Content feed Comments Feed

Futbol-sol ilişkisine dair

26 Temmuz 2009 Pazar

Yazan: Seanachie

Ken Loach ve Eric Cantona’nın Looking for Eric filminin prömiyeri için Dublin’e yaptıkları son ziyaret, en azından Ken Loach’un nahoş biçimde şaşırtan bir konuğu da beraberinde getirdi. Eski Başbakan Bertie Ahern, kardeşi Maurice ile etkinliğe katıldı. Ahern kardeşler, Manchester United’ın eski yıldızına isminin yazılı olduğu bir Dublin forması hediye ettiler. Ken Loach ise beklendiği biçimde Ahern kardeşleri prömiyeri gasp etmekle suçladı ve onunla aynı fikirde olmamak güç, özellikle de Bertie Loach’ın büyük bir hayranı olduğuna ve Cantona’yla Old Trafford’da çeşitli defalar buluştuğuna dair boş laflarla ortaya çıkarken. Loach, filmin gösterilmesini beklemeyecek kadar filmi umursamayan bu “üçkağıtçı sağcı politikacıdan” etkilenmedi.

En solda duran yönetmenlerden futbola dair böylesi bir filmin piyasaya sürülmesi, solun bu oyunla ilişkisinin, uzun zamandır sıkıntılı olan bir ilişkinin sınanması için bir fırsat verdi. Laoch’un durumunda ilişki daima şuradadır: orta sınıf geçmişine rağmen on yıllardan beri futbol taraftarıdır ve ilk filmlerinden biri olan Kes’te, Brian Glover tarafından oynanan beden eğitimi öğretmeninin Manchester United adına attığı bir golü sunduğu komik bir sekans mevcuttur.

Spora soldan bakış: Ateş etmeksizin savaş

Ancak soldaki spor karşıtı sesler çoğu kez en yüksek çıkanlar olmuştur. George Orwell’ın spora dair yorumu olan “Ateş etmeksizin savaş”, solcu entelektüellerin daimi dogması olmuştur. Elbette Orwell’ın sözleri nadir olarak bağlamına yerleştirilir, yani Dinamo Moskova’nın 1945’teki çok başarılı Britanya turu bağlamına. Bu, Kızıl Ordu’yla en yakından işbirliği yapan takımın turuydu ve Stalin’in NKVD (Sovyet istihbarat örgütü, ç.n.) şefi Lavrenti Beria takıma başkanlık yapıyordu ve turun biricik amacı propagandaydı. İngiliz taraftarların çoğu daha çok Dinamo Moskova’nın oynadığı büyüleyici futbolla ilgiliydi fakat Stalin’i soldan eleştiren ilk kişilerden olan Orwell durumun farklı görüyordu. Onun tiksinmesi, daha sonra Güney Afrika’nın apartheid rejiminin ve Pekin Olimpiyatları’nın boykot edilmesinde olduğu gibi tamamen anlaşılabilir.

Ancak milliyetçiliği uluslararası spora vurmak için bir sopa olarak kullanmak yanlış yola saptırıcı ve büyük ölçüde yersizdir. Loach, Looking for Eric için Cannes’da gerçekleştirdiği basın toplantısında bunun aksine futbolun ulusal şovenizm için bir emniyet supabı sağladığını söyleyerek bunu iyi bir biçimde vurguladı. Bunlar, şovenizmin iğrenç hale geldiği durumlar ve buna geri döneceğim, ancak en azından bugünlerde tutkular uluslararası futbolla zincirlerinden kurtuluyor ve spor genellikle güler yüzlüler için.

