Le Monde Diplomatique-Cono Sur baskısından Micaela Cuesta, yazar Enzo Traverso ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide; neoliberalizmin kökenleri, bugünkü durumu ve yeni sağ-neoliberalizm ilişkisi, sosyal medyanın ve dijital araçların mücadele araç ve yöntemlerine etkisi gibi konular üzerinde duruluyor.
- - Söyleşiye neyle başlayacağını seçmek kolay
değil, o nedenle kökenlere dair bir soruyla başlamak aklıma geliyor: içinde
yaşadığımız bu zamanın kökenlerini nasıl açıklarsınız? Hangi zamansallıkları
davet ediyor? Hangi genel özellikleri ve benzersizlikleri taşıyor?
Neoliberalizmin kökenleri çok eskiye dayanıyor. Entelektüel anlamda, 1930’lara oturtmamız gerekir. Kapitalizmin baskın biçimi olarak, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan tarafından 1980’lerin başında uygulandığından (laboratuvarı olan Latin Amerika’da Pinochet ile bunun çok öncesinden deneyimlendi) en az 40 yaşında. Bu da, neredeyse iki neslin neoliberal tarihsellik rejimi ile yaşadığı anlamına geliyor. Gençler için neoliberalizm bir norm, gezegeni şekillendiren bir “yaşam biçimi”. Deneyimlenmiş başka ekonomik ve toplumsal modellerle karşılaştırabilmek için, bunun en az 70 yaşında olması gerekir. Özetle, neoliberalizmin birtakım ekonomi politikalarından çok daha fazlası olduğuna inanıyorum; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine, ekonominin finansallaştırılmasına, piyasaların kuralsızlaştırılmasına vb. hiçbir şekilde indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Şüphesiz, savaş sonrası sürecin baskın kapitalizm biçimi olan “Refah Devleti”nin muzaffer alternatifi olarak görebiliriz, fakat bu basitleştirme olur. Pierre Dardot ve Christian Laval’in vurguladığı üzere, neoliberalizm, Weberyen anlamda bir “kendini hayatta idame etme” yolu, değerleri, davranışları ve genel ahlâkı reçete eden bir antropolojik modeldir. Bireysellik, rekabet ve özel çıkar arayışına dayalı varoluşun örgütlenmesini temel alan bir antropolojik modeldir. Herkes kendi yaşamını kendisinin “girişimcisi” olarak tasavvur etmelidir. Bazıları neoliberalizmi, zamanın yeni bir algılanışı ve temsili olarak tanımlamıştır; neoliberalizm “şimdici”dir çünkü ben sadece şimdiki zamanı bilirim; geçmişi ve geleceği şimdiye sıkıştırır. Değişmez bir toplumsal ve ekonomik çerçevede yenilenme ve kalıcı değişim değilse artık gelecek fikri yoktur; gelecek sadece bireysel “başarı” olarak düşünülebilir ve bu sebeple aynı zamanda özelleştirilmiştir. Bu antropolojik mutasyonu mümkün kılan, 20. yüzyıl devrimlerinin başarısızlığıdır. SSCB artık kimseye cazip gelmemektedir ve karşılaştırırsak, neoliberalizm daha fazla bireysel alanı sunuyor görünüyor (çoğunluk, Foucault bile buna inanmıştır), fakat SSCB’nin varlığı kapitalizme bir alternatifin mevcut olduğunu göstermişti. Bugün kapitalizm “doğallaştırılmıştır” ve bu, onun en büyük başarısıdır. Margaret Thatcher’ın tercih ettiği söylemsel kaide “Hiçbir alternatif yok” idi.
- - Farklı yazarlara göre, neoliberalizm ile
sembolik figürü büyük oranda Donald Trump olan ve sizin “Sağın Yeni
Çehreleri”nde “post-faşizmler” olarak adlandırdığınız şey arasında bir bağlantı
olabilir. Bu kitapta, Trump’ın başka şeylerin yanı sıra neoliberalizme bir
tepkiden ortaya çıktığı anlayışındasınız. Sorum, Trump ve günümüz aşırı sağının
diğer figürlerinin neoliberalizme bir tepki olarak değil de onun bir
devamlılığı veya yan ürünü olarak düşünülüp düşünülemeyeceği.
