Critical Mass isimli bisikletli hareketinin kurucularından Chris Carlsson, tanınmış antropoloji/coğrafya profesörü David Harvey ile son kitabı "Asi Kentler" üzerine e-posta yoluyla bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide, Harvey'in özellikle âdemi merkeziyetçiliğe yönelik eleştirileri öne çıkıyor.
Chris Carlsson: “Asi Kentler”i kimin için yazdınız?
David Harvey: Hedefim, maruz kaldıkları kent yaşamının niteliklerine ve siyasi ve ekonomik iktidarın, insanların ihtiyaçlarını tatmin etmek yerine kendi arzu ve ihtiyaçları doğrultusunda (kâr ve sermaye birikimi için) şehirler inşa etmeye dair hegemonik bir hak iddiasında olma yöntemi göz önünde tutulursa, ortaya çıkan sınırlı seçeneklere dair ciddi soruları olan herkes için bir kitap yazmaktı.
Bunu yaparak, başvurduğum kuramsal çerçevenin niteliğine dair belirtiler sağlamak istedim ve bu sebeple görünüşte soyut (çoğu kez Marksist, ancak sadece öyle olmayan) kavramlar kullanıyorum. Ancak hedefim, bu kavramları herkesin kavrayabileceği bir yöntemle kullanmak (tabii ki her zaman başarılı değilim). Zira umuyorum ki, insanlar kullandığım çerçevenin türüne dair daha derin bilgi arayışına ilgili hale gelebilirler. Örneğin “Rant Sanatı”nda (Tam ismi “Rant Sanatı: Küreselleşme, Tekel ve Kültürün Metalaştırılması” olan, 2001 yılında yayımlanan Sermayenin Mekânları: Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru kitabının bir bölümünü oluşturan David Harvey makalesi; ç.n.) görünüşte esrarlı bir kavram olan “tekelci rant”ı kullandım, ancak bölümün sonunda insanların kavramın ne anlama gelebileceğini çok iyi anlayacaklarını ve rekabeti işleyişinin temeli olarak öven bir toplumun, tekel gücünü her ne şekilde olursa olsun güvence altına almak amacıyla her çareye başvuracak olan kapitalistlerce nasıl nüfuslandırıldığına ve onların söz konusu tekel gücüne başvurarak hak edilmemiş ranta nasıl el koyduklarına şaşıracaklarını umuyorum.
İnsanlar benim çerçeveme dair daha kapsamlı bir kavrayış isterlerse, kedi kitaplarım olan Sermaye Muamması ve Neoliberalizmin Kısa Tarihi, web sayfamdaki dersler gibi birçok kaynağı kullanabilirler. Buna karşın umuyorum ki Asi Kentler, öncelikle tüm bu materyallere göz atılmayacak kadar anlaşılırdır. Bana göre zamanımızdaki antikapitalist toplumsal hareketler için en büyük problemlerden biri olup bitenin dinamiklerine dair üzerinde uzlaşılmış bir çerçeveden yoksunluk; eğer aktivistleri yaptıkları şeye ve bunu yaptıkları genel duruma (ve değişik mücadelelerin birbirleriyle nasıl ilişkileneceklerine) dair daha kapsamlı düşünmeye bir şekilde teşvik edebilirsem çok mutlu olacağım.
Chris Carlsson: Şöyle yazmıştınız: “Kapitalist yaratıcı yıkımın kaotik işleyişleri, besbelli ki kolektif solu kitlesel protesto hareketlerinin dönemsel kabarışları sırasında bile enerjik fakat parçalanmış uyumsuzluğa düşürmekte… kapitalist değer yasasından daha radikal bir kopuşa ulaşmak için objektif koşulların vakti geldi de geçiyor bile diye düşünüyorum.”
Birçok insan için “kapitalist değer yasası”nı hedeflemek aşırı soyut. Bunu, insanların günlük hayatlarında görebilecekleri ve hissedebilecekleri kavramlarla başka bir şekilde ifade edebilir misiniz?
David Harvey: “Kapitalist değer yasası” tabirini “küresel rekabet şartlarında kârın maksimizasyonu” tabiriyle değiştirebilirim ve o durumda 1980’lerden itibaren şehirden şehre, sadece Kuzey Amerika’da değil, Avrupa’da ve başka yerlerdeki (örneğin Mumbai ve Kuzey Çin) sanayisizleştirme (yaratımdan çok yıkım) şeklindeki tahrip edici tarihine işaret edebilirim.