Son 40-50 yıl içinde batıda kanaat oluşturan sol ya da en azından kozmopolit sol, futbola büyük oranda kuşkucu yaklaşıyor. Bu durumun kökleri klasik Marksizm’de. Karl Kautsky futbolu küçümsüyor, işçi sınıfını kontrol etmenin bir aracı olarak görüyordu. Alman ve İskandinav sosyal demokrat partileri aynı şekilde solda hâlâ varolan bir bakışla ideolojik nedenlerle profesyonelliğe karşı çıkıyordu. Bununla birlikte Batı Avrupa’da en kötü muameleye maruz kalan futbolcular olan Fransız futbolcular Mayıs 1968’de Fransa Futbol Federasyonu Merkezi’nde kendi işgallerini gerçekleştirdiler, 68’liler ise spora karşı kayıtsız ya da kibirli duruyorlardı. Bu durum temel olarak burjuva geçmişlerine ve Fransız futbol mirasının o zamanlar -1950’lerdeki birkaç görkemli yılı hariç tutarsak- yoksul olmasına bağlıydı. Albert Camus, herhangi bir devirde spora düşkünlüğü olan birkaç Fransız entelektüelinden biriydi, bunun nedeni temel olarak işçi sınıfından Cezayirliler arasında yoksul bir “pied noir” (geçmişte Fransız sömürgesi olan ülkelerin sahil şeritlerinde yaşayan Avrupalı nüfusa verilen isin, tr: kara ayaklılar, ç.n.) olarak büyümesidir. Sevgili Ken Loach’un futbol kadar bayağı bir konunun ilgisine değer olduğunu düşünmesi solcu Fransız entelektüelleri arasında birazcık şok etkisi bile yaratmıştı. Les Inrockuptibles’den (Fransa’da yayımlanan bir kültür-sanat dergisi, ç.n.) Serge Kaganski Loach’un neden filminde “futbolun daha şüpheli alanlarından sakındığını” merak ediyor. Kaganski açık biçimde filmle ilgilenmiyor veya takımın Glazer ailesi tarafından devralınmasını protesto eden Manchester taraftarlarınca kurulan FC United’ın tarihinden bihaber. Looking for Eric –bir Loach klasiği olarak- Amerikan kapitalizminin umursamaz hayvanlarınca ellerinden çalınan kulüplerinden vazgeçmelerini savunan yeni kulübün taraftarlarının bulunduğu uzun bir bar sahnesi içeriyor.

Liberal solda, sadist İskoç özel okullarındaki kötü deneyimleri daima spora bakışını boyayan Robert Fiske gibi futbola dair yalın bireysel nefret besleyen kişiler de var. Christopher Hitchens hayatındaki başka birçok şey gibi sporun da ‘aşağısında’ olduğunu düşünür. Chomsky’nin muhtemelen basketbola dair fikri yoktur ama sıra Amerikan sporuna geldiğine “uyutucu eğlence” düşünce okulundan. Futbolu basit biçimde sevmeyen biriyle tartışamazsınız, bu tartışma onların hayatında çok zor etki bırakır ve endişelenmek için daha önemli şeyler vardır. Ama neden onlarla İrlanda’nın Sünya Kupası eleme maçlarında veya bir Şampiyonlar Ligi maçında karşılaşamadığınızı anlatmak bazen zordur. Ben, Pazar akşamları sevgili Bologna’sını izlerken rahatsız edilmek istemeyen, ailesine kendisini ziyarete gelen entelektüellere ‘Brahms dinlediği için rahatsız edilmek istemediğini söylemeleri’ talimatını veren Umberto Eco gibi hissediyorum.

Solda aynı zamanda başka yerlerde de olduğu gibi futbola rugby lehine vurmayı sevenler de var (tabii ki bunun büyük çoğunluğunu rugby ‘taraftarları’ oluşturuyor). Bunu önceden uzun uzadıya yazdığımdan devam etmeyeceğim. Bize futbolun caniler tarafından oynanan bir beyefendi oyunu ve rugbynin beyefendilerce oynanan bir cani oyunu olduğunu söyleyen basmakalıp açıklamaların aksine, rugbynin kendini beğenmiş alçaklarca oynanan bir kendini beğenmiş alçak oyunu olduğunu söylemem yeterli olacaktır.