Trump hiç şüphesiz
neoliberalizmin bir ürünü; İtalya’da Berlusconi’den başlayarak Brezilya’da
Bolsonaro ve kendinden önceki birçok başkası gibi. Neoliberalizmin bir siyasi
rengi yoktur, doğası gereği özel mülkiyete ve piyasaya saygılı bütün siyasi
rejimlerle uyumludur (ve bunların içinde eriyebilir). Amerikan finansal
elitleri dört yıl boyunca Trump’la çok iyi anlaştılar ve bugün Brezilya’da Bolsonaro
ile aynısı oluyor. Ancak 2017 ya da 2020’de adayları Trump değildi. Ocak
2021’de Trump, faşist dürtülerini açık edip seçim sonuçlarını yeniden
tartışmaya açmaya yönelerek açık biçimde yıkıcı olan bir hareketi destekleyince
elitler onu terk etti. Bunu, demokrasi aşığı ya da ırkçılık karşıtı
olduklarından yapmadılar, istikrara ihtiyaçları var ve ülkenin bir iç savaşa
sürüklenmesinde çıkarları yok. Wall Street, Pentagon, orta batı eyaletlerindeki
büyük şirketler ve Kaliforniya’daki çokuluslu yeni teknoloji şirketleri, Joe
Biden’ın başkan olmasını engellemek için beyaz üstünlükçü bir hareketi asla
desteklemeyecekti. Bugün Cumhuriyetçi Parti açık biçimde büyük zorluklarla
karşı karşıya çünkü Trump’a olan sadakati, Amerikan müesses nizamının taşıyıcı
kolonlarından olma şeklindeki geleneksel rolü ile neredeyse hiç uyumlu değil.
Avrupa’da neoliberal elitler Almanya
İçin Alternatif Partisi’ni (AfD), Marine Le Pen’i, Matteo Salvini’yi ya da
Vox’u desteklemiyorlar; onların temsilcileri Macron, Angela Merkel ve Mario
Draghi. Avrupa Komisyonu’nu ve Avrupa Merkez Bankası’nı destekliyorlar; ulusal
egemenliğe ve ulusal para birimine dönüşü talep eden aşırı sağı değil. Radikal
sağa doğru devinimin güçlü olduğu doğru. Eğer bu hareketler iktidara gelirlerse
neoliberalizme taahhütte bulunmaları ve programlarını gözden geçirmeleri
gerekir: Polonya’da ve Macaristan’da olan bu, İtalya’da Lega per Salvini
Premier partisinin Draghi hükümetine girmesiyle de bu gerçekleşiyor ve Marine
Le Pen’in avrodan çıkmayı düşünmediğini açıklamasının ardından Fransa’da da
olabilir. Fakat bu ufak bükülmeler, sağın neoliberalizme tâbi olmasının
belirtisi, aksi bir durumun değil. Bir otoriter neoliberalizm biçimi, aşırı
sağa ihtiyaç duymaz, Macron Fransa’sında polis şiddetindeki artışı gözlemlemek
yeterli. Neoliberal temellerde “faşistleştirilmiş” bir gezegen göz ardı
edemeyeceğimiz bir varsayım; teorik bakış açısından hiçbir şey buna karşıt değil.
Fakat bugün, bu bana baskın varsayım gibi görünmüyor.
- - Amerika kıtasının bu tarafında, Güney’de,
Trump’ımız yok ama Bolsonaro’muz var. İşaret ettiğiniz gibi, post-faşizmlerin
başvurduğu mitler, klasik faşizminkiler ile mukayese edilemez; ikisinde de bir
mitsel-ideolojik boyut olduğunu kabul etme konusunda benimle aynı fikirde
olacağınızı düşünüyorum. Soru şu olacaktır: hangi “mitolojiler” ya da doğrusunu
söylemek gerekirse hangi toplumsal söylem kırıntıları bu siyasi figürlerin
yerleştiği ideolojik kalelerin inşasına hizmet ediyor?
