(Yazan: Terry Eagleton)
Bu sene, geçtiğimiz yüzyılın önde gelen sosyalist düşünürlerinden Raymond Williams’ın ölümünün 20. yılı olarak görülüyor. “Raymond Williams: A Warrior’s Tale” (Savaşçının Öyküsü) isimli muhteşem biyografi Dai Smith tarafından yayımlandı. Smith, Williams’ın babasının tren yolu işaret memuru olduğu bir Galler sınır köyünden Cambridge’e ve sonra da politik nedenlerle Yeni Sol meslektaşları Richard Hoggart ve EP Thompson ile birlikte seçtiği yetişkin eğitimi misyonuna yolculuğunu resmediyor. Düş kırıklığına uğradığı ender anlardan birinde bana 1950’lerde yetişkinlerle öğrencilere öğretmek arasındaki farkın “doktorların kızlarına öğretmek yerine oğullarına öğretmek” gibi olduğunu söylemişti. Ama hiçbir zaman kuşkulanmadı. Birikimini hak etmiş hiçbir İşçi Partisi (Labour Party) hükümetinin popüler kültür ve eğitim kurumlarına büyük bir yatırım yapacağından asla şüphe etmedi ve Atlee'den Wilson’a kadar bunu başaramadıkları için hepsini azarladı.
Williams, çığır açan makalelerinden birinde “kültür bayağıdır” demişti ve kendi hayatı bunun tipik bir örneğiydi. Black Mountains’den Cambridge’in tepelerine doğru dönüşümünü kendine özgü değilmiş gibi görüyordu. Baştan sona, ardında bıraktığı komşuluk ve işbirliği ruhuyla politik bilinçli kırsal topluluğa, profesyonel bir makam edindiği ve bir keresinde dokunaklı biçimde “dünya üzerindeki en kaba yerlerden biri” olarak tanımladığı Cambridge’den çok daha fazla özgün bir kültür olarak saygı duyuyordu. Britanya işçi sınıfı belki Milton ve Jane Austen’in payını üretmeyebilirdi, ama Williams’ın bakışına göre en azından değerli olan bir kültür doğurmuştu: uğrunda çok canlar verilmiş işçi, sendika kurumları ve işbirliği hareketleri.
Williams’ın 1988’deki ölümünden bu yana iddia edilebilir ki kültür her zamankinden daha bayağı hale geldi. Austen üniversite kütüphanelerinden filmlere ve televizyonlara fırladığı halde Milton’ın süper marketlerde satılması bakımından değil. Williams, Jeremiahlara muhalefet ederek hiçbir zaman medyanın ilerici potansiyelini iddia etmeyi kesmedi. Ancak birbiriyle konuşmanın bu can alıcı biçimlerinin bunları şahsi menfaatleri için istismar edenler çıkarcılardan geri alınması gerektiğine inanıyordu. Bu dünyanın Murdochlarının (Batı’nın medya tekellerinin sahibi ç.n.) hakkından gelmek için reçetesi onun alışılmış ihtiyatlılığından destekleyici biçimde bağımsız: “Bu adamlar kovulmalı.”
Williams’ın ölümünden bu yana kültürün içinde bulunduğu gerçek anlam, Dante ve Mozart ile çok az ilgisi olan biçimde daha bayağı hale geldi. Williams’ın kilit girişimlerinden biri kültürün sadece seçkin sanat eserleri anlamına gelmediğinde, hayatın tümü anlamına geldiğinde ısrar etmesiydi ve kültür bu anlamda –dil, kalıtım, kimlik, inanç- onun için öldürecek kadar önemli hale geldi. Dante ve Mozart seçkinci olabilir, ama hiçbir zaman çocukların uzuvlarını koparmadılar.
20. yüzyılın sonlarında evrensel gündemi kaplayan politik akımlar, -devrimci milliyetçilik, feminizm ve etnik mücadele- kültürü merkezlerine koydular. Dil, kimlik ve yaşam biçimleri, politik taleplerin şekillendiği ve seslendirildiği ifadeler oldu. Kültür bu bağlamda, Matthew Arnold ve FR Leavis’e göre olduğu gibi çözümden çok problemin parçası haline geldi. Politik çatışmanın geleneksel biçimlerinde tehlikede olan sadece geçinmeye yetecek maaş olmadığı, aynı zamanda (yok edilmiş toplumlarda olduğu gibi) yaşam biçiminin savunulması olduğu zaman işçiler en güzel biçimde anlaşılır.
19. yüzyıl başlarından beri sürekli olarak kültür ya da medeniyet barbarlığın karşıtı olmuştur. Bu karşıtlığın arkasında bir çeşit öykü yatmaktadır: önce barbarlık vardı, sonra medeniyet onun karanlık derinliklerinin dışına serpiştirildi. Radikal düşünürler, bunun aksine barbarlık ve medeniyeti eş zamanlı gibi görmektedirler. Bu,, Alman Marksist düşünür Walter Benjamin’in, “aynı zamanda barbarlığın bir belgesi olmayan bir medeniyet belgesi yoktur” derken düşünmekte olduğu şeydir. Her katedral için bir kemik çukuru, her sanat eseri için, eseri yapması için sanatçıya kaynağı sağlayan emek yığını… Medeniyet, doğadan şiddetle gasp edilmeye mecburdur, ancak baskıdan, zorlamadan beslenen şiddet medeniyeti korumaya alışıktır.
Şu günlerde barbarlıkla medeniyet arasındaki çatışma kaygı verici bir yön aldı. Şu anda, aynı tarafta olmaya alışık olan medeniyet ile kültür arasındaki bir çatışmayla yüz yüzeyiz. Medeniyet, rasyonel düşünme, maddi refah, bireysel özerklik ve ironik biçimde kendinden şüphe etme anlamına, kültür ise geleneksel, kolektif, tutkulu, içten, düşünce ürünü olmayan ve arasyonel bir yaşam biçimi anlamına geliyor. O halde kültüre sahip oldukları için medeniyete sahip olduğumuzu bulmak sürpriz değil. Kültür, yeni barbarlıktır. Batı ile Doğu arasındaki zıtlık yeni bir eksene eşlenmiş durumda.
Sorun, medeniyetin ondan üstün olduğunu hissetse bile kültüre ihtiyaç duymasıdır. Kendi politik nüfuzu, kendisini özel bir yaşam biçimine dönüştüremedikçe iş görmeyecek. Erkekler ve kadınlar, kendisini günlük hayatlarının bünyesine dokumayacak bir güce boyun eğmezler. Medeniyet kültürle iyi geçinemez ve o olmadan da ilerleyemez. Williams’ın yaşasaydı aklını bu bilmeceyle ilgilenmek için bırakacağından emin olabiliriz.
Terry Eagleton: İngiliz akademisyen, yazar, edebiyat kuramcısı
http://mrzine.monthlyreview.org/eagleton090309.html adresinde yayımlanmıştır.
0 Responses to Kültür, yeni barbarlıktır