Politik bir araç olarak futbol

Futbol, Orwell ile gördüğümüz üzere, daha derine oturmuş zehirli faaliyetlerin aracı olmasına karşın doğruluğu kabul edilecek biçimde milliyetçi duyguları kamçılamakla suçlanmıştır. 1969’da Honduras ile El Salvador arasındaki ünlü futbol savaşı, çekişmeli Dünya Kupası elemesini 30 yıldan beri sakinleşmiş anlaşmazlığın bahanesi olarak kullanmıştı (maçı 3-1 kaybeden ve maç sonrasında iki taraftarı ölen Honduras, ertesi gün El Salvador’a saldırmış ve 4 bin civarında insan ölmüştü, ç.n.). Hem Sırp hem de Hırvat milliyetçileri, Yugoslavya Savaşı sırasında milislerini Kızılyıldız, Partizan ve Dinamo Zagreb’in holigan çevrelerinden oluşturmuştu. Hatta Zagreb oyuncusu Zvonimir Boban’ın 1992’de (doğru tarih 13 Mayıs 1990, ç.n.) bir Yugoslav polisine saldırması bazıları tarafından anlaşmazlığın Garvilo Princip (Franz Ferdinand ve eşini öldürerek Birinci Dünya Svaaşı’nın başlamasına neden olan Sırp milliyetçisi, ç.n.) anı olarak bile görülür. Kesinlikle masum olmayan The Old Firm (Britanya’da Glasgow Rangers-Celtic maçlarına verilen isim) bazıları tarafından oldukça histerik bir biçimde İskoçya ve Kuzey İrlanda’da mezhepçiğin yegâne kaynağı olmakla itham edilir. Politik gücü elinde bulunduranlar her zamankinden fazla biçimde futbol başarılarını kendi menfaatlerine kullanmaktan mutlular. Brezilya’da bu durumun, ülkenin takımı 1994’te Dünya Kupası’nı yeniden kazandığında bazı futbolcuların söz konusu başarının siyasetçiler tarafından kullanılmamasını umduklarını söylemelerini de kapsayan, hem seçilmiş liderler hem de askeri liderler arasında uzun bir geçmişi vardır. Arjantinli generaller, 1960’ların sonlarında Racing Club ve Estudiantes tarafından oynanan kısır ancak başarılı anti-futbolun ateşli taraftarıydılar. Albay Kaddafi, fark edilebiir bir futbolu olmamasına karşın oğlunu Juventus (Libya devletinin petrol şirketi Tamoil’in sponsorluk yaptığı) kadrosuna sokacak kadar ileri gitmeyi başardı. Ancak kişi, çok popüler bir spor olarak futbolun kitlesel politik ve toplumsal hareketlerin hizmetinde olmasından gerçekten hoşnut olabilir.

Siyasetçiye dönüşmüş futbolcular ve protestonun gücü

Sol, futboldan tamamen kopuk değildir; Celtic, Barcelona, Rayo Vallecano, Bologna, Livorno, Hammarby, St. Pauli gibi açık biçimde solcu taraftar kültürü ile tanımlanan takımlar da var. Bu takımlar da zaman zaman kendi rezil unsurlarından kopuk değil elbette. İtalya eski Savunma Bakan Yardımcısı ve şimdiki parlamento üyesi Gianni Rivera, eski Polonya Sosyal Demokrat senatörü Grzegorz Lato ve oynadığı süre boyunca sözünü sakınmayan bir komünist ve şimdi Fransa Futbol Federasyonu Etik Kurulu Başkanı olan Dominique Rocheteau gibi sol ve merkez sol siyasetle uğraşan bir dizi futbolcu var. 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın aslında başına getirilen Miguel Saldanha, komutanların takım seçimine müdahalesine direnen bir komünistti. Finallerin başlamasına kısa süre kala görevden alındı. Lilian Thuram partilerden bağımsız biri ancak önümüzdeki yıllarda siyasete girme olasılığı göz ardı edilemez. 2006 Dünya Kupası’nda Oleg Blokhin Komünist Parti delegeliği görevini milli takım yöneticiliği görevi ile birleştirirken, Macaristan Altın Karması’nın antrenörü Gusztáv Sebes sağlam bir komünist ve Paris’teki Renault fabrikasında sendika örgütleyicisiydi.

Futbol bazen de solcu kurtuluş hareketlerinin taşıyıcısı olmuştur. Afrika ülkelerindeki sömürge karşıtı hareketlerin örgütlenmelerinin çoğu, yerlilerin bir araya gelmelerine izin verilen tek vasıta olan futbol sonucunda ortaya çıkmıştır. Gana, Nijerya, Rodezya (Zimbabve) gibi ülkelerde Benjamin Borombo ve Sipambaniso Manyoba gibi yıldızlar aynı zamanda sendikal örgütleyicilerdir. Futbol, Apartheid dönemi Güney Afrika’sında Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) sportif siperini sağlamıştı ve ırklar arası, ırkların bir arada bulunduğu sayılı aktivitelerden biriydi. Afrika ülkeleri, uzun bir mücadelenin ardından nihayet FIFA’yı siyah ve beyazların karmasından oluşan bir takım kurmayı reddeden Güney Afrika’yı organizasyon dışında bırakmaya zorlamıştı. Bu arada Robben Island’daki (Güney Afrika’da bulunan bir ada hapishane, ç.n.) mahkumlar 20 yıldan beri adamakıllı örgütlenmiş bir ligi sürdürüyorlardı. Ve daha geçen ay 6 İranlı futbolcu kayda değer bir cesaret göstererek Güney Kore ile yaptıkları Dünya Kupası eleme grubu maçında muhalefet taraftarlarının simgesi olan yeşil bileklikleri taktılar.