Radikal sağın mitolojisi 19.
yüzyıldan miras kalmıştır; muhafazakârdır ve klasik faşizmi karakterize eden
“ütopik” sorumluluğa ya da geleceğe yönelik bir projeksiyona sahip değildir. Şu
anda gezegenin geleceğini planlayanlar neoliberal elitler, aşırı sağ değil.
Radikal sağ mitleri, geçmişe dönmektir. Neoliberal sapmadan önceki, 19.
yüzyıldan kalma bir kapitalizm biçimiyle örtüşen milliyetçi, ırkçı ve yabancı
düşmanı bir kültürü bünyesinde barındırır. Bunu söylemek, hiçbir suretle
neoliberalizmi savunmak değildir. Microsoft, Amazon, Apple vb. çokuluslu
şirketler küresel bir boyuta sahip. Stratejileri, dünyanın büyük kısmında,
özellikle de Asya’da vahşi emek sömürüsü koşullarına ve yarı köleliğe yol açan
emeğin uluslararası bölünmesini gerektiriyor. “Ütopik” neoliberal vizyoner Elon
Musk bile kölelerin yerleştirildiği uydu gezegenlerde yerelleştirilmiş
üretimle, bahçeye dönüştürülmüş bir dünya hayal ediyor. Aynı çokuluslu
şirketler, Silikon Vadisi’ndeki şirketlerinde Hindistan, Pakistan, Afrika ya da
Latin Amerika’dan gelen bilgisayar mühendisleri, mimarlar, tasarımcılar ve
uzmanlaşmış teknisyenleri çok iyi koşullarda çalıştırıyor ve bunlara iyi
maaşlar ödüyor. Ve hiçbir şekilde çalışanlarının cinsel yönelimleriyle
ilgilenmiyorlar. Neoliberal kapitalizm çok ırklı, çok kültürlü ve inanç
bakımından çoğulcu Amerika’dan korkmuyor, çünkü bu, Birleşik Devletler’in
DNA’sıdır. Beyaz üstünlüğü, beyaz bir toplumun çok ırklı bir ülkede azınlığa
dönüşmesi korkusu, küreselleşmiş kapitalizmden önce gelen çok eski bir ırkçı
hayalettir.
- - 2008 yılında Massimo Modonesi’ye verdiğiniz bir
mülakatta şöyle demiştiniz: “Komünizme dair çalışmalarda, komünizm hatırasının
kamusal alanda gölgede kalmasıyla paralel bir genişleme var.” Bununla ilgili
olarak, bugün, belki de bu cehaleti temel alarak popülizmin rolünü oynamada
(korku üretmek) başarısız olduğu her seferinde komünizmin bir heyula olarak rolünü
yerine getirmeye çağrıldığını düşünüp düşünmediğinizi sormak istedim. Ve diğer
yandan, bu durum nasıl parçalanabilir?
Massimo Modonesi, ortaya
koyduklarıyla kafa patlatılmayı hak eden gerçek bir çelişkiyi yakalamıştı. Komünizmin
kamusal alandan göreceli gözden kayboluşu ve tarihine ilişkin çalışmalardaki
buna paralel artış, “hafıza mekânı”na dönüşümü gösteriyor. Kavramı ilk kullanan
Pierre Nora’ya göre, “hafıza mekânları”, belleğin toplumsal bedende atmayı sona
erdirdiği ve artık kolektif bilgi, pratik ve deneyimler dizisi olarak nesilden
nesle aktarılmadığı zaman doğar. Komünizmin tarihselleştirilmesi, gerçek yaşamda
ortadan kaybolması ile aynı zamana denk gelir. Bu, anti-komünist söylemin
ortadan kaybolması anlamına gelmez: varlığını sürdürür ve çeşitli vesilelerle
demagojik yöntemler ile harekete geçebilir; 2019-2020’de Bernie Sanders’a karşı
kampanyayı düşünelim, İspanya sağının Podemos’a karşı kampanyasını vb., ancak
genel olarak anti-komünizm, artık sağın hayali ve kültürünün asli bir unsuru
değildir. Kültürel ve ideolojik “arşiv”inin bir parçası olarak herhangi bir
