Kanada merkezli Küresel Araştırmalar Merkezi üyelerinden Mahdi Darius Nazemroaya, Arap dünyasındaki ayaklanmaları ve sonrasındaki olasılıkları değerlendirdi. Nazemroaya’ya göre Arap halkları, yaşadıkları koşulların oluşmasında küresel kapitalizmin payını gözden kaçırırlarsa “devrim” olarak adlandırılan ayaklanmalar büyük hüsranla sonuçlanacak ve kleptokratik düzen devam edecek. Türkiye’yi de “örgütlü sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir kleptokrasi” olarak tanımlayan Nazemroaya, Türkiye’nin Orta Doğu halkları gözündeki güvenilirliğini arttırmak için kasti olarak İsrail’e karşı açık muhalefet şovları yaptığını ifade ediyor:
Araplar, sömürgeciliğe karşı ikinci isyan dalgalarına şahit oluyorlar. Birinci isyan dalgası Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte sona erdi. Araplar, Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı Türkiye’sine karşı Britanya ve Fransa’nın desteğiyle Büyük Arap Başkaldırısı’na ve İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Britanya, Fransa ve İtalya’ya karşı başkaldırıya katıldılar.
Sömürgeciliğin resmi süreci boyunca sömürgeci güçlerin (Britanya, Fransa, İtalya) otoritesi siyaseten görünürdü. Arap dünyası bugün yeni-sömürgeci güçlerin “görünmez otoritesi” altında. Bu ABD, Britanya ve Fransa’yı kapsıyor.
Modern zaman yeni-sömürgeci, Arap ülkeleri üzerindeki kontrolünü, ekonomilerinin denetimi ve yeni-sömürgeci çıkarlara vassal olarak hizmet eden siyasi liderlerinin kontrolü aracılığıyla sürdürüyor. Bu nedenle 2011 dayatılmış diktatörler ve çürümüş rejimler vasıtasıyla kurulan yabancı hakimiyetine karşı yalnızca ikinci Arap başkaldırı dalgasının başlangıcı değil, aynı zamanda yeni-sömürgeciliğe karşı daha geniş bir mücadelenin parçası.
Başkaldırılar ve protestolar Tunus ile başlayarak bütün Arap dünyasında patlak verdi. Cezayir, Yemen, Ürdün, İsrail işgali altındaki Filistin bölgeleri, Moritanya, Sudan ve Mısır, bunların hepsi aktivizmle elektriklendi. Buna ek olarak Lübnan’daki politik gerginlik, Amerikalılar önderliğindeki askeri işgal altındaki Irak’ta devam eden istikrarsızlık, Bahreyn’de oluşan gerginlik, Sudan’ın balkanizasyonu.
Arap dünyası halkları uyandırılmadı, zaten uyanıklardı. Ülke kaynaklarının ve zenginliklerinin yabancı şirketlere bağışlanmasını ve yozlaşmış liderlerince israf edilmesini izlediler. Arap halkı, 2003 yılında Irak’a saldırı ve işgal aynı liderler tarafından desteklenirken onları seyretti. İsrail, Filistinlileri kendi devletlerinin yardımıyla ezerken seyretti, Lübnan’a kendi rejimlerinin örtülü deteğiyle saldırılırken seyretti, 2008 yılında Gazze Şeridi, İsrail tarafından yeniden işgal edilirken seyretti ve Mısır yönetimi İsrail’in Gazze’yi aç bırakmasına yardım ederken seyretti.
Araplar uyandırılmadılar, öfke ve düş kırıklığıyla seyrettiler. Arap halkı şimdi seferber oluyor. Arap kitleleri şimdi vücudun bağışıklık sistemi gibi, Arap dünyasına bulaşan hastalıklarla savaşıyor. Araplar eylem halindeler.
Yabancı çıkarlara hizmet eden işbirlikçi seçkinler olarak Arap liderleri
Zengin ve fakirler arasındaki uçurum genişlerken sınıfsal kutuplaşma büyümekte. Kuşaklararası devinimin, toplumsal sınıfında insanın yaşamını boyunca meydana gelen bir değişimin, ailede bir nesilden diğerine meydana gelen bir değişimin gelişmesi önlenmekte.
Arap halkı, hakim sınıflarının ve hükümetlerinin yalnızca yozlaşmış rejimler değil, aynı zamanda işbirlikçi seçkinler, yani yabancı şirketlerin, hükümetlerin ve çıkarların yerli temsilcileri olduğu gerçeğini kavrıyor. Bu yerli Arap işbirlikçi seçkinlerinin boyun eğdiği kapitalist sınıf haklı olarak parazit veya parazit benzeri seçkinler olarak adlandırılıyor, çünkü yerel zenginliği ve kaynakları yeni-sömürgeci efendileri adına cebe indiriyorlar.
İşbirlikçi seçkinlerin bu yapısı Mısır, Tunus, Lübnan ve Filistin Özerk Yönetimi’nde hüküm sürüyor.
Mısır’da Cemal Mübarek (babası Muhammed Hüsnü Mübarek tarafından başkanlık için yetiştirilen) Bank of America’da çalışıyor.
Tunus’ta Zine Al-Abidine Ben Ali, iktidardayken ABD ve Fransa ekonomik çıkarlarına hizmet eden Fransız ve Amerikan askeri okullarında yetiştirilmiş bir subaydı.
Lübnan’da Fuad Siniora başbakan olmadan önce Citibank çalışanıydı ve Refik el-Hariri de Lübnan başbakanı olmadan önce hem Fransız inşaat şirketi Ogre’ye (kendisi Suudi Orgre’yi kurmadan önce), hem de Suudi çıkarlarına (bu durumda ABD çıkarlarına) çalışmıştı.
Yozlaşmış Filistin yönetimi bünyesindeki Salam Fayyad, maliye bakanı olmadan ve sonra yarı-diktartör Mahmud Abbas tarafından düzmece Filistin yönetiminin başbakanı olarak atanmadan önce ABD Merkez Bankası’nı ve Dünya Bankası’nı oluşturan bankalardan birinde çalışmıştı.
Dahası, neredeyse bütün Arap maliye bakanları önde gelen küresel bankacılık kurumlarına bağlıdır. Hepsi aynı zamanda Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın Washington Mütabakatı’na tam anlamıyla bağlıdır.
Arap dünyasında akıntılar mı değişiyor, ABD iddialarını garantiye mi alıyor?
Amerika, İsrail, İngiltere, Fransa ve bunların müttefikleri Orta Doğu ve Arap Dünyası ’nda önemli kayıplarla yüz yüze görünüyor. Çürümüş 14 Mart İttifakı’nın yolun sonuna geldiği Lübnan’da bu çoktan başlamış durumda. Velid Canbolat ve onun Demokratik Topluluk’unun ayrıldığı 2008’den beri 14 Mart İttifakı parlamentoda çoğunluğu oluşturamıyor. Yeni başbakanın seçimi bu durumun altını çizmişti. Hizbullah, Emel Hareketi, Özgür Yurtsever Hareket, Marada Hareketi ve bunların Lübnan’daki siyasi müttefikleri, parlamenter manevrayla Refik Hariri’nin oğlu Saad el-Hariri’yi başbakanlıktan ettiler.
ABD, çift taraflı oynamaya çalışıyor. ABD dış politikasının ziyadesiyle destekçisi olan The New York Times, ABD hükümetinin Mısır’ın demokratikleşmesinin rejisörlüğünü yapmayı amaçladığını iddia ediyor. Ross Douthat şunları söylüyor: “Daha yakından bakın; Obama yönetiminin gerçek hedefi diktatörün astlarını çok fazla görevde tutarken Mübarek’i ekarte etmek olmuştur. Obama’nın Beyaz Sarayı kendi istediğini yaptırırsa, demokrasi başlangıcının rejisörlüğü eski bir general ve CIA’in ifade programıyla işbirliği ile çok iyi bilinen Mısır istihbarat şefi olan Ömer Süleyman gibi içeriden biri tarafından dikkatli biçimde yapılacak. Bu, beyinsiz savaş karşıtı kararsızlık değil. Soğukkanlı realpolitik.”
Mübarek’in devrilmesinin ardından mevcut Mısır rejimi aynı kaldığı sürece yeni-sömürgeci çıkarlara hizmete devam edilecek. Çıkarları güvence altına alındığı sürece Mübarek’i feda edeceklerdi. Rejimin çehresi değil, hizmet ettiği çıkarlar önemli.
Doğru ya da değil, Mübarek rejimi Mısır’daki kitlesel gösterilerin arkasında ABD ve İsrail’in olduğunu iddia etti. İran, Hizbullah, Katar ve Hamas da Kahire tarafından ABD ve İsrail’in yanında protestoların planlanmasına yardım etmekle itham edildi. Mübarek yönetiminden gelen bu suçlamalar, protesto hareketini şeytanlaştırmayı, yabancı dalaveresi olarak meşruiyetini kırmayı ve Mısırlı protestocuları bölmeyi amaçlıyordu.
ABD, Mısır ve Tunus’ta aynı kleptokratik (kleptokrasi: hırsızlık ve yolsuzluk üzerine kurulmuş yönetim biçimi, ç.n.) statükoyu sürdürmeye çalışıyor; devam eden diktatörlükle ya da görünürde demokratik politik sistemle. Başka bir deyişşe, amaç hakikati aynı tutmak, ama şeklini değiştirmek. Kleptokrasi, diktatörlük ya da “gözetimli” demokrasi altında işleyebilir.
Arap dünyası genelinde protestolar ivme kazanırken, ABD ve müttefikleri kendi “muhalefet” figürlerini protesto hareketinin arasına katmaya ve “temsilcilerini” iktidara getirmeye “kalkışmaya” çalışıyor. Eğer Arap protesto hareketi bu sızma sürecine karşı dikkatli olmazsa, Arap dünyasında yükselen demokratikleşme denilen dalga dış güçlerin kontrolünü muhafaza eden manipüle edilmiş bir süreç şeklinde sonuçlanabilir.
Akdeniz Birliği ve Arap dünyasında demokratikleşme
Amerika ve Avrupa birliği demokrasi veya özgürlük için model değildir. Arap halkı kendilerini demokrasinin böylesi dar tanımlamalarıyla sınırlayarak küçümsememeli. İhtiyaç duydukları demokrasiye dair kültürel olarak yanlı veya gizli ırkçı ve etnosentrik nutuklar değil. Bu halkın çoğu gayet duyarlıdır.
1995 yılında Barcelonda Deklarasyonu büyük çapta ekonomik yeniden yapılandırma, Pazar liberalizasyonu ve Avrupa Birliği ile Arap dünyası arasında serbest ticaret bölgesi oluşturulması çağırısı yapmıştı. ABD Orta Doğu Serbest Ticaret Bölgesi (MEFTA) aynı zamanda AB’nin attığı adımlarla paralel giden bir ekonomik projeydi. Bu bağlamda Avrupa Birliği, İstail, Türkiye ve Arap dünyasını neticede entegre etmek için hazırlanan ABD ve AB desteğinde bir yol haritası mevcuttur.
Bu jeopolitik ve sosyo-ekonomik proje “Akdeniz Birliği” taslağı olarak bilinmekte. Bu süreç, Arap dünyasında sözümona bir demokratikleştirme süreci aracılığıyla “aşamalı” reformu tasavvur ediyor.
Bazı eski şeyler yeniden yapılandırılmalı ya da bazı yeni şeyler yapmak için sökülüp atılmalı. “Yeni Orta Doğu” projesi bunu tasarlamaktadır. Amaç, entegrasyonun yolunu açmak çin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın eski devletlerini zayıflatmak ve değiştirmek. Bu ülkeleri nihai enregrasyona hazırlamak için kaos kullanılırken, kalıcı enregrasyona imkan vermek amacıyla projeyi ilerletmek için demokrasiye ihtiyaç duyulmakta. Bu bağlamda model ülke şimdi Türkiye. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Ankara otoriter hükümetler ve Türk ordusu tarafından yönetilmiştir. Buna rağmen Türkiye, dışarıdan görece bir liberal demokrasi olarak görünen şeye dönüştürülmüştür. Bu dış görünüşteki değişim veya dönüşüme rağmen Türkiye hâlâ örgütlü sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir kleptokrasidir. Ankara, Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye tarafından ortak imzalanan geniş bir takım anlaşmalar dizisi vasıtasıyla bölgesel bir pazar veya blok oluşturulmasının da ön safındadır.
Ankara, aynı zamanda Zbigniew Brzezinski tarafından ABD’nin desteklemesi gerektiğini açıkladığı şekilde İran ile bağlarını derinleştiriyor. Brzezinski’ye göre derinleşen Türk-İran ilişkileri uzun vadede ABD’ye yarar sağlayacak. Bu nedenle Ankara, diğer Orta Doğulu ülkelerle birlikte kendisini ekonomik olarak İran ve Suriye ile uyumlulaştırmaya çalışıyor.
Türk hükümeti, olası bir lider olarak Orta Doğu halkları gözündeki güvenilirliğini arttırmak için kasti olarak İsrail’e açık muhalefet şovları yapmakta. Bu bağlamda Türkiye, Arap dünyası ve İran’a giderek yaklaşmakta. 2010 yılında Arapça devlet kanalı açtı. Türkiye, aynı zamanda Tahran ve Şam ile, Suriyeli ve İranlı yetkililer tarafından Ankara’nın müttefik veya stratejik ortak ve “direniş bloku”nun üyesi olarak adlandırılacağı kadar yakınlaşmıştır. Tüm bu adımlar Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da bir bölgesel blok oluşturmayı amaçlayan adımlar gibi görünüyor.
Avrupa Biriği ve Arap dünyası arasındaki ekonomik entegrasyon sürecinde gözden kaçırılan şey “kurumsal demokrasi”. Birçok önemli kurum doğası gereği antidemokratik olacak. Finansal sektör ve bankacılık sektörü, kamusal denetim ve sorumluluk alanının dışında işleyecek. Bu koşullar altında, bankacılık sektörü neticede devletin politik yapısını kontrol edecek. Yüzeyde bir takım görünüşte demokratik devletler doğabilirken bunlar antidemokratik güçler tarafından kontrol edilecek.
Küresel kapitalizm ve Arap diktatörleri arasındaki ittifak
Arap diktatörleri ve tiranlarının, örgütlü sermayenin çıkarlarına hizmet ettiğini anlamak elzemdir. Bu, onların birincil işlevleridir. Bunlar, örgütlü sermaye tarafından şekillendirilen küresel sistemin unsurlarıdırlar.
Geriye, Mübarek’in selefi Mohammed Anwar Al-Sadat rejimine karşı 1977 yılında başlayan protesto ve başkaldırılara bakalım. Bu protestolasrın sebebi, IMF’in Sadat’a devrettiği neo-liberal politikalardı. IMF politikaları, günlük yaşamın temel ürünlerinde sübvansiyonu sona erdirmişti. Gıda fiyatları fırlamış ve Mısırlılar ağır darbe almıştı. Sadat, Mısır ordusu vasıtasıyla güç kullanarak ve devlet desteklerini yeniden yürürlüğe koyacağına dair sözler vererek protestoları sonlandırmıştı. 1977’deki protestolar başarısızlıklar olarka sona ermişti. Bugün Mısır’daki durum çok daha korkunç ve ABD ile AB askeri güç kullanmak dışında seçenekler arıyor.
ABD ve AB bir taraftan Arap halklarının istediği değişime düşük düzeyde sözlü destek vermekte, ama diğer taraftan baskıcı rejimleri iktidarda tutmaya çalışıyor. ABD ve AB bu rejimleri açık ve el altından destekliyor, çünkü bunlar örgütlü sermayeye hizmet ediyor. Arap dünyasında özgürlüğe karşı çıkanların ABD ve AB’deki kapitalist sınıf olduğu da dikkate alınmalı. ABD ve AB’den bahsedildiğinde bu kapitalist egemen sınıf bağlamında olur. ABD’deki ve AB ülkelerindeki hükümet ve devlet adeta sermaye sınıfının temsilcileri olarak hizmet eder.
Tunus’ta protestolar duruldu. Eski rejimin kuruluşları hâlâ duruyor. Aynı bakanların ve yetkilikerin çoğu hâlâ iktidarda. Amerikan müdahalesinin açık göstergesi olarak ABD Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Jeffery D. Feltman, yeni Tunus hükümetinin oluşturulmasına dair yetkililerle müzakerelerde bulunmak üzere Tunus’a gitti. Feltman aynı zamanda ABD’nin Beyrut büyükelçisi olduğu süreçte Lübnan çıkarlarına karşı çalışması ile biliniyor.
Daha önemlisi, Tunus’ta Ben Ali dişktatörlüğüne dayanan örgütlü yabancı sermayenin çıkarları hâlâ yerinde. Tunus protestoları, dünya çapında insanları elektriklendirdi, ancak bunlar sosyo-ekonomik değişim içeren devrimlere dönüşmedi. Bu zamana kadar Tunus biraz estetik düzeltme olarak görüldü, ancak bütün aynı düzenekler ve aynı kuruluşlar yapılan esteiğin altında duruyor.
Küresel sermaye Tunus’ta hâlâ güçlü dayanağa sahip. Tunus ve IMF arasındaki, Akdeniz Birliği’ni oluşturmak için Avro-Akdeniz Ortaklığı ile Avrupa Birliği arasındaki, böylesi anlaşmalar, ABD ve AB ile yapılan çeşitli ekonomik anlaşmalar Tunus üzerinde hâlâ boyunduruk olarak duruyor. Tunuslular, toplumlarını aşağılayan ekonomik anlaşmalar ve neo-liberal politikaları reddetmeli.
1848’den ders almak: 2011’de 1848 sonrası mı tekrarlanacak?
Irak’daki Anglo-Amerikan işgalinin arifesinde, 2003’teki gibi “ikinci süper güç” bir kez daha başını kaldırıyor. İkinci süper güç halkın gücüdür. Bir başka deyişle ve daha gelişmiş bir yöntemle Zbigniew Brzezinski 1993’te bu süreçten bahsetmişti (Brzezinski’nin 1993 yılında yayımlanan “Kontrol Dışı: 21. yüzyılın eşiğinde küresel kargaşa” isimli kitabına atfen, ç.n.). Brzezinski bunu “küresel politik uyanış” olarak adlandırıyor. 2008’de bu anlayışta biraz daha ilerlerdi ve bunun bir başka raundunun başlayabileceğini öne sürdü.
Ancak bu küresel politik uyanış yeni değil. Avrupa 1848’de aynı olayları basılı medyanın ve yeni iletişim araçlarınının kullanımı döneminde gördü. 2011, internet ve sosyal medya aracılığıyla vuku bulmuş görülüyor. Biri kazanırken diğerinin kaybettiği oyun veya çatışma bağlamında, orta sınıftaki politik uyanışlar, daha büyük kontrollere karşı egemen sınıf hareketlerine bağlı olan toplumsal süreçlerdir. Toplumun orta kesimi hiçbir şey kazanmama noktasına daha da yaklaştıkça, kendi koşullarının farkına daha bir varmakta. Bu, egemen sınıfların orta sınıf üzerindeki kontrolü daha da mutlak hale geldikçe gerçekleşmektedir.
Şu yeniden sorulmalı: 1848’den hangi dersler alınabilir? 1848 Avrupa’sının koşulları Arap dünyasınınkilerle aynıydı. Yoksulluk, işsizlik, sömürü ve özgürlükten yoksunluk almış yürümüştü. Orta direk, toplumsal kuralsızlık durumundaydı. Paris Komünü’nünkü ile aynı kadar Mısır’da veya Arap dünyasının herhangi bir yerinde vuku bulmamalı. Devrimler gerçek olmalı ve radikal sosyo-ekonomik değişmleri beraberinde getirmeli.
Buna ek olarak Muhammed El Baradey şu anda Mübarek’e alternatif olarak sunuluyor. Baraey, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun eski genel direktörü ve bundan önce de Cemal Abdülnasır iktidarında ve Al-Sadat yönetiminde diplomattı. Mübarek rejimi, Al-Sadat rejiminin devamıdır. El Baradey gerçek bir alternatif değil; ABD, AB ve İsrail’in çıkarlarına boyun eğen bir geçmiş performansa sahip. Ve ne de Mısır ve Arap dünyasını felce uğratan neo-liberal politikalara muhalif. Aksine, El Baradey küresel sermayenin çıkarlarına hizmet etmeyi ve hem Mısır’ın kleptokratik statükosunu hem de dış politikadaki yönünü korumayı amaçlıyor.
Arap halkları küresel kapitalizmin rolünün üstüne gitmeli
ABD ve AB, demokrasi ve özgürlüğün savunucuları değildir. Kleptokrasiyi desteklerler. Kleptokrasi, farklı biçimler alabilir. Demokratik veya otoriter olabilir. Başlıca ön koşulu, ulusal seçkinlerin Batı Avrupalı ve Amerikalı kapitalizme meydan okuduğu Rusya veya İran’daki gibi sadece yerli kapitalist seçkinlere değil, küresel kapitalist sınıfa hizmet etmesi gerektiğidir.
Bu halk protestoları, yeni bir Orta Doğu’nun doğum sancıları mı?
Arap halkı kendi politik temsilciliğini yeniden mi kazanıyor?
Bu, özlem duyulan biçimde Arapların dünya tarihinin sayfalarına yeniden girmelerinin zamanıdır. Arap halkı, devrimlerine örgütlü sermaye tarafından yönlendirilmeksizin devam edebilmek için gardını yüksek tutmalıdır. AB’den gelen sözde stabilizasyon fonları ve diğer destekler yardım anlamına değil, Arap toplumlarının gidişatını yönlendirme anlamına gelir.
Arap orta sınıfı bu finansal manipülasyon sürecinin farkına varmalı ve Arap rejimlerini destekleyen ekonomik bağları kesmeli. ABD ve AB’nin yürürlüğe koyduğu sömürü ve hırsızlık getiren ekonomik anlaşmalar iptal edilmeli. Politik güç, ekonomik güce tâbi olmamalı. Bu bağlamda kurumsal demokrasi de akılda tutulmalı. Aksi takdirde, 1848 sonrasındakinin aynısı 2011 Arap Baharı sonrasında da kendini tekrar edecek.
Protesto hareketinin sonucu olarak ortaya çıkabilecek bir başka “alternatif” olarak Arap hükümetleri dış görünüşte demokrasi gibi görünecek. Bunun yerine, küçük bir toplumsal azınlık için kleptokratik statükoyu korumaya çalışacaklar.
Statüko galip gelecek. Ekonomik sömürü, demokrasi ve açık diktatörlük yerine demokratik yönetim kılıfı altında devam edecek.
Seçim sandığına oy atmanın bir ritüele dönüştüğü yerde demokrasi seçimlerin yapılması meselesi değildir.
Demokrasi, düşünce özgürlüğünü ve ekonomik demokrasi aracılığıyla geçimi merkezde tutmalıdır.
Bunun ortaya çıkması için Arap dünyası genelindeki halklar, küresel kapitalizmin kendi politik sistemlerinin feci yapısı üzerindeki etkilerinin, yani otoriter rejimlerin yabancı çıkarlarına ne kadar başarıyla hizmet ettiklerinin üstüne gitmeli.
http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=23050 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
0 Responses to Arap diktatörleri ve küresel sermaye arasında ittifak