Tarık Ali, Fransa’da Yeni Antikapitalist Parti (NPA) tarafından yerel seçimlerde Avignon bölgesinden aday gösterilen Ilham Moussaid’e ve partisine yönelik eleştirilere dair tarihten kurduğu benzeşimlerle bir makale yazdı. Ali, makalesinde Cezayir özgürlük savaşından ve Pakistan’da askeri diktatörlüğe karşı verilen mücadeleden örneklerle Moussaid’in de ezilenlerin mücadelesinde yeri olduğu mesajını verdi:
Tarık ALİ
Avignon’dan Yeni Antikapitalist Parti (NPA) adayı olan türbanlı Ilham Moussaid hakkında Fransız basınında son günlerde yer alan yorumları okurken Fransız politik kültüründeki bazı şeylerin çürümüş olduğu izlenimi edinen, sadık bir ateist ve yabancı olan benim kusuruma bakmayın. Tartışmaya dış görünüşten başlayalım. Genç bir Müslüman kadın NPA’ya katılıyor. Belli ki partinin kürtajı, doğum kontrolünü ve benzerlerini, yani kadının tercih hakkını savunan programıyla mutabık kalıyor. Daha sonra buna rağmen kafasına ne takacağına dair tercih hakkına sahip olmadığını söylüyor. Hayret verici bir durum. Kuran’da böyle bir emir yok. Kuran’da diyor ki: “(Kadınlar) Örtülerinizi göğüslerinizin üzerine çekin ve güzelliğinizi göstermeyin.” Bu farklı şekillerde yorumlanabilir fakat Kahire ve Karaçi’de gördüğüm, türban takan ama bir yandan da dar pantolonlar ve tişörtler giyerek Kuran’ın verdiği mesajın özüyle çelişen Mısırlı kadınlar tarafından açık biçimde ihlal ediliyor.
Burada bahse konu olan şey ataerkil gelenekler, kültürel alışkanlıklar, kimliklerdir ve bunlar nesilden nesle değişir. İnsanları gettolarına geri itmek hiçbir zaman fayda etmez.
Ben Lahor’da, komünist bir ailede büyüdüm. Annem hiçbir zaman örtünmedi. O, 1950’lerde şehrin en yoksul bölgesindeki işçi kadınlarla birlikte çalışan bir feminist grup oluşturdu. Söz konusu kadınların yarısı kamusal alanda başlarını kapatıyordu. Bu durum eylemciliklerini en ufak biçimde etkilemiyordu. Dünyanın Müslüman olan ve olmayan farklı bölgelerinden kadınlar hakkında benzer öyküler anlatılabilir. Fransız cumhuriyetçi sömürgeciliğine karşı direnişte savaşan Cezayirli kadınlar bunu anti-emperyalistler kadar yapıyorlardı. Bazıları kısmen örtünüyordu, bazıları hiç. Bu, mücadele biçimlerini veya Fransızların onlara işkence etme yöntemlerini etkilemiyordu. Muhtemelen işkenceciler türbanlı özgürlük savaşçılarına karşı evlatlarını Cumhuriyetçi geleneğe katmaya yardım etsin diye daha acımasız olmalıydı.
1968-69’da Pakistanlı öğrenciler, işçiler, memurlar, kadınlar (fahişeleri de içeriyordu) askeri diktatörlüğe karşı üç ay boyunca savaştılar ve kazandılar: bu o yılların tek zaferiydi. Dini gruplar orduyu destekledi. Onlar yalnız bırakıldı ve bozguna uğratıldı, ama bizimle birlikte mücadele eden kadın öğrencilerin birçoğu türban takıyordu ve Cemaati İslâmiye’ye karşı militan sloganlar atıyorlardı. Onlara başörtülerini çıkarıp atmadıkları sürece bize katılamayacaklarını mı söylemeliydik? Bireysel olarak ben tamamen ateist olmama dair gerekçelerle bunu tercih ederdim fakat bu durum mücadelemize hiçbir şey katmazdı.
Ilhem’e ve NPA’ya yönelik öfke tamamen yanlış. Dünyanın gerçek durumu Cumhuriyet savunucularını tamamen etkisiz bırakıyor: Irak’ta bir milyon ölüm, Gazze’de devam eden İsrail ve Mısır kuşatması, Afganistan’da sivillerin öldürülmesi, Pakistan’da ABD’nin insansız uçak saldırıları, Haiti’nin acımasızca sömürülmesi, vb. Sorun neden bu?
Birkaç yıl önce Irak savaşına yönelik Fransız protestolarının Batı Avrupa’nın geri kalanına oranla suskun olduğunu fark ettim. Bunun, Chirac’ın savaşa muhalefetine (buna rağmen de Gaulle, Vietnam Savaşı’na çok daha güçlü karşı çıkmıştı) bağlı olduğunu kabul etmiyorum, İslamofobi nedeniyleydi: 19. yüzyılda ve 20 yüzyılın başında Yahudilere karşı tavırları anımsatacak biçimde Fransız toplumunda “öteki”ne karşı giderek artan hoşgörüsüzlük. Bu dönemin konformizmi savaşın ilk yılları boyunca Vichy’nin (Vichy: Vichy hükümeti, savaş sırasında Almanlar tarafından kurulan, Temmuz 1940-Ağustos 1944 arasında iktidarda olan işbirlikçi hükümettir, ç.n.) popülaritesini açıklıyor.