anda tekrar aktifleştirilmeye hazır biçimde arka planda durur. Bu bakış
açısından, bir mukayesenin taslağını çizmek ilgi çekicidir. Sahneden atılsa
bile, komünizm yeni alternatif hareketlerin kültür ve tahayyülünde neredeyse
tamamen yok iken anti-komünizm sağın ideolojik arşivinde varlığını sürdürür. Arap
Baharı’nda, Wall Street’i İşgal Et hareketinde, İspanya’daki 15M hareketinde,
Fransa’daki Nuit Debout (Çalışma kanunu reformlarına karşı Fransa’da 2016
yılında başlayan yaygın protestolar; ç.n.) protestolarında vb. bu işleviyle
ilgili bir rol oynamadı. Aşırı sağ, repertuarına –milliyetçilik, ırkçılık,
yabancı düşmanlığı, homofobi, kadın düşmanlığı vb.- bağlı kalarak bazı
varyantları (İslamofobi, antisemitizmin yerini alma eğilimindedir) piyasaya
sürüyor. Alternatif hareketler kendilerini yeniden keşfetmelidir, ancak komünist
gelenekte kesinlikle var olan fakat baskın olmayan sömürgecilik karşıtı ve
ırkçılık karşıtı bir kültür haricinde geçmişle herhangi bir süreklilik
iddiasında bulunmazlar.
Bu bakış açısından, tarihsel
devamlılıktaki kopuş, solda, sağdakinden daha derindir. Yeni alternatif
hareketler, liberter bir geleneği yeniden keşfediyorlar; öğretisel anlamda
anarşizm anlamında değil, bundan ziyade anti-otoriter hassasiyet, yerleşik
geleneklere kayıtsızlık, yatay demokrasi, kolektif katılım, tüm hiyerarşilerin
reddi olarak. Pratiklerinde, ekolojide, yeni haklar talebinde, toplumsal
eşitsizlik eleştirisinde, sınıf, ırk, din ve cinsiyet ayrımcılığı eleştirisinde
bir tür “biçimsel kesişimcilik” içinde aynı meşruiyete sahiptir. Bazen bu
hareketler, gizlenmiş gelenekleri toprağa gömülü olduğu yerden çıkarır, örneğin
Paris Komünü, 20. yüzyıl boyunca komünizmin ona verdiği imajın dışında, bir
doğrudan demokrasi deneyimi olarak yeniden keşfedildi: Ekim Devrimi’nin henüz
olgunlaşmamış bir habercisi şeklindeki imaj.
- - Özgürleştirici bir eylemin yararına bir
kullanım/yeniden işlevlendirme hakkı ile özdeşleşmiş kavramları, yazarları ya
da kategorileri ele alma çağrısı, solun belirli akımlarının karakteristik bir
hareketidir. Bugün benzer bir harekete şahit oluyoruz gibi görünüyor ama tam tersi
yönde işaret var: taraftar toplamak için solun kavram ve kategorilerini alan
sağ. Onun tarafında yeni kalmış görünüyor; “devrim”, isyan, özgürlük ve hatta
bazı durumlarda cumhuriyet. Soru şu: Eleştiri, en önemli unsuru olan kelama,
yani sava bu kadar az değer biçiliyor görünürken nereye atfedilebilir?
Sağ ve sol arasında böylesine
büyük bir “fikir alışverişi”nden bahsedilebileceği konusunda emin değilim. Sol,
sağdan bazı analitik kategorileri ödünç almıştır. Walter Benjamin’den Mario
Tronti’ye, çok iyi tanıdığınız yazarların “istisna hâli” ya da “siyasetçinin
özerkliği” gibi kavramları kullanmalarını bir düşünün. Hatta bütün bir damar
olarak Marksizm ve eleştirel teorinin Heideggerci ilişkisini, en başta da
Herbert Marcuse’u göz önünde bulundurun. Onların tarafında, bazı aşırı sağ
düşünürler (örneğin Alain de Benoit) Gramsci’yi kapsamlı biçimde kullanmıştır.