Ancak sermayenin değer biçtiği şeyin ne olduğu ve başka türlü bir toplumda bunların yerine geçebilecek değerlere dair diğer düşünme yöntemlerinin bununla ne kadar kökten çeliştiğine dair soruya neden olmak için “değer” kavramını çok açık bir şekilde kullanmak istedim. Bain Capital’in (ABD’nin Cumhuriyetçi Başkan Adayı Mitt Romney’in sahibi olduğu sermaye şirketi; ç.n.) faaliyetini dirilten kapitalist değer yasasıdır ve değer sisteminin insanoğlunun özgürleşmesine ve iyiliğine son derece karşı olduğunu, sermayenin özümsediği ve uyguladığı, yolunun üzerinde duran tüm diğer değerleri ezen kendine özgü bir “değer yasası” olduğunu görmeliyiz.
Sermayenin özümsediği değerler insanın iyiliğine katkıda bulunmaz ve gerçekten de varlığımızı sürdürmemizi tehdit edebilir. Daha çok insan sermayenin değer sisteminin farkında hale geldikçe buna karşı “bizim” alternatif değerlerimizi daha fazla harekete geçirebiliriz. Kapitalizme karşı mücadeleyi değerler üzerine bir mücadele olarak görmek çok önemlidir. Bu, çeşitli zamanlarda, içtenlikle antikapitalist olan bir kurtuluş teolojisine can vermiştir. Sermaye sınıfının, eylemlerine can veren özgün “değer yasası”ndan bahsetmek ya da bunu kabul etmek istememesi bundandır. Sermayenin savunucuları, kapitalizmin aileleri parçalayan politikaları desteklemesine karşın kendilerinin ailevi değerlere uygun olduğunu iddia ederler. Özgürlükten yana olduklarını iddia ederler, fakat yanında oldukları özgürlüğün birkaç kişinin sömürmesi ve çoğunluğun emeğiyle geçinmesi, Wall Street’cilerin talancı uygulamaları vasıtasıyla ölçüsüz kâr payları elde etmeleri için kuralsızlıkları olduğunu söylemeyi ihmal ederler.
Chris Carlsson: Bu web sayfasını okuyanların çoğu, onurlu bir şekilde parasal kârın ötesindeki değerler üzerinde temellenen çeşitli biçimlerdeki kooperatifler, kolektifler ve tasavvurlar ile uğraşmakta. Ancak bunun yeterli olduğunu düşünmüyorsunuz. Şunu savunuyorsunuz: “…işçi egemenliğinde ve paralel hareketlerle –ortaklaşa sahipli projeler, “dürüst” ve “dayanışma” ekonomileri adı verilen şeyler, yerel ekonomik ticaret sistemleri ve takas, özerk alanların yaratılması (günümüzde en ünlüsü Zapatistalarınki) gibi- dünyayı değiştirme girişimleri, bunlar şiddetli düşmanlık ve etkin baskı karşısında sürdürülen asil çabalar ve fedakârlıklar olmasına karşın şu ana dek, daha küresel antikapitalist çözümler için uygulanacak şablon sağlamadılar… Doğrusu istenirse bunların hepsi kolaylıkla, tam olarak sermayenin uyguladığı kadar baskıcı olan biçimde işçilerin kolektif öz-sömürüde bulunduğu koşullara varmasıyla sonuçlanabilir.”
Tam anlamıyla, bir şehir ya da küçük bir işletme bir yana, tek ülkede sosyalizm var etme çabalarının her zaman başarısız olduğuna dikkat çekiyorsunuz. İnsanların neden bu çok büyük tarihi görmezden gelip herhangi bir şekilde bunun işlemesini sağlamaya çalışmayı sürdürdüklerini düşünüyorsunuz?