Futbol genellikle apolitik

Ancak bu duygusal yakınlıklar bir yana, kuşkusuz ki futbol büyük oranda militan solun küçümsemesine maruz kalmıştır. Söz konusu sol, futbolun haftalık ayarıyla teslimiyetçiğe sevk edilmiş uysal bir kalabalık görür; kitleleri, devrimci enerjisini son yıllarda televizyon gelirleri, sarmal gelirler ve bilet ücretleri ile büyüyen bir ticari şirketin hizmetinde harcıyor olarak görür. Hepsi çok güzel, fakat futbol kültürünün büyük kısmının bu kitleler tarafından yaratıldığından bahsetmeyi ihmal ediyor, futbolu sloganlarıyla, pankartlarıyla, lakaplarıyla ve kolektif bellekleriyle donatan işçi sınıfından taraftarların yaratıcılığını ve zekâsını reddediyor. Televizyonların, devletlerin, büyük iş dünyasının ve pazarlamanın neyi deneyebileceğinin önemi yok, hep taraftarların kalacak ve futbol kültürünü kontrol edecek prefabrike acentelerin olmayacak. Militan sol, futbol izleyicisi olan insanların aynı zamanda çoğunlukla maddi getiri olmadan onu oynadığını veya organize ettiğini de görmezden geliyor. Bu eski bir klişedir ama bu çocukları sokaktan uzak tutuyor, sıklıkla da alt gelir grubundan gelen ve kendilerine açık başka çok az aktivite olan çocukları.

Bill Shankly ünlü “Futbol sadece bir ölüm kalım meselesi değildir, ondan çok daha önemlidir” sözü çok sık biçimde göründüğü gibi algılanır. Shank’ın bahsi geçen ünlü tatsız esprisinde tuhaf şeyler vardır (Bir keresinde eşini balayında Rochdale’ın maçına götürdüğünü reddetmiş, ‘Rochdale’in yedekleriydi’ demiştir) ve onun kendi sosyalist eğilimleri büyüdüğü yer olan, halkı madencilikle geçinen Ayrshire’da şekillenmiştir. Manchester United’dan Matt Busby ve Derby ve Nottingham Forest’tan Brian Clough gibi Shankly de karşılıklı saygıyı, dayanışmayı ve mütevazı gelirlerinin çoğunun kendilerini desteklemek için harcayan insanları eğlendirmeyi ve onlara saygıyı içeren bir kulüp kültürünü teşvik ediyordu. Tüm bunlar, geçen 30 yıl içinde endüstriyel ve toplumsal çürümeyle aşınmış geleneksel halk değerlerinden gelmişti; Clough’un 1984’te (doğru tarih 1972, ç.n.) maden grevcilerinin güçlü bir destekçisi olması da dikkate değer. Shankly, futbolun da diğer her şey kadar ciddiyetle değerlendirilmesi gerektiğini düşünürdü ve ancak bir budala onun, Busby’nin, Clough’un, Jock Stein’in veya bu çağın büyük menajerlerinin görüşlerinin futbolun dünyanın merkezi olduğu anlamına geldiğini düşünür.