Jacob Taubes’in Schmitt ile mektuplaşmasında savunduğu gibi, bu, azaltılamaz
bir mesafeyi ima eden imkânsız bir “diyalog”dur. Bir diyalogdan öte, bu bir
simetridir: hem faşizm hem de komünizm, liberal geleneğe bir kez daha farklı
perspektiflerden ve zıt hedeflerle meydan okudu. O halde, kalıtımsal bir
yaklaşımı benimsersek geçişler sabittir: Frankfurt Okulu tarafından detaylandırılmış
araçsal rasyonalite kavramında Weber ve de Nietzsche’den izler ya da genç Lukács’ın
Marksizm’inde romantizmin izlerini vb. bulmak zor olmayacaktır. Ancak, analitik
kategoriler, değer veya ilkeler değildir. Ne sosyalizm ya da komünizm fikrini sağın
değerleriyle inşa edebilirsiniz ne de bir faşist düzen fikrini solun
değerleriyle. Sadece klasik liberalizmden ilham alan bir dünya görüşü sağın
değerleriyle solun değerlerini karıştırabilir. Bu hatanın en açık örneği,
siyasi düşünce tarihinin en muğlak ve aldatıcı kavramlarından olan totalitarizm
kavramıdır. “Devrimci” retoriğin milliyetçilik tarafından benimsenmesi yeni
değildir –geçmişi, faşizme ve “muhafazakâr devrim” dedikleri şeye kadar
dayanır- fakat bu, değerlerle değil her halükârda politik eylemin biçim ve
araçlarıyla ilişkilidir.
Benim bugünkü izlenimim, yeni
sağın, eski “faşist devrimci” retoriğini terk ettiği ve solun fikirlerini
sahiplenmediğidir. Liberal geleneğin dil ve söylemini –“değerler”i ne ölçüde
yaptıklarını bilmiyorum- dönüştürüyor; demokrasi, cumhuriyet, özgürlük,
kurtuluş, haklar vb. sloganları lügatına entegre ediyor. Bununla birlikte, söz
konusu kavramlar 1848’de ya da 20. yüzyılın birinci yarısında hâlâ sahip
oldukları yıkıcı anlamı yitirmişlerdir. Bunlar artık evrensel kavramlardır,
herkesin sahip çıkabileceği kapsamda suiistimal edilmiş ve bitap düşmüşlerdir,
çünkü artık bir anlamları yoktur. Yeni sağın bu kavramlara verdiği içerik
muhafazakâr ya da gericidir: “demokrasi”, plebisiter mutabakat anlamına gelir;
“kurtuluş”, dışarıdan gelen kültürlerin (İslam) etkilerine karşı savunma
anlamındadır; hakların savunulması, Batı medeniyetinin fetihlerini tehdit
edebilecek azınlıkların dışlanması demektir; “feminizm”, İslami gericiliğe
karşı mücadeledir vb. Aşırı sağ, halk sınıflarında fikir ittifakı buluyorsa
(her yerde oluyor; ABD’den Brezilya’ya, Almanya’dan İtalya’ya) bu, yeni bir
dilin benimsenmesinden değil, solun bunları terk etmesinden, sol parti ve
sendikaların zayıflaması ve bugün olmamasından, kolektif eylem, örgütlenme ve dayanışma
hafızası ve kültürünün artık var olmamasındandır. Sol, kolektif kurtuluş
kavramını somutlaştırmıştır; aşırı sağ ise bir günah keçisi aramayı öneriyor.
Trump, Bolsonaro ve Le Pen’in seçim mutabakatı, solcu bir dili benimseme
olgusunda değil, -bazı durumlarda- protesto oyunu sermayeye çevirme becerisinde
yatar.
- - Son soru ile bağlantılı olarak; başka şeylerle
birlikte kitaplarınız sayesinde de biliyoruz ki okuryazar kültürün
gerilemesinin hararetinde entelektüelin rolü ve onun kamusal alandaki etkisi de
gerilemiştir. Bu kültürün ürettiği dünya imgeleri, “videosfer”inkilerden
farklılık gösterir. Bu bakımdan, hangi “dünya görselleştirmeleri” (geçmiş ya da
bugünkü), hangi bilinçsiz düşünme biçimleri veya çağdaş “dijitosfer”imizde
–yakın zamanlardaki bir röportajınızda yarı şaka yarı ciddi böyle
adlandırdınız- hangi anlatılar hâkimdir?
Saf olabilirim ama ben
“dijitosfer”in potansiyelleri konusunda epey iyimserim. Tabii ki benim bu
değişimi kavrayışım çok tahmini, çünkü başka iletişim araçlarını tercih eden bir
nesle aitim ve bu nesil, söz konusu yeni araçlara çok aşina değil, ancak bazı
iri ölçekli gerçekler ayan beyan ortada. Sosyal ağlar, kamusal alanın bütün
yapısını tamamen dönüştürdü, çünkü bir yandan şeyleştirmeyi tamamladılar –bütün
ağlar çokuluslu şirketlere ait-, fakat diğer yandan da yıkıcı aygıtlar haline
geldiler. Bu olgunun bir örneği, 2018 ve 2019 yıllarında Fransa’daki “sarı
yelekliler”. Geleneksel kamusal alanın bütün araçları –basın, televizyon
kanalları ve radyo- bu hareketi suçlu çıkarmak konusunda hemfikirdi: popülist,
ilkel, şiddet içeren, kültürel anlamda gerici, temsili demokrasinin kurumlarına
saygısız olacak düzeyde gerici vb. Sosyal ağlar sayesinde, bu kendiliğinden
hareket kendi yapılarını, kolektif tartışmanın ileri düzeyde demokratik
biçimlerini, bütün toplumsal sorunlara dair yatay tartışmayı yaratmayı başardı
ve kendi gösterilerini örgütledi. Kamuoyu araştırmaları gösterdi ki, her
şekilde suçlu çıkarılan bu hareket, nüfusun yüzde 70’inden fazlasının kendisi
ile fikir birliğini elde etmişti. Bu örnek genişletilebilir: 2011’deki Tunus
isyanından 2019’da Cezayir’deki “Hirak” protestolarına Arap Baharı, sosyal
medyaya çok borçlu. ABD’deki Black Lives Matter hareketinin, Hong Kong’da ve
son olarak Minsk ve Burma’daki hareketlerin taşıyıcısıydı sosyal medya
araçları. Sosyal ağlar, Habermas’ın kavramı kullandığı anlamda, muhtemelen 21.
yüzyılın kamusal alanının ayrıcalıklı ifade alanını oluşturmaktadır: aklın
eleştirel kullanımının icra edilebileceği bir sivil toplum alanı. Neoliberalizm,
“dijitosfer”i bir şeyleştirme ve yabancılaştırma alanı olarak destekler:
vatandaş olma statüleri yerini tüketiciler olmaya bırakmış izole bireyleri
birbirine bağlayan, piyasanın aracılık ettiği iletişim. Sosyal ağların yıkıcı
kullanımı, bu şeyleştirme taşıyıcılarını, toplumsal ve politik alanın yeniden
sahiplenilmesini hedefleyen seferberlik ve kolektif eylem taşıyıcılarına
dönüştürdü.
- - Şu anda, şimdiciliğin damga vurduğu bir zamanda
yaşadığımız tezini kabullenirsek pandeminin; ifade etme ve başkalarıyla
birlikte olma - her ikisi de bu durumu aşan bir şeyi organize etmek için
gerekli örnekler olan- zamanını ve imkânını elinden alan acil ve zorunlu bir durdurmayı
gerektirdiği için, bu deneyimi tamamlamaya geldiğini teyit etmenin uygun
olduğunu düşünüyor musunuz?
Şimdicilik –şimdiye sıkıştırılmış
dünya- zamanımızın ufku olmayı sürdürüyor, fakat pandemi aynı zamanda onun
çelişkilerine de ayna oldu. Bir yandan neoliberalizmin zaferini kutladı. İlk defa
insanlığın kaderi –küresel bir pandeminin çözümü, tüm dünyanın saat yönünü
yavaşlattı- kapitalizmin ellerine teslim
edildi. Tüm devletler, aşı geliştirme ve üretme işini büyük çokuluslu
şirketlere emanet etti; özel şirketlerin hizmetine sunuldular ve şu anda
piyasadan satın aldıkları dozlar ile nüfuslarını aşılamaktan sorumlular.
Bu, ilkesel bir tercih, çünkü
araştırmalar kamu finansmanı sayesinde olağanüstü bir ivme gördü, fakat bu
finansman, bunları nasıl yöneteceğine karar veren özel şirketlere bağlandı.
Marx’ın dediği şekliyle, kapitalizm tüm yasal-politik üstyapılar üzerindeki
ontolojik üstünlüğünü göstermiştir, çünkü egemenlik ilkesinden vazgeçilmiş ve
sermayenin denetimine boyun eğilmiştir. “Siyasetin özerkliği” aniden
silinmiştir. Ancak bu, durumun sadece bir yüzü. Diğer yüz gösteriyor ki,
pandemi küresel ölçekte yaygın bir anti-kapitalist bilinci ateşledi. İnsanlar,
pandemiden ulusal çözümlerle çıkmanın imkân dâhilinde olmadığını, küresel
krizin küresel bir yanıt gerektirdiğini, bu yanıtın da kamusal güçlerin
yeninden etkinleştirilmesini beraberinde getirdiğini anladılar. Binlerce
insanın sağlığı, yalnızca kendi kârlarıyla ilgilenen bir avuç çokuluslu şirkete
emanet edilemez. Bütün ülkelerde tartışmalar, on yıllardır süren
özelleştirmeler ve kamu harcamalarındaki kesintilerle zayıflatılan ulusal
sağlık sistemlerinin yetersizliklerine –pandeminin ilk aylarında maske ve
oksijen tüpü sıkıntısı vardı- odaklandı. Sonunda, uluslararası kamuoyu yeni bir
küresel mutabakat talebini ifade ediyor. Biden’ın politikaları ve Avrupa
Birliği’nin yeniden başlama planları, bu toplumsal talebe ilk ve çekingen bir
yanıt olan yamuk gösteren ayna gibi.
- - Son olarak, Solun Melankolisi kitabınızda tipik
bir karmaşık entelektüel siyasi operasyon olarak adlandırdığınız şeyin, şimdiki
zamanda ne şekilde onu aşabilecek bir çatlak açabileceğini ve bugün engellenmiş
gibi görünen diğer yönleri hayal etmemize yol açabileceğini düşünüyorsunuz?
Solun Melankolisi kitabımda, “iyileştirmeye”
çalıştım, yani, solun duygusal yapısına her zaman ait olan ancak yine her zaman
yerinden edilen, gizlenen ya da sansürlenen bir hissin meşruiyetini tanımaya. Tarihini
yeniden inşa etmeye çalıştım ama ona, 20. yüzyılın yenilgilerinin ardından
gerekli olan bir “yas özeni” dışında iyileştirici nitelikler atfetmeye asla çalışmadım.
Bana öyle geliyor ki, solun melankolisi bugünün mücadelelerine eşlik edebilir
ve yeni projelerin doğuşunu yüreklendirebilir, ancak kesinlikle onların yerine
geçmez. İlki, solun kendini tanımasına ve yeni bir özdüşünümsel olgunluğa ulaşmasına
yardım ediyorsa verimlidir, fakat yaratıcı erdemlere sahip değildir. Sol,
kapitalizm olmaksızın ve kapitalizme karşı yeni bir gelecek fikri icat
etmelidir. Önümüzdeki yol uzun, ancak çizgisel ve birikimsel bir süreç değil;
beklenmeyen tersine dönüşlere, değişimlere ve hızlanmalara hazırlanmalıyız.
https://www.eldiplo.org/notas-web/la-ruptura-de-continuidad-historica-ha-sido-mucho-mas-profunda-en-la-izquierda-que-en-la-derecha/
adresinde yayımlanan söyleşiden
çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
0 Responses to Enzo Traverso: Solun tarihsel devamlılığındaki kopuş, sağınkinden daha derin