İslamofobikler ve ani-semitiklerin bir hayli ortak noktaları var. Avrupa’daki göçmen topluluklara yaptırımlar için kültürel ve “medeniyete dair” farklılıklara vurgu yapılıyor. Öyküler birden çok. Hiçbir evrenselci tepki olası değil. Göçmenler ve göç ettikleri ülkelerin her biri diğerinden farklı. İlk olarak ABD’yi alalım. ABD, 17. yüzyıldan beri göçmen insanlarla doldurulan, o zamandan itibaren göçlere bel bağlayan bir bölge, bunların birçoğu Protestan köktenciler.
Batı Avrupa’nın çoğunda ilk büyük göçmen dalgası Avrupalı güçlerin eski sömürgelerindendi. Britanya’da göçmenler Karayip Adaları ve Güney Asya’dan iken, Fransa’da Magreb ülkelerindendi (Magreb: Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Moritanya’ya, bunların bulundukları Kuzey Afrika’ya verilen toplu isim, ç.n.). Kimliklerini terk etmeden, farklı yollarla ve farklı düzeylerde entegre oldular. Aslen köylü ve bir miktarı da işçi olan Güney Asyalılara sendikalar tarafından pek de iyi davranılmadı. Buna karşın sendikal örgütlenmede en çok hatırda kalan mücadelelere bazılarına Güney Asyalı göçmen işçiler öncülük etti.
Özellikle Hindistanlılar yüksek oranda politikleşmiş, komünizmin güçlü olduğu bir kültürden gelmişlerdi ve bu deneyimlerini kendileriyle birlikte Britanya’ya getirdiler (bugün New Yorklu taksi sürücülerinde olduğu gibi). Pakistanlılar daha az politikti ve doğdukları köyler ile şehirlerdeki topraklarına baplılıklarını yansıtan gruplara yöneldiler. İngiliz hükümetleri, göçmenleri 1960’lı, 70’li yıllarda işçi sınıfı içindeki etnik akımlardan uzak tutabilmek için mollaların ülkeye gelmelerini rica ederek dini teşvik etti. Fransa’da entegrasyona zorlandılar. Her yurttaşa aslında öyle olmasa da herkesin eşit haklara sahip olduğu öğretildi. Öfkeyi ateşleyen maddi ihtiyaçlar ve daha iyi yaşama isteğidir, dini inançlar değil. 2005 yılında banliyölerdeki patlama sırasında İçişleri Bakanı olan Sarkozy, Stendhal’ın romanlarındaki aşırılık yanlıları gibi “yabaniler”den bahsetti. Ben sık sık, ayaklanan bu çocuklarsın Fansızların en iyi geleneklerini, 1789, 1793, 1848, 1871, 1968’u içselleştirerek iyice entegre olmalarına şaşıran solculara dikkat çekerim. Baskı dayanılmaz hale geldiğinde gençler barikat kurdular ve mülkiyete saldırdılar. Öfkelerinin kökeninden inançsızlık değil yoksunluk vardı.
Aydınlanma’nın ne olduğuna dair kaç tane Batılı yurttaşın gerçek bir fikri var? Fransız filozofları hiç kuşku yok ki hiçbir türlü dış otoriteyi kabul etmeyerek insanlığı ileri götürdüler, ancak burada karanlıkta kalan bir kısım var. Voltaire: “Siyahlar Avrupalılardan değersizdir ancak maymunlardan üstündür”. Hume: “Siyahlar insanoğlunun bazı niteliklerini geliştirtebilir, papağanın birkaç kelime konuşmayı başarması yöntemiyle”. Onların meslektaşlarında çok fazla benzer anlayış var. Küresel medyanın kollarında İslamofobik zırvalamalarının bazılarıyla benzer biçimde daha çok görünen Aydınlanma’nın yüzü budur.
Marx’ın dine dair yazdığı çok bilinen şey “din, halkın afyonudur” şeklindedir, ama bunu takip eden cümle unutulmuştur. Din aynı zamanda “ezilenlerin iç çekmesidir” ve bu durum komünizmin çöküşünden beri tüm toplumlarda dindarlığın yükselmesini kısmen açıklar. Ebeveynlerinin korkusundan kilisede ayine toplanan genç Normalienlerle (Normalien: Ecole Normale Superieure adı verilen, Fransa’da normal üstü çocukların öğrenim gördüğü okuldan mezun olanlara verilen isim, ç.n.) karşılaştırın. Benim Müslüman dünyasındaki kadın arkadaşlarım, kızları ailevi normlara protesto olarak türban taktığında acı acı yakınıyorlar. Bu durum her zaman bu yüzdendir.
Le Monde gazetesinde 20 Şubat’ta yayımlanan ve http://www.counterpunch.org/tariq02252010.html adresinde İngilizce olarak tekrar yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
0 Responses to Tarık Ali’den “yanlış yönlenen öfke”ye dair