Futbolcular ve kazançları

Tabii ki günümüzde bazı güzellikler ama bundan çok daha fazla kötülükler getiren futboldaki finansal büyümenin kökleri paradoksal biçimde işçi haklarında. Çok ünlü olmayan Belçikalı futbolcu Jean-Marc Bosman, 1993 yılında Avrupa Adalet Mahkemesi’nde kazandığı davayla kontratı biten bir futbolcunun bedelsiz transfer olma hakkını güvence altına almıştı. Avrupa Birliği’ndeki tüm çalışanlar için garanti altına alınan temel hak böylece futbolcular için de elverişli hale gelmişti. Bosman Kuralı aynı zamanda Avrupa Birliği ülkelerinde tüm çalışanların futbolcularla eşit biçimde serbest dolaşım hükmünü de getiriyordu ve böylece kulüplerin başka ülkelerden de futbolcularla kendilerini takviye etmelerinin önü açıldı. Söz konusu durum dengeyi büyük ülkeleri büyük kulüpleri lehine bozarken aynı zamanda çok daha fazla para kazanacakları kârlı yayın anlaşmaları yapmalarını sağladı. Büyük kulüpler Şampiyonlar Ligi’nin aslan payını aldı ve oyuncular da o andan itibaren hiç olmadığı kadar çok yer değiştirmeye ve para kazanmaya başladı.

Büyük çoğunluğu işçi sınıfından gelen profesyonel futbolcular, daha uzun süre geldikleri topluluklarla ilişkili olacak olsalar bile bir çeşit işçi aristokrasisi oluşturdular. En azından Britanya’da 1920 ve 1930’larda gerçekleşen birkaç küçük başkaldırıyı bir kenara bırakacak olursak, daha iyi ücretler veya çalışma koşulları için hiçbir zaman fazla baskı olmadı. Çoğu oyuncu, sınıflarının soluk alma standartları ile makul paralar kazandıkları bir hayat yaşadılar ancak Everton ve İskoçya oyuncusu Stewart Imlach’ın oğlu Gary Imlach’ın, babasına dair anılarında etkili biçimde anlattığı gibi işverenleriyle köle benzeri bir ilişki kurdular. Sadece 1960’ların sonunda Jimmy Hill Profesyonel Futbolcular Birliği’nin yönetimine geldiğinde eski zorbalık yönetimi buharlaştı ve maksimum ücret kaldırıldı. Ancak Hill’in niyeti futbolcuları işçi statüsünden uzaklaştırmak ve eğlence zeminine doğru götürmekti. Bu şekilde futbolcuların burjuvalaştırılması kariyerleri boyunca futbolculara daha çok para kazandırsa da emekliliklerinden sonra hayatlarının bu aşamasında sınırlı seçenekleri olan söz konusu kişiler yoksulluk çekmeye devam etti. Tüm bunlar 90’ların ortalarında değişti. Futbolcular bu günlerde sıklıkla aldıkları astronomik meblağlar nedeniyle küçümseniyor ve verilen ücretlerin çoğununu yakışıksız olmasındansa bu doğru.

Büyük kulüp egemenliği

Ancak futbol güç olarak pompalanan çılgın miktarlardaki paranın zararını gördükçe saha içindekiler de dışındakiler de giderek artan bir biçimde sınırlı sayıda merkezde dikkatini topluyor. İlerleyen günlerde İsveç, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Avusturya gibi ülkelerin takımları Avrupa kupalarına katılmayı ümit edecek. Aberdeen ve Dundee United gibi demode kulüpler daha 1980’lerde Avrupa’da en iyi olmak için mücadele ederken Rangers ve Celtic bugün hiç olmadığı kadar egemen. İki taraf da kuşkusuz ki daha yerli rekabeti tercih edecektir ancak Avrupa’daki kendi sınırlı potansiyelleri gider ve gelir sıkışması tehlikesinden kurtulmalarına da bağlı. Kendisi de önemli ir amatör futbolcu olan İskoçyalı sosyalist Tommy Sheridan on yıl önce yayımlanan Imagine isimli kitabında bu türden dengesizliklerin ancak sosyalist bir politika ile tersine çevrilebileceğini iddia ediyordu. Belki tamamen sosyalizm karşıtı olan Amerikan spor dünyasında draft sistemi ile böylesi bir durum mevcuttur. Tabii ki bu durum varoldukları günden beri futbol kulüplerinden daha bilinçli atırımcıları olak liglerin hizmetinde. Hiç kuşkusuz bu durum daha üst düzeyde rekabet sağlıyor ama Avrupa futbol sahnesinden de çekilen bir şey olan zayıf ama azimli takım mefhumunu ortadan kaldırıyor. Hull City, Hoffenheim, Wolfsburg, Shakhtar Donetsk veya Chievo gibi yükselen bu birkaç başarılı küçük takım varlıklı kişilerin veya şirketlerin bağışlarına minnettar.