David Harvey: Bu, solun tarihine iliştirilmiş en çetin çelişkilerdendir (düşünüşüne, projelerine ve faaliyetlerine). Hepimiz, kendi yaşamlarımızı kontrol etme, ikamet ettiğimiz mahallelerin yanı sıra işimizde bir dereceye kadar özerkliğe erişme isteğimizi anlayabiliriz; ve toplumdaki birçok unsur nezdinde yaygın ve geniş biçimde kabul edilebilir olduğuna inandığım bu basit arzu, daha geniş politikalar için temel teşkil edebilir. Sermaye, periyodik biçimde yaptığı şekilde çöküşe uğradığında işçiler işlerini kurtarmak için çoğu kez harekete geçer (2001-2002’de Arjantin’de olduğu gibi) ve kooperatifçilik ile işçi egemenliğinin umut verici uzun ömürlü örnekleri mevcuttur (örneğin Mondragon –1956 yılında Bask ülkesindeki Mondragon kentinde kurulan aynı isimli işçi egemenliğindeki kooperatif, 2011 yılı sonu itibariyle bünyesindeki 256 şirkette 83 bin 869 kişiyi istihdam etmektedir; ç.n.-).
Sorun şu ki, bu işletmeler, üreticilerin, otonom kuruluş biçimlerine yönelik bu bağımsız çabaları eninde sonunda kapitalist girişim gibi davranmaya zorlayan “rekabetin zorlayıcı yasalarına” tâbi kılındığı kapitalist değer yasasının (Evet, bu kadar önemli olmasının nedeni bu) baskınlığındaki şartlarda işliyor. “Kapitalist değer yasası”nın hegemonyasına meydan okumak için eninde sonunda böylesi bir yöntemle düşünmek ve eylemek işte bu nedenle çok önemli.
Nitekim Lefebvre, heterotofik (normalden başka bir yerde oluşan; ç.n.) uygulamaların, er ya da geç hâkim uygulamaların içine çekilmeden önce kısa süreliğine ayakta kalabileceğini belirtir. Bu, belli bir noktada hâkim uygulamalara meydan okumayı çoğaltmamız gerektiğini söylüyor ve bu, derinden kökleşmiş ve bütün yönleriyle egemen olan sermaye sınıfına ve bağlı olduğu değer yasasına (örneğin Bain Capital tarafından temsil edildiği gibi) meydan okumak anlamına geliyor. Bunun birazcık soyut bir fikir olduğu konusunda haklısınız; ancak bunu sahiplenemezsek bu kez tamamen başka soyut kavramlarla yönetileceğiz (“Pazar” ve “küreselleşme” gibi).
Chris Carlsson: Garrett Hardin’in “Meraların Trajedisi”ni, onun müşterek toprak ve kaynaklar ihtimalinin bile altını oyarak özel mülkiyet altındaki sürülerdeki sığır çobanlarını incelediğini belirterek reddediyorsunuz. Ancak ağırlıklı olarak, toplulukların kendi kendilerine yönettikleri müşterek kaynaklara dair nispeten küçük örneklemi nedeniyle Elinor Ostrom’un müştereklere dair fikirlerine de eleştirel bakıyorsunuz. Ostrom, devlet ve pazar şeklindeki basmakalıp karşıtlıktan uzak duruyor ise de, örgütlenme karmaşası sorunundan, bölgesel olarak yayılmış ekonomik ilişkilerden sıvışıyor (sizin öne sürdüğünüz şekliyle birçok anarşist ve otonomistin yaptığı gibi). “Radikal âdemi merkeziyetçilik –elbette değerli bir araçtır- üst seviye hiyerarşik otorite oluşturmadan nasıl işler? Çokmerkezciliğin ya da âdemi merkeziyetçiliğin herhangi başka bir biçiminin güçlü hiyerarşik baskı ve etkin yaptırım olmaksızın işleyebileceğine inanmak sadece saflıktır.”
Hâlihazırda, “para iktidarının mevcut demokrasisi”nde tamamen sahip olunan bir proje olan devletin, sermaye birikimi ve ekonomik büyüme dışında çıkarlara hizmet ettirilebileceğini düşünüyor musunuz?
David Harvey: Devletin yekpare değil, idari yapıların karmaşık bir ekosistemi olduğunu düşünüyorum. Kapitalist devletin özünde, benim "devlet-finans bağlantı noktası" adını verdiğim ve bugün en iyi Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası tarafından temsil edilen şey yatar; ve gerçekten, Lehman Brothers'ın çöküşünün ardından bu iki kuruluşun, ABD hükümetinin kontrolünü tamamen devralmasının çok açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Diğer birimlerdeki birçok projeye dair son sözü Maliye'nin söylediği gerçeği devlet bünyesinde herkes tarafından bilinen bir durumdur.
Devlet-finans bağlantı noktasının paralelinde, gerçekten de sermaye sınıfı iktidarının desteğiyle şekillendirilmiş adalet sistemince arka çıkılan asker ve polis güçlerinin yoğunluğuyla ilgili olduğundan birazcık yanlış isimlendirilen askeri-endüstriyel kompleks vardır. Bu, göze çarpar bir biçimde sermaye sınıfı devlet aygıtına doğru gider. Açıkça görülüyor ki, eğer kendimizi kapitalist değer yasasından özgürleştireceksek, devlet iktidarının bu biçimiyle yüzleşilmeli ve bu yenilgiye uğratılmalı.
Ancak bunun ötesinde, kamu yönetiminin sağladığı kamu hizmetlerinin birçok boyutu vardır -kamusal sağlık hizmeti, konut edindirme, eğitim ve kamu ortak mallarının idaresi. Bizim toplumumuzda, muhakkak bu yönetim dalları sıklıkla sermaye tarafından yozlaşmış hale getirilir, fakat devlet aygıtının bu görünüşlerini özgürlükçü kamusal gayelere doğru yola getirmek, yerel, ulusal ve hatta ulusal düzeylerdeki sol politik hareketlerin gücünün ötesinde değil.
İronik bir biçimde, neoliberalizm, sivil toplum kuruluşu biçiminin sınırlandırmalarının üstesinden gelebilirse devletin bu yönlerini halkın istemi doğrultusunda toplumsallaştıracak potansiyel bir yol açmıştır. Mevcut devletin bütün birimlerinin sermaye birikiminin ilerletilmesi için araç olarak kullanılmasının muhtemel olduğu konusunda uyanık olması gerekiyorsa da, soldan, devlet iktidarına yönelik cepheden taarruz, kanalizasyon idaresini ya da internet kurumunu ve hava trafik kontrolünü değil, devlet-finans bağlantı noktasını ve asker/polis bloğunu hedef almalıdır. Mevcut durum şudur ki, sermaye sınıfı pek de başka bir şeyi dert etmezken, egemenlik yetkilerini militarizasyon ve devlet-finans bağı vasıtasıyla yükseltiyor.
Chris Carlsson: Kitabınızın sonunda, “Kent yaşamı, hâkim sınıf ilişkileri dışında yeniden canlandırılacak ve yeniden inşa edilecekse, halk meclisleri gibi alternatif demokratik araçların inşası gerekiyor” diyorsunuz. Wall Street’i İşgal Et hareketinin, kamusal alanın yokluğunda nasıl gitgide geliştiğini düşünüyorsunuz?
David Harvey: Wall Street’i İşgal Et hareketine yönelik korkunç polis müdahalesinin, Wall Street’in, İzlanda’da gerçekleşen ve şimdi de İrlanda’da gerçekleşmekte olan gibi devlet-finans bağlantı noktasını tehdit edecek, bunun aleyhine dava açacak ve sonunda da bankacıları hapsettirecek bir kitle hareketinin ortaya çıkabileceğine dair paranoyak korkusunun belirtisi olduğu açık.
Onlar için militarizasyon vazgeçilmez yanıt ve bu militarizasyonun bir parçası da işgal hareketinin, etkinlikleri için bir kamusal alana sahip olduğunu inkâr etmek için kamusal alanı nizam altına almak. Bu durumda, kamusal alanın kamusal siyasi amaçlar için özgürleşmesi, verilmesi gereken ilk kavga haline geliyor. Meclisler, alternatif demokrasinin nasıl görünebileceğine dair bir kısa ve öz bir esinti sağladı, ancak küçük çapları ve sınırlı alanları, bir bütün olarak büyükşehir bölgesini göz önüne alabilecek halk iktidarının başka demokratik biçimlerinin, New York ya da Sao Paulo gibi kentlerin bir bütün olarak nasıl düzenleneceğinin deneyimlenmesini elzem kıldı.
Chris Carlsson: Fiziksel alanın ötesine geçerek, faydalı bir biçimde şuna dikkati çekiyorsunuz: "Burada aslına bakılırsa bir müşterekleştirme toplumsal pratiği var. Müşterekleştirme pratiğinin temelinde, toplumsal grup arasındaki ilişki ve hem kolektif olması, hem de metalaşmaması gereken -piyasa değişim ve piyasa fiyatlandırma mantığının sınırları dışında- bir müşterek muamelesi gören çevre boyutu yatar .
Chris Carlsson: Günümüzün, bir yandan etik alışveriş ile zihni meşgul iken, diğer yandan ırkçılık, patriyarki, homofobi ve başka kimlik sorunlarını ele alan mevcut toplumsal hareketlerinden doğan "müşterekleştirme" mantığını nasıl görüyorsunuz?
David Harvey: Bana göre muazzam bir kent ve kentli yaşamın esası, her türlü karşılaşmanın olanağını geliştiren her türlü insanın serbestçe birbirine karışması. Genellikle iyi nedenlerle, kadınlar, LGBT gençler ya da diğer "kimlikçi" denilen gruplar şehrin kamusal ve sözümona "müşterek" alanlarını serbestçe kullanamazsa, bu müşterek alanları kendi katılımları için özgürleştirecek hareketlerin ortaya çıkması kritik öneme sahiptir. Böylesi hareketler, daha kapsamlı müşterek politikalara hayati önem taşıyan bir boşluk sağlayabilir. Bu, söz konusu grup için sadece bir meşgale olunca ve dahil olma talebiyle başlayan şey bir dahil etmemeler hareketine dönüşünce sorun gelip çatar. İttifaklara ihtiyaç duyuluyor ve her türlü kamu yararı için kamusal alanları özgürleştirmek ne kadar çok kabul edilir hale gelirse, bir müşterekleşmeye erişmenin, müştereklerin inşasının ve şehrin ya da bir bütün olarak büyükşehirin her tarafında müşterekler siyasetine ulaşmanın demokratik olanakları da daha hazır olur. Ancak mücadele edilmesi gereken karşı hareketler var. An itibariyle, ayrımcı faşist hareketler (Yunanistan'daki Altın Şafak gibi) şehirlerin mahallelerini (örneğin Yunanistan’da) alan alan işgal ediyor; ayrımcı hareketler adına işgal edilen alanlar var. Bu tabii ki uç bir durum, fakat bir yandan müşterekler arası ilişki ve dâhil edilenler ve dışarıda bırakılanlar arasındaki dengenin, diğer yandan ise açık alanlar ve serbest kullanımların sürekli olarak tartışmaya ve politik mücadeleye açık bulunmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar, hepimizin içinde yer alması gereken türden mücadelelerdir. Ortada, sahip olunan kendiliğinden bir uyum yok ve aslına bakılırsa, kent yaşamı etrafındaki aralıksız ihtilafın belli bir seviyesinin çok olumlu bir özellik taşıdığını düşünüyorum.
Chris Carlsson: Sanatçılar ve “kültür emekçileri”, tarihsel olarak muhalefetin öncü sesleri olmuşlardır, ancak şu anda bunun çok daha azını görüyoruz. “Incite Collective”in (Tahrik Koletifi anlamına gelen bir yazın grubu; ç.n.) The Revolution Will Not Be Funded (Devrim Finanse Edilmeyecek; ç.n.) kitabında ortaya koyduğu gibi, çoğu insan şu ya da bu “kâr amacı gütmeyen endüstriyel kompleks” kuruluşuna borçlu. Muhalif türleri, piyasanın ve paranın mantığına kafa tutmayan sınırlar içinde güvende duruyor.
Şöyle yazmıştınız: “Cinsiyet, inanç, toplumsal gelenekler, sanatsal ve mimari toplantılara dair saldırgan olan tek şey bu, ancak kuruluşlara ve kapitalist tahakkümün uygulamalarına ilişkin saldırgan olan bambaşka bir şey ise bunların kültürel kuruluşlara derinlemesine nüfuz etmesi… Sermaye için mesele, böylesi kültürel farklılıkları ve kültürel müşterekleri, bunlardan tekelci rantı alabilmek için gereken sistemin parçası haline getirme, kapsama, metalaştırma ve paraya çevirme yöntemlerini bulmak.”
Büyük oranda bireyselleştirilmiş ve rekabetçi sanatçılar ve kültür üreticileri hizmet bedelinin ötesindeki bir dünya mücadelesi için nasıl ortak zemin bulur?
David Harvey: Ben, kültür emekçilerinin edilgen olduğu şeklindeki bakışla pek hemfikir değilim. Şartlar, fikir ayrılığının farklı ifade biçimlerinin benimsenmesini gerektiren şekilde değişmiştir (kültürün, endüstri ve sermaye birikimi ile varlık değeri yaratmanın aracı haline gelmesi şeklinde belirttiğim şey). Meydan okuma yerine yıkıcılık başlıca taktik haline gelmeli ve bunu yapmak için oldukça fazla gönüllülük belirtisi görüyorum. Akılma gelmişken, akademide de aynı sorunumuz çok fazla mevcut. Meslektaşlarımızın, bunu nasıl ele alacaklarına dair öğrenecekleri çok fazla şey var ve kültürel dünyada bu yıkıcılık için duyarlılık çok daha yaygın.
Chris Carlsson: Şöyle belirtmiştiniz: “Kent hakkı için mücadele, başkalarının ürettiği ortak yaşamın sırtından insafsızca beslenen ve bu yaşamlardan rant sağlayan sermaye iktidarlarına karşıdır… Kapitalist kentleşme, toplumsal, siyasi ve yaşanılabilir ortak alanlar olarak şehri daima yok etme eğilimi gösterir.” Amerikalılar özel mülkiyet fikri konusunda oldukça inançlılar. İlericiler bile mülkiyet sahipliğinin imtiyazlarını sorgulamaktan hoşlanmıyor.
Kentsel soylulaştırmayı ve bunun doğurduğu büyüyen kent mahallelerinin değerinin düşmesini durduracak, mahalle varlıklarının kolektif sahipliğini yaratmaktan başka anlamlı bir yol olabileceğini düşünüyor musunuz?
David Harvey: Beni sıklıkla hayrete düşüren şey, toplumsal yaşamın her türlü mücadele alanında sol deneyleme için geniş araç yelpazesinin hâlihazırda mevcudiyetidir. Gelir düzeyi düşük kitleler için barınmayı güvence altına almanın yollarını sağlayan her türlü mülkiyet düzenlemesi vasıtasıyla konut edindirme gayet doğrudur. Şimdiye dek bu araçların, kısmen ideolojik sınırlar nedeniyle, ancak bunun yanında söz konusu araçlara yönelik ideolojik ve başka biçimlerdeki desteğin yokluğundan ihmal edildiğini ve yetersiz kullanıldığını sanıyorum.
Mevcut yapılar bünyesinde çok şey yapılabilir, ama sorun örneğin yine özkaynak kooperatiflerinin, bunları ayakta tutacak ve genişletecek etkin toplumsal hareket olmadığından ne kadar sınırlı oldukları. Aksi halde, burada bir çatışmayı kazanma (örneğin soylulaştırmaya karşı), ancak muharebelerin çoğunu kaybetme ve antikapitalist savaşta hiçbir etki sahibi olmama durumundayız. Böyle olunca, savaşı hâkim pratiklere karşı vermeyi ne zaman ve nasıl öğreneceğiz?
Chris Carlsson: Kentleşme ve inşa edilmiş çevrenin sermayenin hareket yasaları genel teorisine uygun biçimlenme sürecine dair bir kavrayışın tamamlanması ihtiyacına işaret ediyorsunuz. Başka yazarlar, Fordist seri üretimin çöküşünü ve kapitalizmin “toplumsal fabrika” üzerinde temellenen bir sisteme evrilmesini analiz ettiler.
David Harvey: Fabrika benzetmesinden tamamen uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum. Kentin sorunu oldukça farklı, çünkü sorun sadece üretimle ilgili değil, aynı zamanda tüketim, tüketiciyi özendirme ve gösteri (örneğin birçok şehre ekonomik güçlükler getiren ve Yunanistan’da kamu maliyesinin çöküşünde kilit rol oynayan Olimpiyat Oyunları) vasıtasıyla değerlerin paraya çevrilmesiyle ilgili. Marx’ın teorilerinden kazandığım şeylerden biri, mal üretimi ve malın piyasada değişim yoluyla paraya çevrilmesi arasındaki ilişki ve her ikisinin de eşit derecede önem taşıdığı, kentin “tüm bunların bir araya geldiği yer” olduğudur.
Chris Carlsson: Şunu belirtiyorsunuz: “Şehirdeki kamusal alanlar ve kamu malları her zaman bir devlet iktidarı ve kamu idaresi meselesi olmuştur ve böylesi alanlar ve mallar muhakkak kamusal mülkiyet yaratımı değildir.” Kamusal alanlar nasıl kamusal mülkiyet olur?
David Harvey: Dil bir kamusal mülkiyettir ve birbirimizle ilişkiye geçmek ve çevremizdeki dünyayı anlamak (kapitalist değer yasasından bahsetmek istememin nedeni olan şey) için kullandığımız dili değiştiren politik yaşamın ilgili olduğu şeyin bir parçasıdır. Dil cisimleştirilmeli ve somutlaştırılmalı (örneğin basılı olarak), tartışılmalıdır (örneğin bir mecliste ya da sohbet odasında). Müşterekleştirme tüm bu özellikleri kapsar. Bu sadece fiziksel bir alan değildir, ancak sokaktaki yığınlar hâlâ siyasi üstünlük sahibidir (Tahrir Meydanı’nda gördüğümüz gibi) ve sermaye sınıfının diğer bütün siyasi güçler (para, zor aygıtları, devlet aygıtının kilit unsurları, seçimler, hukuk vb.) üzerinde neredeyse topyekûn güce sahip olduğu ölçüde özellikle önemlidir.
Chris Carlsson: Son olarak, şunu iddia ediyorsunuz: “Âdemi merkeziyetçilik ve özerklik, neoliberalizm vasıtasıyla daha büyük eşitsizlikler yaratmanın birincil araçlarıdır.” Siyasi hareketler kendi özerklik yanlısı ve eşitlikçi pratiklerine tutunurken bu yörüngeyle nasıl mücadele eder?
David Harvey: Şu zamanlarda hayli tuhaf olan şey, solun büyük kısmının, sağın büyük kısmı ile âdemi merkeziyetçiliğin ve bütün merkezi iktidar biçimlerine karşı durmanın yanıt olduğunda hemfikir olması. Günümüz solunda baskın çıkan “örgütsel şekiller fetişizmi”nden bahsetmemin nedeni bu. Tek tek ele alındığında, piyasa tabii ki tahayyül edebileceğiniz en merkezi karar alma sistemidir ve kesinlikle, oldukça güçlü sermaye sınıfı iktidarını yaratan şey, böylesi rekabete dayanan âdemi merkeziyetçi piyasanın örgütlenmesidir. Böyle olur, çünkü "eşit olmayanlara eşit muameleden daha eşitsiz bir şey yoktur."
Eğer tüm dünya bir dizi bağımsız ve bütün yönleriyle otonom anarşist komünler şeklinde örgütlenseydi küresel müşterekler (örneğin biyo-çeşitlilik) nasıl korunacak, bazı komünlerin diğerlerinden daha müreffeh olmasını ne önleyecek ve insanların, malların ve ürünlerin bir yerden diğer yere akışı (bazı komünlerin dışlamaya ilişkin ilkeleri vardır) nasıl işleyecekti? İlginç biçimde, şirketlerin çoğu, yönetimin şebekelenmiş biçiminin örnekleridir ve şirket uygulamaları ile anarşist tasavvurlar arasında örtüşme olduğü gibi kabul görmeden geçip giden sol ve sağ arasında da her tür benzerlik vardır.
Politik eylemin merkezsizleştirilmiş dayanakları konusunda söylenecek çok şey var. Ancak bu, belli bir noktada basamak atlamalı ve günümüz muhalif toplumsal hareket bolluğunun ortasında sağ salim ayakta kalacak gibi görünen berbat hâkim sınıf pratikleriyle kapışmak için en azından büyükşehir biyo-bölgesel düzeyinde örgütlenmelidir.
http://www.shareable.net/blog/interviewed-david-harvey-on-rebel-cities adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Erkan Çınar/Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız
0 Responses to David Harvey ile "Asi Kentler" üzerine