bir düzeyde (olumsuzlamanın
olumsuzlanması) yeniden kurmayı sosyalizmin önemli görevlerinden biri olarak
görüyordu. Bu, Marx’ın hem ekolojik düşüncesinde hem de antropolojik
çalışmasında modern öncesi topluluklara olan ilgisini açıklar -sırasıyla ‘bilinçsiz
sosyalistler’ olarak gördüğü iki yazar olan Carl Fraas ve Franz Maurer’den
yararlanır.
Ancak çevreyle ilgili çoğu soruda Saito, kayda değer
değişikliklerin altını çizmektedir. Kapital’den (1867) önce Marx’ın yazıları
kapitalist ‘ilerleme’ konusunda pek eleştirel değildi. Bu durum, burjuvazi
tarafından ‘doğa güçlerine boyun eğdirilmesini’ ve ‘tüm kıtaların
temizlenmesini’ öven Komünist Manifesto’da açıkça görülmektedir.
Değişimler 1865-66 yıllarında, Marx’ın tarım kimyacısı
Justus von Liebig’in yazıları aracılığıyla toprağın tükenmesi ve insan
toplumları ile doğa arasındaki metabolik bozulma sorunlarını keşfetmesiyle
başlar. Bu, Kapital’in birinci cildinde (1867) ve tamamlanmamış diğer iki
cildinde, kapitalist ‘ilerlemenin’ neden olduğu hasara çok daha eleştirel bir
bakış açısıyla yaklaşmasına yol açtı.
Böylece, Kapital’in tarımla ilgili bazı bölümlerinde, gerçek
bir ekolojik sorunsalın ortaya çıktığını ve kapitalist üretimcilikten
kaynaklanan felaketlerin radikal bir eleştirisini görüyoruz. Marx, insan
toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın kapitalist prodüktivizmden
kaynaklanan bozulmasına dair bir tür teori ortaya koyar. ‘Riß des Stoffwechsels’
ya da ‘metabolik yarık’ (kelimenin tam anlamıyla ‘maddi mübadelede yarık’)
ifadesi, Kapital’in üçüncü cildinin ‘Kapitalist Toprak Rantının Doğuşu’
başlıklı 47. bölümündeki bir pasajda geçer:
"Bir yandan, büyük toprak mülkiyeti tarımsal nüfusu giderek
azalan bir minimuma indirir ve onu büyük kentlerde bir araya toplanmış, giderek
artan bir sanayi nüfusuyla karşı karşıya getirir; bu şekilde, yaşamın doğal
yasaları tarafından öngörülen bir metabolizma olan toplumsal metabolizmanın
(Stoffwechsel) birbirine bağlı sürecinde onarılamaz bir yarık (unheilbaren Riß)
yaratan koşullar üretir"[5].
İleride göreceğimiz örneklerin çoğunda olduğu gibi, Marx’ın
dikkati burada da tarıma ve toprağın tahrip edilmesi sorununa odaklanmıştır,
ancak bu sorunu daha genel bir ilkeye bağlamaktadır: insan toplumları ile çevre
arasındaki maddi mübadele sisteminde (Stoffwechsel), yaşamın 'doğal yasaları'
ile çelişen bir kopuş.
‘Metabolik yarık’ teması Kapital’in birinci cildindeki bir
pasajda da yer almaktadır. Bu, Marx'ın sermayenin doğal çevre üzerinde
yarattığı tahribatı en açık şekilde tartıştığı bir metindir; üretici güçlerin
neden olduğu ‘ilerleme’nin çelişkilerine dair diyalektik bir vizyon ortaya
çıkar:
“Kapitalist üretim [...] insan ve toprak arasındaki
metabolik etkileşimi (Stoffwechsel) bozar... dolayısıyla toprağın kalıcı
(dauernder) verimliliği için ebedi doğal koşulun işlemesini engeller. [...]
Dahası, kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler, yalnızca
işçiyi değil, toprağı da soyma sanatındaki ilerlemelerdir; toprağın
verimliliğini belirli bir süre için artırmadaki tüm ilerlemeler, bu
verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerlemedir.
Bir ülke, Amerika Birleşik Devletleri örneğinde olduğu gibi, gelişmesinin arka
planında büyük ölçekli sanayiye ne kadar çok geçerse, bu yıkım süreci de o
kadar hızlı olur. Dolayısıyla kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin
tekniklerini ve bileşim derecesini, aynı anda tüm zenginliğin asıl kaynakları
olan toprağın ve işçinin altını oyarak (untergräbt) geliştirir.”[6]
Bu metinde birkaç husus dikkat çekicidir: her şeyden önce,
ilerlemenin yıkıcı olabileceği fikri, doğal çevrenin bozulması ve tahrip
edilmesinde bir 'ilerleme'. Burada, işçilerin ve doğanın sömürülmesi ve
bozulması, kapitalist sanayi ve tarımın gelişiminde hüküm süren aynı yağmacı
mantığın sonucu olarak paralel bir şekilde yerleştirilmiştir.
Marx’ın, proletaryanın sömürüsü ile toprağın sömürüsü
arasında kurduğu bu doğrudan ilişki, sermayenin egemenliğine karşı ortak bir
mücadelede, sınıf mücadelesi ile çevreyi savunma mücadelesi arasındaki
bağlantıyı düşünmek için iyi bir başlangıç noktasıdır.
Toprağın tükenmesinden sonra, Marx ve Engels tarafından
sıkça bahsedilen diğer ekolojik felaket örneği ormanların yok edilmesidir. Bu, Kapital’de
birkaç kez karşımıza çıkar:
“Uygarlığın ve genel olarak sanayinin gelişimi, ormanların
yok edilmesinde her zaman o kadar etkin olmuştur ki, ormanların korunması ve
üretimi için yapılan her şey bunun yanında tamamen önemsiz kalmıştır."[7]
Bu iki olgu -ormanların ve toprağın bozulması- analizlerinde
birbirleriyle yakından bağlantılıdır.
- - Marx ve
Engels, sosyalist programı doğal çevre ile ilişkili olarak nasıl
tanımlamaktadır?
İki düşünür de sosyalist üretimi genellikle kapitalizm
tarafından geliştirilen üretim güçlerinin ve araçlarının kolektif temellükü
olarak düşünmektedir: üretim ilişkilerinin ve özellikle de mülkiyet ilişkilerinin
temsil ettiği “prangalar” bir kez ortadan kaldırıldığında, bu güçler herhangi
bir engelle karşılaşmadan gelişebilecektir. Böylece kapitalist üretim aygıtı
ile sosyalizminki arasında bir tür esaslı süreklilik olacak, sosyalizm her
şeyden önce sermaye tarafından yaratılan maddi uygarlığın planlı ve rasyonel
yönetimini içerecekti.
Örneğin, ilkel sermaye birikimi bölümünün ünlü sonuç
kısmında Marx şöyle yazar:
“Sermayenin tekeli, onunla birlikte ve onun altında gelişen
üretim tarzı üzerinde bir ayak bağı haline gelir. Üretim araçlarının merkezileşmesi
ve emeğin toplumsallaşması öyle bir noktaya ulaşır ki, kapitalist
bütünlükleriyle uyumsuz hale gelirler. Bu bütünlük parçalanır. Kapitalist özel
mülkiyetin çanları çalar. [...] Kapitalist üretim, doğal bir sürecin
kaçınılmazlığıyla, kendi olumsuzlanmasını doğurur."[8]
Kaderci ve pozitivist determinizm bir yana, bu pasaj
sosyalist perspektifte sermayenin ‘yanında ve altında’ yaratılan tüm üretim
tarzını olduğu gibi bırakıyor, sadece üretimin maddi kaynaklarıyla ‘uyumsuz’
hale gelen özel mülkiyetin ‘bütünlüğünü’ sorguluyor gibi görünüyor.
Bununla birlikte, sosyalist programın ekolojik boyutunu
dikkate alan ve bazı ilginç yollar açan başka yazılar da vardır. Marx’ın
yazılarındaki bazı pasajlar, doğal çevrenin korunmasını sosyalizmin temel bir
görevi olarak görüyor gibi görünmektedir. Örneğin, Kapital’in üçüncü cildi,
toprağın güçlerinin sömürülmesine ve israfına dayanan büyük ölçekli tarımsal
üretimin kapitalist mantığını, doğası gereği sosyalist olan başka bir mantıkla
karşılaştırır: ‘toprağın sürekli ortak mülkiyet olarak ve birbirini izleyen
insan nesilleri zincirinin varlığının ve yeniden üretiminin devredilemez
(unveräußerlichen) koşulu olarak bilinçli ve rasyonel bir şekilde ele alınması
(s. 949)’. Benzer gerekçeler birkaç sayfa önce de yer almaktadır:
“Bütün bir toplum, bir ulus ya da aynı anda var olan tüm
toplumlar bir arada ele alındığında bile yeryüzünün sahibi değildir. Onlar
sadece onun sahipleridir, onun yararlanıcılarıdır (Nutznießer) ve onu daha iyi
bir durumda, ‘boni patres familias’ olarak sonraki nesillere miras bırakmak
zorundadırlar.”[9]
İnsan faaliyetlerinin doğal çevresi sorununa gerçek bir
duyarlılık gösteren başka örnekler bulmak zor olmayacaktır. Ancak Marx ve
Engels’in genel bir ekolojik perspektiften yoksun oldukları da bir gerçek
olarak durmaktadır.
Ekolojinin Marx ve Engels’in teorik ve politik aygıtlarında
merkezi bir yer işgal etmediği doğru olsa da -çünkü ekolojik kriz henüz bugün
olduğu gibi insanlık için hayati bir sorun değildi- Marx’ın ekonomi politik
eleştirisini ve insan toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın bozulmasına
ilişkin analizini dikkate almadan çağdaş zorluklara eşit eleştirel bir ekoloji
tasarlamanın imkânsız olduğu daha az doğru değildir. Marksizmi ve onun meta
fetişizmi eleştirisini görmezden gelen ya da küçümseyen bir ekoloji, kapitalist
üretimciliğin ‘aşırılıklarını’ düzeltmekten öteye gidememeye mahkûmdur.
Marx ve Engels’in yazılarına dayanarak, Amerika Birleşik
Devletleri’nde John Bellamy Foster’ın öncülüğünde Paul Burkett, Brett Clark,
Fred Magdoff ve diğer birkaç kişinin katılımıyla (ve Kuzey Amerika solunun en
önemli yayınlarından biri olan Monthly Review’un desteğiyle), kendisini ‘metabolik
yarık’ yaklaşımı olarak tanımlayan ekolojik bir Marksist hareket gelişmiştir.
Bu yazarlar, bu boyutu abartma eğilimleri eleştiriye açık olsa da, modern
komünizmin kurucularının çalışmalarındaki ekolojik boyutun yeniden
keşfedilmesine önemli bir katkıda bulunmuşlardır.
Marx ve Engels’in kapitalizme, değerin kör mantığına,
insanların ve doğanın sermaye birikiminin zorunluluklarına acımasızca boyun
eğdirilmesine yönelik eleştirilerini dikkate almadan, gezegendeki yaşamın doğal
temellerinin mevcut yıkım sürecine ekososyalist bir alternatif düşünmek mümkün
değildir. Ve onların önerilerine atıfta bulunmadan komünist bir gelecek
tahayyül edemeyiz: üretim araçlarının kolektifleştirilmesi, piyasa değerleri
yerine kullanım değerlerinin üretimi, üretim ve tüketimin demokratik
planlaması. Ancak aynı zamanda 21. yüzyılın ekolojik sorunlarını da Marksist
düşünceye entegre etmemiz gerekiyor: iklim değişikliğine karşı mücadele, fosil
yakıtların ortadan kaldırılması, gereksiz üretimin büyük ölçüde azaltılması,
yenilenebilir enerjilerin geliştirilmesi, pestisitlere/böcek ilaçlarına dayalı
tarım endüstrisi yerine organik tarım, Güney ülkelerine olan ekolojik borcun
tanınması vb. Çağımızın Marksistleri, Karl Marx’ın örneğini izlemelidir:
diyalektik yöntemi kullanarak tarihsel değişimin ortaya çıkardığı yeni
sorunlara tepki vermelidir.
[1] Karl Marx, The First International and After/Birinci
Enternasyonal ve Sonrası (Londra: Verso, 2010), s. 341. Ayrıca bakınız Kapital,
Cilt I (Londra: Penguin, 1976), s. 134: “Dolayısıyla emek, maddi zenginliğin,
yani ürettiği kullanım değerlerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin
dediği gibi, emek maddi zenginliğin babasıdır, toprak ise anasıdır.”
[2] ‘Sahip olmak’ ve ‘olmak’ arasındaki karşıtlık üzerine
bkz. 1844 El Yazmaları, Karl Marx, Erken Dönem Yazıları (Londra: Penguin,
1975), s. 361: ‘Ne kadar az olursanız, yaşamınıza o kadar az ifade verirsiniz,
ne kadar çok sahip olursanız, yabancılaşmış yaşamınız o kadar büyük olur ve
yabancılaşmış yaşamınızdan o kadar çok biriktirirsiniz.’ Sosyalizmin temel
dayanağı olarak boş zaman üzerine bkz: Kapital Cilt III (Londra: Penguin 1981),
s. 959.
[3] Erken Dönem Yazıları, s. 426.
[4] Karl Marx, Grundrisse (Londra: Penguin, 1974), s.
409-10.
[5] Kapital Üçüncü Cilt, s. 949. ‘Metabolik yarık’ terimi
John Bellamy Foster tarafından Marx's Ecology. Materialism and Nature/Marx’ın
Ekolojisi. Materyalizm ve Doğa (New York: Monthly Review Press, 2001, s. 155-67)
adlı önemli kitabında popülerleştirilmiştir.
[6] Kapital Birinci Cilt, s. 637, 638.
[7] Kapital İkinci Cilt (Londra: Penguin, 1978), s. 322.
[8] Kapital Birinci Cilt, s. 929. Bu pasajlarda ‘sosyalizm’
kelimesi geçmemektedir, ancak dolaylı olarak geçmektedir.
[9] ‘İyi Ev Sahipleri’; Kapital Üçüncü Cilt, s. 911.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/karl-marx-and-ecology
adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.