Taraftarlar, kararlı taraftarlarının kulüpten koptuğu Manchester United ve Wimbledon örneğinde olduğu gibi birçok durumda, kulüplerini ellerinden alınmış olarak görürler. Böylesi bir durum bütün hayatları boyunca peşinden gittikleri kulüplerini desteklemeye devam ederken Silvio Berlusconi, Malcolm Glazer, Thaksin Shinawatra kadar tiksindirici kapitalistlerin kasalarına para akıtan soldaki taraftarları bir ikileme sürükler. Ünlü Marksist teoriysen Toni Negri, Berlusconi’nin hâmiliğine rağmen sevgili Milan’ını desteklemeye devam ederken, Fransa’nın sol eğilimli spor dergisi So Foot’a geçen sene verdiği bir mülakatta “Aşık olduğunuz kadının bir fahişeye dönüşmesi onu daha az seveceğiniz anlamına gelmez” demişti. Çoğunluk için kulüplerinin aşırı sağcı eşkıyalar tarafından gasp edilmesi çoğu durumda her şeye rağmen sabredenlerin desteklerine kafa tutmak için zaten yeterince güçlüdür.

Ne solun ne de sağın özel alanı olarak futbol

Futbolun sahip olduğu geniş işçi sınıfı kültürüne karşın yolu sol siyasetle sadece aralıklı olarak kesişmiştir. Ve herhangi bir zamanda neden kesişmesi gerektiğine dair tam bir gerekçe yoktur. Sadece bir budala futbolun apolitik olduğunu söyleyebilecekken, futbol hiçbir zaman solun ya da sağın özel alanı olmamıştır. 1955’te İrlandalı taraftarların Yugoslavya ile oynayan takımlarını izlemek için Katolik Kilisesi’ne direndiği veya Norveç’teki Nazi işgali sırasında Norveçlilerin kukla Quisling rejimi tarafından oluşturulan tüm futbol ve diğer spor fikstürlerini topluca boykot etmesi gibi futbol taraftarlarının siyasi egemenliğe direndiği zamanlar olmuştur. Bilmedikleri şeyler konusunda Panglossyan (Pangloss, Voltaire’in Candide isimli eserinde hemen her konu üzerine söyleyecek sözü olan optimist profesörün adıdır, ç.n.) ahlâkı konuşturmak konusunda hiçbir zaman başarısız olmayan Amerikalı “neo-con”lar ABD’nin futbola ilgisizliğinin, ülkenin rekabet ve bireyselliğe olan sevgisinin yansıması olduğunu iddia ederler. Sosyalist ve halkçı dünya görüşü geçmişlerinin üzerlerinde kaldığı varsayılan Latin Amerika ve Avrupa, sosyalizme benzer biçimde kolektivizmi ve sıradanlığı kutsal bir yere koyan futbolu sonuna kadar destekler. Futbolun ABD’deki tarihsel zayıflığının, tarihsel rastlantıdan çok kültürel beğeni ile ilgisi vardır, ancak böylesi bir gerçek American Enterprise Institute’ün (neo-con politikaları belirleyen think-thank kuruluşu, ç.n.) Hegelci akıl hocalarıyla zorla duruyor.

Hayır, futbol doğası itibari ile faşist ya da gerici olmasından daha fazla sosyalist ya da solda değildir. Ancak kültürlü solcular tarafından özellikle lanetlenmesini gerektiren bir şey de yok. Sonuçta, bu güzel oyunda soldaki şerefli yenilgiler tarihinin yansıması vardır: solun Luxemburg’ları, Liebknecht’leri, Connolly’leri (James Connolly, İrlanda özgürlük hareketinin sosyalist önderlerindendir, ç.n.), Noel Brown’ları (eski bir İrlandalı sosyalist parlamenter, ç.n.), Allende’leri, Halk Cepheleri vardır; diğer taraftan futbolun da 1954 Macaristan’ları, 1934 Avusturya’ları, 1974 Hollanda’ları, 1982 Brezilya’ları vardır. Tuhaf ihtiyar oyun…

http://www.irishleftreview.org/2009/07/20/important-football-left/#more-1624 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

0 Responses to Futbol-sol ilişkisine dair

Yorum Gönder

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi